Terleten Sınav
Günler su gibi akıp geçti, Mart ayı aynen Şubat gibi dondurucu soğuklarla başladıysa da havalar ikinci haftadan itibaren belirgin şekilde yumuşadı. Mart’ın 14’ü geldiğinde Harry artık kendisini karşısına çıkabilecek her türlü engeli aşacak güçte hissediyordu. Hayalet Kama büyüsü, İiyileştirme Büyüleri, gizlenme ve iz sürmede Hogwarts’ta öğrendiklerinin üzerine çok fazla şey koymayı başarmıştı. Dolores Umbridge’in duruşmasının ardından Kingsley’in karşısına çıkan yeni yetme büyücü yoktu artık.
Ron ile Hermione sınavdan bir gün önce Kovuk’a gitmiş, geceyi Weasley’lerde geçirmişti. Sabah Bakanlık’a üçü hep beraber geçeceklerdi.
Harry de sınav sabahı yüzünü yalamakta olan Sirius sayesinde erkenden uyandı ve hazırlanmaya başladı. Bugün Kızıl Pelerin’i sırtına geçirmeye bir adım daha yaklaşacağı gündü. Aynanın karşısına geçerek kendisine şöyle bir baktı ve hazırım diye düşündü. Bundan daha iyisi olamazdı.
Sirius’la beraber kahvaltılarını ettiler, ardından giyindi. Tam cüppesini sırtına geçirmişti ki kapı çaldı. Sirius koşturarak merdivenden aşağı indi ve kapının önünde kuyruğunu sallayarak havlamaya başladı. Harry kapıyı açtığında karşısında Elwyn Baines vardı.
“Günaydın. Hazır mısın seçilmiş çocuk?” diye sordu genç cadı.
Elwyn’in sağ kolunun altında bir motosiklet kaskı vardı. Yedeğini de diğer elinde tutuyordu. Kaskı Harry’ye fırlattı. Harry bunu beklemediğinden iki büklüm oldu ve kaskı zorlukla yakaladı.
Elwyn sırt çantasını indirdi. Sirius koşa koşa çantaya girdi ve kafasını dışarı çıkardı. Elwyn çantayı Harry’ye teslim etti. Williamson’a selam vererek kaldırıma indi. Harry ikinci şoku orada yaşadı,
Elwyn son model siyah bir motorun koltuğuna yerleşmiş ve kafasına kaskını takmıştı. Harry bir an ağzı açık ona baktıktan sonra Grimmauld Meydanı On İki Numara’nın kapısını kapayarak motora doğru yürüdü, sırt çantasını takıp koltuğa oturdu ve Elwyn’e belinden sıkı sıkı sarıldı. Gülerek, “Sana da günaydın, evet hazırım,” dedi.
Elwyn motoru çalıştırdı ve gaz vermesiyle beraber adeta bir ok gibi fırladılar, sokağın sonuna kadar gidip köşeyi dönmesi en fazla üç saniyeyi almış, bu sırada kırmızı bir yolcu otobüsüne çarpmaktan kılpayı kurtularak Harry’ye ufak bir kalp krizi geçirtmişti.
“Umarım, senin için fazla hızlı değildir.”
Harry cevap vermek için ağzını açtı ancak rüzgâr yüzüne öyle şiddetli çarpıyordu ki sözlerinin yarısını yuttu ve söyleyebildikleri duyulmadı bile.
Elwyn kırmızı ışık sarıya dönerken kavşaktan bir mermi gibi geçti ve sola saptı. Kahverengi saçları dalgalanıyordu.
“Sabah biraz hareket sınav heyecanını dağıtır diye düşündüm,” dedi.
Harry sınav heyecanının yerini can derdinin aldığını söyledi. Bu söz üzerine Elwyn’in kahkahaları duyuldu. Yol kenarındaki Muggle’lar onlar geçerken bakakaldı. Motor, çiçekçinin tezgâhını belki milimetrelerle ıskalayıp sola saptı. Harry Dean Farrar tabelasını zorlukla okudu, kaldırıma çıktılar ve Speedo Bikes’in teşhirdeki bisikletlerinin arasından sıyrıldılar.
Elwyn yola çıktıkları andan itibaren belki de ilk defa frene o an bastı. Motor yarım tur atarak önünde Queen Anne’s Chambers yazılı binanın girişinde durdu ve motoru stop etti.
Elwyn resmi bir ses tonuyla, “Sihir Bakanlığı Westminster girişi,” anonsunu yaptı, “Bizimle seyahat ettiğiniz için teşekkür ederiz!”
Harry bacakları pelte olmuş halde motordan indi. Kaskını çıkararak Elwyn’e baktı. “Teşekkürler, gerçekten çabuk geldik.”
Çantayı sırtından çıkarıp Elwyn’e geri verirken Sirius’un başını okşadı, “O zaman veda zamanı. Görüşürüz,” dedi.
Elwyn’i de öptü ve vedalaştılar.
“İyi şanslar Harry!”
Elwyn motoru yeniden çalıştırdı ve gaz verdi, yola tekrar çıkıp mermi gibi fırlamadan önce son sözü “Kap o pelerini!” oldu. Harry gülerek havlayan Sirius ile Elwyn’in arkasından el salladı.
Beyaz mermere oyulmuş ufak heykellerle sarılı kemerin girişindeki sarı duvarın önünde durdu ve sanki o duvar hiç yokmuş gibi yürüyerek içeri girdi.
Birkaç dakika sonra ilk defa gördüğü suratsız bir Bakanlık Eğitmeni’nin nezaretinde üzerinde Sihirli Yasal Yaptırım Dairesi’nin dev bir logosunun oyulmuş olduğu çift kanatlı kapının önüne gelmişti. İçeri girdiğinde toplantı masasının üzerinde bir mürekkep hokkası, tüy kalem, ters çevrilmiş birkaç parşömenin ve bir bardak suyun kendisi için hazır edilmiş olduğunu gördü. Sandalyeyi çekerek otururken içinden muhtemelen farklı bir odada sınava çekilmekte olan Ron’a iyi şanslar diledi.
Eğitmen ciddi bir ses tonuyla kuralları sesli bir şekilde okudu. Kuramsal sınav toplamda elli dakika sürecekti, çoktan seçmeli elli soru vardı ve uygulamalı sınava girmeye hak kazanmak için kaç yanlış yapıldığına bakılmaksızın en az otuz beş soruya doğru yanıt verilmeliydi. İkinci parşömende ise örnek bir olay verilmiş ve adaydan bir Seherbazın bu rol oyununda nasıl hareket etmesi gerektiğinin anlatması isteniyordu.
Eğitmen sözlerini bitirdiğinde yarım ay şeklindeki gözlüklerinin üstünden Harry’ye bakıp anlattıklarını anlayıp anlamadığını sordu. Harry herhangi bir sorun olmadığını söyledi ve sınav başladı.
İlk birkaç soruyu hiç zorlanmadan yanıtladığında heyecanı yatışmaya başladı, Sihir Bakanlığı’nın kuruluş nedeni, Yasal Yaptırım Dairesinin ilk Başkanı ve ilk icraatleri gibi temel bilgileri Hermione’nin ağzından dinlemişti. Seherbazların öldürme ya da rehin alma yetkilerinde kimin imzasının alınmasının gerektiğini bir an düşünüp Sihir Bakanı şıkkını işaretlediğinde o ana kadar en az on doğrusunun garanti olduğundan emin gibiydi.
Sonra sıra Seherbazlık Rütbelerine geldi, rütbelerle ilgili sorular kolaydı, tamamına yakınını kendinden emin bir şekilde yanıtladı. Harry’nin rahatça cevaplayabildiği bir başka soru da Seherbaz yetkileriyle ilgiliydi. Bir Seherbaz’ın azılı bir suçluyu kovalarken bir araca, misal bir süpürgeye el koyup koyamayacağı soruluyordu. Harry sahibini çok zorda bırakmadığı sürece her türlü araca el koyabileceğini, herhangi bir zarar görürse Bakanlık tarafından denginin temin edileceğiniz yazdı.
Başka bir soru ise Seherbaz Bürosunun özerkliği ile ilgiliydi. Harry bu özerkliğin Büroya ne getirdiği sorusunun şaşırtmacalı olduğunu düşündü. Çünkü büro aslen özerk değil, Bakanlığa bağlı çalışıyordu. Bu soruya sonradan dönmek üzere boş bıraktı.
Sınavı tamamlaması yaklaşık kırk beş dakika sürdü. Sonrasında boş bıraktığı ve kararsız kaldığı sorulara geri dönerek bazılarına yanıt verdi, bazılarına verdiği yanıtları da değiştirdi. Tam da o sırada susuzluk hissi geldi. Bardaktaki suyu kana kana içti.
Tekrar parşömene dönerek vaka çalışmasını okumaya başladı. Güya bir türlü suçüstü yapılamayan kanun kaçağının sorgusunda kullanılması gereken teknikleri yazması bekleniyordu. Bir de tartışma konusu eklenmişti: Sorgulama esnasında Veritaserum kullanılmalı mıdır? Tartışın…
Harry tüy kalemi mürekkep hokkasına batırdı ve düşündü. Her ne kadar Veritaserum en iyi yöntem gibi görünse de Gawain Robards’ın Veritaserum etkisinde verilen ifadenin duruşmada geçerli olamayacağı konusunda kendisini uyardığını hatırlar gibiydi. Ama sebebi neydi ki acaba?
Harry terlemeye başlamıştı, sanki oda giderek ısınıyor gibiydi. Tüy kalemini bıraktı, cüppesini sırtından çıkararak sandalyesinin başına astı. Bu çaba bile ter içinde kalmasına yetmişti. Kafasını kaldırıp eğitmene baktığında onun bırakın terlemeyi, eğitmen kılığı üzerine cüppeye sıkı sıkı sarındığını ve ona dik dik baktığını fark etti.
Tekrar parşömenin üzerine eğildi. Veritaserum konusunu hatırlamaya çalıştı. Dili damağına yapıştığından bir yudum daha su içti. Kafasında Gawain Robards’ı canlandırmaya çalıştı. Koca göbeğini hoplata hoplata anlatıyordu sorgu tekniklerini, Harry sonunda hatırlamıştı. Veritaserum gerçeği değil, sanığın gerçekleştiğini sandığı bir olayı anlatmasını sağlıyordu. Dolayısıyla büyücü masum dahi olsa, İmperius Laneti etkisi altındaysa işlemediği bir suçu kendi yapmış gibi itiraf ediyordu.
Hemen kâğıdının üzerine eğilerek bu düşüncelerini yazıya dökmeye başladı. Ama bir yandan da yüzü cayır cayır yanıyordu sanki. Hastalanmaya başladığını hissediyordu. Bu yüzden daha acele bir şekilde yazmaya başladı, parşömenin yarısından çoğunu doldurmuş, muhtemelen uygulamalı sınava geçecek performansı göstermişti. Öte yandan başı ciddi anlamda dönmeye başlamış, önündeki parşömeni görmekte zorlanmaya başlamıştı.
Gözünün önünde renkli ve parlak şekiller belirdi, sanki sarhoş gibiydi. Eğitmene dönerek konuşmaya çalıştı, “Ben… İyi değilim…” Odaklanmakta zorlanıyordu. O sırada Harry’yi şaşkına çeviren bir şey oldu. Eğitmenin yüzü değişiyordu sanki. Hatları şekilsizleşiyor, yanaklarında yaralar çıkıyordu. Bu yaralar çiçek bozuğu izleri gibiydi. Harry bu yüzü tanıyordu, ismi dilinin ucundaydı. Kendisini zorlayarak Pullman dedi, Wimple’ın asistanıydı karşısındaki. Çok Özlü İksir etkisini kaybedince gerçek görüntüsüne geri dönmüştü. Harry onun üstüne atılmaya çalıştı ama savurduğu kolu sadece masadaki bardağa çarpıp devrilmesine, kırılmasına ve içindeki suyun dökülmesine sebep oldu.
Harry o akıl bulanıklığı içinde dahi ne olduğunu kavramayı başardı: Pullman onu zehirlemişti. Yere düştü. Aklındaki her şey silinir zihni karanlığa bürünürken son gördüğü şey ona tersten bakan Pullman’ın sessiz sırıtışıydı. Son hissettiği şey karıncalanan kolundan çekilip yerde bir yere sürüklendiğiydi. Harry gözlerini kapadı ve renkli şekiller dönmeye devam etti. Ta ki bilincini tamamıyle kaybedene kadar.
* * *
Harry derin uykusundan yoğun bir baş ağrısıyla uyandı ve ilk fark ettiği şey etrafındaki sesler oldu: Ağaç yapraklarının hışırtıları, kuş cıvıltıları ve kuvvetle esen rüzgârın uğultusu. Sonra, elleri bağlı, sırtı bir ağaca yaslanmış, oturur durumda olduğunu anladı. Gözlerini aralayıp etrafını görmeye çalışırken başına gelenleri bölük pörçük hatırlamaya başladı.
Bakanlığın eğitim salonundaydı; yazılı sınavda aniden yoğun ter dökmüş, başı dönmüş ve sanrılar görmeye başlamıştı. En son hatırladığı şey ise Theodore Pullman tarafından yerde sürüklenişiydi. Olanlar konusunda ilk varsayımı Pullman’ın içtiği suya bir tür zehir karıştırmış olma ihtimali üzerineydi. Suyu içene kadar sıra dışı bir şey hissetmemişti. Harry içten içe, ikram edilen hiçbir şeyi içmeyen ve sadece kendi özel şişesini kullanan Alastor Moody’yi takdir etti. Buradan bir şekilde kurtulmayı başarırsa aynen onun gibi yanında kendi şişesini taşımaya karar verdi.
Gözlerini birazcık daha araladı ama tedbiri elden bırakmadı; etrafında birileri varsa kendine geldiğini fark etmemeleri önemliydi, bu durum ona ufacık da olsa avantaj sağlayacaktı.
Arkasında kalın, güçlü bir erkek sesi duydu:
“Daha ne kadar bekleyeceğiz? Sabrım taşmaya başladı Pullman.”
Tam sağından, dört ya da beş adım mesafeden biri yanıt verdi, “Sana cevap veremez, adam dilsiz unuttun mu Rodolphus? Al bu parşömeni…”
Ölüm Yiyen’ler… Harry söylenenleri daha da can kulağıyla dinlemeye başladı.
Çam iğneleri, kurumuş yapraklar ezildi, hışırdayan bir kâğıt parçası el değiştirdi ve bir tüy, parşömenin üzerinde hızla gezindi.
“Bu durumda şimdiye kadar uyanmış olması gerekirdi. İksirin etkisi düşündüğümüzden daha ağır olmalı. Kalıcı hasar görme ihtimali var mı Nott?” diye sordu Rodolphus endişeli bir sesle.
Suç ortağı sükûnetle yanıtladı, “Sanmam, Knockturn Yolu’ndaki adam işini biliyor gibiydi. Kısa sürede uyanacaktır…”
Kalın, tok ses, bıkkın bir tonla, “Bu durumda biraz daha zamanımız var demektir…” Tehditkâr bir tonlamayla devam etti, “Unutmayın, ona canlı ve tek parça ihtiyacımız var, en azından şimdilik.”
Harry uzaklaşan ayak seslerini duydu, Rodolphus, “Bu süprüntüleri kaldır, artık onlara ihtiyacı olmayacak” dedi sertçe. Bahsettiği süprüntüler muhtemelen Harry’nin eşyalarıydı. Üzerinde siyah pantalonu ve gömleğinden başka bir şey yoktu. Asası, cüppesiyle beraber alınmıştı. Ama en azından yakınındaydılar ki bu da bir şeydi.
Lestrange “Bana ihtiyacınız olursa seslenin,” diye söylendi. Ayak sesleri uzaklaştı.
Harry için bu iyi bir fırsattı. Eğer bir şekilde Nott’un dikkatini dağıtıp onu alt edebilirse, Pullman Rodolphus’a seslenemeyecekti. Tedbirsiz davranacakları bir anı yakalamalıydı, ama bunu nasıl yapacaktı?
Aklına bir fikir geldi… Ona canlı ihtiyaçları vardı, bu yüzden de belli ki verdikleri iksirin dozunu ayarlayıp ayarlayamadıkları konusunda endişe taşıyorlardı. Ya onlara aşırı dozdan dolayı ölmekte olduğunu düşündürürse? Hemen alt dudağını ısırdı, ağzına kanın bakırımsı tadı geldi ve sabırla beklemeye başladı. Kalbi küt küt atıyordu, çünkü birazdan belki de karşısına çıkabilecek tek iyi şansı kullanacaktı.
Ağzı kanla dolunca zamanın geldiğini anladı. Önce vücudunu ileriye attı, sonra kusacakmış gibi öğürmeye başladı. En sonunda da kafasını gökyüzüne kaldırarak nefes almaya çalışıyormuş gibi sesler çıkardı. Bu esnada göz ucuyla, panikleyen Nott’un ona doğru geldiğini fark etti; asasını sağ elinde tutuyordu. Ah Harry onu bir eline geçirebilseydi!
Nott kol mesafesine geldiğinde, son derece ustaca icra edilmiş bir öksürük taklidi ile ağzına dolan kanı toprağa tükürdü. Ölüm Yiyen, önce saçılan kanlara, sonra Harry’nin kanayan ağzına dehşet içinde baktı; asasını Harry’nin boğazına doğru doğrultup “Anapneo” diye bağırdı! Ama Harry’nin boğazına takılmış bir şey yoktu tabi. Büyü onun için tamamen faydasızdı o anda.
Harry büyük bir çeviklikle üstüne atlayıp yere devrilmesine sebep oldu. Ağırlığıyla kolunu ezmeyi başarmıştı, yan yatıp asasını elinden düşürmesini sağladı. Gawain Robards’tan öğrendiği faydalı bir yakın dövüş taktiğiydi bu.
Nott henüz ayağa kalkamadan bağlı elleriyle, biraz da şansının yardımıyla sahipsiz kalan asayı yerden kaptı. Parmak uçlarını kullanarak doğrulttu ve bağırdı: “Diffindo!”
Ancak hareket kabiliyeti çok sınırlı olduğundan eline büyünün gerektirdiği ivmeyi vermeyi başaramamıştı. Tam o sırada mavi bir ışın omzunu sıyırarak arkasındaki ağaca saplandı ve kopan ağaç kabukları etrafa saçıldı. Harry kaçmaya başladı, birkaç adım ilerideki bir ağacı kendine siper aldı. Ancak yerden kalkmayı başaran Nott hemen arkasındaydı.
Sarf ettiği çabadan dolayı aşırı bir şekilde terlemesi ellerini kayganlaştırmış ve iplerin az da olsa gevşemesine sebep olmuştu. Harry bu defa Eksiltme Büyüsü’nü başarıyla uygulayarak elindeki iplerden kurtuldu. Kurtuluyor olmanın verdiği özgüvenle arkasını dönerek Nott’u kendi asasıyla sersemletip devre dışı bıraktı. Ama Pullman hala potansiyel bir tehlikeydi, çünkü belli ki sessiz büyülerde ustalaşmıştı.
Rodolphus Lestrange kopan kıyameti sonunda fark etmiş ve onlara doğru koşmaya başlamıştı. Harry tekrar iki kişiye tek başınaydı, Rodolphus’un savurduğu laneti Kalkan Büyüsü’yle savuşturdu, ardından onu silahsızlandırmaya çalıştı. Büyü Lestrange’i ıskaladı. Pullman da bir ağacı kendine siper alarak Harry’ye doğru gelişi güzel lanetler yollamaya başlamıştı. Harry, kontrollü bir şekilde, sıklaşan ağaçların arasına doğru geri çekildi. Birkaç metre ileride irice bir çam ağacı yere devrilmişti. Kocaman gövdesi Harry’yi gizleyebilecek kadar büyüktü. Yere yatıp dirseklerinin üzerinde süründü, ardından kendisine bir Hayalbozan Büyüsü yaptı. Soğuk su damlalarının temasını andıran rahatsız edici his başından tüm vücuduna yayılırken Lestrange’in Nott’a seslendiğini duydu. Neler söylediğini tam olarak anlayamasa da, Kaçamaz, orman, tuzak kelimeleri rüzgârla kendisine kadar ulaşmıştı. Üçe karşı bir duruma düşmüştü, ama bağlı değildi, asası vardı, bir şekilde gözlerden saklanmayı başarmıştı.
Tekrar ayağa kalkarak kendisine kadar ulaşan seslerden mümkün olduğunca uzağa doğru ilerledi. Bir yandan geride bıraktığı ayak izlerini özenle siliyordu. Bu şekilde belki bir saat boyunca yürüdü. Bu esnada Hayalbozan Büyüsü de kendiliğinden vücudunu terk etti.
Artık daha güvende hissettiğinde etrafını daha bir alıcı gözle incelemeye başladı. İleride ufuk çizgisine yakın, tepesi karlarla kaplı bir dağ vardı ve içinde bulunduğu orman onun eteklerinden başlıyordu. Bulunduğu yer kendisine hiç tanıdık gelmedi.
Harry bunları düşünürken aniden olduğu yerde durdu. Hava sıcaklığı birkaç derece birden düşmüş, batmakta olan güneşin kızıl ışıkları kaybolmuş, gökyüzü adeta birkaç saniye içinde kararmıştı. Geçmişteki tecrübelerinden buna neyin sebep olduğunu çok iyi biliyordu tabi: Ruh Emici’ler.
Gerçekten de belki otuz, belki kırk adım kadar aşağısında, havada dalgalanan siyah bir pelerin gördü. Bunun dışında ormanın güney kanadında birkaç Ruh Emici’nin daha devriye gezdiğini fark etti. Kendisini kapana kısılmış hissetti, onlardan korunmak için bir Patronus yapmak çok riskli olurdu, Ölüm Yiyen’lere tekrar yakalanabilirdi. Bu yüzden Ruh Emici’lerden uzağa, daha güvenli görünen güney batı yönüne doğru ilerlemeye başladı.
Yarım saatlik gergin bir yürüyüşün ardından izlediği yol onu bir tepenin yamacına kadar getirdi. Yamacın hemen dibinde batmakta olan güneşin altında parıldayan bir göl vardı. Zümrüt yeşili gölün dibinde beyaz kumlar seriliydi. Boyu en az otuz adımdı, eni ise Harry’nin gözünün alabildiğine gidiyordu.
Dikkatini bir şey çekti o sırada, gölün hemen kıyısında, sığlıklarda bir karaltı.
İlk bakışta bunun beyaz kumun üzerine devrilmiş bir kaya parçası olduğunu düşündü. Ancak sonra, gölün suları dalgalandığında karaltı da hareket edince katı bir cisimden ziyade kumaşı andırdığını fark etti; eğer gözleri onu yanıltmıyorsa bir sihirbaz cüppesine bakıyordu. Bulunduğu yerden söylemesi çok kolay değildi ama suyun dibinde bir ceset belki de bir İnferius olabilirdi. Lestrange az önce bir tuzaktan bahsetmemiş miydi?
Harry neyle karşı karşıya olduğunu tam anlamıyla anlayabilmek için yamacın etrafından dolandı ve aceleyle yokuş aşağı indi. O adımladıkça toprak ayağının altında ufalanıp dökülüyordu. Birkaç defa dengesini kaybeder gibi olduysa da sonrasında kollarını açarak bir şekilde kendisini toparladı ve dengesini bulmayı başardı.
Sonunda gölün kıyısına gelmişti, etrafına şöyle bir bakındı. Gördüğü kadarıyla etrafta hiç Ruh Emici yoktu, ilk tahmini doğru çıkmıştı, sadece bir cüppe, yırtık görünen bir sihirbaz cüppesi gölde hafif hafif dalgalanıyordu.
Tamamıyla güvende olduğundan emin olduğunda ayakkabılarını çıkarıp göl kenarına bıraktı, asasını ortaya çıkardı ve adım adım suyun derinliklerine, cüppeye doğru ilerledi. Su bileklerine kadar geliyordu ve ona ilginç gelen bir şekilde sıcaktı. Yürümeye devam etti. Su artık dizlerine kadar yükseldiğinde cüppeye ulaştı, eğilerek onu aldı. Acaba sahibi neredeydi? Kafasını kaldırıp etrafına tekrar baktı. Batmakta olan güneşin son ışıklarıyla yer değiştiren ağaç gölgelerinden başka hiçbir şey göremedi.
Cüppeyi yoklarken ceplerinin boş olmadığını fark etti, ucunda bir Snitch boyunda, belki biraz daha büyük bir top olan altın bir zincir çıktı. Topun üzerinde bir isim kazılı gibiydi. Harry iyice azalan gün ışığında ne yazdığını okumaya çabaladı. Asasını kaldırarak “Lumos” dedi, asasının ucundan hafif bir ışık yayıldı.
Hayır, bu bir isim değildi, bir şekil… Aslında bir kabartma, bir resim gibiydi, kapı resmi. Topun üzerinde ufak mengeneler vardı, tırnaklarını üzerindeki ufak çıkıntıya geçirip açtı.
Topun içinden ufak bir kağıt parçası, bir de anahtar çıktı, Harry ik önce kağıtta yazanı okudu:
Buradan çıkmak istiyorsan,
Portresine çifte gidiş:
Evet, bu ormandan bir an önce kurtulmak istiyordu ama bu ipucu ne anlama geliyordu? Kimin portesiydi bu bahsedilen? Bu cüppe onun bulması için mi bırakılmıştı? Sahibi kimdi? Onu bulacağını nereden biliyordu? Dahası, bu portreye iki farklı gidiş yolu olduğu ima ediliyordu ama bu yollardan hiçbirinden bahsedilmiyordu, cümlenin devamı yoktu. Acaba silinmiş miydi? Harry kâğıda daha dikkatli bir gözle tekrar baksa da yıpranma ya da silinme emaresi göremedi.
Dean Ormanı’nda Severus Snape ona Godric Gryffindor’un kılıcını bir Patronus yardımıyla yollamıştı. Bu defa da kendisine yardım eden birileri mi vardı? Bir casus? Ölüm Yiyen’lerin arasına gizlenmiş bir çifte ajan?
Harry kâğıt parçasını cebine koydu ve anahtarı incelemeye başladı. Anahtar bir pusulaya zincirlenmişti. Pusulanın üzerinde alışılageldiği gibi kuzey, güney, doğu ya da batı yönlerini simgeleyen işaret ya da harfler yoktu, sadece tek bir şey vardı: Kâğıttaki kapı resminin aynısı. Şu anda pusulaya göre kale güney yönündeydi.
Harry pusulaya zincirli anahtarı da cebine atıp kıyıya yürümeye başladı. Suyun tekrar ayak bileklerine kadar indiği yere ulaşmıştı ki üstü başı kan içinde olduğunu fark etti, Bakanlığa giderken üzerine geçirdiği gömleğinin önü, kolları hep kan olmuştu. Ayrıca görünüşe göre Pullmann’ın rastgele yolladığı lanetlerden biri omzunu sıyırmış ve hafifçe kanatmıştı.
Harry suyun derin kısmına doğru birkaç adım attı, sonra da eğilip kollarındaki kanları temizledi. Kan göl suyuna yayılarak dağıldı. Sonra yüzünü yıkadı, gözlüklerini çıkararak camlarını temizledi ve gömleğinin eteğiyle silerek tekrar gözüne taktı ve aniden donup kaldı.
Ormandan gelen sesler kesilmişti. Hayvanlar susmuştu ve sanki birileri onu izliyor gibiydi. Gözleri gölün kıyısında ve ilerideki ağaçlıkta dolaştı. Karanlığın içinde ona bakan gözler arıyordu. Ağır ağır kafasını çevirirken geriye doğru bir adım attı, bir adım daha… Sonra bir adım daha…
O adım attıkça dalgalardan biri ağır ağır yükseldi, su yarıldı ve yüzey kırıldığında maymunla insan arası bir yüz belirdi karşısında. Sular yüzün etrafından canlı bir şelale gibi dökülürken sarımtırak yeşil pullarla örülü bir beden ortaya çıktı. Perdeli elleri suyu itti ve kâbuslara yaraşan bu yaratık ona doğru yürümeye başladı.
Harry ne ile karşı karşıya olduğunu biliyordu; bir Kappa’ydı bu. Remus Lupin hayattayken Kappalardan bahsetmişti.
Perdeli elleri, göllerinde her şeyden habersiz dolaşanları boğsak diye kaşınırdı.
Harry o an Kappa’larla ilgili pek de hoş olmayan bir başka detayı detayı daha hatırlayıverdi. Kappa’lar insan kanı içerdi, bu yaratığı kendisine çeken de az önce kanlı ellerini ve yüzünü gölde yıkamış olmasıydı. Kappa ona birkaç adım uzaklığa geldiğinde Harry belaya bulaşmak istemediğinden arkasını dönerek kaçmaya hazırlandı. Tam o anda bir başka Kappa ile burun buruna geldi.
Başlarının tepesinde içi su dolu bir çukur bulunur. Kappalara hayat veren oradaki sudur, dökülürse ciğerlerine su gitmediğinden felç olurlar.
Arkasından dolanan yaratığın perdeli elleri gövdesini sararken tüm gücüyle Kappa’yı itti. Dengesini kaybeden yaratık devrildi, kafasındaki çukurda bulunan su dökülünce kumların üzerinde hareketsiz kaldı.
Ama Harry’nin ilk karşısına çıkan yaratık da arayı kapayarak ona yetişmiş, perdeli ellerini ayaklarına dolamıştı. Harry dengesini kaybedip suya yapıştı ve cebinden çıkarmaya çalıştığı asa dönerek elinden fırladı, sığ suyun dibindeki kuma saplandı. Felç halindeki Kappa’nın kafası suya gömüldüğünden ciğerlerine su gitmiş, yaratık tekrar canlanmıştı. O da Harry’yi tüm gücüyle sardı ve iki yaratık Harry’yi gölün derin sularına çekmeye çalıştı. Harry üçüncü bir Kappa’nın ağaçlığın oradan kendisini sulara bıraktığını gördü, bir dördüncüsü yirmi, otuz adım ileride mağara ağzını andıran dar karanlık bir inden kafasını çıkararak ona doğru yüzmeye başladı. Tam anlamıyla kapana kısılmıştı ve panik vücudunu hızla sarıyordu. Can havliyle bir tekme salladı ve ilk Kappa’nın çenesine isabet ettirmeyi başardı. Ciğerlerini besleyen su etrafa dağıldı ve yaratık suya gömüldü. Harry bu durumun uzun sürmeyeceğinin farkında olduğundan kolundaki kanı emmeye çalışan diğer yaratığı yumrukladı ve birkaç saniyelik boşluğu fırsat bilip emekleyerek asasına gitti, asayı kaldırıp ondan aldığı güçle bağırdı: “Sectumsempra!”
Yolladığı lanet az önce yumrukladığı Kappa’nın omzunu sıyırdı ve pullu derisinde derin bir kesik oluşturdu. Yaratık acı dolu bir çığlık kopardı ve gerisin geri derinliklere doğru paytak paytak koştu, sonra da suların arasında kayboldu. İlk Kappa ve suya dalıp ona doğru gelen diğerleri ise kararlı bir şekilde yaklaşıyorlardı. Harry perdeli ayaklarına nişan alarak bir lanet daha yolladı ve yaratıklardan biri daha suya gömüldü.
Diğer ikisi için bu ders yeterli olmuş olacak, ilk önce oldukları yerde donup kaldılar. Sonra bakışları Harry’nin elindeki asaya odaklandı. En sonunda bu avın haddinden daha tehlikeli olduğuna karar vererek gerisin geri suya dalarak gözden kayboldular.
Harry’ye bu macera yetmişti. Kappaların Dördüncü Sınıf Tehlikeli Yaratıklar arasında olduğunu biliyordu. Onlardan daha tehlikeli birkaç canlı vardı sadece: Kurtadamlar, Mantikorlar, Basiliskler, Kimera’lar, Ejderha ve Akromantula’lar. Ucuz kurtulmuştu, bundan böyle göle ya da herhangi bir su birikintisine birkaç adımdan fazla yaklaşmaya niyeti yoktu. Arkasını da sık sık kontrol ederek, tedbirli bir şekilde ormana girdi.
Bir yandan da düşünüyordu; Remus Lupin Kappa’ların Japonya’da yaşadığını, Severus Snape ise ağırlıklı olarak Moğolistan’da görüldüklerini söylemişti. Şu an Asya’da mıydı yani? Ölüm Yiyenler onu yanı sıra cisimlenme ile buralara kadar getirmiş miydi? Bu kadar zahmete neden katlanmışlardı? Eğer gerçekten durum buysa nasıl döneceği konusunda ciddi ciddi endişelenmeye başlaması yerinde olurdu. Ama o anda önceliği geceyi herhangi bir sihirli yaratığa yem olmadan geçirebilmekti. Kapıyı bulma işini ertesi güne bırakıp, uyuyabileceği güvenli bir yer aradı.
Ormanın derinliklerine gelmişti. Dev bir kayanın içinde gizlenebileceği büyükçe bir oyuk bulunca durdu. Etrafına koruyucu tılsımları yaptı. Sonra biraz yaprak toplayıp oyuğun içinde üst üste yığdı. Böceklerin onu çok rahatsız etmeyeceğini yumarak yaprak yığının üzerine uzandığında yorgun vücudu bu durumu memnuniyetle karşıladı. Kendi asasını kaybetmişti, peşinde Ölüm Yiyen’ler vardı ama hala hayattaydı, bu da olanlar düşünüldüğünde az şey değildi.
Uykuya dalmak üzereyken aklından kolyenin içindeki notta gördüğü üç kelime geçti: Portresine çifte gidiş…
Ama kimin portresine?
* * *
Harry’yi uyandıran kuş sesleri ve midesinin kazınmasına sebep olan açlık hissi oldu; kalkar kalmaz etrafını kolaçan etti. Sonra da yiyecek toplamak için ormanda ufak bir tur attı. Bulabildiği tek şey vahşi mantarlar ve birkaç şifalı bitkiydi. Bakanlıkta Umbridge’nin duruşmasından çıktıkları gün Chef Wizard’ın önlerine serdiği zengin menüyü hatırlayıp acı acı, nereden nereye diye düşündü. Ama bir şekilde beslenmek, vücudunu diri tutmak zorundaydı, öğürerek de olsa mantarları yedi. Ama bu kısıtlı ve lezzetsiz menü onu doyurmak bir yana daha da acıktırmış gibiydi.
Pusulayı cebinden çıkararak yine kapının peşine düştü. Ormanın içinde sürekli tetikte yürüyerek geçen iki saatin ardından kendisini bir nehrin kıyısında buldu. Eski, kırık dökük, taş köprüden geçerek nehrin karşı yakasına ulaşmayı başardı. Pusulası artık yön değiştirdiği anda büyük bir hassasiyetle onu uyarıyordu, yani kapının çok yakınındaydı. Yolun devamında ağaçlar giderek seyrekleşti ve sonunda bodur çalılarla kaplı bir patika ortaya çıktı.
Çift kanatlı ahşap kapı tam da patikanın sonlandığı açıklığın ortasındaydı. Harry’nin ilgisini çeken kapının etrafında hiçbir şey olmamasıydı. Ne bir bina, ne duvarlar. Issızlığın ortasında, tek edilmiş, esrarlı bir kapı vardı. Yürüdü, etrafını dolaştı, kapıyı dakikalarca inceledi. En sonunda cüppenin cebinde bulduğu anahtarı kilide takti ve çevirdi. Kendisini bir koridorda buldu. Dar, karanlık bir koridorda…
İçerisi nemliydi. Birkaç adım yürüdükten sonra duvarlara asılı meşaleler göründü. Ama Harry’nin ihtiyaç duyduğundan çok daha az ışık veriyorlardı. Neyse ki yürüdükçe yolu aydınlanmaya başladılar. En sonunda dört duvarında boydan boya raflar, raflarda kitapların olduğu büyük bir odaya vardı. Odanın tam ortasında tepedeki açıklıktan sızan güneş ışınlarıyla aydınlanan görkemli bir ayna olduğunu gördü. Tepesine, boydan boya eski bir yazı işlenmişti: Kelid stra ehru ube cafru oyt on wohsi.
Harry bu aynayı görür görmez tanıdı: Kelid aynası. Ama bu ayna Hogwarts’ta değil miydi?
Birden zihninde geçmişe giderek Albus Dumbledore ile aralarında geçen konuşmayı hatırlayıverdi: Dünyanın en mutlu insanı demişti, Albus Dumbledore, Kelid Aynasını sıradan bir ayna gibi kullanabilen insandır. Ona bakınca kendini olduğu gibi görür.
Harry aynayı birinci sınıfta, Görünmezlik Pelerini’nin altında dolaşırken keşfettiğinde, hayatında ilk defa ailesini görmüştü. Ron ise Quidditch Kupası’nı kaldıran takımın kaptanıydı. Harry kaşlarını çattı, bunca yıl sonra ne değişmişti hayatında? Şimdi baksa aynada neyi görürdü?
Bir yandan tuzak kokusu almaya çalışırken bir yandan çekinerek aynaya yaklaştı. İşte oradaydı, sırtında Kızıl Pelerinle duruyor, kendisine ulaşmaya çalışan insanların tebrik ve teşekkürlerini kabul ediyordu. Kucağında kaçınılmaz sondan kurtardığı, ağlayan bir bebek vardı. İnce, zarif, beyaz bir el koluna sarılmıştı, ancak elin sahibinin yüzü gölgeler arasında gizliydi. Harry bir an için Elwyn’in yüzünü gördüğünü düşündüyse de ışık kaynağı değişince omzuna yayılan saçlarda kızıl parıltılarla Ginny’nin yüzü belirdi. Yanındaki Elwyn miydi? Yoksa Ginny mi? Ayna, Harry’nin zihninin derinliklerine itmeye çalıştığı karmaşayı hissetmişti. Her bakışında yanındaki yüz değişiyordu.
Aniden zihninde büyük bir acı hissetti. Tanıdıktı bu, aşina olduğu bir duyguydu. Severus Snape ile yaptıkları Zihinbend derslerinde karşılaştığı gibi, Lord Voldemort ile bağlantısında tecrübe ettiği gibi biri kafasına giriyordu. Dehşet verici bir histi. Elinden geldiğince çabuk bu dış müdahaleyi kesmeye çalıştı. Birkaç saniye içinde acı kayboldu. Başarmış mıyd? Zihinbend yapabilmiş miydi?
Bu durum kafasını daha da karıştırdı ama kendisini tekrar toparlamayı başardı. Önceliği içinde bulunduğu durumdan kurtulmak, bir şekilde Bakanlığa, Kingsley’e, Ron ya da Hermione’ye ulaşmak olmalıydı.
Harry aynaya olan ilgisini kaybettiğinde, batı tarafındaki duvara kurulu raflardan birinde kitaplardan birinin hafifçe parıldadığını fark etti. Oraya doğru yürüyerek kitabı raftan aldı, ismini okudu: Kader Kitabı.
Kapakta yazarın ismi yoktu ama üzerindeki resim yeterince dikkat çekiciydi. Gece karası cüppesiyle sırtı dönük bir şekilde Potter’ların Godric’s Hollow’daki evine bakmakta olan Lord Voldemort vardı. Pencereden James ile Lily Potter’ın alt katta, Harry’nin bebek yatağındaki siluetinin ise üst katta olduğu görünüyordu. Lord Voldemort evin önündeki yolda kaldırımın başında elinde asası ile duruyor ve içeri girmeye hazırlanıyordu.
Harry sayfaları çevirince bunun aslında bir resimli roman olduğunu anladı. Önüne bir bebek olarak resmedildiği kare geldi, Voldemort bu karede Lily Potter’ı katlettikten sonra asasını kaldırıp Öldüren Lanet’i yapıyordu. Bir sonraki karede ise çakan yeşil ışığın ters tepmesiyle acı içinde kıvranıyor ve bu dünyadaki varlığı geçici olarak sona eriyordu. Harry sayfaları hızlı hızlı çevirdi. Kitabın sonlarına doğru kendisini Kristal Mağarada gördü, Kingsley ve diğerleriyle beraber asasıyla İnferius’ları zaptetmeye çalışırken yüzü odaklanmış, adeta kasılmıştı. Son sayfalarda Kappa’larla mücadelesi vardı, maymunsu yaratıklar onu suyun derinliklerine çekmeye çalışırken tekme savuruyordu!
Bu nasıl bir kara büyüydü böyle! Vücudunu saran bir panik duygusuyla son sayfayı açıverdi, son karede parmakları elinde tutmakta olduğu Kader Kitabının sayfaları arasında dolaşıyordu.
Kader Kitabının arka kapağına bir anahtar yerleştirilmişti. Ancak bu anahtar, tam ortadan ikiye ayrılmıştı, tek başına kullanılması mümkün değildi. Arka iç kapakta ise Kader Kitabı 2’nin kısa bir tanıtımı vardı. Harry bir kuyunun hemen önünde, karşısındaki portreye bakıyordu, bu görüntü zihninde şimşeklerin çakmasına sebep oldu: Portresine çifte gidiş!
Ama heyecanı kısa sürdü, anlaşılan yoluna devam edebilmek için ikinci kitaba ve anladığı kadarıyla anahtarın diğer yarısına ihtiyacı olacaktı. Bunun için de Kader Kitabının son sayfasındaki ipucunu çözmesi gerekecekti:
Soğuk, ama ikizinden daha sıcak, toprağın olmadığı yerde,
Adım adım iniyordu basamakları, tüm kıtaların sonuncusunda.
Son dönümünde ayın, en uzun ayın son gününde buldu,
dört ayağının üstünde geri dönen yılanı.
Harry parmağını sayfaların arasına sıkıştırarak kafasını kaldırdı, yeni bir gizemle daha karşı karşıyaydı!
İçinde bulunduğu durum, Üç Büyücü Turnuvası’nda Sfenks’in sorduğu soruyu yanıtlamaya çalıştığı anın benzeriydi. Oradaki zor bilmeceyi başarıyla çözmüş, zekâsına kendisi dahi hayret etmişti. Belki Alastor Moody’nin kılığına girmiş olan Bartiemus Crouch Jr yolunu elinden geldiği ölçüde temizlemişti ama bulmacanın cevabını tamamen kendi çabasıyla bulmuştu. Elini alnına dayadı ve satır satır tekrarlamaya başladı cümleleri:
Soğuk, ama ikizinden daha sıcak, toprağın olmadığı yer.
Soğuk bir yer düşünmeliydi, toprağın olmadığı yer. Aklına soğuk denizler geliyordu: Kuzey Buz denizi ya da Baltık Denizi. Bunları Hogwarts’a girmeden önce, daha henüz bir büyücü olduğundan haberi dahi yokken gittiği Muggle okulundan hatırlıyordu. Ama Kuzey Buz Denizi’nin bildiği kadarıyla bir benzeri ya da ikizi yoktu. Bir sonuca varamayınca sıradaki ipucuna geçti:
Adım adım iniyordu basamakları, tüm kıtaların sonuncusunda
Harry, kıtaları düşündü bu defa; hangi kıta sonuncuydu? Büyüklük sırasına göre mi bakmak gerekirdi? Yoksa hangisinin en kalabalık kıta olduğunu mu düşünmeliydi? Bu soruyu da şimdilik atlamaya karar verdi.
Son dönümünde ayın, en uzun ayın son gününde.
Harry bu cümlede gizli ipucunu bulmanın diğerlerine göre kolay olduğunu düşündü. En uzun ay otuz bir gün sürerdi. Yanıt bu olmalıydı. Bir an tekrar kafasını kaldırıp düşündü; etrafında dört duvar, her duvarda da ayrı ayrı raflar vardı. Aklındakileri birleştirmeye çalıştı, sonra tekrar ilk cümleye döndü, o sırada aniden…
Hayır! Kuzey Buz Denizinin bir ikizi yoktu. Ama ikizi olan soğuk bir yer vardı: o da kutuplardı: Kuzey kutbu ve Güney Kutbu. Hatta biri diğerinden daha sıcaktı, neden?
Çünkü Kuzey Kutbunda, Güneyin aksine toprak değil sadece buz vardı! Su seviyesi daha düşük olduğundan Kutup denizi iklimi ılımanlaştırıyordu. Dört duvarda dört kütüphane ve aslında cevap kuzeydi, aradığı kitap kuzey rafındaydı. Hemen sırtını kapıya verdiğinde tam karşısına denk gelen kütüphaneye doğru yürüdü. Baştan aşağı tüm kitapların adını teker teker okudu. Ancak Kader Kitabı’nın eşini bulamadı. Bunun üzerine yeniden bulmacaya dönmeye karar verdi.
Adım adım iniyordu basamakları, tüm kıtaların sonuncusunda…
Tüm kıtaların sonuncusu… Harry düşünürken neredeyse tüm odayı adımlasa da cevabı bulamadı. Bilmece hangi açıdan bakması gerektiğini söylemiyordu. Aniden kafasının içinde bir ışık yandı. Ayın sonunun hangi güne geldiğini değil kaçıncı güne geldiğini yanıtlamıştı. Ya iki soruya da aynı açıdan bakması gerekiyorsa? Bu durumda yedi kıtanın sonuncusu yedinci kıta olurdu! Afrika ya da Okyanusya değil!
Harry bunu nasıl daha önce düşünemediğine hayıflandı. Şifre olarak doğum günü kullanılmıştı. Yedinci sıraya kadar inmeli, sonra otuz birinci sıradaki kitabı almalıydı. Ağır ağır, büyük dikkatle saydı rafları, sonra da kitaplara geçti. Ama otuz birinci kitabı görünce hayal kırıklığına uğradı. Bu kitabı daha önce görmüştü ve Kader Kitabı değildi. Eline aldığında bir yerlerde hata yapmış olma ihtimalini düşünüyordu.
Ama eline değer değmez kapak değişti, tepeden aşağı inen parıltılı perde kalktığında üzerinde Kader Kitabı yazıyordu. Harry aceleyle sayfaları çevirdi. Arka kapakta az önce bulduğu anahtarın diğer yarısı vardı. Hemen cebinden çıkardığı ilk parçayla birleştirdi. Sonra düşündü… Eğer bu kitap olanları gösteriyorsa… Aceleyle sayfaları çevirip ilk sayfayı açtı.
Bu sayfada elinde ikinci kitap vardı, iki kare sonrasında. Nott ve Lestrange görünüyordu. Harry’nin az önce geçtiği köprüde koşar adım ilerliyorlardı. Ona yetişmeleri an meselesiydi. Aceleyle birleştirdiği anahtarı aldı ve Kelid aynasının arkasındaki kapıya taktı, kilidi döndürerek gıcırdayan kapıdan içeri girdi.
Taşlarla örülü karanlık bir odadaydı şimdi. O kadar karanlıktı ki, asasını kaldırarak etrafı aydınlatmak zorunda kaldı. Birden odanın köşesinde bir mavilik gördü. Bir bulut, bir duman gibi ince, parlak bir mavilik… Yavaş yavaş yükseldi ve şekil değiştirdi, dalgalandı. Bunlar saçlardı, parlak sarımsı saçlar. Bulut kalınlaşınca Harry tanıdığı bir yüzü gördü. Sadece bir defa gördüğü ancak unutamadığı bir yüzdü bu.
Seraphine Slytherin ya da onun hayali, bütün zerafetiyle odada Harry’ye doğru yürüdü. Harry tedbirli bir şekilde asasını kaldırdı. Seraphine Slytherin içinden geçtiğinde aynen Hogwarts hayaletlerinde tecrübe ettikleri gibi bir ürperti sardı. Seraphine arkasını dönmüş ona bakıyordu. Sol elinin işaret parmağıyla birini çağırıyordu. Harry ilk önce Seraphine’in kendisini çağırdığını sandı. Sonra aslında işaret ettiği her neyse ya da kimse tam arkasında olduğunu fark etti.
Aynen Seraphine gibi masmavi bir haleyle kaplı Basilisk dev ağzını açmıştı, çenesi Harry’nin üzerine kapandı. Harry içgüdüsel olarak irkildi ve kendisini koruyabilmek için yere kapaklandı. Gözlerini tekrar açtığında Basilisk bedeninin içinden geçip Seraphine’nin ardından duvarda kayboldu. Harry bu gördüğü hayalin arkasından bakakaldı.
Taş duvarların ardından gelen gürültüler Harry’yi kendine getirdi. Önce hafif hafif başlayan, yavaş yavaş yükselen ve sonrasında yeri göğü sarsmaya başlayan sarsıntılar hissetti. Ölüm Yiyen’lerin Kütüphaneye girmeye çalıştığını düşündü. Çıkışı bulmak için daha çok çaba göstermeli daha da hızlanmalıydı.
Harry duvarı elleriyle yoklamaya başladı. Görünürde herhangi bir çıkış yok gibiydi. Seraphine Slytherin ve Basilisk’in kayboldukları noktanın bir ipucu olabileceğini düşündüyse de sonuç alamadı. Sonra Dumbledore ve Kingsley’in Kristal Mağara’da kullandığı büyüden faydalanarak yolunu bulmak geldi aklına: Praecantatio Revelio!
Harry asasını tutarken bir çarpma sesi duydu, duvarın öte yanında kocaman bir yapı gürültüyle yıkıldı. Anlaşılan, Ölüm Yiyen’ler ona yetişmek üzereydi. Asasının ucundan fosforlu parlak mavi damlalar duvara sıçradı. Turunu tamamladığında mavi çizgiler duvardan dökülüyor zemine doğru parıldayarak iniyordu. İnerken belirli yerlerde kızıl lekeler gördü. Güneşi andıran parlak kırmızı bir leke vardı ve buranın ileri derecede sihir gördüğü belliydi.
Harry biçim değiştirme yeteneğini kullanmaya karar verdi. Eğer tahmini doğruysa burada bir geçit vardı ve önüne duvar örülmüştü. Asasını bu defa kırmızı lekenin olduğu yere yönlendirdi. Asasıyla dokunduğunda taş tuğlalar geriye doğru katlanmaya ve yolunu açmaya başladı. Bir defa daha meşalelerle aydınlatılan loş bir koridordaydı. Meşalelerin arasında bazı tabloların asılı olduğunu fark etti. Ailesiyle beraber eğlenen bir Albus Dumbledore. Yanlarında kızkardeşi Ariana. Bahçelerinde oyun oynarken Aberforth onları ciddi bir yüzle izliyor ve takdirle başını sallıyordu.
Remus Lupin ve Tonks. Lupin şık bir cüppe giymişti. Yüzünde hayattayken sahip olmadığı bir huzur ifadesi vardı. Ted Lupin’i kucağına almış şöminenin önünde oyun oynuyorlardı. Remus elindeki tahtadan yapılma oyuncak süpürgeyi yemek masasının sandalyelerinden birinin altına yuvarlıyor aynen annesi gibi bir Metamorfmagus olan Ted de biçim değiştirerek sandalyenin altından süpürgeyi alıyordu. Onlar kahkahalarla gülerken Nymphadora Tonks muzipçe gülümsüyordu.
Harry büyülenmiş bir şekilde bu manzarayı izlemekle meşgulken birkaç adım ilerisinde aniden bir şimşek çaktı. Çakan şimşeğin ışığıyla aydınlanan köşede bir kadın yerde yatıyordu, yüzü gölgelerin arasında zorlukla seçilen, bir sebepten Harry’ye aşina görünen bir kadın.
Koridor aniden soğudu, sanki buz gibi bir soğuk dalgasının içine girmişti, Harry kemiklerine kadar ürperirken koridorun köşesinden siyah pelerinli bir şekil yükseldi ve havada süzüldü. Yüzü kukuletasının altına tamamen gizlenmişti. Pelerinden dışarı bir el çıkıyordu, ıslak ıslak parıldayan, grimsi, yapış yapış görünen, lekeli bir eldi bu. Suda çürümüş ölü bir şey gibi… Bir sürüngen gibi…
Kukuletasını hafifçe sıyırdı ve kadının üzerine eğilirken hırıltıyla nefes aldı, karanlıklar içindeki yüzünden ruhunu emdi, o sırada bir başka Ruh Emici daha belirdi ve o da büyük bir açgözlülükle yaklaşıp payını aldı.
Harry bir saniye daha beklemeden asasını kaldırdı ve bağırdı: “Expecto Patronum!”
Asanın ucundan cılız, mavi bir ışık demeti döküldü ve birkaç saniye içinde kayboluverdi. Kendisine ziyafet çeken Ruh Emici’lere bir üçüncüsü katılmıştı. Duvarın dibinde çaresizce yatan, cansız bir kukla kadar savunmasız görünen ruhu büyük bir iştahla yudumluyordu.
Harry tekrar tekrar denedi, “Expecto. EXPECTO!” Asası sanki ona itaat etmiyor gibiydi, Ruh Emici’lerin yaydığı mutsuzluk iliklerine kadar işlemişti. O sırada kararını verdi ve koşmaya başladı. Kadını ne pahasına olursa olsun kurtaracaktı. Asasıyla Eksiltme Büyüsü yaparak iplerini paramparça etti. Kadın boş bir çuval gibi yere yığıldı, kafası hafifçe oynadı ve Harry’ye seslendi, “Harry… Yardım et…”
Çakıp duran ışıklar arasında görünen saç telleri kızıl mıydı? Yoksa açık kumral mı? Ses o kadar hırıltılıydı ki Harry kim olduğundan bir türlü emin olamıyordu. Yüzü önce Ginny’ye dönüştü, sonra Elwyn’e…
Ruh Emici ona saldırdı, yüzünü Harry’ninkine yaklaştırıp kapkara bir çukuru andıran ağzıyla beslenmeye başladı. Harry asasını kaldırıp bir defa daha Patronus Büyüsü yapmaya çalıştı. Asasından çıkan ışık bir öncekinden daha cılızdı. Bir başka Ruh Emici yüzünü onunkine yaklaştırdı, sonra üçüncüsü de. Harry’nin üzerine bir soğuk dalgası çöktü. Soluğu göğsünde bir yerde sıkışıp kaldı, çaresizlik kalbine kadar işledi. Görme yetisini kaybedip, taşlı zemine doğru çekilirken tül perdeden geçen Sirius’u gördü. Yüzündeki o son şaşkın gülümseme ile… Ve etrafında çığlıklar…
Bir şeyler oldu. Bilinci yeniden yerine gelirken nerede olduğunu hatırladı. Ruh Emici’ler sağa sola dağılırken çok yakınında sıcak bir şeyin varlığını hissetti. Kafasını hafifçe çevirdiğinde bunun bir Patronus olduğunu fark etti. Kör edici, göz kamaştırıcı, gümüşi bir hayvan… Bir köpek… Bir çoban köpeği…
Harry umutla kafasını kaldırdı, “Sirius?”
Köpek ona bir an için baktı, havladı ve ortadan kayboldu.
Ginny ya da Elwyn de yok olmuştu, sanki bir hayalet gibi diye geçirdi içinden. Sonra portreyi gördü, Yasak Ormanda Harry’nin Lord Voldemort’a teslim olduğu ağaçlığın ortasında dimdik duran Sirius gülümseyerek:
“Harry, sonunda buradasın…” dedi.
ON İKİNCİ BÖLÜM
Dostları ilə paylaş: |