Azkaban’da
Harry’nin tahmin ettiği gibi uzun ve ıslak bir uçuş oluyordu. Karanlık hava ve bulutlar yüzünden görüş o kadar kısaydı ki Harry Grines’i bazen sadece kara bir leke olarak görüyor, bazen de gözden kaybediyordu. Gökyüzünde süzülürken, Grines’in sırtında Kızıl Pelerin’ini hiç görmediğini fark etti ve ilk uygun zamanda bunun sebebini ona sormaya karar verdi.
İki saatin sonunda artık çok sevdiği süpürgesinin üzerinde olmaktan sıkılmıştı. Tekdüze bir uçuştu, yakalayacak bir Snitch yoktu. Süpürge sadece bir ulaşım aracıydı o an için. Ayrıca kıyafeti ıslandığından üşümüştü de. Neyse ki Grines en sonunda alçalmaya başlamıştı.
Tam önlerinde bir şimşek çaktı, ortalık aydınlandığında bulutlara gizlenmiş gölgelerin arasından sıyrıldılar. Alçaldıklarında Azkaban tüm ihtişamıyla karşılarına çıktı. Dalgalı, hırçın deniz adanın etrafını saran kayalıkları acımasızca dövüyordu. Ana bina bulutlara değecek kadar yüksek ve ihtişamlıydı.
Grines kulenin etrafında yarım bir tur attı ve süpürgesiyle surların arasına inşa edilmiş girişe yöneldi. Bu bölüm yukarıdan görünmüyordu, Harry ona yetişebilmek için biraz kestirmeden dar açıyla aynı yere inmeye çalışsa da görünmez bir engele çarptı ve az kalsın süpürgesinden düşüyordu. Belli ki Azkaban asıl kapısı dışında hiçbir yerden girilmeyecek şekilde büyülenmiş, göklere kadar yükselen görünmez surlarla çevrelenmişti.
Harry de yarım tur yaptı ve kayalıkların hemen önüne inen Grines’in yanındaki yerini aldı. Rüzgâr neredeyse ikisini de havaya savuracaktı. Dalgalar o kadar güçlüydü ki kayalara çarptığında iliklerine kadar ıslanıyorlardı.
Grines adım adım kapıya yöneldi ve yumrukladı. O sırada Harry surların üzerindeki eski yazıları fark etti. Yukarıya kadar uzanan tılsımı oluşturan büyüler bunlar olmalıydı. O sırada gözü duvarın hemen dibindeki tüylü bir paçavraya çarptı. Daha dikkatli baktığında üzerinde uçuşan sinekleri fark etti, ölü bir kargaydı bu. Hemen yanında bir başkası… Az ötede bir üçüncüsü… Hayvanlar muhtemelen adayı çevreleyen görünmez duvara çarparak yere çakılıyorlardı. Harry’nin midesi burkuldu, Hermione yanında olsa bu konu ile ilgili söyleyecek çok şey bulurdu kuşkusuz.
İçeriden sesler geldi, Grines, “Benim, Arcanus! Potter da yanımda!” Kapının yanında ufak bir bölme açıldı, Grines asasını bu bölmeye yerleştirdi, bakışlarıyla Harry’ye de aynısını yapmasını işaret etti. Kapı savrularak açıldı.
Savage onları Azkaban’ın avlusuna aldı. Harry asasını alıp ana binaya doğru giden taş yolda yürürken sağında ve solunda mezarlar olduğunu fark etti. Hermione’nin daha önce bahsettiği, Azkaban’da ölenlerin mezarlarıydı bunlar.
En yakındaki mezar taşında Crispin Cronk yazıyordu. Mezarda Hiyeroglifleri andıran işaretler ve Sfenksler vardı.
Hemen yanındaki taşta Percival Dumbledore yazıyordu. Harry’nin kalbi heyecanla çarptı, Albus Dumbledore’un babasıydı bu. İsminin hemen altındaki çizimde çakan bir asa ve yere yığılan insanlar vardı.
Harry herkesin işlediği suçun mezar taşlarına kazınmış olduğunu anladı.
Morfin Gaunt, cinayet. Merope Gaunt’un kardeşiydi bu da. Dumbledore ile Düşünseli’nde ziyaret etmişlerdi. Harry’nin kafasında iki gözü farklı yönlere bakan, çatal dil konuşan, zorba, tehlikeli bir büyücü canlandı. Gaunt Konutunun kapısına ölü bir yılan çivilemişti ve boş zamanlarında Muggle’ları lanetlemeye bayılıyordu. Ama Azkaban’a atılmasına sebep olan cinayeti o işlememişti. Tom Riddle acımasızca işlediği cinayeti, zihnefend kullanarak anılarına yerleştirmiş ve ona itiraf ettirmişti. Morfin, Dumbledore onun suçsuz olduğunu kanıtlamasına rağmen Azkaban’da ölmüştü.
Anson, kundaklama. Harry kafasını diğer yana çevirdi;
Curzon, Affedilmez Lanet.
Seymour, hırsızlık.
Adım adım ilerlerken mezar taşları sağanak yağmurun altında inliyordu. Tekrar şimşek çaktığında Harry arka tarafta büyükçe bir mezarın başında iki büklüm ayakta duran bir siluetin varlığını fark etti. Bu siluet koca şapkalı, ağır aksak bir adama aitti. Ama Harry kim olduğunu anlayamadan Savage ve Grines binaya girince Harry de onları takip etmek zorunda kaldı.
Azkaban hapishanesinin ana binasına girdiler. Koridorlar iç taraftaydı ve yılan gibi kıvrılarak yukarı doğru yükseliyordu. Hücreler ise dış pencerelere bakıyordu. Neredeyse hepsinin kapısında sürgüyle kilitlenmiş gözetleme delikleri vardı.
Savage, “Azkaban’a hoş geldin Potter,” dedi.
Meşalelerin soluk ışığıyla aydınlanan koridorda yürüyorlardı. Her şimşek çaktığında orta avlu aydınlanıyor, sonra yeniden her yer karanlığa gömülüyordu. Harry bu haliyle bile yeterince ürkütücü olan Hapishanenin bir de Ruh Emici’lerle dolu olduğu dönemi düşünmek bile istemedi.
“Burada mahkûmlar üçe ayrılır,” dedi Savage bir yandan hafifçe yukarı kavislenen koridorda yürüyorken. “Giriş katlarında genellikle basit ve adi suçlular tutulur. Yasa dışı bahis oynayan Ludo Bagman gibi… Ya da Gizlilik Nizamnamesi’ni ufak boyutta ihlal edenler gibi… Bu bölümdeki suçluların kabahatleri diğerlerine göre zararsız ya da telafi edilebilir. Mundungus Fletcher gibi basit hırsızları da burada tutarız.”
O sırada Harry’nin önünden geçmekte olduğu hücrenin kapısı yumruklandı, boş bulunan Harry olduğu yerde sıçradı. Savage onun bu tepkisi üstüne sırıtarak devam etti:
“Orta seviye suçlular, Muggle’lara lanetli eşyalar yollayanlar, kazara yaralanmalara sebep olanlardır. Ayrıca büyük çapta dolandırıcılar da burada kalır. ” Bir an için durdu ve en tepedeki yüksek güvenlikli hücreleri gösterdi. O katların duvarları daha kalın ve dayanıklı gibi görünüyordu. Altın rengi eski yazılarla donatılmıştı.
“En korkunç suçlular da orada yukarıdadır. Muggle ve Büyücü katilleri, Kurt Adamlar, Vampirler… Aklınıza gelebilecek her türlü münzevi yaratık üst katlarda tutulur.”
Sanki bahsettiği ağız suçlulardan biri onu duymuş gibi homurtular geldi, duvarlara çarparak yankılandı. Savage Harry’ye bakarak gülümsedi, “Bugün dolunay var.”
“Kıdemin artınca Potter, sen de Azkaban’ın muhafızlarından biri olacaksın. Burada nöbet tutacaksın.” Yeniden yürümeye başladılar. Grines bir üst katı işaret etti, “Borgin üst katta mı?” Savage yanıt verdi ve yürümeye devam ettiler ama Harry yanıtı duyamadı. Çünkü olduğu yerde çakılı kalmıştı.
İki hücrenin arasında demir parmaklıklı pencereyle sonlanan bir koridor vardı. Koridorda duvarın köşesinde ise sanki hayal ürünü gibi görünen mavi şeffaf ufak bir çocuk pencereden giren yağmur damlalarının oluşturduğu ufak gölette oynuyordu. Harry çocuğu nedense vaftiz oğluna benzetti.
Koridora bir adım attı, “Ted?”
Bir adım daha, sonra bir adım daha.
Çocuk, elinde Harry’nin göremediği oyuncağını kurcalamakla meşguldü. Ama Harry ona ikinci kez seslendiğinde sanki duymuş gibi donakaldı. Arkası dönük halde ayağa kalktı ve ağır ağır kafasını çevirmeye başladı. Harry karşısında önce bulanık bir yüz gördü. Sonra bu bulanık yüz salyaları akan bir kurdun suratına dönüştü.
Yürüdükçe boyu uzadı, dizleri kırıldı ve salyalarını akıtarak Harry’ye doğru iştahla bakmaya başladı. Tam o sırada Harry’nin arkasından bir ses yükseldi:
“Geri bas Ekrizdis!”
Harry yaklaşan Grines’i fark etmemişti. Kafasını ona çevirdiğinde Grines’in çakmak çakmak gözlerinin nefretle parıldadığını gördü. Tekrar Kurt Adama döndüğünde insan şekli aldığını fark etti. Bu az önce mezarlıkta gördüğü adamdı: Uzun saçları havada süzülüyor, deforme olmuş yüzünde şeytani bir sırıtışla Harry’ye bakıyordu. Gözleri kapkaraydı ve göz bebekleri yoktu. En kötü kâbuslardan fırlamış gibiydi. Kolu ve bacağı kırık olduğundan hafifçe sekerek yürüyordu.
“Ekrizdis ile tanışmış oldun, Azkaban’ın eski sahibi ve şimdiki hayaleti…”
Ekrizdis bir anda havada dağıldı ve mavi bir bulut haline gelip pencereden dışarı uçtu.
Grines Harry’ye baktı, “Buranın düzenini iyice anlamadan yanımızdan ayrılmasan daha iyi olur,” dedi. Harry bu çocukça muameleden hoşlanmadıysa da Grines ile tartışmadı.
“Belki bir zamanlar normal bir adamdı, bilmiyorum. Belki de Ruh Emici’lerle yaşamak onu çıldırtmıştır,” diye söze başladı Grines. “Ama bir yerden sonra Muggle denizcileri avlamaya başladı. Sebebini kimbilir? Hakkında korkunç hikâyeler dolaşıyor. Bir Zihnefend ve Biçim Değiştirme üstadı olduğu zaten biliniyor… Sahte yardım çağrılarıyla denizcileri adaya çektiği… Onlara çeşitli işkencelerle zarar verdiği, Ruh Emici’lerine öldürttüğü anlatılıyor… Söylentilere göre ada toprağı üst üste gömülü Muggle cesetleriyle doluymuş. Bu ada o cesetler üzerinde yükseliyormuş. Ama o kadar uzun zaman geçti ki mezarlığa gömülenlerden onları ayırmak artık çok zor.”
Savage, “Az kaldı, Borgin bir üst katta,” diye bilgi verdi.
Grines derin bir nefes alıp devam etti, “Ölümünün doğal yollardan olmadığı söyleniyor. Bir gün aklını tamamen yitirmiş, kulenin en tepesine çıkmış, oradan kendisini aşağı atmış. Bedeninde sağlam kemik kalmamış ve acı bir şekilde can çekişerek ölmüş. Ama yaptığı işi o kadar seviyormuş ki hayattan kopamamış, cesedinin olduğu yerden hayalet olarak yükselmiş. O gün bugündür Azkaban’da.”
Savage kapılardan birine doğru yürüdü, elini cebine soktu, çıkardığında paslı demir anahtarların dizildiği bir çengel belirdi. Sol eliyle kapının sürgü penceresini açtı, “Uygun musun Borgin? Sohbete geldik,” dedi.
Grines kapıdan girmeden önce son sözünü söyledi: “Wimple onu bu adadan ayırmak için gerekli büyüyü icat ettiğini söylüyor, umarım doğrudur.”
Üçü beraber Borgin’in hücresine girdiler.
* * *
Borgin ayaktaydı, duvardaki parmaklıklı pencereden yansıyan ay ışığının altında kollarını kavuşturmuş onlara hiddetle bakıyordu. İçeri girdikleri anda Grines’in üzerine atılmaya kalktı. Ancak Grines bu saldırıyı bekliyormuş gibi, Engelleme Büyüsü’yle tehlikeyi savuşturdu. Borgin artık çevik bir adam değildi, sırt üstü yere düştü ve olduğu yerde kaldı. Göğsü hızla inip kalkıyordu.
“Beni burada tutamazsınız!” dedi nefes nefese… “Buna hakkınız yok!”
Grines küçümser bir tonla, “Aklında ne vardı Borgin? Gizlediğin o geçidi ve depoyu bulamayacağımızı mı sanıyordun?” diye sordu. “C sınıfı ticareti yapılamaz mallar, Zehirli Dokunakula Tohumları… O Lanetli Gerdanlığı, İblisli saati kime satmayı planlıyordun? Ne yapacaktık? Sen birinin ölümüne sebep olana kadar bekleyecek miydik? Şu anda pekâlâ cinayete sebebiyet verdiğin için burada olabilirdin.”
Borgin nefretle yere tükürdü, “Senin akıl vermene ihtiyacım yok. Benim yasa dışı bir şey sattığımı kanıtlayamazsınız. Hepsi şahsi eşyamdı. Beni uzun süre burada tutamazsınız.”
Grines sakince, “Evet uzun süre tutamayız ama bu gece tutarız; yarın mahkemeye çıkacaksın. Gereken neyse yapılacak. Tutuklu yargılanıp yargılanmayacağına orada karar verilecek. Tabi önce sen delilleri karartmadan Borgin Konutu’nu da aramamız yerinde olacaktır,” dedi.
Borgin’in oturduğu yerde gözleri panikle faltaşı gibi açıldı. Ama sağduyusu bir şekilde galip geldi, hiçbir şey söylemedi.
“Sana sormak istediğimiz birkaç şey var. Bize ne kadar yardımcı olursan, pişman olduğun sonucuna varma ihtimalimiz o kadar fazla. Bu da yarın iyi hali göz önüne almama sebebiyet verebilir, Potter?”
Harry Grines’ten onay alınca onun kaldığı yerden devam etti, “Mr Borgin, Lestrange ve Nott’un size bir emanet getirdiğine dair ipuçları ve görgü tanığı var.”
Borgin sert bir ses tonuyla, “Ne görgü tanığı? Daha önce Robards ile Weasley’e söylediğim gibi böyle bir şey olmadı. Bana Ölüm Yiyen’ler hiçbir şey vermedi. Zaten dükkânımı baştan aşağı aradılar!”
Harry kaşlarını çatarak, “Lestrange ile Nott, Ağustos gecesi neden Borgin ve Burkes’e geldiler o zaman? Neden bu tehlikeyi göze aldılar? Tüm Bakanlığın peşlerinde olduğunu bile bile?”
Borgin, “Bunu bana mı soruyorsun?!” derken ağzından tükürükler saçıldı. “En az 500 Galleon zararım var! Şanlı El, Peru Anında Karanlık tozu… O kadim hançer! Siz ise onları yakalayacağınıza…”
Grines umursamaz bir tonla sözünü kesti, “O konuyu şimdilik açmayacaktım ama madem sen istiyorsun; onca koruyucu büyüye rağmen kapıdan bu kadar kolayca girilmesi ve dükkânının derli toplu kalmış olması çok ilginç geliyor düşününce…”
Borgin kararlı bir sesle yanıtladı, “Hiçbir Koruyucu Büyü tamamıyla güvenli değildir. Ayrıca görüldüklerini anlayınca aceleyle çıkmak zorunda kalmışlar, bunun neresi ilginç?”
Grines alaylı alaylı, “Gerçekten işlerine yarayacak bir şey bulmak için dükkânı alt üst etmemeleri,” dedi. “Pekâlâ, şöyle soralım: Lestrange ve Nott, Hogwarts Savaşı’ndan önce ya da sonra, size herhangi bir sebeple ziyarete geldiler mi? Sizinle konuştular mı?”
Borgin düşündü, Harry’ye sanki bir yalan uydurabilmek için zaman kazanmaya çalışıyormuş gibi geldi. Sonra yanıt verdi: “Aslında geldiler.” Harry bu cevabı beklemiyordu. “Nott bana geldi ve bir Zaman Döndürücü’yü tamir ettirmeye çalıştı.”
Harry ve Grines birbirlerine baktılar. “Sonra?”
“Açıkçası boşuna asa sallıyordu. Zaman Döndürücü kırık gibiydi. Benim elimdeki kadim aletler ve cihazlarla yapmam mümkün değildi. Ayrıca bana bir şeyler daha sordu, Godric Gryffindor hakkında.”
Harry şaşkınlıkla, “Godric Gryffindor mu?”
Borgin sırıtarak, “Evet ta kendisi. Hogwarts kurucularından. Gryffindor’un Kılıcı’ndan bahsetti, bir de sözde Gryffindor’a ait olan Kartal Başlı Aslan Heykeli hakkında sorular sordu.”
Konu artık Grines’in de ilgisini çekmişti, “Bu olay tam olarak ne zaman gerçekleşti?”
Borgin onların ilgisini çekmiş olmaktan memnundu, verilen zamanı bol bol kullandı ve bunu yaparken abartılı jestlerle sanki hatırlamaya çalışıyormuş izlenimi bırakmaya çalıştı, sonunda “Eh, hatırlayamıyorum,” dedi. “Başka sorunuz yoksa dinlenmeliyim. Yarın mahkemem var.”
Kalktı ve eski ama temiz görünümlü yatağa oturdu ve yüzünde meydan okur bir ifadeyle ellerini başının altına koyup sırt üstü uzandı.
Grines’in yüzünde çarpık bir gülüş belirdi, “Endişelenme Borgin, bu durumda yarından sonra da dinlenmek ve bu konuda düşünmek için uzun günlerin olacak. Gel Potter…” dedi, Savage’a başıyla işaret verdi. Seherbaz kapıyı açtı. Tam dışarı çıkarken Borgin’in telaşlı sesi duyuldu.
“İki yıl önceydi, Noel Arifesi’nde…”
Harry Grines’e baktı ve hafifçe fısıldadı, “Noel’de Bathilda Bagshot’un evinde tuzağa düşmüştük. Lord Voldemort Bathilda’yı çoktan öldürmüştü. Gizlenmiş notları bulduysa, Kartal Başlı Aslanı da öğrenmiş olabilir. Heykelin izini sürme işini Nott’a devretmiştir…”
Grines Harry’nin düşünce silsilesini devam ettirdi, “Nott da doğrudan hem karanlık nesnelere ilgi duyan, hem de antika eserler konusunda uzman olan Borgin’e geldi…” Kafasını kaldırıp hücrenin içine iki adım attı, yatakta oturan Borgin’e baktı, “Sen ona ne anlattın?”
Borgin alıngan bir ifadeyle, “Ne biliyorsam onu. Yani hiçbir şey,” dedi. Tekrar uzanıp yorganını üstüne çekti. “Hayal kırıklığına uğradı. Yıkıldı. Ya ne olacaktı? Hayal ürünü bir şey arıyordu.”
Grines bir an yere baktı, sonra kapıdan çıkarken Borgin’e, “Uyumadan önce yarın söyleyeceklerini iyi düşün,” dedi. “Sihirli Eşya Satma Ruhsatı’nı kaybetmemek için müthiş bir savunmaya ihtiyacın olacak,” dedi ve tekrar koridora çıktı.
Harry heyecanla ara vermeden konuştu, “Yalan söylemiyordu, tarihler de uyuyor. Draco’nun ipucunu çözmeye geldik ama çok farklı bir şey öğrendik. Ama önemli mi değil mi bilmiyoruz.”
Grines, “Hem Zaman Döndürücü, hem de Gryffindor’un heykeli karşımıza bir defa daha çıktı,” dedi. Sırıtarak, “Genelde bu tarz tesadüflerin aslında tesadüf olmadığı ortaya çıkıyor,” diye devam etti. Savage’a döndü, “Konor yerindedir umarım, onunla ufak bir işimiz var.”
Savage onu rahatlattı, “Yerinde. Bu gece dolunay var. Neredeyse tüm hafta Kurtboğan İksiri hazırlamakla uğraştı.”
Artık kulenin tepesine çok az kalmıştı. Gerçekten de bulundukları bölümde hücrelerin yapısı gözle görülür şekilde değişti. Bu bölümde kalın hücre duvarları yerine cam kullanılmıştı, böylece mahkûmların ne yaptığı her an görülebiliyordu. Camlarda da duvarlarda olduğu gibi eski yazılar ışıldıyordu.
“Bu bölüm birinci derece ağır suçlu ve tehlikeli mahkûmlara aittir. Biz onları görebiliriz, onlar bizi göremezler.”
Mahkûmlardan bazıları parmaklıkların ardındaki yağmuru ve ay ışığını izliyor, bazısı yatağında öylece yatıyordu. Harry kim olduğunu pek seçemediği birinin kafasını deniz tarafındaki duvara vurmakta olduğunu fark etti. Acaba Hogwarts Savaşı’nda tutuklananlardan biri miydi? Crabbe? Dolohov? Macnair?
Bir sonraki hücrede beklenmedik bir görüntü vardı:
Yarı dönüşmüş bir Kurt adam yerde huzursuzca kıpırdanıyordu. Ağır ağır uluyor, çılgınlar gibi terliyor, sürekli gözlerini kırpıştırıyordu: Bu Fenrir Greyback’ti. Ölüm Yiyen’lerin çirkin silahı…
Greyback sağına, soluna dönüyor, duruş değiştiriyor ama Harry’nin gözlemlediği kadarıyla ne gerçekten uyuyordu, ne de gözleri açık olmasına rağmen gerçekten uyanıktı. Harry onun çiğ et kokan korkunç nefesini, pis tırnaklarını hatırladı. Remus Lupin nasıl avlandığını anlatmıştı, dönüşmeden önce kurbanlarına yakın olmayı istediğini, Montgomery’lerin beş yaşındaki oğlunu nasıl öldürdüğünü hatırladı.
Grines, “Kurtboğan İksiri’ni almayı reddediyor. Çünkü Kurt Adam olmayı seviyor. Şimdilik onu sersemleterek baygınken iksirin kanına karışmasını sağlıyoruz. Böylece yirmi sekiz günlük döngüsünü tam anlamıyla dönüşmeden tamamlıyor,” diye açıkladı durumu.
Daha derindeki karanlık hücrelere yürürken, “O kadar çok hayatı mahvetti ki burada olmayı ömrünün sonuna kadar hak eden biri varsa o da Greyback’tir,” diye sözlerini tamamladı.
Belki yüz adım daha yürüdüler. İçinde bulundukları koridor kadim bir kapıyla sona erdi. Savage kapıyı hafifçe tıklattı. Yaşlıca, uzun beyaz sakallı ama dinç görünen bir adam karşılarını çıkıp onları içeri buyur etti. Yuvarlak yarım ay şeklinde gözlükleri vardı ve zümrüt yeşili bir cüppe giyiyordu. Manşetlerinde su damlaları olan bir cüppeydi bu.
“Ah Grines… Hoşgeldin ve a, Potter… Tebrikler.”
Harry’ye elini uzattı, Harry tam onun elini sıkacakken çekti ve odanın içine doğru yürüdü. Sanki onların varlığını tamamen unutmuş gibi kendi kendine konuşmaya başladı.
“Anlamıyorum, aslında üç gram sıvı altın yeterli olmalıydı, fakat yüzey gerilimini de hesaba katmak gerek tabi…”
Odada Harry’nin aklının alabileceğinin çok ötesinde eşya yığılmıştı. Boydan boya kitaplar, iksir şişeleri ve istiflenmiş malzemeler, değerli ve değersiz görünen madenler. Aynı anda Snape’in zindanları ile bir aktarın karışımı gibiydi oda.
Grines hemen söze girdi, “Konor, yardımına ihtiyacım var…”
Konor odada olduklarının ilk defa farkına varıyormuş gibi gözlüklerinin üstünden ona baktı. Sanki kelimeleri teker teker anlıyor ama cümle halinde kavramakta zorlanıyor gibiydi.
“Ha evet…”
Grines cüppesinden dört iksir şişesi çıkardı. Hepsi kan olduğu tartışma götürmeyen, akışkan, kırmızı bir sıvıyla doluydu. Her şişenin üzerinde bir parşömen parçası, parşömenlerin üstünde de isimler vardı. Harry isimleri okumaya çalıştıysa da başaramadı. Grines şişeleri uzatır uzatmaz Konor elinden sanki uzun süredir iade etmediği emanet mallarmış gibi kapmıştı.
Grines yaşlı adamın kendisini doğru anladığından emin olmak ister gibi, “Sabahki örnekle karşılaştırılacak,” dedi.
O sırada Savage onlardan müsaade istedi. Nöbetçi Seherbazın, her şeyin yolunda gittiğinden emin olmak için saatte bir kulede tam tur atması gerekiyordu.
“Sevimsiz bir iş… Özellikle Ekrizdis ortalıkta dolaşırken. Habire ölen kız kardeşimin şeklini alıp duruyor. Aşağılık yaratık… Neyse…”
Savage çıktığında odada Konor, Harry ve Grines yalnızdı artık.
Konor iksir setinin başına geçip verilen örnekleri test etmeye başlamıştı bile. Farklı tüplerden farklı renkteki iksirleri birleştirerek bir karışım elde etti, bu karışımı ayrı ayrı kâselere paylaştırdı. İksir tüplerine hafifçe vurarak her kâseye farklı tüpten kan damlattı, birkaç saniye içinde her birinden hafif bir duman çıkıyordu.
Grines, demir parmaklıklı pencerelerden birinin önüne gitti, dışarıda hava kararmış, fırtına patlak vermişti. Harry bu testin sonucunda ne çıkacağını bu kadar merak etmese muhtemelen nasıl geri dönecekleri konusunda endişeleniyor olurdu. Saat iyice geç olmuştu. Gökyüzü anafora kapılmıştı.
Harry sohbet etmek için uygun zaman olmadığını bilse de “Mr Grines…” diye seslendi. Grines ona bir an baktı ve önüne döndü, hafifçe kafasını salladı.
“Mr Shacklebolt ile nasıl tanıştınız?”
Grines’in aklı karışmış gibiydi, Harry’ye döndü kaşını çatarak, “Ne dedin Potter?” Harry sorusunu çekinerek tekrar sordu. Grines’in yanıtı kısa ve özdü,
“Hogwarts’ta aynı dönemdeydik.”
“Fakat aynı binada değildiniz.”
“Doğru, kader… Belki de şans.”
O sırada odanın içi iyice ısınmış ve kâselerin içinden yükselen duman tavana kadar yükselmişti.
Grines devam etti, “Kingsley Hogwarts’tayken hayatımı kurtardı. O olmasaydı bugün burada olamazdım.”
Harry haddini aşıp aşmadığını merak ederek, “Nasıl oldu?” diye sordu.
Tam o sırada masadaki Konor, “Grines, Potter…” diye hafifçe seslendi.
Arcanus Grines kafasını kaldırıp önce merakla Konor’a baktı, sonra da önündeki kâselere. Dört kâseden farklı renkte dumanlar yükseliyordu, birinden kan kırmızısı, birinden zümrüt yeşili. Hemen yanındakinden kapkara ve en sonundakinden turuncu… Tek duran kâse de kapkara tütüyordu.
Konor,”Eşleşme var,” dedi ve tüplerden birini Grines’e uzattı. Grines onu eline aldı, ağzı hafifçe aralandı.
“Theodore Pullmann…”
Panik Harry’nin büttün vücudunu sardı, kuşkuları doğrulanmıştı, Teodore Pullmann Kreacher’ı öldürmüş, ya da öldürenlere eşlik etmişti.
O sırada beklemedikleri bir şey daha oldu:
Büyük gümüş bir vaşak aralık duran kapıdan içeri girdi. Işıl ışıldı ve dumanların sardığı odayı aydınlatıyordu. Vaşak ağzını açtığında Kingsley’in kalın, derin sesi duyuldu; belirli belirsiz bir telaşla: Bakanlık saldırıya uğradı, ölü ve yaralılar var, dedi.
Vaşak koşarak uzaklaşırken Grines ve Harry birbirlerine baktılar. Harry’nin aklından Bakanlığa döneceğini yazan Ron, Japon Bakan ile görüşen Hermione, sık sık mesaiye kalan Mr Weasley geçti. Sonra da Wimple’ın ofisindeki Elwyn. İki Seherbaz da kapıya doğru fırlarken Harry’nin gözü yağmurla ıslanan pencereye ilişti. Renkli dumanların sardığı odaya dair son gördüğü şey parmaklıklara tutunan Ekrizdis’in yağmur altındaki çarpık yüzündeki sinsi gülümsemeydi.
ON BEŞİNCİ BÖLÜM
Büyük Keşif
Azkaban’dan Bakanlığa dönüşleri, Harry’nin hayatındaki en zor uçuşlardan biri oldu. Shacklebolt’un Patronus’u ölü ve yaralılar olduğunu söylemiş ama isim vermemişti. Harry’nin zihni ona oyunlar oynuyordu: Nasıl Grimmauld Meydanı Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nın merkeziyken dolaplardan birinden çıkan böcürt Mrs Weasley’in kucağında sevdiklerinin cesetlerine dönüştüyse; Harry de Atrium’da kendisini Ron, Hermione, Elwyn ve Mr Weasley’in cesetlerine sarılırken görüyordu. Sadece yolculuk zorlu bir hal aldığında, yakınlarda şimşek çaktığında ya da rüzgâr onları yön değiştirmeye zorladığında bu düşüncelerden sıyrılabiliyordu. Bulutların arasında süzülen biri kızıl biri kara iki leke görüntüsünde buharlaşabilecekleri güvenli bir mesafeye gelene kadar karanlıkla ve yağmurla boğuşup durdular.
Sonunda Bakanlığın girişine ayak basabildiler. Birkaç saniye sonra cüppelerinden ve ellerindeki süpürgelerden ahşap zemine sular damlarken Atrium’da etrafı kolaçan ederek, koşar adım yürüyorlardı.
Harry içten içe bir ikilem yaşıyordu: Bir tarafı Patronus’un onları tuzağa çekmeyi amaçlayan bir yem olmasını arzuluyordu; böylece sevdiği herkes güvende olacaktı. Öbür yanı ise acı gerçeği sanki biliyormuş gibi zihninde korkunç imgeleri döndürüp duruyordu.
Asansörlerin bulunduğu alandan ayak sesleri gelince oldukları yerde kaldılar; gelen Kingsley idi ve yüzünde Harry’nin daha önce hiç görmediği, kendisine hiç yakışmayan bir panik ifadesi vardı.
“Nihayet…”
Grines sinirini zorlukla kontrol ettiğini gösteren gergin bir ses tonuyla, “Burada ne oldu Kingsley?” diye sordu; “Saldırı kimden geldi? Ölen ve yaralanan kim?”
Shacklebolt bir an duraksadı, “Kim değil, kimler…”
Bu yanıt üzerine Harry’nin kalbi tekledi; o an zamanın durmasını istedi. Sanki Kingsley konuşmasa, içinde bulundukları anda çakılı kalsalar ölümler gerçek bir hal almayacak gibiydi. Kingsley’e kilitlenip kalmıştı.
“Wimple öldü,” dedi Shacklebolt. “Hedef, Deneysel Büyüler Dairesi’ydi,” diye de devam etti. “Theodore Pullman bir hainmiş… Burnumuzun dibinde dolaşan, bize gülümseyen, görünürde bizimle yürüyen aslında elinde hançerle doğru zamanı bekleyen bir hain…”
Arcanus acı bir sesle, “Biliyoruz, maalesef bunu çok geç fark ettik. Grimmauld Meydanı’ndan aldığımız kan örneği eşleşti,” diyerek Kingsley’in sözlerini doğruladı. Sonra da sanki tükürür gibi, “Nerede o hain?” diye sordu. “Onu hemen sorgulamak istiyorum.” Sanki gün boyunca çalışan, sorgulayan, Azkaban’a uçup geri dönen o değil bir başkasıydı.
Kingsley ifadesiz bir yüzle, “Bu maalesef imkânsız,” diye yanıtladı bu talebi. “Diğer ölen kişi o, hak ettiğini buldu,” diye devam etti. “Bu gece nöbet sırası Williamson’daydı. Davetsiz misafirler olduğunu fark edince, çevreyi kolaçan etmek için Deneysel Büyüler Dairesi’ne inmiş. Pullmann, içeri aldığı Lestrange, Nott’a karşılık Wimple ve Williamson kahramanca direnmiş.”
Korktuğu cevapları almadığı için bir nebze rahatlamış olan, bu yüzden hafif de olsa suçluluk duyan Harry, “Yoksa?” diye söze başladı, “Zaman Döndürücü?”
Kingsley bakışlarını yere indirdi, “Maalesef Zaman Döndürücü artık onların elinde.”
Harry kafasını iki yana salladı, “Hayır…”
Kingsley iki elini onu durdurmak istermiş gibi havaya kaldırdı, “Evet, Döndürücü ellerinde, ama endişelenecek bir şey yok. Bu haliyle hiçbir işlerine yaramaz.”
Grines onun sözünü keserek, kararlı bir şekilde, “Williamson ile konuşmak istiyorum,” dedi.
“Korkarım ki bu da şu an için imkânsız Arcanus. Arbede esnasında ciddi bir şekilde yaralandı. Bu yüzden onu St Mungo’ya nakletmek durumunda kaldık. Ron Weasley onunla beraber. Elwyn Baines sağlık durumunu takip ediyor.”
Harry panikle atıldı, “Elwyn nasıl? O iyi mi?”
Kingsley, “Elwyn iyi. Weasley’ler ve Hermione de olay sırasında Bakanlık’ta değildi,” diyerek teskin etti onu.
Harry bu sözler üzerine rahatladı, bir an önce onları görme isteğini dizginledi. Zaman Döndürücü çalınmış, uzun süredir korktuğu şey başına gelmişti. Harekete geçmeden önce felaketin boyutlarını tam anlamıyla anlamak istiyordu.
Grines de onunla aynı görüşteydi belli ki, “Bu kadar sohbet yeter. Haydi, aşağıya inelim. Gawain nerede?”
Kingsley yanıtladı, “Gawain ve diğer Seherbazlar aşağıda…”
Asansörle aşağı kata indiler. Deneysel Büyüler Dairesi’ne giden uzun koridordaki tablolar boştu. Damocles Belby ve Demyan Dung yerlerini tek etmişti. Belli ki tablolar gelişi güzel yollanan lanetlere hedef olmuş ve zarar görmüşlerdi. Harry davetsiz misafirleri Williamson’a haber verenlerin Belby ve Dung olup olmadığını merak etti.
Koridorun sonundaki çelik kapı yerinden çıkarak devrilmişti. Uzayan kulaklar kopmuş yerde hareketsiz duruyorlardı. Çelik levhaların bulunduğu dar oda meşalelerin boğuk ışığıyla aydınlanıyordu.
Cam koridora girdiklerinde Proudfoot bölmelerdeki çatlakları inceliyordu. Onları başıyla kısaca selamladı. Akvaryum camları belli ki iyi dayanmıştı. Koridorun sonundaki kapıyı geçtiklerinde ise tam bir keşmekeşle karşılaştılar.
İçerisi darma dağınıktı. Harry’nin Noel günü Zaman Döndürücü’yü gördüğü masa yere devrilmiş, duvardaki raflar parçalanmış, kitaplar yerlere saçılmıştı. Kingsley odanın uzak köşesini işaret etti, “Wimple’nın cesedini köşede bulduk. Pullman’ınki de Zaman Döndürücü’nün bulunduğu masanın dibindeydi. Williamson belli ki onlara arkadan yaklaşmış ve hainleri gafil avlamayı başarmış.”
Grines kuşkuyla odanın ortasına doğru yürüdü. Seherbaz Bürosu’ndan Maxwell’in asasıyla zemindeki kan lekelerini incelediği yerde durdu ve kafasını önce duvara sonra kapıya çevirerek kaşlarını çattı.
“Williamson’un söylediğine göre ilk başta şüphelileri sersemletmeye çalışmış. Ancak Wimple’ın üçe karşı bir durumda olduğunu ve ciddi ölüm riski taşıdığını fark ettiğinde Öldüren Lanet’i kullanmaya karar vermiş. Pullman o sırada ölmüş, ama Lestrange de aynı anda Wimple’ı öldürmüş. Lestrange ile Nott, Williamson’u yaralamış, Zaman Döndürücü’yü de alarak odayı terk etmişler.”
Kingsley bir süre konuşmadı. Grines odayı incelemeye başladı. Harry ise kafasındaki endişe, kuşku ve pişmanlıklarla boğuşuyordu. Wimple’ı uyarmıştı. Yaptıklarının tehlikelerini anlatmaya çalışmış ama o Harry’yi hiç dinlememişti. Sonuçta kendisi canından olmuş, Zaman Döndürücü ise tehlikeli ellere geçmişti. Seherbazlık Sınavı’nda kullanılan Döndürücü sadece birkaç saat geriye gidebiliyordu; Ölüm Yiyen’ler bu engeli aşabilecek miydi?
Harry bu sorunun cevabını bulabilmek için mantığını kullandı; kafasında Sirius, Remus, Ron ve Hermione ile Şamarcı Söğüt’te yaşadıklarını tekrar canlandırdı: Şahgaga’nın infazının gerçekleştirileceği gün Macnair baltasını indirdiğinde ve darbenin sesini duyduklarında Şahgaga’nın öldüğünü düşünmüşlerdi. Sonrasında Harry Sirius’u Ruh Emici’lerin elinden kurtarmaya çalışırken bilincini kaybetmiş ve hastane kanadında uyanmıştı. Geçmişe döndüklerinde ise tüm boşlukları kendileri doldurmuştu: gerçekte olayların gidişatını değiştiren zaman döndürücüyü kullanan Hermione ve kendisiydi. Şahgaga’yı kaçırmışlardı; Macnair baltasını meşe ağacına saplamıştı. Sirius ile Harry’yi kurtaran da Harry’nin kendi Patronus’uydu.
Eğer Zaman Döndürücü’nün tekrar çalışır halde Ölüm Yiyen’lere geçmesi Voldemort’un hayata dönmesini sağlasaydı şu anda bambaşka bir gerçeklik içinde olacaklardı. Belki de Voldemort Hagrid’in kucağında Hogwarts’a taşınan Harry’nin ölü olmadığını bilecek, işini oracıkta bitirecekti. Ya da Mürver Asa’nın sadakatinin rakibine karşı olduğunu öğrendiğinden Hogwarts Savaşı’ndan kaçacak ve asayı ele geçirebilmek için plan yapacaktı. Harry Zaman Döndürücü’nün hala kullanılmamış olmasından dolayı rahatladı.
Ama ya yanılıyorsa, henüz Zaman Döndürücü’nün çizdiği yeni kader henüz onları etkilemediyse? Aklından Voldemort’un aslında ölmediği ve ona ölmüş olduğu izlenimini bırakabilmek için bir yerlere gizlendiği ihtimali geçti. Bu ihtimal, bu belirsizlik tüylerini ürpertti. Birileri tarafından izleniyormuş gibi çevresine bakındı. Olay yerinde yaptıkları araştırma sona erene kadar bu rahatsız edici duygudan kurtulamadı.
Yarım saat geçmişti ki Grines Deneysel büyüler Dairesi’ndeki işinin bittiğini ilan etti. Tam o sırada her zamanki dinç ve keyifli halinin aksine son derece bitkin görünen Gawain Robards da odaya girdi, oflayıp poflayarak, “Hoş geldiniz. Şu karışıklığa bak…” dedi. Grines başını salladı, sanki yenilgiyi hazmedemiyormuş gibi, “Elimizde hiçbir şey yok, ne bir ipucu, ne de onları bulmak konusunda bir umut. Londra’da hatta İngiltere’de her yerde olabilirler.”
Robards merakla Kingsley’e baktı, “Onlara söyledin mi?”
Grines ile Harry aynı anda kafasını Robards’a çevirdi, “Bize neyi söyleyecekti?”
Kingsley’in elleri çenesindeydi, son derece düşünceliydi; “Doğru zamanı bekliyordum…” duraksadı; “Arcanus, Harry…”
İkisinin de bakışları gözlerini yere diken Kingsley’in üzerindeydi; Bakan sanki söyleyeceklerini düzene koymaya çalışıyordu, “Bilmeniz gereken bir şey daha var.”
Grines gözlerini Bakana, Hogwarts’tan beri dostu olan adama dikti. Bakışlarında karanlık bir yan vardı.
Kingsley odadaki seherbazlara seslendi: “Beyler, bir süre izin verir misiniz?”
Robards’ın peşinden odaya girmiş olan Proudfoot ve Maxwell kafalarını kaldırıp ona bir an yorgun gözlerle baktılar, ardından kapıdan çıktılar. Köşede devrilen kitaplığı incelemekle meşgul olan bir başka Seherbaz da onları takip etti.
Kingsley artık baş başa kaldıklarından emin olunca, “Beni takip edin,” dedi.
Az önce üçüncü Seherbazın incelemekle olduğu kitaplığa doğru yürüdü. Odanın doğu yönünde bir zamanlar Hortkuluk’lardan arta kalanların tutulduğu camekânlar tuzla buz olmuştu ve cam parçaları her yerdeydi. Kingsley asasını zemine doğrulttu ve büyülü sözleri fısıldadı. Birkaç saniye içinde ortaya bir geçit çıktı ve çerçevesi cılız bir ışıkla aydınlandı.
“Bu geçit…” diye fısıldadı Grines.
Kingsley huzursuzca, “Evet, burnumuzun dibinde, bu geceye kadar varlığından haberdar olmadığımız bir geçit… Sonunda ne olduğunu görene dek bekleyin,” dedi.
Harry ile Grines birbirlerine baktılar. Sonra da gözlerinin önünde beliren karanlık merdivenlerden inmekle meşgul olan Kingsley’i takip ettiler. Robards da hemen arkalarındaydı, “Lumos Maxima!”
Kingsley’in asası, karanlık ve nemli bir mahzeni aydınlatıyordu. Küf kokusu burunlarına doldu, çizmeleri su birikintilerine girdi. Etrafları ıvır zıvırla doluydu, ıslanmış, lekeli parşömenler, büyülenmiş tekinsiz nesneler vardı.
Kingsley, “Wimple’ın gizli ajandası, ne hırs ama? Teker teker inceleyemedik ama yasa dışı pek çok şey istiflemiş burada…”
Robards onayladı, “Burada hayatta olsaydı onu Azkaban’da uzun yıllar yatıracak nesneler var.”
Harry yıpranmış, kırık bir kafatasına bakarken ikisine hak verdi ve kafatasının buraya neden, nasıl geldiğini merak etti. Yürürken tavandan sarkan kara gölgelerden biri yüzüne değdi, ne olduğuna bakmak için kafasını kaldırdığında hemen pişman oldu. Kurutulmuş yarasaydı bunlar.
“Bekleyin daha…”
Kingsley asasını ileriye, tam karşıya tuttu. Duvarlara yansıyan ışık, gömme dolapların kapaklarını aydınlattı. Hepsi son derece eski ve paslıydı. Harry yakınındaki kapaklardan birinin koluna elini uzattı.
Kingsley onu durdurdu. Aynı anda kapak titremeye başladı ve yerlerinden sıçramalarına sebep oldu. Bir şey içinden çıkmaya çalışıyordu sanki.
“Orada bir Böcürt var. Aslında dolapların neredeyse hepsinde farklı bir tuzak ve yanıltma var. Biri hariç… Görmenizi istediğimiz şey bunun içinde.”
Elini en alt sırada, ortadaki kapağın koluna doladı ve durdu. Harry beklentiyle ona bakıyordu.
Kingsley sanki ikisini görecekleri şeye hazırlamak istermiş gibiydi, “Hogwarts Savaşı’ndan sonra hatırlarsan…” Grines’e baktı, “Lord Voldemort’un cesedinin akıbetinin ne olacağı konusunu uzun süre tartışmıştık.”
Harry’nin gözleri büyüdü, “Olamaz…” Konuşmanın nereye gideceğini anlamıştı. Kingsley sanki onu duymamış gibiydi. Grines onun gözlerinin içine bakarak “Ve neredeyse oy birliğiyle yakılmasına karar vermiştik,” dedi. Elini şaşkınlıkla alnına götürdü, “Ama bu yapılmadı öyle değil mi?”
“Hayır yapılmamış. Wimple herkesin bunun yapıldığına inanmasına izin vermiş,” diye yanıt verdi Kingsley.
Harry büyük bir öfkeyle, “Neden?” diye bağırdı. Aynı anda Arcanus Grines de benzer bir isyan anı yaşıyordu, “Merlin Aşkına!”
Kingsley onların bu tavrına rağmen sükûnetini koruyarak, “Bu odayı, içindekileri ve dolabı ilk gördüğümde aynı tepkiyi ben de verdim. Yakılan Voldemort’un cesedi değildi. Konor’un külleri incelemesine izin verirsek eminim ki aynı şeyi söyleyecektir. Tabi bunun için pek hevesli değilim.”
Harry, “O zaman bu kutuda…” diye söze başladı, kelimeler boğazına takıldı.
Kingsley başını salladı, “Evet, onun cesedi var, Lord Voldemort’un… Nott ile Lestrange bu geçidi açmış olmasa asla bulamayacak ve bilemeyecektik. Seherbaz Maxwell buraya girdi, ama dolabın içindekileri görmedi. Bu sır şu an için bu odadaki dört kişinin arasında…”
Bir an duraksadı ve sözlerine devam etti, “Onlara cesedin varlığını söyleyenin Pullman olduğunu düşünüyorum. Wimple sapkın deneylerini sürdürürken onun sırrına ortak oldu ve Ölüm Yiyen’leri burada yatan hazine konusunda bilgilendirdi. Eğer Williamson Deneysel Büyüler Dairesi’ne girildiğini anlayıp müdahale etmeseydi cesedi götürmeye planladıklarını düşünüyorum.”
Grines atıldı, “Artık şu cesedi görelim…”
Kingsley kuşkuyla kaşını kaldırdı, “Emin misin?”
“Görmeliyiz…” Grines kararlıydı.
Harry çok istekli olmamakla beraber içten içe Voldemort’un yüzünü tekrar görmenin ona kendisini nasıl hissettireceğini merak ediyordu. Bitmeyen bir kâbusun getirdiği bıkkınlık mı? Yoksa her şeyin aslında bitmiş olduğunu bilmenin huzur mu? Dumbledore bu sorunun yanıtını biliyordu tabi, ölümde bilinmezlik dışında korkutucu bir yan yoktu.
Kingsley ağır ağır kapağı açtı, kutudan cam bir akvaryum çıktı. İçinde yeşil renkte, ince bir köpük tabakasıyla sarılmış berrak bir iksir vardı ve kutu sallandıkça dalgalanıyordu. Kutu dolaptan çıktığında önce Lord Voldemort’un balmumunu andıran bulanık yılanımsı yüzü, sonra vücudunun belden yukarı kısmı ortaya çıktı. Ağzı hafifçe aralıktı, uyuyor gibiydi. Ama yarık şeklindeki iki burun deliğinde hiçbir hareket sezilmiyordu. O kadar iyi muhafaza edilmişti ki Harry onun gözlerini açıp, yılanımsı kızıl göz bebeklerinin ona bakarak esir almasına şaşırmazdı.
Kingsley “Bu iksir özel bir karışım, bedeni mükemmele yakın korumuş. Konor’dan incelemesini isteyeceğim,” dedi.
Grines cesede büyük bir nefret ve hor görüyle bakıyordu. Harry adamın hissettiği kinin neredeyse zangır zangır titremesine sebep olduğunu fark etti.
Kingsley cesedi saklayan bölmenin hemen yanındaki kapağı da açtı, ortaya dikdörtgen şeklinde buzdan bir kütle çıktı. Buz kütlenin bir kısmı erimiş, ufacık delikten bir kumaş parçası fırlamıştı.
Grines kaşlarını çattı, “Cüppe de gayet iyi durumda.”
Onlar cüppeyle ilgilenirken Harry tekrar Lord Voldemort’a kaçamak bir bakış attı. O haldeyken Sihir Toplumunda terör estiren bir caniye benzemiyordu. Düşündü, aslında önündeki beden bir kabuktu, bir zamanlar zalim bir ruhun taşıyıcısıydı. Önemli olan dışında nasıl göründüğü değildi, içinde neler gizlediğiydi. Beden, ruhu yokken değersiz ve anlamsızdı. “Peki, şimdi ne olacak?” diye sordu istemsizce.
Ona yanıt veren Kingsley oldu, “Yakacağız…” Bakışları teker teker tüm yüzlerde dolaştı. Voldemort’un cesedinin yok edilmesi için aylar önce emir verilmişti. Ama bu gerçeğe rağmen Grines de dâhil olmak üzere hiç kimse bu yanıtı beklemiyor gibiydi. En azından bu kadar çabuk yapılmasını…
“Bu kararı almamızın sebebi, onun Büyücülük dünyasındaki izlerini silebilmekti. Müritlerinin ya da ona sempati duyanların onu bir sembol haline getirip putlaştırmasını, etrafında toplanmasını engellemekti. Voldemort’a dair her şey yok olmalı.”
Robards onu onayladı, Grines de…
Kingsley tatmin olmuştu, sakince, “Bu iş bu odadan dışarı çıkmamalı. İnsanların onun peşine düşmesini göze alamayız. Harry?”
Herkes Harry’ye baktı. Birkaç saniye sonra, Harry hiçbir şey söylemeden, kararlı bir şekilde asasını çıkardı. Sessiz bir anlaşma yapılmıştı sanki aralarında. Bedeni yok etmek, ruhu yok edenin hakkıydı. Kimse itiraz etmedi, anlaşma sürdü.
Sadece bir kabuk, dedi içinden. Ruhsuz bir beden, bir kalıntı, deri ve et yığını… Voldemort’un gözleri açılacak gibiydi, sanki ona doğru atılıp elindeki asaya vurarak düşürecekti.
Sana nasıl düello edileceğini öğrettiler mi Potter?
Kırmızı gözler karanlıkta parıldıyordu.
Voldemort’un sesi aklında mı yankılanıyordu? Yoksa ceset konuşuyor muydu? Onu yakmak tekinsiz göründü Harry’ye, sanki yapmaması gereken bir şeymiş gibi, bir cinayet işleyecekmiş gibi. Ama bir yandan da Kingsley’in ne demek istediğini yavaş yavaş kavrıyordu. Ölüm Yiyen’ler Voldemort için geri dönecekti. Buna cesaret ederler miydi? Eh, Bakanlığa bir defa girmeye cesaret etmişlerdi. İşin ucunda böyle bir ödül olduğunda kendilerini dizginleyeceklerini sanmıyordu.
Harry asasını kaldırdı, duraksadı, Grines “İstersen…” diye söze başladı ama Harry sessizce kafasını iki yana salladı.
Bana çok sık, çok uzun süre sıkıntı verdin. AVADA KEDAVRA!
Voldemort’un sesi son defa kafasının içinde yankılandı. Harry yapılması gerekeni yapmak için ağzını açtı, “INCENDIO!”
Asasının ucundan oluk oluk alevler Voldemort’un cesedine döküldü ve anında vücudunu sardı. Kingsley, Robards ve Grines geriye adım attılar. Cesedi muhafaza etmeye yarayan iksir her neden oluşuyorsa alevleri güçlendiriyor gibiydi. Cesetle beraber sıvı da alev almıştı.
Voldemort şeklini kaybetmeye başladı, derisi yavaşça erirken ilk önce yüz hatları kayboldu. Sonra vücudu küçülmeye başladı. Birkaç saniye sonra alevler kendi kendine söndüğünde küller hafif hafif yanmakta olan iksirin dibine çökmüştü. Geriye ne kan ne de kemik kalmıştı.
Harry asasını indirdi, Grines elini omzuna koydu. Harry arkasını döndü ve gerisin geri merdivenlere doğru yürümeye başladı. Arkasından seslenen olmadı.
* * *
Harry, Grimmauld Meydanı’nda endişeyle bekleyen Hermione’nin yanına döndüğünde saat gece yarısını çoktan geçmişti. Sirius onu kapıda karşıladı ve mutfağa geçene kadar havlayarak bacaklarının etrafında dolanıp durdu. Harry beş dakikada bir saatine bakan Hermione’ye Azkaban’da geçirdikleri günün ve sonrasında olanların belki yarısını anlatmıştı ki bu defa Ron geri döndü, Hermione koşarak onun boynuna atıldı.
Ron yorgun ama halinden memnun bir ifadeyle, “Eh, her defasında böyle karşılanacaksam biraz fazla mesaiye hayır demem doğrusu,” dedi.
Hermione, “Buna çok alışma, arkandan geldim ama beni Bakanlığa almadılar, meraktan öldüm.” Şeklinde açıklama yaptı.
Ron sandalyelerden birine otururken, “Bu çok doğal,” dedi. “Seherbazlar dışında kimseyi almadılar. Herkes panik içindeydi. Sonuçta iki çalışan Bakanlığın ortasında öldürüldü.”
Harry hemen araya girdi, “Dahası da var.” Ron ile Hermione merakla ona doğru baktı.
Harry onlara Malfoy’un sorgusundan başlayarak her şeyi anlattı. Nott’un esrarlı sözlerini, Grines’in kuşkularını, Azkaban’daki mezarları, Ekrizdis’i, Borgin’in Nott ile karşılaşmasını ve sonunda Grines’in kuşkularının nasıl doğrulandığını…
Ron, Borgin ile ilgili iddiaları biliyordu, Knockturn Yolu’na gittiğinde yasak nesneleri keşfeden oydu ama Hermione anlatılanları ağzı açık dinledi.
“Pullman’ın bu kadar uzun süre ajanlık yapıp yakalanmamasına inanamıyorum.”
Harry bezgin bir tonla, “Kreacher öldürüldüğünde onun parmağı olduğunu anlamalıydım,” dedi. “Yurei ormanında bu ihtimal aklıma geldi, ama olan bitenin sınav olduğunu anladığımda üzerine çok fazla düşünmedim.”
Hermione büyük bir tedirginlikle, “Zaman Döndürücü artık onların elinde yani…” dedi.
Harry onun duygularını paylaşıyordu: “Evet, bu iş beni endişelendiriyor.”
“Şu anda Lord Voldemort’un geri döndüğü falan yok, ama Döndürücü’yü çalıştırmayı başarırlarsa…” Hermione sustu.
Ron araya girdi, “Wimple çalışmayacağını tekrarlayıp duruyordu.”
Harry başını iki yana salladı, “Siz son halini görmediniz, Wimple üzerinde bayağı çalışmıştı. Ama iyi haber şu: Voldemort hayatta değil, bizzat şahidim.”
“Nasıl yani?” diye sordu Hermione, Ron da tek kaşı kalkmış, Harry’ye bakıyordu.
Onlara Wimple’ın gizli odasını anlattı, orada gördüklerini ve Lord Voldemort’un cesedini. Cesedi nasıl yaktığını anlattığında Hermione’nin de Ron’un da ağzı açık kaldı.
“Korkunç! Voldemort’un cesedi ha! Wimple Bunu nasıl yapar? Nasıl böyle bir yalanı söyleyebilir?”
Ron da en az onun kadar şaşkındı: “Eh bu beklenmedikti…”
Harry, “Evet, gördüm, onu yok ettim,” diye başladı söze. ”Ama bence bir önemi yok, içinde ruh olmayan bir bedendi gördüğüm. Özetle şu an için Voldemort konusunda rahat olabiliriz.”
Hermione kendisini toparlamıştı, “Evet, bence de… Zaten hayatta olsaydı kaderimiz şimdiye dek çoktan değişmiş olurdu… Peki ya o heykel? Neden bu kadar önemli acaba?”
Olanları bir süre daha tartıştılar. Ron’un ağzı yırtılırcasına esnemeye başlaması üzerine yataklarına girdiklerinde günün ilk ışıkları perdelerin arasından içeri sızıyordu. Pikenin altına girdiğinde Harry’nin vücudu minnetle gevşedi.
Ama sabah onları büyük sorunlar bekliyordu.
Bakanlık’ın göbeğinde işlenen çifte cinayet gündeme bomba gibi düşmüştü. Rita Skeeter, Kingsley’in açıklamalarını manşetten, çatlayıp kan sızdıran bir Bakanlık Logosu eşliğinde vermişti, attığı başlık şu şekildeydi: KINGSLEY’İN DÜZENİ ÇÖKÜYOR. Haberin büyük bir kısmı da klasik Rita Skeeter imaları ve sert eleştirileriyle doluydu:
Büyücü toplumu Kim Olduğunu Bilirsin Sen yok edildiğinde artık barış ve huzur içinde yaşayacağını düşündüyse de görünüşe göre Yer Cücelerine Quidditch öğretmeye çalışan Barnabas Stultus gibi feci halde yanıldı. Çünkü Kingsley Shacklebolt’un Nott ve Rodolphus Lestrange’in Hogwarts arazisinde kirişi kırmasıyla iksir sızdırmaya başlayan kazanı, Diagon Yolu soygunuyla çatladı, Potter’ın Ev Cini’nin öldürülmesiyle delindi ve son olarak dün gece geç saatlerde Ölüm Yiyen’lere katıldığı anlaşılan Theodore Pullman’ın Gilbert Wimple’ı öldürmesiyle paramparça oldu. Bakan, sihrin kalesinde gerçekleşen bu olay hakkında, Bakanlık Sözcübüyücüsünün acılı büyücü ailelerine ilettiği taziyeden daha kayda değer bir açıklama yapmazken toplum refahını korumakla yükümlü Gawain Robards’ın olayın üzerine Bakanlık’a meşe şarabının etkisinde körkütük sarhoş halde geldiği iddialarına da açıklık getirmedi. Shacklebolt’un Bakanlığın göbeğinde çöreklenmiş hainin varlığını fark etmemiş olan Gawain Robards’ı görevden alıp almayacağını ya da bizzat istifa edip etmeyeceğini zaman gösterecek.
Atrium’daki Gelecek Postası kioskunun önünde eğilip 5 knut bırakan Ron nefretle, “Bu kadın…” diye söze başladı tükürür gibi, uygun bir hakaret bulamayınca “…şartlı tahliye edilmemiş miydi? Bakan Kingsley bu pislikleri yazmasına nasıl izin verir?” diye söylendi.
Hermione, “Kingsley belli ki apaçık bir iftira ya da hakaret içermediği sürece Rita’ya karışmak niyetinde değil. Bunu yaparsa Scrimgeour ya da Fudge’dan hiçbir farkımızın kalmayacağını düşünüyor olmalı. Haklı da,” dedi.
Harry de Ron’un elindeki gazetede ilgili haberde göz gezdirdiğinde gerçekten de hakaret sayılacak bir şey bulamadı. Sadece Robards ile ilgili iddialar vardı o kadar. Biraz da bu duruma sinirlenerek, “İşin kötüsü Rita çok da haksız değil, resmen hep beraber ayakta uyuduk,” dedi.
Ne Ron ne de Hermione bu söz üzerine herhangi bir yorum yapamadı.
Okuyucu yorumlarında da mutsuz ve huzursuz bir hava hâkimdi. Doksan yedi yaşında olduğunu ama Fudge rejiminde Azkaban’dan yaşanan toplu kaçıştan beri bu kadar büyük bir rezalet görmediğini iddia eden Phil Ponsonbye, Potter ve Weasley gibi çömezlerin kabul edildiği bir bürodan her türlü rezaletin beklenebileceğini söylüyor, “oldu olacak Hogwarts birinci yılda süpürgeye binebilen tüm öğrencileri büroya alın” diyordu.
Bu haberin hemen altındaysa savaş muhabiri Adkins Sapperton’un olayı detaylı bir şekilde anlatan haberi vardı. Girişten anlaşıldığı kadarıyla Elwyn Baines’ten Williamson’un yaralı olduğunu uyuduğunu ve onunla konuşamayacağını öğrenmiş ama bu durum onu durdurmamıştı. Odayı koruyan tılsımları alt ederek bulduğu bir testralle pencereden girmişti. Ama Williamson olayı neredeyse hiç hatırlamadığından odada bekleyen Seherbazdan öğrendikleriyle yetinmek durumunda kalmıştı.
Harry görüşmeye başladıklarından beri ilk defa Elwyn’in adının bir yerde geçmesinin onu heyecanlandırmadığını fark etti. Tam tersine bir süredir Luna’nın Grimmauld Meydanı’nda kutlama yaparken söyledikleri kafasında dönüp duruyordu.
Aslında Ginny de gelmeyi çok istiyordu.
Ama muhtemelen Harry Elwyn ile olduğu için gelmedi.
Bence senden hala hoşlanıyor.
Luna ve onun rahatsız edici doğruculuğu…
Harry Luna’nın yalan söylediğine daha önce hiç şahit olmamıştı. Ginny onun Hogwarts’taki belki en iyi dostuydu ama onları barıştırmak için dahi olsa bunları uydurmuş olabileceğini hayal edemiyordu. Acaba Harry onunla John Beresford arasında olanları yanlış mı yorumlamıştı? John Beresford’un Ginny ile yakınlaşmaya itiraz etmeyeceğini adı gibi bilse de bunun için Ginny’yi suçlayabilir miydi? Öte yandan kendisiyle Elwyn konusunda Ginny’nin şikâyet etmeye hakkı vardı. Kreacher öldürüldüğünde Harry’nin hayatı için endişelenerek Grimmauld Meydanı’na gelmiş ve onu Elwyn ile görmüştü. Harry bunları düşündüğünde büyük bir suçluluk duydu. Ama olanları nasıl düzelteceğini de bilmiyordu. Belki son üç yıldır kim bilir kaçıncı defa kendi kendine Keşke Sirius hayatta olsaydı dedi.
Kingsley Shacklebolt gerçekten de Hermione’nin söylediği gibi Rita Skeeter’ı suçlamak yerine hatayı kendisinde aramayı tercih etmiş ve Gelecek Postası’nın yayın politikasına müdahale etmemişti. Bakanlık’ta sıkıyönetim ilan edilmiş, giriş ve çıkışlarda kontroller artırılmıştı. Pullman’ın hain olduğunun ortaya çıkmasının ardından herkes etrafına kuşkuyla bakıyordu. Mr Weasley, Ron ve Harry’ye birçok çalışanın birbirini temelsiz iddialarda bulunarak ihbar ettiğini anlattı.
“Sihir Bakanlığına kaosun hâkim olduğunu inkar edemeyiz.”
Bunlar olurken Harry ve Ron’un saha görevleri de giderek artmaya başladı. Sadece Londra değil, Norfolk, Cambridge ve Brighton başta olmak üzere Nott ile Lestrange’in saklanma ihtimali bulunan her yer araştırılıyordu. Görgü şahitleri dinleniyor, sihir görmüş yerler inceleniyor, terk edilmiş şatolar ve malikâneler aranıyordu. Mayısın sonunda artık Bakanlık bir defa daha başarısız olduklarını, bu işin samanlıkta iğne aramaya benzediğini kabul etmek zorunda kaldı.
Kingsley ve Arcanus Grines muhtemelen bu başarısızlığın verdiği sorumluluk ve yetersizlik duygusuyla neredeyse her gece fazla mesai yapıyordu. Özellikle Grines fazlasıyla asabileşmişti, büroda gördüğü en ufak hatada parlıyor, hatanın sahibini azarlıyordu. Bu noktaya gelen tek kişi o değildi. Hermione de Feci Yorucu Büyücülük Seviyesi sınavları yüzünden strese girmişti; Haziran ayındaki ilk sınavlardan önce sık sık öfke krizine yakalanmaya başladı. Ayrıca Harry, Ron ve Hermione için önemli diğer tarihler de büyük bir hızla yaklaşıyordu: 19 Haziran’da Hogwarts’ta yapılacak mezuniyet töreni, bir de tabi ki Ron ve Hermione’nin 14 Ağustos için planlanan düğünleri…
Harry Hogwarts’ta yapılacak mezuniyet töreni konusunda da karışık duygular içindeydi, bir yanı John Beresford’a haddini bildirmek için sabırsızlanırken, diğer yanı Ginny ile tekrar görüşeceği için endişeliydi. Zaman geçtikçe olanlar, yaşanan sorunlar gözünde küçülüyor, kırgınlığı azalıyordu. Tekrar görüşürlerse yelkenleri suya indireceğinden endişeleniyor, öte yandan bunun Elwyn’e de ciddi anlamda haksızlık olacağını düşünüyordu.
Elwyn belki de onun bu karmaşık hislerini fark ettiğinden aralarına mesafe koymuş, kendi kabuğuna çekilmiş gibiydi. Harry onu mezuniyet törenine davet ettiğinde isteksiz davrandı. Daveti kabul etmesi için Harry’nin Kingsley, Grines, Robards başta olmak üzere herkesin orada olacağını hatırlatarak ısrar etmesi gerekti. Ama bir yandan da Elwyn’in içinde bulunduğu bu durumun geçici olduğunu ve onun Hermione gibi yaklaşan sınavlar yüzünden bu halde olduğunu düşünerek biraz daha alttan almaya karar verdi.
Hermione, Mortimer Thornburn’den gerekli izinleri alıp Hogwarts’taki sınavlara girdiğinde evdeki gerilimin azalacağını düşünen Ron ondan daha çok sevindi. Her ne kadar Hermione Grimmauld Meydanı’na döndüğünde muhtemelen tüm derslerden kaldığını iddia etse de, Sıradan Büyücü Düzeyi sınavlarında da aynı şeyleri söyleyip neredeyse tüm derslerden Olağanüstü aldığını hatırlayan Ron ve Harry onu pek ciddiye almadılar. Sınav sonuçları ancak Haziranın üçüncü haftasında baykuş postasıyla ulaştırılacaktı, bir süre için en azından huzur içinde olacaklardı. Ya da en azından öyle umdular.
ON ALTINCI BÖLÜM
Dostları ilə paylaş: |