¡kinci durumda bu iddia eksik ve yanlıştır. Çünkü emperyalizmde sadece ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı değil, siyasi demokrasinin bütün temel talepleri ancak eksik, sakatlanmış ve nadir bir istisna olarak (örneğin 1905 yılında Norveç’in İsveç’ten ayrılması) “uygulanabilir”dir. Tüm devrimci sosyal-demokratlar tarafından ileri sürülen sömürgelerin derhal kurtuluşu da hakeza bir dizi devrim gerçekleşmeden “uygulanamaz”dır. Fakat buradan asla, sosyal-demokrasinin bütün bu talepler uğruna derhal ve kararlı bir mücadeleden vazgeçmesi sonucu çıkmaz. Bu sadece burjuvazinin ve gericiliğin ekmeğine yağ sürmek olurdu. Tam tersine, bütün bu talepleri reformistçe değil, sımsıkı devrimci biçimde formüle etmek, kendini burjuva legalitesiyle sınırlamamak, tersine bu sınırları parçalamak, parlamento sahnesinde görünmekle ve yüzeysel protestolarla yetinmemek, kitleleri, proletaryanın burjuvaziye doğrudan saldırısına, yani(88)burjuvaziyi mülksüzleştiren sosyalist devrime kadar bütün demokratik talepler için mücadeleyi genişleterek ve teşvik ederek aktif mücadeleye çekmek gereklidir. Sosyalist devrim sadece büyük bir grev ya da bir sokak gösterisi ya da bir açlık isyanı, bir askeri ayaklanma ya da sömürgelerde bir isyandan değil, Dreyfus Davası ya da Zabern olayı gibi herhangi bir politik krizden ya da ezilen ulusların ayrılması sonucunda yapılacak bir referandumdan ya da benzeri bir şeyden alev alabilir.
Emperyalizm çağında ulusal baskının güçlenmesi, sosyal-demokratların ulusların ayrılma özgürlüğü için burjuvazinin dediği gibi “ütopik” mücadeleden vazgeçmesini değil, bilakis tam tersine, bu zeminde de oluşan bütün çatışmalardan burjuvaziye karşı kitle eylemleri ve devrimci mücadelelere vesile olarak daha fazla yararlanmasını zorunlu kılar.
Seçme Eserler, Cilt: 5, Inter Yayınları, s.304-305(89)
Tarihsel ve güncel örnekler üzerine ara tartışmalar
“Siyasal çözüm”ün toplumsal mantığı
Siyasal demokrasiyle sınırlı bir bakışın aynı zamanda toplumsal koşullar ve sosyal zeminle bağlantılı olduğunu biliyoruz. Yani bunun bu çerçevede toplumsal-sınıfsal bir mantığı var. Şimdi bakıyoruz, siyasal özgürlüğü ya da siyasal bağımsızlığı kendi içinde idealleştirenlerin kendine özgü bir toplumsal gerçekliği var. Bunlar çok büyük ölçüde küçük-burjuva katmanlara dayanan siyasal akımlardır. Bu katmanların bilincinin ve ufkunun ideolojik ve politik temsilcilerinden başka bir şey değiller özünde. Büyük ölçüde kırsal tabana dayalı bu akımların liderlerinin, yöneticilerinin öğrenci ya da kent kökenli olması, onların gidip bütünleştikleri sınıfların, onların sosyal gerçeğinin ideolojik temsilcileri olması olgusunu ortadan kal(90)dırmıyor. Tersine mantıksal olarak bütünlüyor.
Bu akımların çıkmazı bir yerde de kendilerini büyük ölçüde kırsal alana hapsetmelerindedir. Belki Nikaragua, belki Guatemala buna iyi örnekler değiller. Çünkü buralarda gerçekten cılız bir işçi sınıfı var. Ama başka bazı ülkeler var; Kolombiya türünden, Venezüella türünden başka bazı ülkeler var. iyi-kötü bir kapitalist ekonomileri var. Belli bir gelişmişlikte işçi sınıfları var. Ama bu ülkelerde gerilla gidip kırsal kesime dayanıyor. Bu alanı, bu alandaki sosyal katmanları temel alıyor. Oysa kırsal kesim de durmadan çözülüyor. Yani siz 1960’larda gerilla savaşına başlıyorsunuz, o dönemde aslında köylülüğün bu toplumlarda göreli bir ağırlığı da var belki. Ama ‘90’lı yıllara kadar hala mücadeleyi bir sonuca götüremiyorsunuz. Oysa bu arada geçen 30 yılda kapitalizmin gelişmesi durmadan köylülüğü çözüyor, farklılaştırıyor ve kırsal bir sınıf olarak eritiyor. Durmadan kentleri ve işçi sınıfını büyütüyor. Durmadan kırı tali plana düşürüyor, ve tersinden, kenti önplana çıkarıyor. Ve sizin ayaklarınızı bastığınız kırsal saha iktidarı almaya yetmiyor. iktidar kentlerdeki sınıf ilişkileri alanına kayıyor. Ancak oradan bir güç çıkarırsanız, çıkarabildiğiniz ölçüde iktidar mücadelesini ilerletebilirsiniz. Gerilla hareketleri ideolojik zaaflarının da bir sonucu olarak, bu yeni sosyal-siyasal gerçekliğe uyum sağlayamadıkları için de açmazlara düşüyorlar.
Bizim PKK’nın belli bir gelişme sürecinin ardından gelip dayandığı sınırlar üzerine söylediklerimizi de bu çerçevede ele almak mümkün. Kürt köylülüğü ve Kürt küçük-burjuvazisiyle Türk burjuvazisine karşı verilecek mücadelenin belli sınırları vardır. Bu sınırların ötesinde tıkanma ve çözümsüzlük beliriyor. “Siyasal çözüm” ise sözde çözümsüzlükten bir çıkış olarak gündeme geliyor. Kürdistan ve Türkiye’yi coğrafi sınırlara ayırmak, bu çerçevede tanımlamak mümkün. Ama bunun ötesinde içiçe geçmiş bir toplumsal gerçeklik vardır. İkisi bütünsel bir toplumsal gerçeklik oluşturmaktadır. Yani so(91)yutlamada ileri sürülebilecek ayrı bir Kürt toplumu ve ayrı bir Türk toplumu somut gerçeklikte yok. Tekelci burjuvazinin yönettiği, her sınıftan Kürtlerden ve her sınıftan Türklerden oluşan bütünsel bir toplum var. Kapitalist ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerin belirlediği bir birleşik toplumsal bünye var ortada. Siz Kürtleri burada bir soyutlama olarak tümüyle ayrı bir ulus olarak ele alabilirsiniz. Ama gerçek yaşamda her iki ulus içiçe. A. Öcalan’ın yeri geldikçe “bizim okullarımız aynı, mahallelerimiz aynı, cezaevlerimiz bile aynı” derken anlattığı da bu aynı gerçeklik değil midir?