Savaş sonrası dönem kapitalist dünya sistemi içinde ABD’nin mutlak egemenlik dönemi oldu. ABD dışındaki emperyalist ülkeler savaştan yenik ya da güç kaybetmiş olarak çıktılar. Oysa ABD savaştan iktisadi ve askeri alanda muazzam ölçülerde güçlenmiş olarak çıktı. Bu gücünü gecikmeksizin dünya ölçüsünde seferber ederek kapitalist dünyanın rakipsiz egemen gücü haline geldi. Artık tüm kapitalist dünya ABD emperyalizminin liderliği ve koruması altındaydı: Pax Americana. Sosyalizme ve dünya devrim sürecine karşı başta Avrupa olmak üzere dünyanın istisnasız her yerinde sistemin koruyucu jandarması artık ABD idi. ABD, hegemon devlet konumuyla, kapitalist dünyanın iktisadi, politik ve askeri güçlerini bir dizi ilişki ve kurumlaşma içinde birleştirip koordine etti. Üstelik bunu, kendi çıkarlarını sistemin genel çıkarlarıyla az görülür bir başarıyla bağdaştırıp(26) uyumlulaştırarak yaptı.
Tıpkı bunalımsız kapitalizm hayaline benzer bir biçimde, emperyalist dünyanın kendi iç ilişkilerinde de bölünme ve çatışmaların artık son bulduğu, neredeyse ultra-emperyalist bir aşamanın ABD liderliğinde artık nihayet gerçekleştiği hayali egemen olmuştu ki, kapitalizmin nesnel yasaları ve kaçınılmaz çelişkileri bu alanda da kendini bütün kesinliğiyle göstermekte fazla gecikmediler.
"Eşitsiz ekonomik ve siyasal gelişme, kapitalizmin mutlak yasasıdır” (Lenin). Kapitalist dünya ekonomisi ‘50’li ve ‘60’lı yıllar boyunca genel bir büyüme yaşadı. Ne var ki, bu büyümenin hızı, kapsamı ve sonuçları, tam da eşitsiz gelişmenin bir sonucu olarak, herbir kapitalist metropolde farklı oldu. Özellikle bir dönemin dünya sömürge imparatorluğu İngiltere sistem içinde daha da gerilere kayarken, Federal Almanya ve Japonya gitgide iki iktisadi güç olarak ‘70’lerin başında, tam da büyük bunalımın patlak verdiği bir dönemde, ABD’nin rakipleri konumuna ulaştılar. ABD ise, iki farklı nedenle göreli bir güç kaybı sürecindeydi. İlkin Vietnam’da simgelenen dünya halklarının devrimci mücadelesiyle siyasal ve askeri alanda, sonra da rakiplerinin gelişme hızına ayak uyduramadığı ölçüde iktisadi alanda... Vietnam savaşı ABD için yalnızca siyasal ve askeri bir yenilgi olmakla kalmadı, bu savaşı finanse etmek için izlenen politikalar ters teperek ABD ekonomisinin bunalıma girmesini hızlandırdı. Dolara güç kaybettirerek ona bağlı savaş sonrası uluslararası para sisteminin çöküşüne yolaçtı. Kapitalist dünyanın dolara endeksli para sistemi, ABD’nin iktisadi alandaki hegemonyasının simgesiydi; çöküşü de bu hegemonyanın çöküşü anlamına geldi.
Kuşkusuz ABD yeni rakiplerine göre hala dev bir iktisadi güçtü; ama artık rakipsiz değildi. Savaş sonrasında sistemin lideri olarak toparlanmasına yardım ettiği emperyalist ülke(27)ler, artık onun iktisadi alandaki gerçek rakipleriydi. AET ve Japonya’nın ABD aleyhine iktisadi güçlenmesi tüm ‘70’li ve ‘80’li yıllar boyunca sürdü. Bunalımın sonuçlarını paralel yaşayan kapitalist metropoller, bununla birlikte bu sonuçlardan aynı düzeyde etkilenmediler. İktisadi bunalım ABD’nin gerilemesini hızlandırdı. Varşova Paktı karşısında emperyalist Batı blokunun askeri lideri olmak, yeni rakipleri karşısında ABD’nin iktisadi konumunu olumsuz yönde etkileyen bir öteki faktör oldu.
Rakip emperyalist güçler arasında pazarlar ve iktisadi nüfuz alanları için rekabet, emperyalizmin özünde vardır ve eşitsiz gelişme bu rekabeti daha da şiddetlendirir. ABD, AET ve Japonya’dan oluşan başlıca Batılı emperyalist mihraklar, uzun yıllardır kıyasıya bir iktisadi rekabet içindedirler. Kapitalist dünya pazarının birliği hala sürüyor; fakat savaş sonrası birkaç onyılın yumuşak ve uyumlu dönemi artık tarihe karışmış durumda. İktisadi bunalım rekabeti şiddetlendiren bir etkide bulunmaktadır. Yakın dönemin kendine özgü tarihsel koşulları nedeniyle (Doğu Bloku’nun varlığı) bu rekabet esas olarak iktisadi, kısmen siyasi olabildi. Askeri alana ise denebilir ki hemen hiç yansımadı.
Savaş sonrasında sosyalist dünya ile kapitalist dünya arasında ortaya çıkan güç bloklaşması, sosyalist kamptaki bölünmeye ve eski sosyalist ülkelerdeki restorasyon süreçlerine rağmen, yakın yıllara kadar, Sovyetler Birliği liderliğindeki Varşova Paktı ile ABD liderliğindeki NATO arasında siyasal-askeri bir kutuplaşma olarak yaşayageldi. Özellikle ‘70’li yıllar boyunca, “detant” türü aldatmacalara karşın, akılalmaz boyutlarda bir silahlanma yarışına dönüştü.
Öte yandan, ABD’nin yeni iktisadi rakipleri, İkinci Dünya Savaşı’nın yenikleriydi; savaştan askeri güçlerini yitirerek çıkmışlardı. Sonradan ABD eliyle silahlandırıldılar; ama yine de, (kısmen Fransa hariç) öteki emperyalistlerle birlikte,(28)ABD’nin askeri vesayetinde kaldılar. Bu aynı zamanda politik vesayet de demekti; emperyalistler arası çelişkileri bastıran, iktisadi rekabetin politik ve askeri alana serbestçe genişlemesini engelleyen bir işlev gördü. Yine de, özellikle ‘80’li yıllar boyunca, AET Avrupa’da (Doğu Avrupa’yla ilişkileri de dahil) ve diğer bazı bölgelerde, Japonya ise Pasifik Asyası’nda politik etkilerini adım adım güçlendirdiler.
Bugün ise artık Doğu Bloku yoktur. Hala sürmekte olan biçimsel varlığına rağmen gerçekte Varşova Paktı çökmüştür. Doğu Avrupa ülkeleri daha şimdiden Avrupa’nın iktisadi ve politik etkinlik alanları haline geldiler. Sovyetler Birliği şimdilik dünya egemenliği mücadelesinde başa güreşen bir güç olmaktan çıktı ve iktisadi bakımdan Batılı emperyalistlere avuç açar hale geldi. Bu ise savaş sonrası güç ilişkileri ve kurumlaşmalarında köklü bir altüst oluş demektir.
Bu gelişmenin konumuz açısından tarihsel anlamı ve önemi, emperyalistler arası çelişkilerin serbestçe gelişmesinin önündeki engellerin kalkmış olmasıdır. Bugün henüz bir geçiş evresi yaşanmaktadır. Batılı emperyalistler henüz siyasal ve askeri birliklerini koruyor görünüyorlar. Körfez krizinde ve savaşında bunu bir kez daha gösterdiler. Fakat bir dizi ortak çıkarın kuvvetli bir şekilde örtüştüğü bu özel olay bile, onlar arasındaki belirgin çıkar ve politika farklılaşmasını gizlemeye yetmedi. ABD’nin Körfez krizindeki şiddetli tepkisi, bir yönüyle de, dev askeri gücünü kullanarak kapitalist dünya sistemi içindeki liderliğini yeniden sergileme, askeri üstünlüğüne dayanarak rakipleri karşısında politik (ve Ortadoğu’nun petrolleri düşünülürse, iktisadi) üstünlük sağlama çabasıydı. Benzer amaç ve kaygılar yeni dönemde ABD emperyalizmini daha “aktif’, demek oluyor ki daha saldırgan kılacaktır.