Hakîkat Kitâbevi Yayınları No: 3



Yüklə 3,83 Mb.
səhifə48/49
tarix15.09.2018
ölçüsü3,83 Mb.
#81842
1   ...   41   42   43   44   45   46   47   48   49

-4-

SONSÖZ


Kitâbımız burada sona erdi. Zan ediyoruz ki, bu kitâbı dikkat ile okuyan bir kimse, Müslimânlığın ve Hıristiyanlığın mukaddes kitâblarından hangisinin hakîkî Allah kelâmı [sözü] olduğunu hiç tereddüd etmeden anlayacak, Kur’ân-ı kerîmi mukaddes kitâb, İslâm dînini de hak din, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemi de hak Peygamber olarak kabûl edecekdir. Burada bir fikr akla geliyor: Mâdem ki İslâm dîni hak dindir. En büyük kudret sâhibi olan Allahü teâlâ, bütün insanları hidâyete kavuşduramaz mıydı? Ya’nî, bütün insanları müslimân yapamaz mıydı? Bunun cevâbını, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde vermekdedir. Secde sûresi 13. cü âyetinde meâlen, (Biz dileseydik, bütün insanları hidâyete erişdirirdik. Fekat, insanlardan ve cinlerden kâfir olanlarla Cehennemi dolduracağımı va’d etdim, söz verdim) buyurulmuşdur ve Mâide sûresi, 48. ci âyetinde meâlen, (Allah isteseydi sizleri, tek bir ümmet yapardı. Fekat, itâ’at edeni isyân edenden ayırmak istedi) buyurulmuşdur. Demek oluyor ki, Allahü teâlâ insanları tecribe etmekdedir. Onlara en büyük silâh olan (akl)ı vermiş, onlara en mükemmel rehber olan Kur’ân-ı kerîmi ve en büyük yol gösterici olarak son Peygamberini “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” göndermiş, emrlerini ve nehylerini bildirmiş, bunlara göre hareket etmeleri için de, insanlara irâde ve ihtiyâr vermişdir. Yûnus sûresi, 108. âyetinde meâlen, (De ki: Ey insanlar! Rabbinizden size hakîkat [Kur’ân-ı kerîm] gelmişdir. Hidâyete [Doğru yola ] giren ancak kendi kazancı için girmiş, dalâlete düşen [sapıtan] de, kendi zararına olarak sapıtmışdır. Ben sizin vekîliniz değilim!) buyurulmuşdur.

O hâlde, kendi yolumuzu kendimiz seçmek, kendi hareketlerimizi kendiliğimizden Allahü teâlânın kitâbına uydurmak zorundayız. Bunun için de, herşeyden evvel, rûhumuzu beslemeliyiz. Rûhun gıdâsı (din)dir. Rûhunu beslemeyen dinsiz insanların bir âdî hayvandan farkları yokdur. Bu gibi insanlarda, sevgi, acıma, şefkat, anlayış ve merhamet kalmaz. Böyle olanları, en kötü maksadlar için kullanmak, çok kolaydır. Çünki, bunları kötü işlerden koruyacak inandıkları, itâat etdikleri, teslîm oldukları, yüksek bir varlık kalmamış, inançları gayb olmuşdur. Bu gibi insanlar, korkunç bir canavar gibidirler, nerede, kimlere, ne şeklde kötülük yapacakları belli olmaz. İnsanlık âlemini mahveden en denî, en fenâ



-468-

işler, böyle kimselerden zuhûr eder.

Bu gibi insanları tekrar doğru yola sokmak gücdür. Fekat imkânsız değildir. Bunlara büyük bir sabr ve sebât [direnme] ile islâm dîninin esâslarını -onların anlayacağı bir tarzda- telkîn etmelidir. Allahü teâlâ, din telkîni için Peygamberine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emr vermişdir. Nahl sûresinin 125. ci âyetinde meâlen, (Ey Muhammed! Rabbinin yoluna hikmet ile, güzel öğütlerle çağır! Onlarla en güzel şeklde tartış! Doğrusu Rabbin, yolundan sapanları dahâ iyi bilir) buyurulmuşdur. Unutmayın ki bildiğiniz iyi ve doğru şeyleri bilmiyenlere en güzel tarzda öğretmek, üzerinize farzdır, Allahü teâlânın kat’î emridir. Bu vazîfeye, (Emr-i ma’rûf) denir. Bu bir ibâdetdir. İlmin zekâtı, bilmeyenlere ilmi öğretmekle ödenir. Bu, çok hayrlı bir işdir. Dînimiz, âlimin mürekkebini, şehîdin kanından efdal tutmakda, hayrlı iş görmeyi nâfile [fazla] ibâdetden üstün saymakdadır.

Bugün, müslimân memleketleri, ağır sanâyi’de geri kalmışlardır. Hıristiyanlar, bunun sebebini, İslâm dîninin ilerletici değil, uyuşdurucu bir din olmasında göstermekdedirler ve medeniyyetin ancak hıristiyan dîni sâyesinde elde edilebileceğini ileri sürmekdedirler. Bunun ne kadar saçma bir iddi’â olduğunu söylemeğe lüzûm yokdur. (Medeniyyet), büyük şehrlerin ve insanların râhat ve huzûr içinde yaşamaları için lâzım olan san’atların ve adâletin kurulması demekdir. Yalnız ağır sanâyı’, medeniyyet değildir.

Hıristiyan olmıyan Japonların, en ileri Hıristiyan memleketlerini nasıl geçdiğini yukarıda anlatmışdık. Yehûdî olan İsrâîlliler de, içinde çöl piresinden başka canlı bir varlık bulunmıyan yerleri zengin ormanlara ve zirâ’at [tarım] topraklarına çevirmişler. Lût gölünden brom çıkarmayı ve normal hâlde iken sıvı olan bromu, Alman bilginlerinin [olamaz] demelerine rağmen, katı hâle sokmağı ve kolaylıkla yabancı memleketlere satmağı, brom ticâretinde Almanları geçmeği başarmışlardır.

Demek oluyor ki, medeniyyetin hıristiyan dîni ile hiçbir alâkası yokdur. Tâm tersine, medeniyyeti emr eden islâm dînidir. Koyu hıristiyanlığın insanları nasıl karanlığa götürdüğü, müslimânlığın ise, onları nasıl nûra kavuşdurduğu Kurûn-ı vüstâda [Orta çağda] meydâna çıkmışdır.

Hıristiyanlığın en kuvvetli olduğu, Avrupaya hâkim olduğu Orta çağda, Avrupada medeniyyet nâmına ne vardı? O zemân Avrupa, cehâlet, pislik, yokluk, fakîrlik, hastalık ve papazların zulmü altında inim inim inliyordu. O zemân Avrupalılar ne helâ, ne banyo bilmezlerdi. Yine o zemânda islâmiyyetin emrlerine uyan müsli-

-469-

mânlar, ilmde, fende, ticâretde, san’atde, zirâ’atde, edebiyyatda ve tabâbetde çok ileri gitmişler, dünyânın en büyük medeniyyetini kurmuşlardı. Halîfe Hârûn Reşîd Fransa kralı Şarlmana bir çalar sâat hediyye göndermişdi. Sâat çalınca, kral ve ma’iyyeti, içinde şeytân vardır diye kaçmışlardı. Müslimânların bugün geri kalmalarının sebebi, dinlerinin emrlerine itâ’at etmemeleri, ona uymamalarıdır. Bunu birçok def’alar yazdık, anlatdık. Fekat biz, bugün hâlâ bundan yüzyıllarca sene evvelki medeniyyetimiz ile iftihâr ediyor, bugünkü hâlimizi hiç düşünmüyoruz! Eski ile iftihâr olunabilir. Fekat, yalnız onu misâl göstermek aybdır. Biz, bugün de, terakkî göstermek zorundayız. Bir ingiliz masonu olan Reşîd pâşanın hâzırladığı 1255 [m. 1839] Tanzîmât Fermânı ile yüzümüzü Batıya çevirdiğimizi i’lân etdik. Birçok şehrlerde mason locaları açıldı. Fekat, bu taklîdcilik, zevk ve safâda oldu. İlmde, fende ve çocuklarımızı islâmın güzel ahlâkı ile yetişdirmekde ecdâdımız gibi çalışmadık. Dînimizin gösterdiği yola ve Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” üstün ahlâkına gericilik denildi. Bizden tâm 29 sene sonra, 1284 [m. 1868] de batıya dönen Japonlar, bizden kat kat ilerlediler. Hem de bâtıl dinlerinden hiç ayrılmadan! Medeniyyet yarışında önde iken, Tanzîmâtdan sonra ilm ve irfân bırakılıp, nefse ve şeytâna uyuldu. Bu ingiliz afyonu, devlet adamlarını uyutdu. Bugün, yeniden hamle yapmak, batı ile aramızdaki mesâfeyi azaltmak, onlara yetişmek, hattâ geçmek zorundayız. Bu da boş lafla, nutuk çekerek olmaz! Ecdâdımızın yoluna dönmeliyiz! 1979 yılında Türkiye hakkında mühim bir makâle yazan ve hattâ bir kitâb hâzırlayan Alman târîhcisi Türkolog Dr. Friedrich-Wilhelm Fernau: (Türkler, kendilerini Avrupalı add ediyorlar. Vâkı’a, onlar gibi Asyadan gelmiş olan ve onların akrabâsı sayılan Macarlar ve Bulgarlar, Avrupaya yerleşmiş, bu muhîtde uzun zemân Avrupalı gayretini alarak, fende Avrupalılaşmışlardır. Türkler, tâm Avrupalı değildir. Türkler diğer milletlere benzemiyen bir milletdir. Şimdiki hâlde Türkler, batı sanâyi’ini taklîd ediyorlar. Fekat henüz temâmen içerisine girmemişlerdir) demekdedir. Şimdi ecdâdımızın yolu nedir, bunu inceliyelim.

Medenî bir insan, her şeyden önce güzel ahlâklı, dürüst ve çalışkandır. Önce din terbiyesi almış, fen bilgilerini de öğrenmişdir. Sözü özü doğrudur. İşlerini son derece dikkat ile başından sonuna kadar ta’kîb eder. Gerekirse, iş sâatinden fazla çalışmakdan hiç çekinmez. Böyle çalışmakdan, iş görmekden zevk alır. Yaşlansa bile, kolay kolay işinden ayrılmaz. Memleketinin kanûnlarını sonderecede sayar. Âmirlerine itâ’at eder. Kanûn dışı hiçbir iş yapmaz. Dîninin emr ve yasaklarına titizlikle uyar. İbâdetlerini aslâ terk etmez. Çocuklarının îmânlı, ahlâklı yetişmelerine çok ehem-

-470-

miyyet verir. Onları kötü arkadaşlardan, zararlı yayınlardan korur. Zemânın kıymetini bildiği için, her işini dakîkası dakîkasına yapar. Va’dine sâdık olur. Din ve dünyâ vazîfelerini bitirmeden içi râhat etmez. Bir işi tesvîf etmek [yarına bırakmak] şöyle dursun, yarın yapılacak bir işi bugün yapar. Ecdâdımızın bu meziyyetlerine sâhib olursak, maddî ve ma’nevî yükselir, her işimizde muvaffak olur. Rabbimizin rızâsını kazanırız.

(Garblılar böyle midir?) diye sorabilirsiniz. Îmânları, ahlâkları şübhesiz böyle değildir. Hele İkinci Cihan Harbinden sonra, sayıları artan sapık fikrli, âdî rûhlu insanlar başkalarını da bozmakdadırlar. Fekat yukarıda yazdığımız gibi olmağa ve sapık fikrleri terbiye etmeğe çalışmakdadırlar. Zâhirî temizliklerine gelince, İslâm dîninin emr etdiği temizliği tatbîk ediyorlar. Ba’zı sokaklarda tek çöp parçası yokdur. Parklar bir çiçek deryâsı hâlindedir. Her taraf, her dükkân, herkes ve görünüşleri tertemizdir. Şimdi lütfen Kur’ân-ı kerîmin ve İslâm dîninin bize emr etdiği şeylere dikkat ediniz. Bunlar bize ahlâkımızı ve bedenimizi ve kullandığımız şeyleri temizlemeği emr etmiyorlar mı? O hâlde demek oluyor ki, hakîkî medeniyyet esâsları bizim dînimizde bulunmakdadır ve Kurûn-ı vüstâdaki -öve öve bir dürlü bitiremediğimiz- İslâm medeniyyeti ancak bu sâyede meydâna gelmişdir. Biz, şimdi ne yapıyoruz? Her şeyden evvel tenbeliz. Allahü teâlânın emr ve yasaklarına ehemmiyyet vermiyoruz. Zevkimize düşkünüz. Bir işe başladıkdan biraz sonra gevşiyoruz. [Bulgarlar (Bir işe Türk gibi başlamalı, Bulgar gibi bitirmeli) derler.] Çabuk yoruluyoruz, (adam sen de)ciyiz. Bir binâ yaparız, ta’mirine üşeniriz. Memleketimizdeki, dedelerimizden kalma, mu’azzam san’at eserleri bakımsızlık ve ta’mîrsizlikden dolayı harâb olmakdadır. Az çalışıp çok kazanmak isteriz. İşte bu korkunç arzû, işçilerimizi greve, fekat dahâ fenâsı birçok gençleri zararlı yollara sürüklemekdedir. Kendi kötü emelleri için, bu zevallılara para, menfe’at sağlayan yurt dışındaki hâinler ve onların tuzağına düşmüş olan içimizdeki soysuzlar, bunları sabotajlarda, adam öldürmekde kullanmakdadır. Kolay para bulan bu zevâllılar, iş yapmak yerine, kâtil olmağı seçmekdedirler. Bunun yanında, lüzûmsuz kan da’vâları, mezhebsizlik ceryânları da, bizi birbirimizden ayırmakdadır.

Sırası gelmişken tekrâr bildirelim ki, islâmiyyetde dört hak mezheb vardır. Bunların i’tikâdları, inanışları birbirlerinin aynıdır. Dört mezhebin hepsi, (Ehl-i sünnet) i’tikâdındadır. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş olan emr ve yasaklara uymakda, hiç ayrılıkları yokdur. Yalnız, açıkca bildirilmiyenleri anlamakda ayrılmışlardır. Bu kadarcık ayrılıkları da, Allahü teâlânın müslimânlara rahmetidir. Sıhhatleri, çalışdıkları ve yaşadıkları



-471-

yerler başka başka olan insanlara hangi mezhebe uymak kolay gelirse, onun (Fıkh) kitâblarına göre ibâdet ederler. Tek bir mezheb olsaydı, herkes buna uymağa mecbûr olurdu. Bu da, çok kimseye güç gelirdi. Hattâ imkânsız olurdu. Dört mezhebin herhangi birine uyan müslimâna Ehl-i sünnet denir. Bunlar birbirlerini kardeş bilirler. Târîh boyunca, döğüşdükleri hiç görülmemişdir. Mezhebcilik yapmazlar. Ya’nî diğer üç mezhebi kötülemezler. Dördünün de Cennete götüren yol olduğuna inanırlar.

Bir kerre, Ehl-i sünnet olan bütün müslimânların kardeş olduğunu unutmamak gerekir. Aradaki mezheb farkları, onları kardeş olmakdan ayırmaz. Ehl-i sünnet olmıyan müslimânlarla olan farklar da, ancak onlarla karşı karşıya oturup, farklı mes’eleleri ilmî bir tarzda tartışmakla hâl edilir. Yoksa, silâh zoru ile değil!

Memleketin kanûnlarına karşı gelmemek, büyüklerine saygı göstermek hepimizin borcudur. Bunları yıkmağa kalkmak en büyük ahmaklıkdır. Kanûnsuz bir memleket anarşi içindedir demekdir. Yıkılmağa mahkûmdur. Hele komünizme bağlanmak en büyük aptallıkdır. Çünki, bugün komünist memleketler, din düşmanlığının ve zulmün zararlarını anlayıp, hürriyyet şartlarına dönmekdedirler. Rusyada bugün eskiden kaldırılan mîrâsa konmak, bir ev (hattâ bunun yanında bir de sayfiye) sâhibi olmak ve dahâ birçok haklar geri verilmekdedir. Polonyada grev hakkı kabûl edilmişdir. En koyu komünist olan Çinliler bile, nihâyet hür memleketlerin hayât tarzına dönmüşlerdir. Hattâ yeni san’at tarzlarını öğrenmek için Fransadan mütehassıslar getirmişlerdir. Komünist memleketler de, hürriyyet ile idâre olunan memleketlerdeki (Karma Ekonomi)ye dönmekde, yıkdırılan mescidler ta’mîr edilmekdedir.

Bilindiği gibi, karma ekonomide, ba’zı te’sîsler devlet tarafından, fekat geri kalan işletmeler halk tarafından idâre olunur. Demir gibi, kömür gibi ağır ve pahâlı sanâyı’in işletilmesinde hükümetin yardımı şartdır. Bizde de, bu üsûl tatbîk olunmakdadır. Şimdi komünist memleketler de, bu üsûle dönmekde, ticâret ve sanâyı’in bir kısmı halka açılmakdadır. Yakın bir gelecekde fikr ve din hürriyyetine de kavuşacakları şübhesizdir. Bütün dünyâ, insan haklarını tanıyacakdır. Sosyal adâlet demek, ba’zı budalaların zan etdiği gibi, aylak dolaşanlara, çalışanların ve bu sâyede zengin olanların mallarını dağıtmak demek değildir. Gece gündüz çalışmıyan bir tenbele, hiçbir kimse beş para vermez. Komünist memleketlerinde insanlar durmadan çalışdırıldıkları hâlde, karınlarını güç belâ doyurabilmekdedir. Kazandıklarının çoğu, mutlu bir zümre tarafından ellerinden alınmakdadır. Bunlardan ba’zıları ölümü göze alarak, hürriyyetlerini elde etmek için uğraşmakdadırlar. Biraz yuka-

-472-

rıda da söylediğimiz gibi, bu sömürü ve işkence idâresi ve dinsiz hayât tarzı, kendiliğinden ortadan kalkmakdadır. Komünistliğin temeli olan dinsizlik propagandası yanında, bir de Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılmış sapıkların yapdıkları bölücü propagandalar vardır. Bu bozuk, sapık inanışlı müteassıb müslimânların, memleketlerinene gibi zararlar getirdiğini, Îrândaki Humeynî misâli göstermekdedir. Vehhâbîler ise, hakîkî islâm âlimlerinin bildirdiklerine uymayan inanışlarını ve temâmen keyfî olan hukûk anlayışlarını tatbîk etmeğe kalkarak, dünyâda islâm dîni hakkında kötü kanâ’atler doğmasına sebeb olmakdadırlar. Hâlbuki dînimizde (Ahkâmdan, nass [âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf] ile ve icma’ ile sâbit olmayanlar, zemânla değişir) hükmü vardır. 1000 sene evvel, o günkü şartlara göre en mükemmel sayılan bir ictihâd, bugünün şartlarına uygun düşmeyebilir. Allahü teâlâ, bunu bilip, ona göre değişiklikler yapabilmemiz için derin âlimlere, ya’nî müctehidlere “rahime-hümullahü teâlâ” (Akl), (İlm) ve (Takvâ) denilen üç mühim kuvvet vermişdir. Sonra gelen âlimler, 1000 sene önce yapılan ictihâdlar arasından, zemâna uygun olanları seçip, kitâblara yazmışlardır.

Önce, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” bildirdikleri doğru îmânın ne olduğunu öğrenelim. Sonra, bu öğrendiğimize uygun olarak inanalım. Îmânı bozuk olan kimse, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşamaz. Onun rahmetinden, yardımındanmahrûm kalır. Râhatı, huzûru bulamaz. Îmânımızı düzeltdikden sonra, ahlâkımızı da düzeltelim! İslâmiyyete sımsıkı sarılalım. Ya’nî Allahü teâlânın ve Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emrlerine ve yasaklarına uyalım. Onun farz etdiği ve Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirdiği ibâdetlerimizi yaparak, kalblerimizi temizliyelim. Harâm ve mekrûh olan yasaklardan sakınarak, nefslerimizi ve sıhhatimizi islâh edelim. Böyle yapanların kalbi, hep iyilik yapmak ister. Kötülük yapmak hâtırına bile gelmez. Rûh ve kalb temiz ve beden kuvvetli olunca, el ele vererek kardeşçe ve son derece DÜRÜST olarak çalışmak kolay olur. Din düşmânlarının ve münâfıkların ve mezhebsizlerin sözlerine, propagandalarına aldanmıyalım. Eğer böyle hakîkî müslimân olurve FÂİDELİ İŞLER yaparsak, yukarıda Kur’ân-ı kerîmin (Tîn) sûresinde beyân buyurulduğu gibi, Allahü teâlâ bizden râzı olacak, bize yardım edecekdir. Eğer îmânımızı düzeltmez ve Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”in dînine uymaz ve hayrlı iş görmez, sapık, bozuk inanışlar uğruna döğüşür veyâ kendi şahsî menfe’atlerimiz için gayr-ı meşrû’ yollara saparsak ve kadınlarımızın ve kızlarımızın avret mahallini örtmezsek, Allahü teâlâ bizi AŞAĞILARIN AŞAĞISI yapacakdır. O zemân, vay hâlimize!

-473-
HAKÎKÎ MÜSLİMÂN NASIL OLUR?

İslâm dîninin temeli üçdür: İlm, amel ve ihlâs. İlm, îmân, fıkh ve ahlâk bilgileridir. Bunlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenilir. Amel, bu bilgilere uygun işlerdir. İhlâs, ilmin ve amelin, Allah rızâsı için, ya’nî Allahü teâlânın sevgisini kazanmak için elde edilmesidir. Bu üç temel şeye mâlik olan müslimâna (İslâm âlimi) ve (Hakîkî müslimân) denir. Bu üç temel şeyden biri noksan olup da, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarına uymıyan yazılar ve konuşmalar yayınlıyarak, kendisini islâm âlimi tanıtan kimse (kötü din adamı) ve (Zındık)dır. Meselâ, din bilgisi çokdur ve her ibâdeti yapar, fekat ihlâsı yok ise, ya’nî bunları mal, mevkı’ ve şöhret kazanmak gibi, dünyâlık elde etmek için yapan kimse, hakîkî müslimân değildir.

Nasîhatlerin birincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin, kitâblarında bildirdiklerine göre, i’tikâdı düzeltmekdir. Çünki, Cehennemden kurtulan yalnız bu fırkadır. Allahü teâlâ, o büyük insanların çalışmalarına, bol bol mükâfât versin! Dört mezhebin ictihâd derecesine yükselmiş âlimlerine ve bunların yetişdirdikleri büyük âlimlere (Ehl-i sünnet) âlimi denir. İ’tikâdı (Îmânı) düzeltdikden sonra, fıkh ilminin bildirdiği ibâdetleri yapmak, ya’nî dînin emrlerini yapmak, yasak etdiklerinden kaçınmak lâzımdır. Ahlâkı düzeltmek ve birbirimizi sevmek için, beş vakt nemâzı, üşenmeden, gevşeklik yapmadan, şartlarına ve ta’dîl-i erkâna dikkat ederek kılmalıdır. Nisâb mikdârı malı ve parası olan, zekât vermelidir. İmâm-ı a’zam buyuruyor ki, (Kadınların süs olarak kullandıkları altın ve gümüşün de zekâtını vermek lâzımdır).

Kendine ve milletine fâideli olmak için, hakîkî müslimân olmak lâzımdır. Hakîkî müslimânlık laf ile olmaz. Hakîkî müslimân olmak için, kıymetli ömrü, lüzûmsuz mubâhlara bile harcamamalıdır. Harâm ile geçirmemek, elbette lâzımdır. Tegannî ve şarkı ve çalgı âletleri ile meşgûl olmamalı, bunların nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Bunlar bal karışdırılmış, şekerle kaplanmış zehr gibidir.



(Gîbet) etmemelidir. Gîbet harâmdır. [Gîbet, bir müslimânın veyâ zimmînin gizli bir kusûrunu, arkasından söylemekdir. Harbîlerin ve bid’at sâhiblerinin, mezhebsizlerin ve açıkca günâh işliyenlerin bu günâhlarını ve zulm edenlerin ve alış verişde aldatanların bu fenâlıklarını duyurarak, bunların şerrinden sakınmalarına sebeb olmak ve müslimânlığı yanlış söyliyenlerin ve yazanların bu iftirâlarını herkese söylemek lâzımdır. Bunları söylemek, gîbet ol-

-474-

maz (Redd-ül muhtâr: 5-263).]



(Nemîme) yapmamalı, ya’nî müslimânlar arasında söz taşımamalıdır. Bu iki günâhı işliyenlere çeşidli azâblar yapılacağı bildirilmişdir. Yalan söylemek ve iftirâ etmek de harâmdır, sakınmak lâzımdır. Bu iki fenâlık her dinde de harâm idi. Cezâları çok ağırdır. Müslimânların ayblarını örtmek, gizli günâhlarını yaymamak ve kusûrlarını afv etmek çok sevâbdır. Küçüklere, emr altında bulunanlara [zevceye, çocuklara, talebeye, askere, işçiye] fakîrlere merhamet etmelidir. Kusûrlarını yüzlerine vurmamalıdır. Olur olmaz sebeblerle o zevallıları incitmemeli, dövmemeli ve sövmemelidir. Hiç kimsenin dînine, malına, canına, şerefine, nâmûsuna saldırmamalı, herkese ve hükûmete olan borcları ödemelidir. Rüşvet almak, vermek harâmdır. Yalnız, zâlimin zulmünden kurtulmak için ve ikrâh, tehdîd edilince vermek, rüşvet olmaz. Fekat bunu da almak harâm olur. Herkes, kendi kusûrlarını görmeli, Allahü teâlâya karşı yapdığı kabâhatleri düşünmelidir. Allahü teâlânın, kendisine cezâ vermekde acele etmediğini, rızkını kesmediğini bilmelidir. Ananın, babanın, hükûmetin, dîne uygun emrlerine itâ’at etmeli, dîne uygun olmayanlara isyân etmemeli, karşı gelmemeli, fitneye sebeb olmamalıdır. Hakîkî müslimân böyle olur. [(Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) ikinci cild, 123. mektûba bakınız!]

İ’tikâdı düzeltdikden ve fıkhın emrlerini yapdıkdan sonra, bütün zemânları, Allahü teâlânın zikri ile geçirmelidir. Kalbi temizlemek için, zikre büyüklerin bildirdiği gibi, devâm etmelidir. Zikre, ya’nî kalbin, Allahü teâlâyı hâtırlamasına, anmasına mâni’ olan herşeyi, kendine düşmân bilmelidir. İslâmiyyete ne kadar çok yapışılırsa, Onu anmanın lezzeti artar. İslâmiyyete uymakda, gevşeklik, tenbellik artdıkca, o lezzet de azalır ve kalmaz olur ve kalb kararıp, temizliği azalır. Zikrin çeşidleri çokdur. En fâidelisi, (Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü Vallahü ekber. Allahü ekber ve lillahil hamd)dır. Buna (Tekbîr-i teşrîk) de denir. Kalbi temizlemek için, bunu çok okumalıdır.

Müslimân kadınların ve erkeklerin, avret mahalli açık olarak sokağa çıkmaları, top oynamaları, denizde yüzmeleri harâmdır. Başkalarının, avret mahallerine bakmak da harâmdır. Avret mahalli açık olanların bulunduğu yere, fısk meclisi denir. Oğlanların ve kızların bir arada bulundukları yerler fısk meclisidir. Böyle yerlere gitmek de harâmdır. [İslâm ahlâkı S.311 ve 330] Harâm işlerken, nemâz vaktleri de geçerse, ayrıca günâh ve küfr olur. Her nevi’ çalgıyı çalmak ve Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidi ve ezânı tegannî ile okumak harâmdır. Bunları, çalgı âletleri ile, meselâ kaval ile, ho-parlör ile okumak da harâmdır. Tegannî, harekeleri uzatmak,

-475-

kelimeleri bozmakdır. Vehhâbîler, Peygamber ölmüşdür, işitmez. Hem de Allahdan başkasını medh etmek şirkdir diyerek, mevlid okumağı yasak ediyorlar. Böyle inanmaları küfrdür. Ho-parlör kullanmak, telefon kullanmak gibidir. Söylemesi harâm olan şeyleri ho-parlörden dinlemek câiz değildir. Fen, san’at, ticâret, din, güzel ahlâk ve harb bilgilerinde ho-parlör kullanmak câizdir. Dîni ve ahlâkı bozan, uydurma, bozuk yayınları ve ezânı, nemâzı hoparlörle neşr etmek ve bunları ho-parlörden dinlemek câiz değildir. Minâredeki ho-parlörden işitilen ses, müezzinin sesi değildir. İnsan sesine benziyen çalgı sesidir. Bu sesi işitince, (Ezân okunuyor) dememeli, (Nemâz vakti gelmiş) demelidir. Çünki, ho-parlörden çıkan ses, hakîkî ezân değildir. Ezânın benzeridir.

Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki, (Kıyâmet yaklaşınca, Kur’ân-ı kerîm mizmârdan okunur) ve (Bir zemân gelir ki, Kur’ân-ı kerîm mizmârlardan okunur. Allah için değil, keyf için okunur) ve (Kur’ân-ı kerîm okuyan çok kimseler vardır ki, Kur’ân-ı kerîm onlara la’net eder) ve (Bir zemân gelecekdir ki, müslimânların en sefîlleri, müezzinlerdir) ve (Bir zemân gelir ki, Kur’ân-ı kerîm mizmârlardan okunur. Allahü teâlâ bunlara la’net eder). Mizmâr, her nev’i çalgı, düdük demekdir. Ho-parlör de, mizmârdır. Müezzinlerin, bu hadîs-i şerîflerden korkmaları, ezânı, ho-parlör ile okumamaları lâzımdır. Ba’zı din câhilleri ho-parlörün fâideli olduğunu, sesi uzaklara götürdüğünü söyliyorlar. Peygamberimiz, (İbâdetleri benden ve eshâbımdan gördüğünüz gibi yapınız! İbâdetlerde değişiklik yapanlara (bid’at ehli) denir. Bid’at sâhibleri, muhakkak Cehenneme gidecekdir. Bunların hiçbir ibâdetleri kabûl olmaz) buyurdu. İbâdetlere fâideli şeyler ilâve ediyoruz demek doğru değildir. Böyle sözler, din düşmanlarının yalanlarıdır. İbâdet yaparken bir değişikliğin fâideli olup olmıyacağını yalnız İslâm âlimleri anlar. Bu derin âlimlere (Müctehîd) denir. Müctehîdler kendiliklerinden bir değişiklik yapmazlar. Bir ilâvenin, değişikliğin bid’at olup olmıyacağını anlarlar. Ezânı (Mizmâr) ile okumağa söz birliği ile bid’at denildi. İnsanları Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduran yol insanın kalbidir. Kalb, yaratılışında temiz bir ayna gibidir. İbâdetler, kalbin temizliğini, cilâsını artdırır. Günâhlar kalbi karartır. Muhabbet yolu ile gelen feyzleri, nûrları alamaz olur. Sâlihler bu hâli anlar, üzülür. İbâdetlerin çok olmasını isterler. Her gün beş kerre nemâz kılınması yerine, dahâ çok kılmak isterler. Günâh işlemek nefse tatlı, fâideli gelir. Bütün bid’atler, günâhlar, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsi besler, kuvvetlendirir. Ho-parlör ile ezân okumak böyledir.

Çocukların ilm öğrenecek kıymetli zemânları ziyân edilirse, müslimân evlâdları câhil kalır, dinsiz bir gençlik yetişir. Din adam-



Yüklə 3,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   41   42   43   44   45   46   47   48   49




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin