Delâ'ilu'n-Nubuvve:
Peygamberliğin delilleri” demektir. Camî' türü hadis kitaplarını oluşturan ana konulardan biri olan şemail içinde mütâlâa edilen ilim dallarındandır.
Konusunu özlü bir deyişle Hz. Peygamber (s.a.s)'ın hak peygamber olduğunu gösteren ve hadisler arasında yer alan rivayetlerle bunlann yorumları oluşturur.
Siyer ilmiyle de yakından ilgili olan konuya dair değişik eserler kaleme alınmıştır. Bellibaşlıları şunlardır:
1. A'lâmu'n-Nubuvve: Ebu Dâvud.
2. Delâ'ilu'n-Nubuvve: Cafer b. Muhammed el-Firyâbî
3. Delâ'ilu'n-Nubuvve: Ömer b. Ahmed, İbn Şahin
4. Delâ'ilu'n-Nubuvve: Ebu Nu'aym el-İsbehânî
5. Delâ'ilu'n-Nubuvve: el-Beyhakî.
Dirâyetu'l-Hadîs İlmi:
Dirayet sözlükte bilmek, ince şeyleri kavramak, azimli ve güçlü olmak gibi manalara gelir. Dirâyetu'l-hadîs, dirayet kelimesinin bilmek manâsıyla alakalı olarak hadis ilminin kısımlarından biridir. Rivayetin şartlarından, çeşitlerinden ve muhtelif rivayet şekilleri hakkında verilmiş olan hükümlerden bahseder.
Başlığı altında da Ayrıca söz konusu edileceği gibi, Hadis İlmi iki kısma ayrılır. Bunlardan birincisi İlm-i rivayeti'l-hadîs (rivâyeti'l-hadîs) ikincisi ise İlmu dirâyeti'l-hadîs (dirâyetu'l-hadîs ilmi) dir. Şu da var ki, kimi muhaddislere göre dirâyetu'l-hadis ilmi Hadîs Usulü ve Mustalahu'l-hadîsle aynı manaya gelir. Kısaca rivayetin şartlarından, çeşitlerinden ve rivayet çeşitleri üzerinde verilen hükümlerden bahseden ilimdir. Ravilerin adaletli veya cerhedilmiş olmaları ile şartları, merviyyât çeşitleri, hadislerin metin ve senetlerine nazaran sahih, hasen, zayıf, merfû', mevkuf, maktu' ve benzeri kısımlara ayrılması, hadis rivayet metotları, senetlerde adları geçen ravilerin vasıfları, nihayet bütün bunlarla ilgili kaideler hep dirayetu'l-hadîs ilminin konusuna girer. Kısacası dirâyetu'l-hadîs ilmi, senet ile metnin hallerinden veya daha uygun bir ifadeyle, kabul ve red yönünden ravi ile mervinini hallerinden bahseden ilme denir. 181
Du'afâ:
Zayıf manasına gelen da'îfin çoğuludur. Hadis Usulünde özellikle çeşitli yönlerden cerh ve ta'dil alimlerinin tenkidine maruz kalmış ve bunun sonucu olarak zayıf sayılmış hadis ravilerine denir.
Bir hadîsin sahih kabul edilip edilmemesi önce onu rivayet eden ravilerin adalet ve zabt durumlarına bağlıdır. Bu ikisi sıhhat şartlarının başında yer alır. Ravinin adalet sahibi olduğu ve sabt vasfı taşıdığı ancak bu vasıfları kaybetmesine sebep teşkil eden hallerinin olmadığının bilinmesiyle anlaşılır. Bunun içindir ki, cerh ve ta'dil ilminde söz sahibi hadis imamları ravilerin cerh ve ta'dil açısından hallerini tesbite çalışmışlar ve bu alanda oldukça başarılı olmuşlardır. Çalışmalarının sonucunda elde ettikleri bilgileri yazdıkları değerli kaynak eserlere geçirmişlerdir. Bu eserlerin bir kısmı sadece sika ravilere aittir. Diğer bir kısmı ise yalnızca du'afâ denilen zayıf ravilere ayrılmıştır. Sika ve zayıf ravileri bir arada alanları da vardır.
Zayıf ravilere tahsis edilmiş kitaplardan en meşhurları şunlardır:
1. Kitâbu'd-Du'afâ: Muhammed b. Abdillah b. Abdirrahîm.
2. Kitâbu'd-Du'afâ: Muhammed b. İsmail el-Buhâri.
3. Kitâbu'd-Du'afa ve’l-Metrûkîn: Ahmed b. Şu'ayb en-Nese'î.
4. Kitâbu'd-Du'afâ'l-Kebîr: Muhammed b. Amr b. Mûsa'l-Ukaylî.
5. Kitâbu'l-Mecrûhîn mine'l-Muhaddisîn ve'd-Du'afâ ve'l-Metrûkîn: Muhammed b, Hibban (İbn Hibbân) el-Bustî.
Du'ife:
Bk. Kad Du'ife.
E
Ebâha Lî:
Kelime manasıyla “bana müsaade etti” demektir. Bazı hadisciler tarafından munâvele yoluyla alınmış bir hadisin başkasına rivayetinde eda lafzı olarak kullanılan tabirlerdendir. Diğer bazı lafızlar kadar kullanılmış değildir.
Ebu Dâvud:
Bk. Süneni Ebî Dâvud.
Ecâze Lî:
“Bana icazet verdi” anlamıyla bazı hadisciler tarafından icazet yoluyla alınmış hadisleri rivayet ederken kullanılmış eda lafızlarındandır.
Aynı yerde ve manada ecâzenî lafzı da kullanılmıştır.
Ecâzenî:
Bk. Ecâze li.
Eceztu Ehle Zemânî:
Bk. İcâze Âmme.
Eceztu Külle Ahadin:
Bk. İcâze Âmme.
Eceztu Leke Cemî'a Merviyyâtî:
Bk. Eceztu leke (Lekum) cemîa mesmû'ati.
Eceztu Leke (Lekum) Cemî'a Mesmû'âtî:
“leke” yerine cemi muhatab zamiriyle “lekum” ile kullanıldığı gibi mesmû'âtî yerine merviyyâtî lafzıyla da kullanılır. Her ikisi bir arada mütalaa edildiğinde manası “sana (veya size) bütün işittiğim (veya rivayet ettiğim) hadisler (in rivayeti) için icazet verdim” demek olur. İcazetin ikinci çeşidi olan muayyen şahsın muayyen şahsa gayri muayyen merviyyâtının rivayeti için izin vermesinde kullanılan bir nevi eda lafzıdır.
Özel tabiriyle icâzetu'l-mu'ayyen li-mu'ayyen fî gayri mu'ayyen denilen icazette şeyh esas itibariyle belli kimse veya kimselere rivayet ettiği hadîslerin nakledilmesi için herhangi bir sınırlama yapmaksızın izin verir. İznini verirken bu tabiri kullanır. Ancak işaret etmek gerekir ki böyle bir icazette şeyh talib veya taliblere hangi kitabı veya hadislerinden ne kadarını rivayet hususunda izin verdiğini bildirmemiştir. Bu itibarla böyle bir icazetin sıhhatinde ihtilaf olmuştur.
Eceztu Leke (Li Fulân) Mâ Sahha Ve Ma Yesihhu Min Mesmû'âtî:
“Sana göre sahih olan ve sahih olacak bütün işittiğim hadisleri rivayet etmene izin verdim” manasına bir tabirdir. İcazet çeşitlerinden biri olan şeyhin henüz elde etmediği fakat ilerde edeceği hadislerin rivayet iznini önceden vermesinde eda lafzı olarak kullanılır.
Hususi tabiriyle icâze mâ lem yetehammelhu'l-mucîz bi-vechin denilen ve icazetin altıncı şekli olan bu nevi icazette şeyh, o ana kadar rivayet etmediği, ancak ilerde elde etmeyi umduğu hadislerin rivayetine muhatabının sahih kabul edeceği kaydiyle izin verir. İznini verirken de bu tabiri kullanır. Bu çeşit icazetin caiz olup olmadığı konusunda icazet çeşitlerinden bahsederken yeterli bilgi verilecektir.
Eceztu Leke (Li-Fulân) Me'şte-Melet Aleyhi Fihristî Hâzihî:
Bk. İcâzetu'l-mu'ayyen li mu'ayyen fî mu'ayyen.
Eceztu Leke Kitâbe'l-Fulânî:
Bk. İcâzetu'l-Mu'ayyen li-mu'ayyen fî mu'ayyen.
Eceztu Li-Kulli Vahidin (Ahadin):
Bk. İcâze Âmme.
Eceztu Li-Men Edreke Zemânî:
“Zamanıma yetişenlere icazet verdim” demektir. Hadis rivayet mototlanndan icazet yoluyla rivayette kullanılan eda tabirlerindendir. Eceztu ehle zemânî ile aynı manayadır.
İcâze âmme maddesinde ayrıca görüleceği gibi şeyh durumundaki muhaddis bazen ne icazete konu olan kitap veya hadisleri ne de icazet verdiği kimse ya da kimseleri açıklamadan umumî bir ifadeyle hadislerinin rivayetine izin verir. Bu izni verirken bu ve benzeri lafızlar kullanır. Böyle yaşadığım devre yetişen herkese izin verdim diyerek verilen icazetin cevazında ihtilaf vardır.
Eceztu Li-Men Kale La İlahe İllallah:
Bk. İcâze âmme.
Eceztu Li-Men Yeşâ'u Fulân:
Bk. İcâze müallaka.
Eceztu Li-Men Yeşâ'u'l-İcâze:
Bk. İcâze âmme.
Eceztu Li-Men Yûledu Lı-Fulân:
“Fülanın doğacak çocuğuna icazet verdim” demektir. Henüz hayatta olmayan (ma'dum) için verilen icazette kullanılan eda lafzıdır. (Bk. İcâze li'1-ma'dûm).
Eceztu Li'l-Mevcûdîn:
Bk. İcâze âmme.
Eceztu Li'l-Muslimîn:
Bk. İcâze Âmme.
Eceztu Talebete'l-İlmi Bi-Beledî Keza:
Bk. İcâze Âmme.
Eceztuke (Cemî'a) Mâ Ucîze Lî Rîvâyetuh:
Bk. Eceztuke Mucâzâtî.
Eceztuke En Tervıye Annî Mâ Sahha İndeke Mimmâ Semi'tuhû Ve Mâ Se'esma'uhû:
Bk. İcâze mâ lem Yesma' hu'1-Mucîz..
Eceztuke İn Ahbabte:
İstersen sana icazet veriyorum” demektir. Şeyhin rivayet isteğini talibe bırakmak şartiyle verdiği câzette edâ lafzı olarak kullanılır, aynı manada ve yerde eceztuke in eredte; eceztuke in şi'te lafızlarını kullananlar da olmuştur.
Eceztuke İn Eredte:
Bk. Eceztuke in Ahbebte.
Eceztuke İn Şi'te:
Bk. Eceztuke in Ahbabte.
Eceztuke Kitâbe's-Sunen:
Birçok sünen kitabını rivayet etmiş bulunan bir şeyhin talibe “sana sünen kitabını rivayete icazet verdim” demesi, mu'ayyen şahsın mu'ayyen şahsa meçhul bir hadis kitabını rivayet etmesi için izin vermesini ifade eder. İcazetin dördüncü şeklinde kullanılan eda lafızlarındandır. Fazla bilgi için icâze li'l-mechûl maddesine bakılabilir.
Eceztuke Mucâzâtî:
“İcazet yoluyla aldığım hadisleri rivayet etmen için sana icazet verdim” manasına gelen bir tabirdir. Şeyhin icazet yoluyla rivayet etmiş olduğu hadisleri rivayet etmesi için talibe izin vermesini ifade eden eda lafızlarındandır.
Aynı manada eceztuke (cemî'a) mâ ucîze lî rivâyetuh (rivayeti için bana icazet verilmiş olan bütün hadisleri rivayet etmene icazet verdim) lafzı da kullanılır.
Eceztuke Ve Li-Evlâdike Ve Li-Akîbike:
Bk. İcaze li’l-Ma'dûm.
Ecvedu'l-Esânîd:
Bk. Esahhu'l-Esânîd.
Eczâ'u'l-Hadîs:
Bk. Cüz.
Eczâ-Yı Hadîsiye:
Bk. Cüz.
Edâ:
“Eda etmek, yapmak, kılmak, yerine getirmek” manalarına gelir. Hadis usulünde genellikle rivayet karşılığı kullanılır. Şeyhin, hadis alma yollarından birisiyle elde ettiği hadisleri talebelerine rivayet etmesine denir. Buna göre bir hadisci kendi şeyhlerinden herhangi bir rivayet metoduyla elde ettiği hadisleri yine bu metotlardan birisiyle talebelerine rivayet ettiği zaman bunları eda etmiş demektir. 182
Edâ Lafızları:
Hadis rivayet metotlarından birisiyle rivayeti belirtmek üzere isnatta kullanılan lafızlardır. Söz gelimi semâ’ yoluyla rivayette kullanılan haddesenâ, ahberanâ, arz metoduyla rivayeti ifade eden haddesenâ fulânun kırâ'aten aleyhi birer eda lafzıdırlar.
Hadis tahammül usullerinden herbiri için özellikle kullanılan bir eda lafzı olmamakla birlikte en çok kullanılanları belirlenmiş ve birinin diğeri yerine kullanılıp kullanılmayacağı üzerinde uzun münakaşalar olmuştur. Bununla birlikte eda lafızları esas itibariyle hadisin hangi yolla alınmış olduğuna işaretten hali değillerdir. Bu bakımdan Hadis Usulü âlimleri her rivayet metodu ile alman hadislerin edası sırasında kullanılan lafızları birbirinden ayırmışlar ve hangilerinin nerelerde daha çok kullanıldığını belirlemişlerdir.
Bazı hadis âlimleri eda lafızları tabirini eda sığaları deyişiyle ifade etmişlerdir.
Eda Sığaları:
Bk. Eda Lafızları.
Ed'afu'l-Esânîd:
Bk.Evha'l-Esânîd.
Edeb:
Sözlükte edeb, terbiye manalarına gelen bu tabir, cami denilen ve sekiz ana konudaki hadisleri ihtiva eden kitaplarda yeme-içme, konuşma, yürüme ve benzeri ahlaki konulardaki hadisleri bir araya getiren bölüm başlığının adıdır.
Edeb kelimesinin çoğulu âdâbtır. Bazı hadis kitaplarında söz konusu bölüm âdâb başlığı altında yer alır. (Bk. Âdâb).
Ef'âlu'r-Resûl:
“Efâl” fiilin çoğulu olduğuna göre tamlama Hz. Peygamber (s.a)'in gerek insan, gerekse peygamber olarak işlediği işler manasına gelir.
Hadisler, bir anlamda Sünnetin sözlü ifadeleridir. Bunun yanısıra Sünneti oluşturan üç kısımdan birisi, fi'ilî sünnettir. Öyle olunca Hz. Peygamberin hadislerde yansıyan fiillerinin başta tslâm Hukuku olmak üzere islâmî ilimlerde büyük önemi vardır.
Bununla birlikte onun bütün fiilleri, taşıdığı hükmü belirleyebilmek açısından bazı kısımlara ayrılmıştır. Bunların bir kısmı dinîdir ve İslâm şeri'atinin temelini oluşturur. Bir kısmı ise dinî değildir. Müslümanlar için insanî veya ahlakî değer taşımalarına ve örnek teşkil etmelerine rağmen İslâm şeriatı dahilinde mütalaa edilmemiştir. Bu yüzden konu ihtilaflıdır. Nitekim kimi İslâm alimleri onun her fiilini aynı değerde görürken kimileri dinî mahiyette olanların olmayanlardan ayırdedilmesi gerektiği görüşündedirler. Özetle, Hz. Peygamber (s.a)'in sözlerinin olduğu gibi, fiillerinin müslümanlar için delil ve uyulması gerekli oluşu, Allah Elçisi olmak sıfatıyla birlikte ondan sadır olmak; şeriat hükmü koymak ve uyulması kasdedilmek şartlarına bağlıdır. Bu şartlan taşıyan ibâdet, tâ'at ve benzeri konularla ilgili fiilleri şer'î bir hüküm koyması yanında müslümani bağlayıcı nitelik taşır.
Diğer taraftan, Hz. Peygamber (s.a.s)'in oturma, kalkma, yürüme, yeme, içme gibi fiilleri insanlık gereği olduklarından şeriat değildirler; çünkü bunların kaynağı onun peygamberlik yönü değil, insanlığıdır. Aynı şekilde insanlık tecrübesi sonucu işlediği ticaret, ziraat, askerî birlik teşkili, savaş idaresi, bir hastalığa ilaç tavsiyesi gibi fiilleri de şer'î değillerdir. Bunlar, müslümanlar için örnek oluştursalar bile, dinî hükümlerle ilgileri yoktur.
Hz. Peygamber'in fiilleri içinde kendisine has uygulamalar da vardır. Bunlar da örnek niteliği taşımadıkları sürece şeriat sayılmazlar. Dörtten fazla evlenmesi; her zaman ilgili nassa uygun olarak iki şahidin şahitliğiyle hüküm verdiği halde bir işte yalnız Huzeyme'nin şahitliğiyle yetinmesi gibi olaylar bunun örnekleridir.
Sonuç olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'in fiilleri yukarıda nakledilen şartlarla Sünnet içinde mütalaa edilirler. Bu demektir ki, onun peygamber olarak yaptığı işlerden teşri ve müslümanların uyması maksadıyla işlenenler dinî mahiyette addedilirler ve müslümanlar için delil oluştururlar. Müslümanların böyle fiillere uymaları gerekir. Ahlakî mahiyette olanları dinî olmasalar bile güzel ahlak örnekleri verdiklerinden uyulmalarında fazilet vardır. İnsanlık icabı işledikleri ise örnek vasfı yoksa uyulması mecburî değildir.
Efrâd:
“Tek, bir tek” manasına gelen “ferd” in çoğuludur. Sıfatın, nitelediği ismin yerine geçmesi kabilinden el-ehâdîsu'l-efrâd (ferd hadisler) sıfat tamlaması yerine kullanılan bir deyimdir. Gerek mutlak veya nisbi olarak ravisinin rivayette tek kalması, gerekse sadece bir şehirden olanların rivayet etmeleri sebebiyle ferd sayılan hadisleri ifade etmekte kullanılır.
Ferd hadislere dair müstakil kitaplar telif edilmiştir, kısaca efrâd kitapları denilebilecek bu eserlerin en meşhurları ed-Dârekutni’nin Kitâbu'l-Efrâdı ile İbn Şahin künyesiyle tanınmış Ebu Hafs Ömer b. Ahmed'in aynı isimdeki eseridir.
Efrâdu'l-Buldân:
Beldelerin ferd hadisleri anlamını veren bir tamlama olup yalnızca bir beldede yaşayan ravi veya ravilerin rivayet ettikleri ferd hadislere denilmiştir.
Misal vermek gerekirse, öyle hadisler vardır ki, sadece basralı veya yalnızca samlı ravi veya ravilerce rivayet edildiğinden ferd sayılmıştır. Başka belde ravilerince rivayet edilmeyen böyle birkaç hadis, efrâdu'l-buldân tabiriyle ifade edilmiştir.
Ehlu'l-Bid'a:
Kısaca bid'ate kapılmış kimseler manasına gelir. Aynı manada mubtedi' veya çoğul olarak mubtedi'a lafızları da kullanılır. Genellikle İslâmiyetin kemale ermesinden sonra ortaya atılıp dine nisbet edilen bid'atlara kapılmış kimselere denir.
Hadis ilminde ehlu'l-bid'a denilince itikadı bid'atlar denilebilecek, sahabe devrinin sonlarına doğru iyiden iyiye görülmeye başlayan Şi'a ve Râfizîlik, Hâricîlik ile daha sonraları vücut bulan Mürci'e, Cehmiye, Müşebbihe, Mücessime, Kaderiye, Cebriye, Mu'tezile gibi siyasî ve itikadı fırkaların taraftarları anlaşılır. Bu fırkaların herbirinin daha Çok Kur'ân-ı Kerim'in müteşabih ayetlerini te'vil etmek, hadisleri zoraki bir biçimde yorumlamak, nihayet hadis uydurmak suretiyle ortaya atıp yaydıkları fikirlere de bid'at denilmiştir. Dolayısıyla aşırı mutaassıp taraftar olmasalar bile bu fikirlere kapılanlar da bid'at ehlinden sayılmışlardır.
Burada işaret etmek yerinde olur ki bid'atlar. umumiyetle sahibini -Allah korusun- küfre götüren ve tekfir edilmesine sebep olan bid'at-i mükeffire ve küfre götürmese de sahibinin fasık sayılmasına sebep olan bid'at-i gayri mükeffire olmak üzere iki kısma ayrılır. Buna bağlı olarak ehlu'l-bid'a da kapıldığı bid'atin şekline, bid'atini savunmada gösterdiği taassup ile yaymak konusundaki gayretlerine, bir de bid'atini müdafaa etmek üzere yalan söyleyip söylemediğine göre değerlendirilir.
Sahibinin ehl-i bid'attan sayılmasına sebep olan yukarıda isimleri sayılan fırkalardan Şi'a, Hz. Ali taraftarlarıdır. Başlangıçta Hz. Ali'nin imameti gibi makul bir fikirle yola çıktıkları halde Râfıza da denilen Râfiziler ile Gulat-ı Şi'a tabir edilen aşırı uçtaki şiîler, işi onun peygamberliğini hatta ulühiyetini iddia edecek kadar sapıklığın son noktasına götürmüşlerdir.
Havâric de denilen Haricîler, Hz. Ali ile Mu'aviye arasında cereyan eden Sıffîn savaşındaki hakem olayını bahane ederek Hz. Ali'ye karşı çıkan ve onun saflarından ayrılanlardır. Sayıları önceleri on iki bin civarında olan bu fırka bir taraftan yönetimde gevşek davranarak hata ettiğini ileri sürerek Hz. Osman'ı; hakemi kabul ettiğinden dolayı Hz. Ali'yi, öte yandan Hz. Ali'nin hakkı olan hilafeti gasbettiği için Hz. Mu'aviyeyi, büyük günah (kebâir) işlediklerini ileri sürerek küfürle itham etmişlerdir.
Murci'e murtekibu'l-kebîre (büyük günah işleyenin durumu) meselesinden çıkmıştır. Bu gruba mürci'e denilmesinin sebebi, büyük günah işleyenler hakkındaki hükmü Allah'a irca etmeleri, ameli imandan ayırarak tehir etmeleridir.
Cehmiye Allah'ın sıfatlarını ta'til eden fırka olarak bilinir. Müşebbihe ile Mücessime Allah'ı -haşa- insana benzetenlerle O'nu insan gibi cisme nisbet edenlerdir. Kaderiye ile Cebriye kader üzerindeki münakaşaların ortaya çıkardığı iki fırkadır. Bunlardan Kaderiye, kaderi inkâr ederek insana sonsuz bir hürriyet ve irade tanır. İyi ve kötü her fiilin insanın kendisinden sadır olduğunu ileri sürer. Cebriye ise aksine insanın rüzgâr önündeki tüy gibi olduğu; hiçbir irade gücü ve hürriyeti olmadığı görüşündedir. Bu iki fırkadan biri kaderi inkâr, diğeri kulun iradesini kaldırarak, her şeyi ilahî takdire bağladığı için her ikisinin mensubu ehl-i bid'at'tan sayılmıştır.
Cehmiyenin ilahî sıfatları ta'til edişi ile Kaderiyenin kaderi inkâr akidesinin tesiriyle vücut bulan Mu'tezile, tamamen eski Yunan felsefesinin etkisi altında gelişmiş bir fırkadır. İşte temel görüşlerini kısaca özetlemeye çalıştığımız bu fırkaların mensupları genelde bid'at ehli sayılmışlardır.
Ehlu'l-bid'a Hadis ilminde daha çok cerh ve ta'dil ilminin konusudur. Şöyle ki, hadis ravileri arasında yukarıda kısaca açıklanan ve bid'at telakki edilen fırkalara mensup olarak görüşlerini paylaşanlar çıkmıştır. Cerh ve ta'dil alimleri, bunların hallerini araştırıp, durumlarına göre hükümler vermişlerdir. Tabiatiyle ehl-i bid'attan sayılan ravilerin rivayet ettikleri hadislerle bu hadisleri rivayet etmenin hükmünü de açıklamışlardır. Bu hükümleri özetleyecek olursak, İslâm alimlerinin tümüne göre sahibini küfre götüren bir itikaddan dolayı ehli bidatten sayılan ravinin rivayeti kabul edilmez. Bir diğer görüşe göre böyle bir ravi, kendi akidesini yaymak ve propagandasını yapmak maksadiyle yalan uydurmanın helâl olduğuna inananlardan değilse rivayetleri makbuldür. Hattâbiye gibi akidesini yaymak ve yayılmasını sağlamak kasdiyle yalan söylemeyi helal görenlerdense kabul edilmez.
Kimi alimlere göre bid'at sahibi ravinin rivayeti diğer ta'n sebeplerinden kurtulmuşsa kabul edilir. İbn Haceri'l-Askalânî'nin “tahkik ehlinin görüşü” olarak nitelediği diğer bir görüşe göre bid'at ile tekfir edilen ravi sırf bid'ati yüzünden reddolunmamalıdır; zira kendilerine karşı olanların bid'at ehlinden olduğunu söylemeyen hiçbir taife yoktur. Hatta bazıları, bütün muhaliflerini tekfir edecek kadar ileri giderler. Buna göre bütün bid'at ehli sayılan ravilerin rivayetleri genelde merdud sayıldığı takdirde iş, gerçekten ehl-i bid'attan olanların da olmayanların da reddine varır. Bu konuda güvenilebilecek görüş şudur: Rivayeti reddedilen bid'atçı ravi namaz, oruç, hac, zekât gibi dinî vazifelerden birini inkâr eden yahut daha kötüsü, inkârla kalmayıp aksine inanan kimse olmadığı takdirde, rivayet hususunda zabt ve itkan, dışardan görünüş itibariyle de vera ve takva sahibi olduktan sonra rivayetini kabule hiçbir mani yoktur.
Kapıldığı bid'ati, hiçbir taife tarafından küfürle itham edilmesini gerektirmeyen, sadece fasık sayılmasını gerektiren ravinin rivayetinin kabulü konusunda ise üç görüş vardır. Bunlardan İmam Malike nisbet edilen ilkine göre fıska nisbet edilen ravi, ister itikadının propagandasını yapan dâ'i olsun, ister olmasın; ister mezhebini desteklemek maksadiyle yalanı helal görsün, ister görmesin rivayeti reddedilir; zira bid'ate kapılan ravi, bid'atinden dolayı fasıktir. Dolayısiyle fışkı te'vil edilmiş de olsa te'vilsiz fasık sayılan ravi gibi kabul edilir ve rivayeti reddolunur. Nasıl ki kafirin küfrü te'vil edileni ile edilmeyeni arasında fark yoktur. Mübtedi'nin rivayetini kabul etmek bir de onun bid'atinin değerim artırmaya ve adını anmak suretiyle adının yayılmasına sebep olur.
İkinci görüşe göre bid'ate kapılan ravinin rivayeti, bid'atine rağbeti artırmak maksadiyle yalan söylemeyi caiz gören bir kimse olmadıkça, dâ'i olsun olmasın, farketmez; kabul edilir. Yukarıda da bir nebze söz konusu edilen bu görüş, İmam Şafii'ye aittir. Onun bu konuda şöyle dediği nakledilir: “Rafizilerin Hattâbiye kolu hariç, heva ehlinin rivayeti kabul edilir.” Hattâbiye ise kendi taraftarlarının lehine yalan şahitliği caiz görürler. Nakledildiğine göre İbn Ebi Leylâ, Sufyânu's-Sevri ve Ebu Yusuf un görüşü de budur.
Üçüncü ve en sahih olan görüşe gelince, şöyledir: Kendisini fâsık yapan bid'ate sahip ravi, dâ'i olmadığı sürece rivayeti makbuldür. Bid'atinin propagandasını yapanlardansa makbul değildir; zira bid'atinin propagandasını yapan kimsenin, akidesinin aleyhine olabilecek rivayetleri gizlemek hevesine düşüp onları tahrif ederek kendi mezhebinin öngördüğü şekle sokmasından korkulur. Bununla birlikte kimi muhaddisler, mezhebinin da'isi olmayan yani propagandasını yapmayan ravinin rivayeti, kendi bid'atini takviye edecek bir şey değilse kabul edilir görüşündedirler. Nitekim Ebu İshâk b. Ya'kubu'l-Cûzecânî şöyle demiştir: “Bid'at ehlinden bazıları hak yoldan yani sünnetten sapmış olmakla birlikte doğru sözlüdürler. Böylelerinin rivayet ettiği hadisi, bid'atini takviye edecek cinsten değilse, kabul etmekten başka çare yoktur.” 183
Zahiriye âlimlerinden İbn Hazm da bid'at sahibi ravinin sadûk, hıfz ve itkan sahibi olması şartiyle rivayetinin kabul edileceği görüşündedir. Ona göre ravinin da'i olup olmaması farketmez. Yeter ki, sadık, hıfzı tam ve itkan sahibi olsun.
Görülüyor ki ehl-i bid'attan olan ravinin rivayeti genelde bid'atinin propagandasını yapan biri olmadığı sürece merdud sayılmamıştır. Ne var ki ravi, rafızî ise da'i olsun olmasın, rivayeti makbul değildir. Zehebî'ye göre tam manasiyle rafızî olan bir kimsenin hadis rivayetinde hiçbir kıymeti yoktur. Özellikle rafızilerden özü sözü doğru, kendisine güvenilir bir kimse bulmak imkânsızdır; zira yalan bunların iliklerine işlemiştir. Takıyye ve nifak ise rafızilerde huy haline gelmiştir. 184
Rafizilerin rivayetleriyle amel konusunda da üç görüş vardır. Bunlardan birincisine göre kayıtsız şartsız amel edilmez. İkincisi, yalancılık ve hadis uydurmakla cerhedilen hariç, râfızi ravinin rivayetiyle amel edilebilir. Üçüncüsüne göre ise sadûk ve rivayet ettiğini bilen rafızinin rivayeti kabul edilir. Dai olanın rivayeti sadûk bile olsa reddolunur. 185
Burada işaret etmek gerekir ki, rafızî raviler hakkında bu derece sert kayıtlar getirilmiş olmasına rağmen Şi'a için aynı derecede sert kaidelerin getirilmemiş olması dikkate şayandır. Bunun sebepleri vardır. Bir kere rafıziler, Şianın aşırı uçta olanlarıdır. İdeolojileri uğruna yalan söylemeyi mubah görürler. Yalancılığı adeta meslek haline getirmişlerdir. İmam Şafi'î “Rafıziler kadar yalan söyleyen, yalancı şahitlik yapan kimse görmedim” demiştir. Yezid b. Harun da şunları söylemiştir: “Dai olmadıkça bid'at ehlinden olan herkesten hadis yazılır. Ancak rafıziler müstesna; çünkü onlar yalan söylerler.”
Öte yandan Rafıziler hadis uydurmakla ve uydurdukları hadislere dinî emirler gözüyle bakmakla tanınmışlardır.186 Sadakat ve itkanın ön planda tutulduğu hadis rivayetinde yalana başvurdukları kadar bilhassa Hz. Ebubekr ve Hz. Ömer'e dil uzatırlar. Abdullah İbnu'l-Mubârek böyle biri hakkında şöyle demiştir: “Ondan rivayette bulunmayınız; zira o selefe söverdi.” 187 Râfızîlerin rivayetlerine itibar edilmeyişinin başlıca sebepleri bunlardır. Hiç biri olmasa bile yalan söylemeleri rivayetlerinin reddedilmesi için yeterli sebeptir.
Şi'âya gelince bu fırka İslâm Tarihinde hadis uydurma faaliyetlerine önayak olmuştur. Kendilerine has bir hadis anlayışı vardır. Meselâ isnadı Ehl-i Beytten birine veya onlarca makbul sahabîye varmayan hadislere hadis gözüyle bakmazlar. Râfızîler kadar olmasa da yine bilhassa Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'e dil uzatırlar. Onlar kadar bid'atini müdafaa eden, yaymaya çalışan fırka yoktur. Bununla beraber şiî ravilerin rivayetleri için râfızîlerin rivayetlerini kabul ölçüleri derecesinde sert tedbirlerin getirilmeyişinin önemli bir sebebi ikincilerine gulât denilmesine yol açan aşırı tutumlarıdır. Şu da var ki tabi'in ile tebe'u't-tâbi'in içinde Şia taraftarı olmakla cerhedilen pek çok muhaddis ve ravi vardır. Nitekim es-Suyütî, gerek Sahihi Buhâri, gerek Sahih-i Müslim, gerekse her ikisinin ravileri arasında Şia bidatiyle ta'n edilmiş ravilerin de bulunduğu 82 isim kaydetmiştir. 188Diyaneti sağlam, verasi kuvvetli, sıdkı malum ve sabit olan bu gibi bid'ate kapılmış raviler reddedildiği takdirde pek çok hadisi reddetmek icap eder. Bu önemli sebep dikkate alındığında aralarında Şiaya mensup olmakla itham edilenlerin de bulunduğu bid'at sahibi nice ravide hadis rivayetinde esas olan sadakat ile vera ve itkan esas alınmış ve hadisleri makbul addedilmiştir.
Dostları ilə paylaş: |