Burjuva rejimin ve propagandanın gösterdiği tüm çabalara rağmen Türkiye işçi sınıfı ve halkının geniş kesimleri savaşa karşı bir tutum ortaya koymuştur. Bu tutumun Kürdistan’ın bazı kentleri hariç bir edilgen tepki düzeyinde kaldığı, anlamlı sayılacak protesto eylemlerine varamadığı bir gerçektir. İşçi sınıfı büyük savaş zamlarına ve kitlesel tensikatlara da tüm öfkesine rağmen sonuçta seyirci kalmış sayılır. Bu ikili olgu devrimci kitle mücadelesinin hem olanaklarını hem de zayıf yanını ortaya koymaktadır. Önderlikten yoksun örgütsüz yığınların öfkelerini eyleme dökmekte zorlandıklarını son olaylar yeniden göstermiştir.
Türkiye devrimci hareketi bir bütün olarak Türk burjuvazisinin gerici, saldırgan emperyalist politikaları karşısında devrimci bir tutum almış, fakat bu tutumu yığınların savaşa karşı tepkileriyle birleştirmekte, yığınları savaş karşıtı eylemlere çekmekte başarısız kalmıştır. Bu ise devrimci hareketin bugünkü güç ve örgütlülüğü hakkında bir fikir vermektedir. Son olaylar devrimci hareketimizin kritik ve aslında oldukça elverişli bir anda olayları etkileme yeteneğinden yoksun olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.
Olanaklarla zayıflıklar bir arada önümüzdeki dönemin devrimci görevlerine işaret ediyor.
Varşova Paktı’nın çökmesi ve Doğu-Batı bloklaşmasının sona ermesi, emperyalizmin dünya ölçüsündeki saldırgan ve müdahaleci etkinliklerinde yeni bir dönemin başlaması demekti. Doğu Avrupa’nın çöküş gümbürtüsü içinde gerçekleşen Malta Zirvesi bu yeni dönemi simgeliyordu. Emperyalist propaganda mekanizmasının “soğuk savaş”ın bitimi, evrensel bir barış, işbirliği ve istikrar döneminin başlangıcı ilan ettiği bu zirve, gerçekte bunun tam tersi bir gelişmenin önünü açıyordu. Bugün bu gerçek artık tümüyle ortadadır. Barış değil savaşlar, işbirliği değil emperyalist ve gerici çelişki, çekişme ve çatışmalar, istikrar değil yeni bir düzensizlikler ve istikrarsızlıklar dönemi başlamıştır dünya ölçüsünde.
Bu dönemin en belirgin özelliği emperyalizmin gemi azıya alması, müdahale, saldırganlık, savaş ve işgal girişimlerinde(101)hiçbir engel ve ölçü tanımamasıdır. Malta Zirvesi'nden yalnızca yaklaşık bir yıl sonra gerçekleşen Körfez savaşı, günümüz emperyalizminin bu eğilim ve davranışının Doğu Avrupa olaylarını izleyen bir ilk örneği oldu; çağdaş kapitalizmin militarist özünü, saldırgan ve savaşçı doğasını yeniden, tüm çıplaklığı ve tüm çirkinliği ile gözler önüne sermekte gecikmedi.
Bugün dünyada bizzat emperyalizmin yarattığı, kışkırttığı, sürdürdüğü, çözümünü engelleyerek sürüncemede bıraktığı çok sayıda bunalım ve çatışma alanı var. Bunlardan ikisi, Körfez ve eski Yugoslavya, son iki yıldır hep önplandaydı. Yakın zamanda bunlara bir üçüncüsü olarak Somali eklendi.
Körfez’de bütün ağırlığı ile süregelen bunalım, Aralık ayında aniden tırmandırıldı ve yeni yılın başında emperyalist koalisyonun Irak şahsında dünya halklarına yeni bir askeri güç ve tehdit gösterisine vardırıldı. Bölgede konumlandırılmış emperyalist savaş makinası bir kez daha harekete geçirildi, Irak günlerce bombalandı.
Yugoslavya’da eski federal yapının özellikle Alman emperyalizminin kışkırtması ve teşvikiyle hızlandırılan dağılışı, uluslar boğazlaşması halinde seyreden gerici bir iç savaşa yol açtı. Eskiden kardeşlik içinde yaşayan Yugoslav halklarını acı ve ölüme boğan, kentlerini ve köylerini yıkıma uğratan bu gerici iç savaş, çeşitli iç ve dış kışkırtmalarla bugün yeni alanlara (Kosova, Makedonya vb.) yayılma eğilimi gösteriyor.
Yıllardır milyonlarca insanın açlıktan kırıldığı ve gerici kabile çatışmalarının acısını çektiği Somali ise, yeni yılın hemen arifesinde, kaba, çirkin ve onur kırıcı bir emperyalist müdahale ve işgale sahne oldu. Afrika'nın bu son derece yoksul, fakat stratejik önemi büyük ülkesindeki otorite boşluğu bizzat emperyalist askeri güçlerle dolduruldu.
Bugün önplanda duran bu üç başlıca bunalım bölgesi(102)nin ortak özelliği, üçüne de ABD önderliğindeki emperyalist koalisyon güçleri tarafından fiilen el konulmuş olmasıdır. Her üç bölge de emperyalist askeri işgal ya da müdahale altındadır. Körfez’de emperyalizmin doğrudan taraftır ve çirkin saldırgan yüzünü dolaysız olarak göstermektedir. Zamanında uluslararası hukukun egemen kılınması ve Kuveyt’in bağımsızlığı kılıfı içinde gerçekleştirilen müdahale ve yürütülen yıkıcı emperyalist savaşın, gerçekte, yalnızca bölgedeki emperyalist çıkarların güvence altına alınması ve denetim dışı her gelişmenin anında ezilmesi için olduğu, bugün daha açık görülür hale gelmiştir.
Yugoslavya’da ise emperyalizm arabulucu rolündedir ve barışı gerçekleştirme ve “insan hakları” adı altında, sorunu iyice çıkmaza ve çözümsüzlüğe sürüklemektedir. Dün tarafları kışkırtıp birbirine düşürenler, bu yolla nüfuz ve etkinlik kurmaya çalışanlar, şimdi de sözde soruna bir çözüm bulma adına aynı emperyalist amaçları gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Somali’de ise emperyalist rolün en çirkini, en aşağılık ve ikiyüzlü biçimi sergileniyor. Emperyalistler Somali’ye yalnızca “insancıl” amaçlarla müdahale ettiklerini ilan ediyorlar ve bu yalanı haftalardır dünyanın dört bir yanına yayıyorlar.
Körfez’de uluslararası hukukun tesisi, Balkanlar’da uluslararası barışın tesisi ve “insan hakları” ihlallerinin önlenmesi, Afrika Boynuzu’nda açlıkla mücadele ve merkezi otoriteden yoksun bir ülkede iç düzenin tesisi- bunlar emperyalist müdahale ve saldırganlığın bugün kendini arkasında sakladığı aldatıcı propaganda motifleridir. Emperyalizmin en çirkin ve hoyrat girişimlerine bu denli incelikli bahaneler gösterebilmesi ve milyonlarca insanı bir biçimde buna inandırabilmesi günümüzün acı bir gerçeğidir. Emperyalizmin bu başarısında, onun tüm bu kaba ve çirkin etkinliklerine “uluslararası hukuk” kılıfı giydiren Birleşmiş Milletler(103)Örgütü’nün rolü büyüktür. Doğu Bloku’nun çöküşünden beri Birleşmiş Milletler Örgütü, emperyalist politikaların basit bir aleti haline gelmiş bulunmaktadır. Bugünün güç ilişkileri içinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları, çok büyük ölçüde, ABD’nin uluslararası politikasına hukuksal bir nitelik kazandırmaktan öte özel bir anlam taşımamaktadır.