Arcanus Grines’in Sırrı
Harry, tehditkâr yağmur bulutlarıyla kaplanmakta olan gökyüzünde süzülüyordu yine. Kızıl Pelerin’i esen serin rüzgârla dalgalanıyordu. Normal şartlarda evinin penceresinden bakan bir Muggle Harry ile Arcanus Grines’i gökyüzünde biri kırmızı bir siyah iki leke olarak görebilir, polisi arama ihtiyacı duyabilirdi. Ama iki Seherbaz da Hayalbozan Büyüsü’yle meraklı gözlerden korunuyordu.
Yağmur geliyor diye geçirdi içinden Harry. Şaşırtıcıydı bu, çünkü Hogwarts’taki Quidditch maçı boyunca tek bulut yoktu gökyüzünde. Bunu uğursuz bir işaret olarak almalı mıydı?
Endişeli ama heyecanlıydı. Sonunda artık bazı cevaplar alacağını biliyordu. Theodore Nott Azkaban’daki hücresinde onu bekliyordu. Neden diğer Seherbaz’larla değil doğrudan ve sadece Harry ile konuşmak istediğini merak etmiyor değildi, ama bunun şimdilik önemi yoktu. Etraflarında örülen gizemlerin aydınlanmasına sadece birkaç dakika kalmıştı. Yorgundu ama nedense öyle hissetmiyordu. Aylardır süre gelen çaresizliğin ardından sonunda biri yakalanmıştı. Bu düşüncenin yarattığı coşku hissettiği başka her şeyi perdeliyordu.
Ondan birkaç adım yüksekte, doğu yönünde uçmakta olan Arcanus Grines’e kaydı aklı. Odaklanmış, kararlı bir şekilde bulutların arasında süzülüyordu o da. Sessiz bir adamdı Grines ama Harry bu sessizliğin aldatıcı olduğunu, onun kafasının da en az kendisininki kadar dolu olduğunun farkındaydı. Kingsley onun kendisini komplo teorilerine fazlaca kaptırdığını söylese de bugüne dek pek çok endişesi doğru çıkmıştı. Ölüm Yiyen’lerin ülkeye geri döndüğünü, Pullman’ın ihanetini, Harry’nin gördüğü rüyalarında saklı gizemi tahmin etmeyi başarmıştı. Harry başta Daire Başkanı’na karşı ciddi kuşkular beslemiş olsa da o gün geldikleri noktada yeteneklerini bizzat görmeyi başarmış ve Voldemort’un Grines’i neden bu kadar ısrarla istediğini anlamıştı. Kingsley’in tecrübeli bu kadar Seherbaz varken neden Grines’i bu pozisyona getirdiği açıkça ortadaydı.
Azkaban rotasını artık ezberlemişti; gözü kapalı adaya gidip oradan Londra’ya geri dönebilecek durumdaydı. Norfolk’u geçtiklerinde uçsuz bucaksız deniz vardı artık altlarında. Gözlerini kapayıp ciğerini iyot kokusuyla doldurdu. Birkaç dakika sonra nihayet alçalmaya başladılar, ayakları yere değer değmez süpürgelerini ellerine alıp koşar adım dış kapıya ve içeri girdikten sonra da avludan geçerek ana binaya yönlendiler.
Onlara Azkaban’ın kapılarını açan Proudfoot oldu. Harry ve Grines ile tek kelime bile etmeden içeri dalıp süpürgelerini girişe bıraktılar. Harry aceleyle etrafına bakındı, Azkaban’ın hayaleti Ekrizdis görünürlerde yoktu. Buna memnun oldu çünkü tamamen Nott ile aralarında geçecek konuşmaya odaklanmak niyetindeydi.
Merdivenlere adımlarını atar atmaz bu defa Maxwell yanlarına geldi, kuleye çıkarken onlara bir süre eşlik etti. Arcanus Grines:
“Herhangi bir gelişme var mı?” diye sordu ona kafasını dahi çevirmeden.
Maxwell huzursuzca, “Hayır,” dedi. “Hala konuşmamakta ısrarlı… Her şeyi sadece Harry Potter’a anlatacağını tekrar edip duruyor” diye tamamladı sözlerini. Sonra da çekine çekine,
“Bu arada, Bakan Shacklebolt ve diğer Seherbaz’lar hala gelmedi” bilgisini verdi.
Bu durum Harry’yi şaşırttı. Bu kadar büyük bir tutuklamadan sonra Kingsley’in ilk iş yanında Seherbaz’lardan oluşan bir orduyla Azkaban’a geleceğini düşünürdünüz. Muhtemelen Grines onunla aynı fikirde değildi ki duyduklarına karşı kafasını sallamakla yetindi, “Bakan’a haber verildi, kısa sürede burada olacaktır. Şu anda herkesi buraya toplayıp Bakanlık’ta güvenlik açığı yaratamayız. Artık dersimizi aldık.”
Azılı suçluların tutulduğu üst katlara çıkarken, “Siz Proudfoot ile nöbetinize devam edin. Onun konuşmaktan vazgeçmesine sebep olacak bir hata istemiyorum” şeklinde kestirip attı. Maxwell ikisini de başıyla selamlayıp gerisin geri döndü ve koşar adım aşağı indi.
Grines hücreye birkaç adım kala durdu, Harry’ye dönerek, “Üstünü aradık. Tehlikeli hiçbir şey yok, hücre tamamen güvenli görünüyor” diye söze başladı. “Fakat Nott çok kendinden emin konuşuyor ve hiçbir şekilde endişe ya da korku içinde değil. Seni kışkırtmaya çalışacağından eminim. Odaklanmaya çalış. Bizim için şu anda tek önemli şey Lestrange’in bulunması ve Zaman Döndürücü’yü yeniden ele geçirmek. Bunca zaman gölgelerde gizlenip hatasız oynadıktan sonra aniden ortaya çıkması pek hayra alamet değil.” Harry başını salladı, Grines yüzünde ciddi bir ifadeyle hücreye doğru yürüdü, büyülü sözleri fısıldayarak asasını salladı ve kapı aralandı.
Theodore Nott sandalyede parmaklıklardan sızan ay ışığının altında, gölgelerin arasında oturuyordu.
Harry ona biraz daha yaklaştı…
Üzerinde yıpranmış, kahverengi bir takım elbise vardı. Kollarındaki ve omuzlarındaki dikişler patlamıştı. Yağlı saçları tel tel anına dökülüyordu. Pantolonunun rengi atmıştı. Bu haliyle Sirius’un Azkaban’dan kaçtığı dönemdeki haline benzemiyor değildi. Adam kaçak olmanın getirdiği yoksunluğun ve sefaletin tartışmasız izlerini taşıyordu. Bütün bunlara rağmen Harry ile Arcanus Grines’in içeri girdiğini gördüğünde sırıtmaya başladı. Ağzını açtığında çürük, kapkara dişleri göründü. Sesi hırıltılıydı:
“Harry Potter… Sonunda…”
Harry tam karşısında dimdik durdu, “Theodore Nott… “ Karşısındaki sandalyeye oturdu, “Konuşmaya başla bakalım…”
Nott onun omzunun üzerinden baktı, Grines’i işaret etti: “Mahremiyetimizi korumak isterim…” Sevimsiz sevimsiz güldü. “Söyleyeceklerim seni ilgilendiriyor, onu değil…”
Harry bir an bekledi. Herhangi bir hareket gelmeyince kafasını hafifçe çevirdi. Grines onu görmüyordu bile, öldürücü bakışlarını Nott’a yöneltmişti. Harry onun bir an için öfkesine yenileceğini düşünse de Grines kendisini topladı, gece karası pelerinini savurarak arkasını dönüp dışarı çıktı. Kapıyı öyle kuvvetli çarptı ki bütün kule temellerinden sarsıldı.
Nott kafasını iki yana sallayarak cık cıkladı, “Ne kadar da öfkeli bir adam… Gerçi Lestrange onun bu yönünden bahsetmişti, Bakanlık’ta görev verdiğiniz Büyücülere bir öfke testi yaparsanız fena olmaz.”
Harry sakince, “O mükemmel bir Seherbaz… Eh, seni buraya tıkmayı başarması da bunu kanıtlıyor…”
Nott onun bu sözleri üzerine gülmeye başladı, iki büklüm hale, “Ah! Kusura bakma… “ dedi. “Pardon ama sana beni onun yakaladığını mı söyledi?”
Harry Grimmauld Meydanı’nda Grines ile aralarında geçen konuşmayı hatırlamaya çalıştı, Nott’un yakalandığı kendisine söylemişti ama bunun nasıl olduğundan bahsedilmemişti. Yine de bozuntuya vermedi.
“Önemli olan öyle ya da böyle burada bir sandalyeye bağlı tutuluyor olman. Uzun bir süre de böyle kalacağın çok açık…”
Nott küçümser bir ifadeyle, “Neye dayanarak Potter?” diye sordu.
Harry sabırla, “Hogwarts Savaşı’nda Lord Voldemort ‘un tarafında savaşmış olmana, Kreacher, Wimple ve hatta Pullman cinayetlerine karışmana dayanarak…”
Nott yeniden sırıtmaya başladı, “Cinayet işlediğime dair herhangi bir kanıtınız var mı?”
Harry kayıtsızca, “Hogwarts Savaşı’nda yaptıkların için şahit bulma konusunda sıkıntı çekeceğimizi sanmıyorum. Öte yandan diğer cinayetlere gelince, her şeyi bana anlatacağını söylediğini sanıyordum. Artık konuya girelim mi? Saat çok geç oldu ve Azkaban’dan Londra’ya uzun bir yol beni bekliyor. Sabah da seni uzun süre burada tutmak için bir sürü rapor hazırlamam gerekecek.”
Nott en az onunki kadar umursamaz bir ifadeyle, “Ben sözlerimi bitirdiğimde Potter, pek Londra’ya gitmek isteyeceğini sanmıyorum.” Çürük dişleri ışıldadı.
Harry kaşlarını kaldırdı, “Sen neden bahsediyorsun?”
Nott, “Eh, beni Grines yakalamadı, aslında benim teslim olduğum söylenebilir, seninle baş başa, rahatsız edilmeden konuşabilmek için…”
Harry meraklanmıştı, bunu Nott’a hissettirmek istemese de içten içe endişelenmeye başlıyordu. Nott onun bilmediği pek çok şeyi biliyor gibiydi. Grines’in belirttiği gibi bu özgüveni hiç de hayra alamet değildi. Ayrıca Grines onun nasıl yakalandığını neden anlatmamıştı ki?
Yutkundu, ardından da kendinden emin göründüğünü umarak: “Bu kadar boş konuşma yeter, anlat bakalım…” dedi sertçe.
Nott derin bir nefes alıp oturduğu sandalyede dikleşti, “Nereden başlayayım? Ne bilmek istersin?”
“Hogwarts Savaşından sonra Bakanlık Yasak Orman’ı karış karış aradı ama izinizi kaybettirdiniz. Bizden nasıl kaçtınız?”
Nott, “Senin de muhtemelen çok iyi bildiğin gibi Potter, Hogwarts’ın savunması dışarıdan içeriye sızma girişimlerini engellemek üzerine tasarlanmıştır, içeriden dışarıya sızma girişimlerini engellemek üzerine değil.” Biraz bekledi, konuşmanın tadını çıkarıyordu adeta, “Lestrange ile gece vakti Testral’lerin sırtında kaçtık. İkimiz de yaralıydık, kan kokusuna gelmişlerdi. Biz de ayağımıza kadar gelen fırsatı değerlendirdik.”
Harry bu cevabı hazmetmekte zorlandı; gerçeği bilince ne kadar basit geliyordu! Dumbledore’un Ordusu ile Sirius’u kurtarmak için Londra’ya uçtuklarında kendileri de aynı yöntemi kullanmamışlar mıydı? Çoğu insana görünmeyen Testralleri ve Hayalbozan Büyüsü’nü kullanarak kaçmak ne kadar zor olabilirdi? Hemen kendisini toparlayıp sorgusuna devam etti:
“Voldemort’un sana emanet ettiği, Borgin ve Burkes’e götürdüğün yadigâr neydi? Tüm Bakanlık peşinizdeyken neden riske girip onu geri alma ihtiyacı duydunuz? Little Hangleton’da ne arıyordunuz?”
Nott gülümsedi, “Ooo… Hızlı gidiyorsun Potter. Bunların hepsini bir anda anlatırsam sürprizin tadı kaçar. Ama emin ol, bu gece hepsini öğreneceksin.”
Harry kaşlarını çattı, “Grimmauld Meydanı’na neden girdiniz? Kreacher’ı neden öldürdünüz?”
Nott dudaklarını büktü, “Ev Cini’ni Pullman öldürdü” Sanki Harry’yi inandırmak istermiş gibi, “Emin ol Potter sadece ayakaltından çekilsin istedik, o zavallı yaratık bize direndi. Biz sadece senin peşindeydik, onun yüzünden neredeyse enseleniyorduk.”
Harry nefretle yumruklarını sıktı, kendisini zor zapt ederek sordu: “Neden?”
Nott onun gözlerinin içine baktı, başını iki yana salladı. Harry’nin içindeki öfke daha da yükseldi.
“Neden? Zaman Döndürücü nerede? Lestrange nerede saklanıyor?” Öfkesine dört elle sarılarak onu zorlamaya çalıştı. Nott aniden ciddileşti,
“Güzel, meselenin aslına yaklaşıyoruz… Zaman Döndürücü Lestrange’te…”
“Yani?”
Nott dudak büktü, “Çok komik… Gerçekten çok komik…” Dik dik Harry’ye baktı. “Neredeyse kafanızı pencereye dayamış olmanıza rağmen bizi bulamamanız…” hırıltılı bir sesle güldü. “Her şatoya, her yıkıntıya baktınız, tüm hanları dolaştınız, sihrin izini sürdünüz, çok yaklaştınız ama bizi bulamadınız.”
Aklına aniden gelmiş gibi, “Bu arada saat kaç?” diye sordu. Kafasını pencereye çevirdi ve gökyüzünde parlayan aya baktı.
Harry bıkkınlıkla on yedinci yaşında kendisine hediye edilen saati çıkardı, “Saat üçe geliyor ve bana hala doğru dürüst bir şey anlatmış değilsin, gerçekten sıkılmaya başladım…”
“O zaman ilgini çekecek şeyler anlatmanın zamanı gelmiş” dedi Nott, yüzünde çarpık bir gülümseme belirdi.
“Beni affet Potter, gerçekten yoğun bir gündü. Doğru zamanın gelmesini çok uzun süre beklemiştik ama buna değdi diyebilirim. Neredeyse tüm gece süpürge tepesindeydik, indiğimizde de gizlendiğimiz yerde çok uzun süre beklemek zorunda kaldık.”
Harry’nin içinde kötü bir his belirdi tekrar. “Neyi, kimi?”
Nott’un sırıtışı derinleşti, “Hogwarts Ekspresini…”
Harry karın boşluğuna bir yumruk yemişti sanki. Nott onun sözlerini hazmetmesini bekledi, konuşmanın her anından zevk alıyor gibiydi.
“Neden? Ne için?” Sesi fısıltı halini almıştı. Sorusunun cevabını duymak istemiyordu. Korktuğu şey…
Nott söyledi onu, “Kızıl saçlı küçük sevgilini alabilmek için…”
Bu sözler Harry için şok etkisi yarattı, daha kendisi dahi ne olduğunu anlamadan ileri atılmıştı, elleri Nott’un yıpranmış yakalarına yapışmıştı. Adamı kukla gibi sarsıyordu.
“Sen… Neden bahsediyorsun?”
Nott kahkahalarla gülerken bir yandan konuşuyordu, “Herkes öyle sarhoştu ki… Kılık değiştirdiğimizi fark etmediler bile… O kalabalıkta Hogsmeade istasyonunda Seherbaz’lar ben kendimi ifşa ettiğimde üstüme çullandılar… Lestrange kızı tam o anda, ben dikkatlerini dağıttığımda herkes bana doğru koşuşturmaya başladığında aldı!”
Harry öfkeden çıldıracak gibiydi, “Yalan bu! Benimle oyun oynuyorsun!” Nott’u itti. Adamın Ssandalyesi duvara çarptı, iki ayak üzerinde yaylandı ve tekrar yerde sabitlendi.
Nott’un ağzının kenarından kan sızıyordu, muhtemelen Harry o keşmekeşte istemeden dudağını patlatmıştı. Ağırdan alarak, “Bana inanmayacağını biliyordum. Grines’in beni arayarak ceplerimi boşaltacağını da tahmin etmiştim… Bu yüzden şimdi yanıma gel ve ceketimin astarına bak…”
Harry ona büyük bir nefretle ona baktı, “Eğer bu bir oyunsa…”
Nott büyücü satrancı oynayan birinin dikkatli gözleriyle, “Zaman daralıyor,” dedi. “Beklemek istiyorsan bana uyar… Zamanım bol…” diye devam etti. Sanki karşısındakini tartıyor gibiydi.
Harry karşı hamle bekleyip tedbiri elden bırakmayarak elini onun yakasına attı, bir süre el yordamıyla arandıktan sonra eline bir şey takıldı, çekmeye çalışmasına rağmen gelmedi, belli ki sihirle yapıştırılmıştı. Asasını doğrultarak, Reducto dedi, Elini çıkardığında avucunda yeşil nilüfer yaprağı vardı, Ginny’nin elbisesinden alınmıştı. Kafasını kaldırdı.
Nott ona bakarak sırıttı, “İstasyondayken aldık, seni ikna etmek için. Grines üzerimde bir silah aradı, eh bu bir silah değil ama daha etkili değil mi?”
Harry kendisini tutamadı ve bu defa yumruğunu çenesine patlattı. Nott bir defa daha duvara çarptı, ardından dengesini buldu. Ceketine kan bulaşmıştı. Ağzına dolan kanı yere tükürdü.
“Bana vurmak onu geri getirmeyecek Potter!”
Harry için artık hiçbir kuralın önemi kalmamıştı, az önce yaptığından dolayı soruşturma açılabilirdi ama hiçbir şey umrunda değildi. “Sadece bir defa soracağım: Nerede o?” Zangır zangır titriyordu ve sesi hiddet doluydu.
Nott ondan istediği cevabı esirgemedi: “Aradığın cevap sol kolumun manşetinde gizli…”
Harry hiç sakınmadan elini sertçe Nott’un ceketinin koluna attı, iki eliyle manşeti yırttı ve kolu parçaladı. Sarımsı bir renk almış gömleğin düğmesini çözdü ve onu da yırttı. Ona vurmak istemediğinden kendisini bu şekilde rahatlatmaya çalışıyordu. Gerçekten de adamın söylediği gibi ufak bir parşömen parçası dikilmişti oraya. Büyü yardımıyla parşömeni yerinden söktü:
Slytherin Malikânesi Norfolk’ta
Baconsthorpe Şatosu olarak bilinen yerdedir.
Harry afallamış şekilde kafasını kaldırdı, “Fidelius büyüsü… Bu yüzden sizi bulamadık…” kafasında parçalar birleşiyordu artık. Nott bu parşömeni ona vererek Sır Tutucu yapmıştı. Bir tuzağa çekilmekte olduğu aşikârdı, ama içine dalması da kaçınılmazdı. Ölüm Yiyen’ler kaçak oldukları sürede üç cinayete karışmışlardı, Harry’nin bir dördüncüsüne hele ki son kurbanın Ginny olmasına izin vermeye niyeti yoktu.
“Gün doğana kadar vaktin var Potter…” dedi Nott. “Slytherin Malikânesine gidip vaktinde teslim olmazsan, Lestrange kızı öldürecek…”
Kanla dolu ağzında yine bir sırıtış belirdi, “Eh, geç kalsan bile en azından intikam almak için hala vaktin olur…” Nott sırıtmaya başladı, sonra aniden şaşkınlıkla irkildi ve sol koluna baktı. Harry’nin az önce sıyırmış olduğu kolda sadece bir yara izi vardı. Harry’ye Slytherin Şatosu’nun yerini açıklayıp Ginny’nin rehin olduğunu bildirdiği anda Karanlık İşaret tekrar belirmişti.
Karanlık İşaret yeniden yükseldiğinde seçilmiş kişi en zor seçimle sınanacak.
Ginny tehlikede…
Ya karanlık yükselecek ya da onun için en acı şafak sökecek…
Geç kalırsam ölecek…
Kehanet doğru çıkıyordu işte… Ürperdi…
Artık kaybedecek vakit yoktu. Nott haklı çıkmıştı, Londra’ya değil Norfolk’a dönecekti bu gece. Ginny’nin yaşamı buna bağlıydı, eğer yapabilirse yaranın yeniden belirmesine sebep olan her neyse onu da yok edecekti. Son defa, herkes için yapacaktı bunu.
Harry arkasını dönüp hücrenin kapısına yapışmak üzereydi ki kapalı kapı adeta içeri doğru patladı. Arcanus Grines tüm hışmıyla içeri girdi ve asasını Nott’a doğrultarak bağırdı: “Sersemlet…” Işın vücuduna isabet ettiğinde Nott gevşeyerek sandalyesinde yığılıp kaldı.
Harry olayın şaşkınlığını üstünden atmaya çalışırken bu defa asanın ona doğru döndüğünü fark etti, kendisini korumak için kendi asasını elinden geldiğince hızla kaldırdı ama çok geçti, Grines haykırdı: “Petrificus Totalus!”
Harry bir an olduğu yerde dondu kaldı, parşömen elinden uçtu gitti. Devrilirken kafasını sert bir şekilde yere çarpıp Grines’in çizmesinin dibine yığıldı. Düşürdüğü parşömen hemen burnunun ucundaydı.
Grines’in eğildiğini, parmaklarının parşömeni kavradığını gördü. Takip eden kısa sessizlik boyunca Grines parşömende yazılı olan adresi okudu ve Harry artık öldürücü darbeyi beklerken onu yanıltarak kara pelerinini savurup hücrenin kapısından çıkıp gitti. Savurduğu parşömen havada süzülüp ağır ağır yere konarken Harry çaresizce izlemekle yetindi.
Vücudunu hareket ettirmeye çalıştı ama başarısız oldu. Her dakikanın önemi varken, Ginny Rodolphus Lestrange’in elindeyken Azkaban’da bir hücrenin zemininde hareketsiz yatıyordu. Kendi aptallığına kızdı, belki de Ginny’nin canına mal olacak bir aptallıktı bu. Arcanus Grines’in ona neden saldırdığını anlamakta güçlük çekiyordu. Zaman Döndürücü’nün mü peşindeydi? Bakanlık’tayken almak için defalarca fırsat geçmişti eline. Ama bunu yapmamıştı. Ölüm Yiyen’lerin tarafında mıydı? O zaman Harry’yi neden buraya getirmişti ki? Yerine Çok Özlü İksir içen biri mi geçmişti? Bu da bir ihtimaldi ama sonuçta ona zarar vermemiş, etkisiz hale getirmeyi tercih etmişti.
Panik yavaş yavaş vücudunu sarıyordu. Her geçen saniyede Ginny’yi kurtarma umudunun azaldığını hissediyor yeniden gücüne kavuşmak için aklı bir makine gibi çalışıyordu. O bu şekilde debelenirken ayak sesleri duyuldu. Biri koşarak hücrenin kapısına geldi ve durdu. Harry tüm benliğiyle bu kişinin kendi taraflarında olduğunu umdu.
“Harry Potter? Ne oldu? Finite!”
Harry’nin vücudu sonunda serbest kalmıştı. Elinden geldiğince hızla ayağa kalktı, bir an başı döndü, olduğu yerde savruldu, bir yandan da düşüş anında zedelenen onzu ve kolları sızlamaya başlamıştı.
Maxwell şaşkındı, “Mr Grines süpürgesini alıp fırladı, ne old…”
“Anlatacak vakit yok! Bu parşömeni al, hemen Bakan Shacklebolt’a Patronus yolla! Lestrange Norfolk’ta Baconsthorpe Şatosu’nda! Ona Arcanus Grines’in bana saldırdığını ve Ginny Weasley’in rehin alındığını da söyle. Mutlaka destekle gelsin!”
Maxwell’in gözleri kocaman açılmıştı, “Merlin’in sakalı! Potter sen neler söylüyorsun? ”
“Sadece bunları yap yeter…”
Harry’nin kararlılığından etkilenmiş gibiydi: “Pe-peki tamam… Sen nereye gidiyorsun?”
Harry hücrenin kapısından fırlarken, “Şatoya! Kaybedecek zaman yok” diye kestirip attı. Tüm gücüyle koşmaya başladı. Kulenin girişine indiğinde süpürgesini aldı ve dış kapıya ulaştığında Proudfoot’un şaşkın bakışları altında, ona tek kelime dahi etmeden ayaklarını yere vurarak havalandı.
Bulutlar daha da çoğalmıştı, uzaklarda bir yerlerde şimşek çaktı. Ufuk bir anlığına aydınlandı.
Kafasının içinde tam bir kargaşa ortamı vardı. Ginny için duyduğu endişenin yanında Grines’in neden ona saldırdığı sorusu kafasında dönüp duruyordu. Azkaban’a uçmadan önce cevaplar bulacağını ummuştu. Endişe içinde tekrar Norfolk’a uçuyor olacağını hiç hayal etmemişti.
Bunları düşünürken gözleri bir yandan büyük bir dikkatle gökyüzünü tarıyordu. Arcanus Grines ile tekrar dövüşmesi gerekebilirdi. Onunla kendisini en rahat hissettiği durumda, yani süpürgesinin üzerinde karşı karşıya gelmeyi elbette ki tercih ederdi. Yine de bu konuda çok umutlu değildi, Maxwell kendisi bulana dek fazlasıyla zaman kaybetmişti. Bulunduğu yeri tespit edebilmek için bulutların arasından sıyrılarak alçaldı. Ancak bir türlü etrafını saran beyaz tül perdeden sıyrılamıyor gibiydi. Biraz daha alçalmayı denedi, etrafındaki bulutların yerini yoğun sis almıştı bu defa da.
Şimşek bu defa daha yakında çaktı. Ay da yok olunca etrafını tekinsiz gölgeler sarmıştı. Aynı anda yağmur başladı, hem de sağanak şeklinde. Birkaç saniye içinde sırılsıklam olmuş, gözlükleri de ıslanmıştı, İmpervius dedi asasını gözlerine tutarak. Bu hava durumu da pek doğal görünmedi Harry’ye. Sanki bilinmeyen bir güç onun işini zorlaştırmaya çalışıyor gibiydi.
Harry on beş dakika daha zorlu hava şartlarıyla mücadele etmeye çalıştı. Ateşoku altında adeta çıldırmış gibiydi, rüzgâr artık öyle güçlü esiyordu ki hedeflediğinin aksi istikamete birkaç metre savruluyor ve tekrar yoluna dönmeyi başardığında aynı yolu tekrar kat ediyordu. Sis görüşünü tamamen kapayınca artık yere inmeye karar verdi. Zaten konumunun şatoya yakın olduğunu az çok tahmin ediyordu. Seherbaz Bürosu’nun daha önce soruşturduğu şatolardan biriydi Baconsthorpe.
Ağaçları seçecek kadar alçaldığında bir yıldırım adeta onu sıyırdı geçti. Harry kafasını çevirdiğinde düştüğü yerde bir ağacın dallarının anında kömürleştiğini ve yağmura rağmen sızan dumanı fark etti. Biraz daha irtifa kaybettiğinde bir başka yıldırımdan çevik bir hamleyle, zorlukla kurtuldu. Aşağıda öyle bir gümleme duyuldu ki sanki yer yerinden oynadı. Üçüncü ışık patlaması bunların bir tesadüf olmadığını gösterdi, çünkü Ateşoku sapından isabet almıştı. Süpürge ısındıkça ısındı, Harry hafifçe çatladığını ve içinde akkor, kızıl bir şeyin parıldadığını fark etti. Ardından süpürgesi cansız bir şekilde, sanki büyülü bir obje değilmiş, alelade bir ev eşyasıymış gibi düşmeye başladı. Harry zor bir iniş olacağını anlamıştı, yerden en az on beş adım yüksekteydi. Refleks olarak yastıklama büyüsünü kullanmaya karar verdiyse de önüne çıkan çam ağaçları kontrolsüz düşüşünü yavaşlattı. Dallar ve kalın ağaç gövdeleri her yerini kesik içinde bıraktı. Sonunda bir dala takıldı ve iki üç adım mesafeden görünmez bir yastığın üzerine kafa üstü düştü.
Çamurun içinde sırt üstü yatıyordu. Gözlükleri kırılmıştı. Vücudunun her köşesi sanki Dudley ile saatlerce boks maçı yapmış gibi çürümüştü. Doğrularak birkaç adım ötede kıymık yığını haline gelmiş olan Ateşoku’na baktı. Buraya kadarmış diye düşündü acı acı. Sirius’un hediyesi olmasa bu kadar üzülmezdi, onun bir emanetine daha sahip çıkamamıştı. Ateşoku adeta içten kavrulmuştu ve ince ince duman sızdırıyordu. Harry süpürgenn tekrar işleyeceğini hiç sanmıyordu.
Asasını kaldırdı ve ilk işi gözlüklerini tamir etmek oldu, Reparo! Sis yüzünden neredeyse birkaç adım ötesini dahi göremiyordu, etrafına bakınarak nerede olduğuna dair fikir edinmeye çalıştı. Ağaçlık alabildiğine gidiyordu, o sırada biraz ilerdeki yıkıntıları fark etti. Hafızası onu yanıltmıyorsa yıkıntılara sırtını verdiğinde şato kuzey yönünde kalıyordu. Hata yapmamak için dört nokta büyüsünü kullandı ve asası kuzeye döndü. Evet, doğru yoldaydı.
Sis dağılmamıştı, ağaçlar da sıktı, şatoya mesafesi en fazla beş ya da altı kilometreydi. Hızlanabilmek için cisimlenmeyi denedi ama başarısız oldu. Belli ki Malikâne Hogwarts’ta olduğu gibi cisimlenmeyi imkânsızlaştıran büyülerle korunuyordu. Bu yüzden uzun bir yolu yürümesi gerekecekti. Tempolu adımlarla ağaçlığın derinliklerine doğru ilerlemeye başladı. Yirmi dakika kadar yürümüştü ki ağaçlar seyrekleşti ve göl kenarına ulaştı.
Şatonun gölün hemen öte yanında olduğunu hatırlıyordu. Alternatif olarak kara yolundan bir geçiş olduğundan da emindi. Ama o geçiş batıda kalıyordu ve ulaşabilmek için gölün etrafında tur atması gerekecekti. Bu durum bir on, belki de on beş dakikasına daha mal olacaktı. Tek bir şansı kalmıştı: Göle girmek.
Aklına Hortkuluk’ları ararken ormanda tuttuğu nöbet ve çatal boynuzlu geyik geldi, ardından da Gryffindor’un kılıcını alabilmek için suya girdiği an. Kılıca yaklaştığında yok edileceğini anlayan Hortkuluk onu boğmaya çalışmıştı. Ne güzel anılar ama diye geçirdi içinden. Harry’de bunlardan bolca vardı.
Suya girmeden önce en azından biraz olsun tedbirli olmak adına eğilip suyun dibinin görünüp görünmediğini anlamaya çabaladı. Göl bir anda derinleşiyordu. Birkaç adım ötesinde derinlerde bir hareket sezdi. İlk aklına gelen şey İnferius’lar oldu. Ölüm Yiyen’ler İnferius yapmış olabilir miydi? Sonunda bir karaltı çıktı ortaya, su yüzeyinin bir metre kadar altında, yavaş yavaş büyüdü de büyüdü. Harry bir adım daha geriye gitti ve asasını kaldırdı. Gölün yüzeyinin kırılmasına bir an kala gördüğü kocaman dev bir ağız ve beyaz dişlerdi. Ağız tüm dünyayı yutacak gibi açılmıştı ve bu şekilde sudan fırladı.
Fırladığı anda da havada biçim değiştirdi, insana dönüştü ve yeni biçimini aldığında artık iki ayağının üzerindeydi. Üzerinden sular damlayan Arcanus Grines bir kez daha karşısındaydı. Suya girmiş olma ihtimali ile dehşete kapılmış olan Harry asasını kaldırıp ona doğrulttu. Grines asasını kaldırmadan, karanlık bir bakış attı Harry’ye,
“Dayanamadın öyle değil mi? Tuzak olduğunu bile bile geldin…”
Harry ona kızgınlıkla baktı, “Bana saldırdın… Neden?”
Grines soğukkanlıkla, “Geçerli sebeplerim vardı” diye yanıtladı bu soruyu. Asası hala gece karası cüppesinin cebindeydi.
Ama Harry’nin sabrı tükenmişti, “Amacın ne bilmiyorum ama artık kendini savunsan iyi edersin. Ginny orada ve onu kurtarmam gerekiyor. Kaybedecek zamanım kalmadı. “
Grines kafasını iki yana salladı, “Hayır, hala biraz daha zamanın var. Düşündüğünden de fazla zamanın var…”
Harry kuşkuyla, “Sen neden bahsediyorsun?” diye sordu.
Grines sabırla, “Planlarını biliyorum. Ginevra Weasley’i neden kaçırdıklarını da… Ne zaman gidersen git seni bekliyor olacaklar, sana ihtiyaçları var” dedi.
Harry sinirli sinirli gülerek, “Tabi ya…” dedi ve durakladı. “Bekleyelim ve Ginny’ye ne olursa olsun… “ Tane tane konuşuyordu, “O benim ailem… Bana kalan tek kişi ve sen dâhil aramızda duracak kim olursa olsun sağ bırakmamaya niyetliyim.“ Ardından Mr Weasley’in Umbridge’in duruşmasının yapıldığı gün anlattıkları geldi aklına ve yüzünde küçümser bir ifade belirdi, “Tabi senin gibi bir korkak bunu anlayamaz, o peşine düştüğünde ilk işin savaşmak değil kaçmak olmuş. Herkes sevdiklerini kaybederken tehlike geçtikten sonra Bakanlık’a gelip iki Ölüm Yiyen’in peşine düşmek ne kadar asil…”
Harry’nin bu sözleri üzerine Arcanus Grines’ün yüzü allak bullak oldu, ilk önce nefretle asası çıkarıp ona doğrulttu, Harry kendisini dövüşe hazırladı ama beklediği lanet gelmedi. Grines bir şekilde kontrolünü yeniden ele geçirmişti. Kendisini zapt ederek asayı indirdi, kafasını iki yana sallayarak, “Bilmiyorsun” dedi. “Hiçbir fikrin yok. Bu yüzden olan biteni de anlayamıyorsun.”
Harry, “Anlat o zaman” dedi ve Arcanus Grines hikâyesini anlatmaya başladı.
* * *
“70’lerin ortasında, Hogwarts’a ilk adım attığım yıllarda, büyücü dünyası karanlık bir dönemden geçiyordu, halk net bir şekilde ikiye ayrılmıştı: Büyücü toplumunun diğer tüm ırklara olan üstünlüğüne, Muggle ve Muggle doğumluların, Kofti’lerin, Cincüce’lerin ezilmesi gerektiğine inanıp Gizlilik Nizamnamesi’ni bozmaya çalışan Voldemort sempatizanları ile barış, adalet, huzur isteyenler karşı karşıyaydı. Ama ortada adaletli bir savaş olduğunu söylemek mümkün değildi. Özellikle Voldemort’un Karanlık Lord adını sahiplenişiyle beraber şiddet eylemleri arttı, Muggle avları başladı. Devleri ve pek çok karanlık yaratığı saflarına katarak güçlü bir hal aldılar ve barış yanlılarını sindirdiler. Zümrüdüanka Yoldaşlığı üyeleri dışında ona sesini çıkarabilen pek kimse kalmamıştı. Yeni nesil büyücüleri kazanarak etkilerinin ilerde de devam etmesini saplamak Ölüm Yiyen’lerin ana hedeflerinden biriydi.
Dolayısıyla Hogwarts’ın da huzur içinde olduğunu söylemek mümkün değildi. Ben bir Slytherin olarak doğrudan risk altında değildim. Babam daima ılımlı bir tavır benimsemişti, şiddet olayları arttığında tarafsız kalmaya ve rengini belli etmemeye özen göstermişti. Ailemiz hep gölgeler arasında saklandı, bizi sık sık yoklasalar da ne Voldemort yandaşlarına katıldık, ne de barış yanlısı olduğumuzu hissettirdik. Ama sonunda kaçınılmaz bir şekilde olayların ortasına çekildik, Hogwarts’ta da saldırılar başladı.
Mevcut düzenden ve Voldemort’un güçlenmesinden cesaret alan çoğunluğu son sınıf ve altıncı sınıf öğrencilerinden oluşan bir çete, okuldaki Muggle doğumlulara saldırmaya başladı. Bu saldırılardan birinde, büyük bir özenle saklamaya çalıştığımız sır ortaya çıktı: Benim bir Animagus olduğum öğrenildi. Babam sivrilmenin çok tehlikeli olduğu dönemlerden geçtiğimizi söyleyerek bana asla okulda değişim geçirmememi tembihlemişti. Ben de bu kurala sıkı sıkı uyuyordum, aynen babamın diğer kurallarına uyduğum gibi. Yine de olan olmuştu, ifşa olmuştum.
Lord Voldemort karaya ve havaya hâkimdi. Amacı denizlere, Deniz Halkı’na da hükmedebilmekti. Hiçbir canlı ona karşı duramamalıydı. Kayıtlı Animagus’ların azlığı, kayıtlı ve kayıtsız olanların arasında denizlere hâkim başka yaratığın olmaması bu yeteneğin önemini katlıyordu. Köpekbalığına dönüşebilen bir Büyücü onun bu emellerine ulaşmasını çok kolaylaştıracaktı. 1980 yılında Paskalya’da bir gece evimizi bizzat ziyarete geldi ve babamla konuştu. O ve yandaşları Bakanlık’ı ele geçirdiğinde bir daha asla saklanmamız gerekmeyecekti. İstediğim zaman istediğim gibi değişim geçirebilecek hatta yeni düzenin koruyucularından biri olacaktım. Voldemort’un düzeni hastalıklıydı, ayrımcıydı, vicdansızdı, yine de onun tasvirini sabırla dinledik. Sözleri her ne kadar ikna etmeye çalışır gibi görünse de azıcık derinine indiğinizde ciddi tehditler savuruyordu. Neyse ki müthiş bir zihinbendardı babam, bu Slytherin’lerde sıkça görülen yetenektir. Zihnini bir şekilde Voldemort’a kapamayı başardı, politik davranarak kısa bir süre içinde hizmetine gireceğimi söyledi.
Voldemort gider gitmez evde ciddi bir panik yaşandığını hatırlıyorum. Ama bu panik ortamında bile sessiz kalan babamın bir planı vardı. Ne olduğunu kısa bir süre içinde öğrendik, okulun kapandığı gece üçümüz apar topar annemin anavatanına, Bulgaristan’a kaçtık. Orada Ölüm Yiyen’lerin bilmediği, saklanabileceğimiz pek çok yer vardı. Şunu biliyorduk ki Harry, Voldemort’un emrinde çalışmak, ona karşı durmak kadar tehlikelidir. Babam, sadece inançları sebebiyle değil, bunu bildiği için de benim Ölüm Yiyen’lere katılmamam için elinden geleni yaptı. Voldemort düşmanlarına değil, kendisini hayal kırıklığına uğratanları da cezalandırıyor, yandaşlarını kullanıyor, çıkar gördüğü anda tereddütsüz canını alıyordu.”
Bu işi yanımıza bırakmayacaklarından emindik. Karanlık Lord en ufak bir ihaneti bile tereddütsüz ölümle cezalandırıyordu. Ama şans yüzümüze gülmüştü, korktuğumuz başımıza gelmedi. Biz kaçalı bir yıldan biraz fazla olmuştu ki Cadılar Bayramında Lord Voldemort Godric’s Hollow’da ortadan kayboldu. Senin sayende, ailenin sayesinde…
Müritlerinin hala onu aradığını duyuyorduk. Bellatrix, Rodolphus ve Rabastan, Barty Crouch Jr ile Longbottom’lara çıldırana dek işkence etmişti. Her geçen gün farklı dedikodular çıkıyordu: Ludo Bagman, Rockwood’un casus olduğuyla ilgili, hatta Bulgaristan’da, burnumuzun dibinde Karkaroff’un onun müridi olduğuyla ilgili... Ucuz kurtulmuştuk. Ortalık tam anlamıyla yatışana dek İngiltere’ye dönmemeye karar verdik. İtirafçı olan Karkaroff ile Snape, büyülendiğini söyleyen Malfoy dışında neredeyse tüm müritler Azkaban’a atılınca Annem ile Babam İngiltere’ye döndü. Ben ise Bulgaristan’da kaldım. Çünkü Elvira ile tanışmıştım.
Elvira Elisaveta Krum, ilk karşılaştığımızda Durmstrang son sınıf öğrencisiydi ve yan komşumuzun kızıydı. Onu ilk gördüğüm anda birbirimiz için yaratıldığımızı anladım. Ben Bakanlık’ta çalışmaya başladım, onun Durmstrang’i bitirmesini bekledik ve çok geçmeden evlendik. Artık mutluluğumuzun önünde engel kalmamış gibi görünüyordu, Malfoy ile Karkaroff’un saklandıkları delikten kafalarını uzatacak halleri yoktu, Severus Snape ise Hogwarts’ta, Dumbledore ile çalışıyordu. Herkes onun değiştiğini anlatıyordu. Sonuç olarak beraberken tehlikeydiler, tek başlarına değil. Elvira ile İngiltere’ye döndük, çok geçmeden Neilina doğdu, ona duyduğum sevgi Elvira’ya duyduğum sevgiyi dahi gölgede bıraktı.
Ama felaketler o yıl başladı.
Sen Little Hangleton’daki mezardan Hogwarts’a kollarında Cedric’in cesediyle döndün. Karanlık Lord’un geri döndüğünü haykırdın.
İlk başta sana inanmak istemedim, ama içten içe onun bir gün döneceğini zaten biliyordum. Kingsley Dumbledore’un Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nı tekrar canlandığını, benimle çok daha güçlü olacaklarını söyledi. Benim Muggle’larla barış içinde yaşamayı istediğimi biliyordu. Ama endişeliydim. Neilina çok küçüktü ve kendi hayatımdan çok onun babasız büyümesinden korkuyordum. Bencillik ettim. Lord Voldemort Ölüm Yiyen’lerini Azkaban’dan kaçırdığında artık İngiltere’nin bizim için güvenli olmadığını anladık. En büyük hatam ve pişmanlığım kalıp savaşmak yerine ailemi Bulgaristan’a kaçırmak oldu. Bunun bedelini inan ki çok ağır ödedim.
Avrupa kaynıyordu. Her gün Karanlık Lord’un yeni katliamları ortaya çıkıyordu. Herkes endişe içindeydi, Karkaroff Voldemort’un geri dönüşünden çok kısa bir süre sonra ölmüştü. Yani hiçbir yer güvenli değildi. Ölüm Yiyen’lerin Bulgaristan’da olduğu haberini ilk aldığımızda Russe’de bir dağ evine saklandık. Ortaya çıktı ki Bulgaristan’a gelişlerinin asıl sebeplerinden biri bizden intikam almak ve Karanlık Lord’a ihanet eden kanı bozukların başına ne geleceğini herkese göstermekti.
Yaşadığımız kulübeyi bulmuşlardı. Sabırlı bir Kanatlı Engerek gibi bizi gözlemlemiş, harekete geçmek için doğru zamanı beklemişlerdi. Çok Özlü İksir içerek yiyecek bir şeyler almak için kasabaya cisimlenmemi fırsat bilip Elvira ve Neilina’yı rehin aldılar. Geri dönüp olanı biteni anladığımda bana asamı bırakıp teslim olmamı söylediler, bunu yaptığımda onları öldüreceklerini bildiğim için direndim. Birini lanetlemeyi başardım, o sırada Elvira kızımı da alıp kaçmayı başardı, ama üçe karşı birdim ve beni yakaladılar. Asasız, çaresiz ve yanında üç yaşında ufacık bir çocukla Elvira çok uzaklaşamadan Tuna Nehri kıyısında yakalandı.
Beni de nehir kıyısına getirdiler. Bana onlar ölürken izleteceklerini söylediler. Bütün gücümle direndim. Beni sardıkları o görülmez iplerden kurtulmaya çalışırken, elimden geldiğince yalvardım. Ne isterlerse yapacağımı, kimi öldürmemi isterlerse öldüreceğimi söyledim. Utanarak itiraf edeyim ki o an onlara katılmayı göze almıştım. Ölüm Yiyen’lerden biri Neilina’yı nehre sarkıttı, beli blöftü, belki değildi. Belki de gerçekten onlara katılmam için yapıyorlardı. Ama o keşmekeşte paniğe kapılan ve kurtulmaya çalışan Neilina nehre düştü. Ardından kendimi diğerlerinden bir şekilde kurtarıp suya atladım, ama ellerim bağlıydı, asam olmadığı için dönüşüm geçiremiyordum. Akıntı çok fazlaydı, kızımı bulabilmem de mümkün değildi. Nefesim kesilene dek aradım onu. Bir şekilde iplerden kurtuldum ama o kadar yorulmuştum ki boğulmak üzereydim. Ne trajikomik değil mi? Boğulan bir köpekbalığı. Kendi kızımı bile koruyamamıştım. En sonunda karaya çıktım ve yığıldım kaldım. Kendime geldiğimde birinin asasını gasp ederek kulübeye geri döndüm. Elvira’nın cesedini de orada buldum. İntikam alır korkusuyla onu da acımadan öldürmüşlerdi. Artık her şeyi kaybetmiştim.”
Harry duyduklarından sonra az önce söylediklerinden korkunç bir pişmanlık duymaya başlamıştı. Remus Lupin Grimmauld Meydanı’na geldiğinde de onu sözleriyle hırpalamış ama en azından Tonks’un yanına dönmesini sağlamıştı. Ama Arcanus Grines’in ruhunda açılan yaranın tedavisi yoktu. Ya da tedavisi buydu, burada olmaktı. Asasını indirdi ve özür dilemeye çalıştı.
“Mr Grines…”
Grines başını iki yana salladı, “Hayır Harry… Bekle… Sadece dinle…”
“Elvira’yı doğduğu topraklara, tanıştığımız evin arkasındaki ormana gömdük, ailesi yıkılmıştı, beni hiç affetmediler. Ailelerinin üstüne kara bir bulut gibi çöktüğümü söylediler. Kızım Neilina’nın cesedini ise asla bulamadım. Onun bir mezarı dahi yoktu, olamadı. Takip eden bir yıl boyunca hayalet gibi dolaştım, köpekbalığına dönüştüm, saatlerce Tuna nehrini aradım. Eğer Neilina’yı bulabilseydim, belki de bir şekilde huzur bulacaktım. Ama olmadı. Karada olduğum her dakika karşıma çıkan herkese zihnimdeki resmi silinmekte olan üç yaşında bir kız çocuğunu sordum. Hiç cevap alamadım, her defasında tekrar yıkıldım. Bu kaybı kabullenemiyor, içimden söküp atamıyordum. Hayatta olma ihtimali içimi kemirip duruyordu. Bu duygunun üstesinden gelemiyordum.
Toparlanmam bir seneyi aldı. Buna toparlanmak dersen tabi… İlk teklif geldiğinde savaşmam gerektiğini, kaçmanın çözüm olmadığını anlamıştım. Malfoy Malikânesini, Bakanlık’ı basmak ve hepsini öldürmek için planlar yaptım. Bu planlar intihar saldırısından pek farklı değildi. Sonunda İngiltere’ye döndüm ve Kingsley’e fikrimi değiştirdiğimi söyledim. Birkaç hafta sonra patlak veren Hogwarts Savaşı’na sonradan katıldım ve senin Karanlık Lord’u öldürüşüne şahit oldum. İki Ölüm Yiyen dışında hepsi ya ölmüş ya tutuklanmıştı. O gece belki Neilina ile Elvira gittikten sonra geçirdiğim en güzel gece oldu. O gece anladım ki onları yakalamak dışında hiçbir şey beni iyileştiremezdi.
Kingsley beni büyük bir mutlulukla karşıladı. Pek çok Seherbaz ölmüştü ve Bakanlık’ta yapılacak pek çok iş vardı, tanıdığı en yetenekli büyücülerden biri olduğumu hep söylerdi. Bulgaristan’da da benzer bir iş yaptığım için Seherbaz Bürosu’nun tamamından daha faydalı olacağımı biliyordu. Sonunda el sıkıştık ve Sihirsel Yasal Yaptırım Dairesi’nin başına geçtim. Ama geri dönmeyi istememin önemli bir sebebi daha vardı: Neilina’yı nehre düşüren kaçak Ölüm Yiyen Rodolphus Lestrange’di.
ON DOKUZUNCU BÖLÜM
Dostları ilə paylaş: |