-7- MÜSLİMÂNLIĞI KABÛL EDENLERİN BEYÂNLARINDAN ALINAN NETÎCE
Kendi dinlerini değişdirerek islâmiyyeti kabûl eden, muhtelif ırk, memleket ve meslekden insanların islâmiyyeti niçin kabûl etdiklerine dâir, çok yerleri birbirinin aynı olan açık ve samîmî beyânlarından, dînimizin diğer dinlerden olan farkı ve üstünlüğü kendi ağızlarından şöylece meydâna çıkmakdadır:
– İslâm dîni, tek hâlık [yaratıcı], tek ma’bûd tanır. Bu tek ma’bûdun ismi, Allahü teâlâdır. İnsanların akl-ı selîmi, onlara tek Allah olduğunu telkîn eder. Diğer dinlerde bulunan birden fazla ma’bûd mefhûmunu [kavramını] akllı bir insan kabûl edemez.
– İslâm dîni, insanlara yalnız rûhî bilgiler vermekle kalmaz, aynı zemânda onlara dünyâda ne yapmaları gerekdiğini bildirir ve onlara rehber olur.
– Hıristiyanlar, insanların günâhkâr olarak doğduğunu, dünyâda ancak keffâret vermek ve azâb çekmek için bulunduğunu iddi’â ederken, islâm dîni, insanların ma’sûm [günâhsız] doğduğunu, her çocuğun, Allahü teâlânın sevgili kulu olduğunu, âkil, bâliğ olan insanların kendi yapdığı işden mes’ûl bulunduğunu, doğru yolda kaldıkları müddetce, âhiret ni’metlerinden de bol bol fâidelenebileceklerini söyler.
– İslâmiyyet, ibâdet, düâ ve tevbe etmek için, kul ile Allahü teâlânın arasına kimseyi sokmaz. Bunları yapmak için papaza ihtiyâc yokdur.
– İslâmiyyet hangi ırk, renk, dil ve memleketden olursa olsun, bütün müslimânların birbirinin kardeşi olduğunu bildirir. İslâm dîninde, Allahü teâlânın huzûrunda herkes birbirine müsâvîdir. Nemâz kılarken, en büyük rütbeli bir müslimân ile en küçük rütbeli, en zengin ile en fakîr, bir beyâz ile bir zencî müslimân yanyana durur ve Allahü teâlâya birlikde secde ederler.
– İslâmiyyetde, Peygamberler “aleyhimüsselâm”, bizim gibi bir insandır. İnsanların, her bakımdan en üstünüdürler. Vazîfeleri, Allahü teâlânın emrlerini bize bildirmekdir. Güzel ahlâk ve seciyye-
-254-
leri sebebi ile, Allahü teâlâ onları seçmiş, kendilerine bu vazîfeyi vermişdir. Şimdiye kadar gelmiş bütün Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” islâm dîni kabûl eder ve onlara hurmet eder.
– İslâm dîni, çok mantıkî bir dindir. Kur’ân-ı kerîmde anlaşılmıyan ve hayât şartlarına ve fen bilgilerine uymıyan bir tek hükm yokdur. Verdiği emrler gâyet fâidelidir. İslâm dîninde hurâfeler yokdur. Putlara, resmlere, heykellere tapmak gibi, ancak ibtidâî kavmlerin ve puta tapanların kabûl etdiği ve hâlâ hıristiyan dîninde bulunan akl almaz husûslar, islâm dîninde bulunmaz.
– Hıristiyanlık, insanı sâdece Allahü teâlâdan korkutur. İslâmiyyet ise, insana Allahü teâlâyı sevdirir. Müslimân, Allahü teâlânın kendisini sevmiyeceğinden korkar.
– Müslimân olmak için kimse kimseyi zorlamaz. Kur’ân-ı kerîmde Bekara sûresinin ikiyüzellialtıncı âyetinde meâlen, (Zorla dîne sokmak yokdur) emri vardır. Hâlbuki hıristiyan misyonerler, insanları zorla veyâ menfe’at va’d ederek hıristiyan yapmağa uğraşırlar.
– İslâmiyyetde ibâdetler, yalnız Allahü teâlâya şükr etmek, Onun sevgisini kazanmak için yapılır. İbâdet sâatleri muayyen olduğundan, bunlar insanları intizâma, senede bir ay tutulan oruc ise, irâdesini kuvvetlendirmeğe ve nefsine hâkim olmağa alışdırır.
– İslâmiyyet, temizliğe çok ehemmiyyet veren bir dindir. İbâdete başlamadan evvel, vücûd temizliğini emr eden yegâne din, islâmiyyetdir. Diğer dinlerde böyle birşey yokdur. İslâmiyyetde, ibâdetler kısa olduğu için, bunlar günlük hayât üzerinde aksi bir te’sîr yapmaz.
– Hıristiyan râhiblerin va’zlarında söyledikleri, fekat kendilerinin ve diğer hıristiyanların hiçbir zemân yapmadığı hilm, yardım ve merhamet gibi iyi huylar, yalnız müslimânlarda vardır.
– İslâmiyyet, iktisâdî bakımdan kapitalist ve komünist düşünceleri red eder. Fakîri korumuş, zengini de zem etmemişdir. Zenginlerin, fakîrlere zekât ve sadaka vermesini emr etmişdir. Ayrıca dünyâdaki çeşidli millet ve ırklara mensûb müslimânları bir araya getirerek [Hac gibi], dünyâda en mükemmel ictimâ’î [sosyal] nizâmı ta’yîn etmişdir.
– İslâmiyyet, alkollü içkileri, kumarı ve uyuşturucu maddeleri harâm etmişdir. Dünyâdaki en büyük fenâlıklar, bu üç belâdan hâsıl olmakdadır.
-255-
– İnsanların öldükden sonra ne olacaklarını, âhiret hayâtını, hâllerini hiçbir hıristiyan din adamı îzâh edemiyor. Bunu, en güzel ve en mufassal şeklde îzâh eden din, İslâmiyyetdir.
– İslâmiyyet, fakîrlere, kimsesizlere, müsâfirlere ve hangi dinden olursa olsun, yabancılara yardım etmeği emr eden tek dindir.
– İslâmiyyet, kimseden, anlıyamadığı şeyleri kabûl etmesini istemez. Diğer dinlerde olduğu gibi (sır) kabûl edilen akîdeleri yokdur.
– İslâmiyyetde, herhangi bir işde evvelâ Kur’ân-ı kerîme mürâce’at etmek, orada bulamadığı husûsları Resûlullahın “aleyhisselâm” sünnetinde aramak, orada da bulunmadığı husûslar için, akl-ı selîme göre ehl olanların ictihâd etmesi [o işin hükmünü beyân etmesi] esâsdır.
– İslâmiyyet, en yeni bir dindir. Kur’ân-ı kerîm, ilk gününden bugüne kadar hiç bozulmadan, bir kelimesi bile değişmeden gelmişdir. İçinde, her ihtiyâcı karşılayacak ahkâm [hükmler] vardır. Bu, o kadar açıkdır ki, artık başka bir din gelmiyeceği, insanların dînî ihtiyâclarının temâmiyle te’mîn edilmiş bulunduğu, islâm dîninin hakîkî Allah dînî olduğu kendiliğinden meydâna çıkar.
– İslâmiyyetde, her yerde ibâdet etmeğe müsâ’ade edilmişdir. İbâdet için muhakkak câmi’e gitmek mecbûriyyeti yokdur. Bir müslimân, bir başka dînin ma’bedine tecâvüz etmez ve mecbûr olunca bir kilisede de nemâz kılabilir.
– İslâmiyyet, kadınlara çok kıymet vermiş, onlara en büyük hakları tanımışdır. İslâm dîninde birkaç kadınla evlenmek gibi bir emr yokdur. İslâm dîni, bu husûsda belirli bir adedi geçmemek ve ba’zı haklara riâyet etmek şartıyla izn vermişdir. İslâm dîni zuhûr etdiği zemân, Arablar istedikleri kadar kadınla, onlara hiçbir hak tanımaksızın birlikde yaşarlardı. İslâmiyyet, kadınları bu fecî vaziyyetden kurtarmış, onların haklarını korumuşdur. Muhammed aleyhisselâm, (Cennet anaların ayağı altındadır) buyurarak, kadınlara mümtâz [seçkin] bir mevki’ vermişdir. Hiçbir dinde bu imtiyâz yokdur.
– İslâmiyyet, insanları, çalışmağa, fâideli şeyleri öğrenmeğe, önce kendi aklı ve gayreti ile iş görmeğe başladıkdan sonra, Allahü teâlâdan yardım istemeğe da’vet eder. (Bir sâat tefekkür etmek ve fâideli iş görmek, bir sene [nâfile] ibâdete müsâvîdir) diyen başka hiçbir din yokdur.
– İslâmiyyet, rûh ve beden temizliğidir. Bu ikisini müsâvî tutar.
-256-
İslâmiyyetde, yalnız sevgi, güler yüz, tatlı söz, dürüstlük ve iyilik etmek vardır.
İslâmiyyet Allahü teâlâyı (Rabbül’âlemîn) ya’nî bütün âlemlerin Allahı olduğunu beyân etmişdir. Başka dinlerde olduğu gibi, yalnız o dîne mensûb olanların Allahı olarak düşünülmez.
Tesellî arıyan bir zevallı, bunu ancak Kur’ân-ı kerîmde bulur. Kur’ân-ı kerîmde, muhtâcları tesellî eden, onları ferâhlatan, ne yapmaları lâzım olduğunu öğreten birçok güzel nasîhatler vardır.
HÜLÂSA
Hiçbir cebr altında kalmadan, sırf kendi düşünceleri ve dinleri birbiri ile karşılaşdırmaları netîcesinde, islâm dînini seve seve kabûl eden, muhtelif millet ve memleketlerden ve meslek ve tabakadan insanların, islâm dîni hakkında söyledikleri bu güzel, açık, candan sözlerini okuyunca, insan müslimân olduğuna ne kadar şükr ediyor ve dîni ile ne kadar iftihâr ediyor! İnsanlar, alışdıkları ve gâyet tabî’î buldukları birçok şeylerin başkaları tarafından büyük takdîrle karşılanmasına hayret eder. Tek Allaha inanmak, kardeşlik, güler yüzlülük, dürüstlük, merhamet, müsâfirseverlik, başkalarına yardımcı olmak, vatanının yükselmesi için her çâreye başvurmak, dîni, îmânı, nâmûsu korumak için cânını fedâ etmek gibi iyi huylar sebebi ile, islâmiyyet, propaganda yapılmadan ve hıristiyan misyonerlerin bağlı olduğu zengin teşkilâtın yapdığı gibi, avuç dolusu para sarf edilmeden, diğer dinlere tercîh edilmekdedir.
İslâmiyyetde fenâ düşünceler, zararlı hareketler yokdur. İslâmiyyeti, şahsî menfe’atlerine, politikalarına, kötü ideolojilerine âlet etmek isteyen münâfıklar ve bid’at ehli olanlar vardır. (Ehl-i sünnet) ya’nî doğru îmânlı fırkadan olan hakîkî bir müslimân, bunların âleti olamaz. Bunların aldatması sebebi ile, doğru îmânını bozmaz. Müslimân, hangi dinden olursa olsun, hiç kimsenin hakkına tecâvüz etmez. Peygamberimizin “aleyhisselâm” haber verdiği, yetmişiki bozuk fırkadan birinde bulunan kimse, sapıkdır. Bu kitâbımızın birinci kısmında uzun uzadıya îzâh etdiğimiz gibi, Ehl-i sünnet i’tikâdında olan hakîkî müslimân, beş vakt nemâz kılan, tertemiz bir kimsedir. İslâmiyyet, bir din kardeşine, şaka olsa bile, silâh tutmağı harâm etmişdir.
Allahü teâlânın her ni’metine mâlik olan, iyi iklim, bol su, zengin ma’den kaynaklarıyla dünyâda eşi bulunmayan vatanımız Türkiye, Ehl-i sünnet i’tikâdında olan hakîkî müslimânlara muhtâc
-257-
dır. Ancak bu hakîkî müslimânlar, el ele vererek, birbirlerini sayarak, severek, koruyarak, müslimân ismini taşıyan bid’at ehlinin ve islâm düşmanlarının saçma ve sapık neşriyyâtını red ederek, durmadan çalışarak, yirminci asrın fen ve teknolojisine ulaşarak ve hattâ onu da geçerek, bu kudsî vatanı lâyık olduğu dereceye erişdirebilirler. Allahü teâlâyı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi tanımayan, halâle, harâma ehemmiyyet vermeyip, kendisine aşılanmış yabancı fikrlere aldanarak, din kardeşlerine düşman olan bid’at sâhiblerinden bu memlekete hayr gelmez. Bunların rûhları hastadır. Bir makine, bir hayvan gibi, kimin eline geçerlerse, onun istediğini yaparlar. Memlekete en büyük fenâlığı yapan bunlardır. Allahü teâlâ, bizi bu gibi zararlı bid’at sâhiblerinin şerrinden muhâfaza buyursun! İslâmiyyeti tercîh eden fen ve siyâset adamları, (İnsanın rûhu boş kalırsa, onda fâide yokdur. Bu boşluğu ise, ancak hakîkî bir din doldurur) demekdedirler. Rûhu müslimânlıkla temizlenmiş olan ve harâmlardan sakınan bir kimse, hiç bir kötü propagandanın esîri olmaz ve Ehl-i sünnet âlimlerin kitâblarında yazılı olan doğru yolda yürüyerek, müslimân kardeşleri ile el ele verip, dînine ve memleketine hizmet eder. Böylece, hem bu dünyâda, hem de âhiretde Allahü teâlânın lutf ve inâyetine kavuşur.
Eskiden tek taraflı düşünen islâm düşmanları, dâimâ islâm dînini kötülemeğe çalışırlar, bu hak dînin esâslarını değişdirmeğe kalkarlar, kısaca, birçok haksızlıklar yaparlardı. Böyle kitâbların çoğu, hıristiyanlar ve müslimân ismini taşıyan bid’at fırkaları tarafından neşr edilmişdir. Avrupada, islâm dînini tedkîk etmeden, müslimânları, dinsiz, şeytâna tapan, her fenâlığa müsâ’ade eden, zâlim, yalancı, kadınları âdî bir mal sayan insanlar olarak tanıtan, bozuk kitâblar vardır. Şarkda da, böyle sapık kitâblar neşr olunmuşdur. Bugün, insanlar, birbirlerini dahâ iyi anladıkça ve birbirlerinin kitâblarını okudukça, doğru kitâblar yayılarak, eski nefret hissi, takdîre dönmekdedir. Vaktiyle, hıristiyanları, müslimânlarla ve bid’at fırkalarındaki sapık müslimânları, Ehl-i sünnet i’tikâdındaki hakîkî müslimânlarla savaşa teşvîk eden bölücü, yıkıcı düşünceler azalmışdır.
Şimdi, hıristiyanlar dinlerindeki noksanları anlamakda, bunları tashîhe çalışmakdadırlar. Bu kitâbı hâzırlarken, bize Hindistândan bir mektûb geldi. Bu mektûbla berâber, oradaki hıristiyan misyonerlerin dağıtdığı, bir (Açıklama) da gönderilmişdi. Bunda şöyle deniliyordu: (Allah hepimizi yaratdığı için, biz hepimiz Allahın oğlu veyâ kızıyız. Sen de, Allahın bir oğlu veyâ kızısın. İncîlde okuduğun, Allahın oğlu ifâdesi, Allahın kulu demekdir. Ya’nî, Îsâ
-258-
aleyhisselâm, Allahın oğludur demek, Allahü teâlâ Onu, sen ve ben gibi yaratmışdır demekdir. Yoksa, Allahla başka bir yakınlığıyokdur. Rûh-ul-kudse gelince, bunun ma’nâsı, Îsâ aleyhisselâma verilen büyük ma’nevî kudret demekdir. Bunu ayrı bir ilâh diyekabûl etmek hatâdır. İncîlde (Üç Tanrı = Teslîs) diye birşey yokdur. Allah birdir. Üç ma’bûda inanmak yanlışdır. İnsanların günâhkâr olarak doğdukları hakkında size şimdiye kadar öğretilen husûslar da yanlışdır. Herkes Allahü teâlâya karşı sırf kendi yapdıklarından mes’ûldür.)
Görülüyor ki, hıristiyan papazlar bile, teslîsin ne kadar ma’nâsız birşey olduğunu anlamışlar ve onu tashîhe kalkmışlardır. Bu da gösteriyor ki, bütün insanlar (Tek ma’bûda) îmân etmek etrâfında toplanmakdadırlar. Bu dönüş, islâm dînine dahâ çok yaklaşmakdemekdir. Ümmîd ederiz ki, bir gün gelecek, islâm dîni bütün dünyâyı kaplıyacakdır. Yoksa, insanlar temâmiyle dinsizleşecek, bu da beşeriyyetin felâketi olacakdır.
Kitâbımızın bu kısmını Kur’ân-ı kerîmde (Nasr) sûresinin me-âl-i âlîsini tekrârlıyarak bitiriyoruz: (Allahü teâlânın yardımı ve zafer günü gelip, insanların, Allahü teâlânın dînine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini tesbîh et! Ondan afv dile! Çünki O, tevbeleri dâimâ kabûl eder).
İSTİGFÂR DÜÂSI
İstigfâr etmek, (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) veyâ kısaca (Estagfirullah) demekdir. Bunun ma’nâsı, (Yâ Rabbî! Beğenmediğin şeylerden birini yapdım ise, beni afv et! Yapmadıklarımı yapmakdan da beni koru!) demekdir. İstigfâr düâsı, (Estagfirullahel’azîm, ellezî lâ ilâhe illâ huv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh)dir.
Muhammed Ma’sûm hazretlerinin 2.ci cildi, 80.ci mektûbundaki hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İstigfâr düâsına devâm edeni, Allahü teâlâ derdlerden kurtarır ve ummadığı yerden rızklandırır). Bu fakîr, farz nemâzlardan sonra, üç kerre bu düâyı okuyorum.
Bu düâyı okudukdan sonra, yalnız (Estagfirullah) okuyarak yetmişe temâmlıyorum. İstigfâr etmek, ölümden başka, her derdden kurtarır. Eceli gelenin de, ağrısız, sıkıntısız ölmesine yardım eder.
-259-
-8- HİLYE-İ SE’ÂDET
Eshâbına nasîhatdan sonra,
Fahr-i âlem dedi, benden sonra,
Hilye-i pâkimi, görse biri,
olur o, yüzümü görmüş gibi.
Gördükde, hubbu hâsıl olsa,
ya’nî, hüsnüme âşık olsa.
Beni görmeği etse arzû,
kalbi, sevgimle olsa dolu.
Cehennem olur, ona harâm,
Rabbim, Cenneti eder ikrâm.
Dahî, haşretmez çıplak, ânı Hak,
olur gufrânına, Hakkın mülhak.
Denildi ki, hilye-i Resûli,
severek yazsa, birinin eli,
Eder Hak, onu korkudan emîn,
belâ ile dolsa, rûy-i zemîn.
Hastalık görmez, dünyâda teni,
ağrı çekmez hiç, bütün bedeni.
Günâh etmiş ise de, bu adam,
Cehennem cismine, olur harâm.
Âhiretde azâbdan kurtulur,
dünyâda her işi, kolay olur.
Haşreyler, ânı hem, Rabb-i celle,
dünyâda, Resûlü görenlerle.
Hilye-i Nebîyi, güç iken beyân,
başlarız, ona oldukça imkân.
Sığınarak Zülcelâle,
vasf ederiz âcizâne.
-260-
İttifak etdi, bu sözde ümem,
kırmızı beyâzdı, Fahr-i âlem.
Mübârek yüzü, hâlis ak idi,
Gül gibi, kırmızımtırak idi.
İnci gibi, yüzündeki teri,
pek hoş eylerdi, güzel cevheri.
Terleyince, O menba’ı sürûr,
dalgalanırdı sanki, bahr-i nûr.
Görünürdü gözü, dâim sürmeli,
kalbleri çekerdi, güzel gözleri.
Akı, beyâz idi gâyetle,
medh eyledi Rabbi, âyetle.
Siyâhı ânın, değildi ufak,
bir idi ona, yakınla uzak.
Geniş, güzel ve latîfdi gözü,
nûr saçardı hep, mübârek yüzü.
Kuvve-i bâsıra-i Mustafavî,
gece gündüz gibi, olurdu kavî.
Bakmak arzû etseydi, bir yere,
cism-i pâki de dönerdi bile.
Başa tâbi’ ederdi cesedi,
bunu terk etmemişdi ebedî.
Hem, cism idi, Resûl-i ekrem,
yaraşır, rûh-i mücessem desem.
Güzel, hem sevimli idi Resûl,
Hakka çok, sevgili idi Resûl.
Mâlikle Ebû Hâle, söyledi,
hilâl gibi, açık kaşlı idi.
İki kaşı arası, her zemân
gümüş gibi görünürdü, ayân.
Mübârek yüzü, az yuvarlakdı,
derisi, berrak, hem de parlakdı.
Siyâh kaşları mihrâbı, ânın,
kıblesi idi, bütün cihânın.
-261-
Ortası yüksekce görünürdü,
yandan bakınca, mübârek burnu.
Çok güzel idi, çekme ve latîf,
edemez gören, Onu tam ta’rîf.
Seyrek idi, dişlerinin arası,
parlardı, sanki inci sırası.
Ön dişleri, etdikçe zuhûr,
her tarafı, kaplardı bir nûr.
Gülse idi, iki cihânın serveri,
canlı cansız, herşeyin Peygamberi.
Görünürdü, ön dişleri, pek afîf,
dolu dâneleri gibi, çok latîf.
İbni Abbâs der, Habîb-i Hudâ,
gülmeğe, eyler idi istihyâ.
Hem hayâsından O, dînin senedi,
kahkaha etmedi derler, ebedî.
Nâzik, mahcûb idi, Resûl-i cenâb,
dâim eyler idi, bakmağa hicâb.
Yüzü benzerdi, yuvarlak aya,
zâti aynaydı, yüce Mevlâya.
Nûrlu idi hep, o vech-i hasen,
bakılmazdı, tenevvüründen.
Gönüller aldı, o güzel Nebî,
âşıkı oldu yüzbin Sahâbî.
Bir kerrecik görenler, rü’yâda,
dediler, böyle zevk yok, dünyâda.
Hem güzel yanakları, bileler,
fazla etli değildi, diyeler.
Ânın etmişdi, cenâb-ı Hâlık,
severek, yüzün ak, alnın, açık.
Boynunun nûru, ederdi her ân,
saçları arasında, leme’an.
-262-
Mübârek sakalından, iyi bil,
ağarmışdı ancak, on yedi kıl.
Ne kıvırcıkdır, ne de uzun,
her uzvu gibi idi, mevzûn.
Gerden-i pâk-i Resûl-i âfak,
gâyet ak idi ve gâyet berrak.
Eshâb içinden, çok ehl-i edeb,
karnı, göğsiyle, birdi, dedi hep.
Açılsaydı, mübârek sînesi,
feyz saçardı, ilim hazînesi.
Aşka olunca, mahall-i teşrîf,
başka olurmu, o sadr-ı şerîf?
Mübârek sînesi, geniş idi,
ilm-i ledün, Ona inmiş idi.
Ak ve berrakdı, o sadr-ı kebîr,
sanırdı görenler, bedr-i münîr.
Ateş-i aşk-ı zât-ı ezelî,
odlara yakmışdı, O güzeli.
Bilir elbet bunu, pîr-ü civân,
yassı kürekliydi, Fahr-i cihân.
Sırtı ortası hem, etli idi,
kerem sâhibi, devletli idi.
Gümüş teninde, letâfet vardı,
irice mühr-i nübüvvet vardı.
Sırtında idi, mühr-i nübüvvet,
sağ tarafına yakındı, elbet.
Bildirdi bize, edenler ta’rîf,
Bir büyük ben idi, mühr-i Şerîf.
Rengi, sarıya yakın, karaydı.
güvercin yumurtası kadardı.
Etrâfını çevirmiş, sanki hatlar,
birbirine bitişik, kılcağızlar.
-263-
Anlatanlar, O âlî nesebi,
dedi, iri kemikliydi Nebî.
Her kemik iri, merdâne idi,
sûreti, sîreti şâhâneydi.
Mübârek a’zâsının her biri,
uygun yaratılmışdı hem, kavî.
Çok hoş idi, her uzvu ânın,
âyetleri gibi, Kur’ânın.
Elleri ayası, O sultânın,
ayakları altı, dahî ânın.
Geniş ve pâk idi, nâzik mergûb,
tâze gül gibi, latîf ve mahbûb.
Çok mevzûn idi, der ehl-i nazar,
o kerâmetli, mübârek eller.
Selâm verseydi, birine eğer,
tebessüm ederdi hep, Peygamber.
Bir iki gün, geçseydi aradan,
hattâ uzasaydı da, bir aydan.
Belli olurdu, hoş kokusundan,
o kimse, adamlar arasından.
Billûr gibiydi, ten-i bîmûyu,
nice medh edeyim, ol pehlûyu.
Dostu seyr etmek için, O şerîf,
göz olmuşdu, bütün cism-i latîf.
Kemâl üzereydi, nâzik teni,
Hallâk göstermişdi. hikmetini.
Yokdu, göğsünde, karnında aslâ,
hiçbir kıl, sanki gümüş levha.
Göğsü ortasından aşağı yalnız,
bir sıra kıl, dizilmişdi, hilâfsız.
Bu siyâh hat, mübârek bedeninde,
hoşdu, hâle gibi, ay çevresinde.
-264-
Bütün ömründe kalmışdı, kezâ,
gençlikde gibi, mübârek a’zâ.
İlerledikçe, sinn-i Nebevî,
tâzelenirdi hep, gonca gibi.
Hem dahî, kâinatın Sultânı,
zan eyleme ki, ola pek yağlı.
Ne za’îf, ne de pek etli idi,
mu’tedil, hem pek kuvvetli idi.
Lâhmı, şahmı, dediler ehl-i derûn,
birbirinden, ne ziyâdeydi, ne dûn.
Etmiş, ol beden serâyın üstâd,
adl-ü dâd ile, esâsın bünyâd.
İ’tidâl üzere idi, pâk teni,
nûra gark olmuşdu, bütün bedeni.
Orta boylu idi, o Sidre mekân,
ortalık, Onun ile buldu nizâm.
Seyreden, mu’cize-i kâmetini,
dedi hep, medhedip hazretini.
Görmedik böyle, gül yüzlü güzel,
boyu, hem hûyu, hem yüzü güzel.
Orta boylu iken, Nebî,
uzun kimseyle yürüseydi.
Ne kadar, uzun olsa idi, o er,
yine yüksek görünürdü, Peygamber.
uzun boylu olandan o cevher,
yüksek idi, el ayası kadar.
Bir yol gitseydi, izzetle,
hızlı yürür idi, gâyetle.
Deriz, vasf-ı şerîfinde yine,
yürürken, eğilirdi önüne.
Ya’nî, bir yokuşdan iner gibi,
dâim önüne, az eğilirdi.
-265-
Şanlı, şerefli idi, o Celîl,
İftihâr eylerdi, rûh-ı Halîl.
Bir zâtı ki, murâd ede Hudâ,
her a’zâsı, olur elbet a’lâ.
Yolda giderken, eğer bir kimse,
ansızın, Resûlullahı görse,
Korku düşerdi, kalbine ânın,
yüksekliğinden, Resûlullahın.
Hem de biri, Nebî ile, müdâm,
sohbet ederek, söylese kelâm.
Sözlerindeki lezzet ile, ol,
kul olurdu, kabûl etse Resûl.
Etmişdi Onu, Hallâk-ı ezel,
hüsn-i ahlâkla, bî misl-ü bedel.
Yâ Resûlallah! gücüm yok medhine,
yaratıldık hep, senin hurmetine.
Hâsılı, ey Şâh-ı iklîm-i vefâ,
sana cânım da fedâ, herşey fedâ!
Şeytân ve düşman şerrinden ve kötü nazardan korunmak için: E’ûzü Besmele ve Kul e’ûzü sûrelerini okuyup, sonra (E’ûzü bikelimâtillâhittâmmati min şerri külli şeytânın ve hâmmatin ve min şerri külli aynin lâmme) okumalı ve (Bismillâhillezî lâ-yedurru ma’asmihî şey’ün fil’ardı velâ fissemâ ve hüvessemî’ul’alîm) okumalı ve yetmiş kerre (Estagfirullah min külli mâ kerihallâhül’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel-hayyel kayyûm ve etûbü ileyh) okumalı ve hepsini okurken, ma’nâlarını düşünmelidir. [E’ûzü: sığınırım, hâmme: haşere, ayn: göz, lâmme: zararlı, hemezât: saldırmaklar, estagfirullah: beni afv et yâ Rabbî demekdir] ve (Allahümme innî e’ûzü bike min hemezâtişşeyâtîn) okumalı, sonra (Allahümme innî e’ûzü bike min azâbil-kabri ve min azâbinnâr ve min fitnetil mahyâ velmemâti ve min fitnetil Mesîhiddeccâl) okumalıdır.
-266-
Dostları ilə paylaş: |