Ölümün Efendisi
Harry loş bir koridordaydı, asasının cılız ışığında etrafını büyük bir dikkat ve titizlikle inceleyerek ilerliyordu. Ahşap maun kapılarla doluydu burası. Düşmanı bu kapıların birinin ardında gizleniyor olabilirdi.
“Homenum Revelio…”
Nefesini tuttu ama hiçbir şey olmadı. Karanlıkta gözle görülmeyen anca hissedilen bir fırtına yaklaşıyordu sanki. Harry’nin duyuları keskin, adımları kararlıydı. Her birini büyük bir dikkatle atıyor bir yandan da yaşadığı kaybın üstesinden gelmeye çalışıyordu. Arcanus Grines gitmişti. Ağabeyi, yoldaşı, ortağı… Onun da ismi Harry’nin kayıplarını içeren uzunca listeye eklenmişti.
Bir zamanlar Salazar Slytherin’in yaşadığı malikânede, Ölüm Yiyen Rodolphus Lestrange’i takip ediyordu. Yıllar önce Seçmen Şapka’nın belirttiği gibi, Hogwarts’ın dört kurucusundan biri olan efsanevi büyücü bataklıklardan geliyordu. Malikânenin çevresi göl ve bataklıklarla kaplıydı. Bulunduğu ev bir nabız gibi atıyordu etrafında. Harry her atışında içinde saklı kötülüğün yanında ihtişamı ve karmaşayı da hissediyordu.
Duvar kâğıtlarındaki karanlık imgeler hareket ediyor gibiydi. Bu cılız ışığın bir oyunu muydu? Yoksa ruh hali onu yanıltıyor muydu? Kapıların yanında karanlık goblenler, Slytherin soyundan gelen kara büyücülere ait olduğu anlaşılan büstler. Harry bunları göz ucuyla fark ediyordu, dikkati zemine çevriliydi, teki kanlı ayak izlerinde.
Rodolphus Lestrange yaralıydı. Harry kapının iki yanındaki kolonları patlatarak ağır taş yığını altında kalmasını sağlamıştı. Lestrange’in dinlenmeye, hatta belki de tedaviye ihtiyacı vardı. Harry ise Grines’in kuralını uyguluyordu: Hasmın yaralıysa dinlenmesine izin verme: Yorgunluk pes etmenin ilk adımıdır.
Koridorun sonunda, dirsek çizerek doğu yönüne kıvrıldığı yerde bir hareket sezdi sanki. Şahlanan at heykelinin arkasında gizlenmiş bir gölge kıpırdanıyordu. Bu keşfini belli etmeden hafifçe asasını kaldırıp kendisini savunmaya hazırlandı. Ta ki saldırı için en avantajlı konuma geçene kadar bekleyecekti bu şekilde. O anda gölge yer değiştirdi ve kırmızı bir lanet karanlığın bağrından ok gibi fırlayarak geldi. Harry asasının bir hareketiyle laneti def etti. Pusu boşa çıkmıştı, tatmin duygusuyla karşı saldırıya geçti. Yolladığı ilk Sersemletme Büyüsü ata binen büyücünün elinde tuttuğu kılıca isabet ederek parçaladı. Gölge elini hemen yanındaki kapıya attı, Harry’nin yolladığı ikinci büyü de kapının üst pervazına isabet edip tahta parçalarının dökülmesine sebep oldu.
Lestrange topallayarak kapıdan içeri daldı. Harry elinden geldiğince hızlı koştu ve kapı ağzında yine tedbirli duruşa geçti. Asasının bir hareketiyle de kapıyı yavaşça açtı.
Ama tedbiri boşunaydı. Lestrange dövüşü bırakmış, kaçış planına geçmişti bile. Geniş salonun karşı duvarında asılı dev bir tablonun önündeydi. Yüzüne dökülen uzun, keçe gibi saçlarının arasından Harry’ye çok kısa bir an baktı, sonra da gömleğinin manşetinde arabesk desenler bulunan sol elini tabloya uzattı. Sanki bir tül perdesinden geçermiş gibi önce kolu ve ardından tüm bedeni tablonun içinde kayboldu. Harry’nin çaresizce yolladığı lanet masanın etrafına dizili sandalyelerden birine çarparak yaktı. Aynı geçidi kendisi de kullanmak üzere koştuysa da diğer tarafa geçemedi. Parmaklarıyla yokladı ama geçit kapanmıştı.
Lestrange sol kolunu uzatıp geçmişti tablodan. Karanlık İşaret Ölüm Yiyen’lerin sol koluna dağlanırdı. Harry bu portal her nereye açılıyorsa ancak Karanlık İşaret’e sahip büyücülerin geçebileceği şekilde büyülendiğini tahmin etti. Ölüm Yiyen’ler buna benzer bir taktiği, Dumbledore’un öldüğü gece Astronomi Kulesi’ne giden yolu düşmanlarına kapamak için kullanmıştı. Karanlık İşareti olmadığı ve asla olamayacağına göre peki şimdi ne yapmalıydı?
Bir adım geri atarak tabloya baktı ve düşünmeye başladı. O sırada da bulunduğu odaya dair detayları fark etti.
Tekinsiz görünen bir büfe vardı solunda. Üzerine Borgin ve Burkes’in raflarına yakışacak lanetli objeler yerleştirilmişti. Harry insan kemiklerine benzeyen sarımtırak yığını takiben bir iksir kavanozuna yerleştirilmiş Peru Anında Karanlık Tozu’nu tanıdı. Hemen yanında da Şanlı El vardı. Bunları gerçekten de Hortkuluk’u geri aldıkları gece Borgin’den almış olmaları muhtemeldi. Azkaban’a giderken böyle bir kovalamacanın içine girmeyi planlamadığından hazırlıksız sayılırdı. Bu yüzden siyah renkteki tozdan birazını aldı, ayrıca Şanlı Eli de cüppesinin cebine yerleştirdi. Şanlı El kullanıldığında sadece sahibine ışık verirdi.
Tekrar tabloya döndü yüzünü.
Yeşilliklerin ortasında bir adam, vahşi otlar ve bitkiler tarafında sarılmış, esir alınmıştı. Elini yüzünde dehşet ifadesiyle, görünmeyen birine doğru uzatmış, yardım istiyordu. Harry tek kaşını kaldırdı: Ne zevk ama?
Az önce fark etmediği bir başka detay daha: Sandalyeye isabet eden lanet sekerek tuvalde ufak siyah bir iz bırakmıştı. Bu izin bulunduğu kısım hafifçe dalgalanıyor, hatta arkadan esen güçlü bir rüzgâr tuvali hafifçe sarsıyordu. Harry asasını kullanarak tabloyu boydan boya yırttı ve büyük bir şaşkınlık yaşadı: Tuvalin arkasında kocaman bir boşluk, bir delik vardı.
Kendisini toparlayabildiğinde bu deliğe doğru yürüdü. Karanlıktan gelen öyle güçlü bir hava akımı vardı ki saçları havalandı. Harry dengesini korumaya çalışarak eğildi. Tablonun arkasındaki delik aşağıya iniyor, o kadar ki zemin çıplak gözle görünmüyordu. Duvar vahşi görünümlü sarmaşıklarla kaplıydı. Harry bu sarmaşıklara tutunarak aşağı inebileceğini düşündü.
Asasının ışığıyla bir an karanlığın derinliklerine baktı, zaman geçiyordu. Bir karar vermesi gerekecekti.
Sonunda asasını dişlerinin arasına sıkıştırdı ve sarmaşıklara tutunarak ağır ağır aşağı inmeye başladı. Hava boğucu ve nemliydi. Ciğerleri çürüyen bir şeylerin kokusuyla, küf kokusuyla dolmuştu. Gözlükleri sık sık buğulanıyordu, bu yüzden mola vererek sürekli camlarını temizlemek zorunda kalıyordu. Asasını sık sık aşağı doğru sarkıtıyor, zemine doğru bir ışık demeti bırakarak ne kadar mesafe kaldığını anlamaya çalışıyordu. Belki yarım saatlik bir inişten sonra, bu girişimlerinin sonuncusunda, sarmaşık ve bitkilerin yayıldığı taş zemini gördü ve içinden derin bir oh çekti.
Ancak çok erken sevinmişti, göz ucuyla zeminde bir hareketlenme sezdi: Dokungaçlar… Yukarıya kadar yayılmış olan bitkinin neredeyse bir Akromantula bacağı kadar kalın dokungaçları vardı.
Asasını duvara doğru tuttu. Endişelerinde haklıydı, Şeytan Kapanı neredeyse her yere uzanıyordu; daha önce Broderick Bode’yi St Mungo’da tedavi gördüğü odada öldürmüştü. Ayrıca Hogwarts Savaşı’nda pek çok Ölüm Yiyen’i bu bitki sayesinde etkisiz hale getirmişlerdi. Dolayısıyla Harry ne büyük bir tehlikede olduğunun farkına vardı.
Mesafe kendisini aşağı bırakmak için hala çok yüksekti ama yastıklama büyüsüyle kendisini koruyabileceğini düşündü. Tam sarmaşığı elinden bırakıyordu ki Şeytan Kapanı’nın dokungaçlarından biri bacağını sardı ve sıkmaya başladı. Harry dengesini kaybederek tepe taklak kaldı.
Asasını kaldırmaya çalıştığında bir başka dokungaç sağ eline dolandı. Bir diğeri ise sol koluna. Harry tüm gücüyle kıvırılıp bükülerek bu ölümcül kıskaçtan kendisini kurtarmaya çalıştıysa da çabası boşa gidiyor gibiydi. Işık ve ısı! Işıktan nefret ederdi Şeytan Kapanı! Ron ve Hermione ile beraber Felsefe Taşı’nın çalınmasını engellemek için Hogwarts’ın derinliklerine indiklerinde, Sprout’un engeliyle karşılaşmışlar ve Hermione’nin yarattığı alevlerle kurtulmuşlardı. Harry, o güçlü anın etkisiyle haykırdı: Incendio!
Büyü işe yaramıştı, bitkinin sağ elini saran uzantıları, ateşin ısısı ve ışığın parlaklığı karşısında tedirgin bir şekilde geri çekildiler. Harry ateşten kütleyi diğer koluna yaklaştırdı ve vücudunun üst kısmını tuzaktan tamamen kurtardı. Sonunda sıra ayak bileğini tutan dokungaçlara geldiğinde bitkiyi alazladı. Yanık kokusu her yeri sarmıştı, bitkinin kollarından bir kısmı kararmış, koparak havada döne döne aşağı düşmekteydi. Ancak yakıcı alevlerden kendisi de kısmen zarar görmüştü, kollarında yanıklar vardı.
Sol ayağını da bitkiden kurtardı. Ancak baş aşağı pozisyonda olduğundan bu durum aynı zamanda yüksekten düşmesi anlamına da geliyordu. Havadayken bir defa daha Yastıklama Büyüsü’nü yaptı ve neyse ki yere iki adım kala havada hareketsiz kaldı. Ardından da dikkatle iki ayağının üzerine yavaşça indi. Şeytan Kapanı ona tekrar sarılma eğilimi gösterse de Harry alevleri tekrar ona doğru yönlendirdiğinde dokungaçlar ayaklarının dibinden çekildi.
Harry bu defa taş bloklarıyla örülmüş, duvarları eğimli oval bir tüneldeydi. Slytherin’in tehlike anında gizlenme ya da kaçma ihtiyacı duyabileceğini düşünerek burayı inşa etmiş olabileceğini düşündü. Öte yandan bu yol yıllardır kullanılmamış gibiydi. Sarmaşıklar ve yosunlar taş bloklarla iç içe geçmiş, nemi ve karanlığı seven alglar bulabildikleri her aralıktan fırlayarak yayılmıştı. Görebildiği her yerden su damlıyordu, Harry yağmursuz kurak günlerde dahi buranın daima serin olacağını tahmin etti. Daha fazla oyalanmadan yürümeye başladı.
Yürüdükçe etrafında ufak hayvanlara ait iskeletler belirdi. Sıçanlar, fareler, hatta ileride bir köşede domuza benzeyen bir başka iskelet daha. Tünelin bazı yerlerinde hayvan kemiklerinden ufak tepecikler yükseliyordu. Hogwarts’ta ikinci sınıfta Ron ve Gilderoy Lockhart ile Sırlar Odası’na ilerlerken benzer sahnelerle karşılaşmışlardı. Kötü senaryoyu endişeyle kafasında şöyle bir tarttı: Salazar Slytherin’in birden fazla Basilisk’i olabilir miydi? Sonuçta yılan heykelleri ve desenleriyle dolu bir malikânedeydi. Seraphine Slytherin’in anısında birden fazla Basilisk yaratmaya çalıştığını görmüştü ama Barry Egerton çok azının tuttuğunu, çok daha azının da hayatta kalabildiğini söylemişti.
O sırada zehir yeşili bir yılan derisi göründü ilerde. Deri yıpranmıştı ama tek parçaydı, sanki yeni değiştirilmiş gibiydi. Harry’nin sorusu böylece kendiliğinden yanıtlanmış oldu. Seraphine Slytherin’in tutan tek Basilisk’i Hogwarts’ta gördüğü canavar değildi belli ki. Harry buradan Ginny ile beraber sağ çıkma ihtimallerinin giderek azaldığını düşündü ve umudunu kaybetmemeye çalıştı. Gözlerini kör edecek ve ısırılırsa yarayı gözyaşlarıyla kapayacak bir Fawkes olmadan bir Basilisk’i öldürebilir miydi? Böyle bir karşılaşmadan sağ çıkabilir miydi?
Sükûnetini korumaya çalışarak, yılan derisinin yanından yürüyerek geçti, bir yandan da endişeyle etrafını kolaçan ediyordu. Ayaklarının ıslandığını hissetti. Bir süredir fark etmemişti ama tünelin dibindeki su seviyesi sinsi sinsi yükseliyordu. Çatlak duvarlardan sızan su miktarı artmıştı, bazı yerlerde adeta fışkırırcasına akıyordu. Birkaç dakika içinde seviye artık bileklerini aşarak dizlerine doğru çıkmaya başlamıştı.
Sular yükselirken tünel de daraldıkça daraldı. Harry artık öyle bir noktaya geldi ki ya suya dalıp yüzerek ileri gidecek ya da gerisin geri dönerek farklı bir yol arayacaktı. Saat kaçtı acaba? Nott’u sorgulayalı ne kadar olmuştu? Ya Grines öleli? Onun malikânenin girişinde bekleyen cesedini düşününce içi kavruldu adeta. Ginny’nin de aynı kaderi paylaşmaması için daha hızlı olmalıydı. Belki bir belki iki saat içinde güneş doğacaktı. Eğer Nott boş tehdit savurmuyorsa ki Harry’nin içi bu konuda hiç rahat değildi, Ginny’nin hayatı ciddi anlamda tehlikedeydi.
Artık tünelin genişliği Harry’nin kulacına eşitlenmişti. Çember daralıyor, Harry bir tuzağa doğru gitmekte olduğunu biliyordu ama kendisine biçilen rolü oynamaktan başka da çaresi yoktu.
Kendisine Kabarcık-kafa Büyüsü yaptı. Şanlı El’i bir baloncuk içine aldı, Karanlık Tozu zaten ufak bir kavanozun içindeydi. Asasını Kızıl Pelerin’inin cebine koyarak suya balıklama daldı. Zifiri karanlıkta yüzüyordu. Eğer bir Basilisk varsa ve tam karşı yönden geliyorsa ölüm fermanı imzalanmış demekti, ama bunu düşünmemeye çalıştı. Belki elli adım mesafe yüzmüştü ki, içinde bulunduğu boru dibe doğru kavis yaptı ve su seviyesi boyunu aştı. Tamamen buz gibi suyun içindeydi artık. Sonsuz karanlığa gömüldüğünde asasını eline alarak etrafını aydınlattı.
Boru yirmi kulaç sonra yeniden yukarı kavis aldı ama su seviyesi aynı kaldı. Bulunduğu alan genişlemeye başladı, önce yeniden bir kulaca sonra beş adıma kadar ulaştı. Harry en sonunda varmayı hiç de ummadığı bir yere vardı. Bir mağaradaydı. Duvarlarında insan boyunda bir düzine kadar delikle dolu bir mağarada.
Tüm ışık kaynaklarından uzak olduğundan kapkaranlıktı, mağarayı aydınlatan tek şey Harry’nin asasıydı. Tavanı alabildiğine uzaktı, eni de en azından bir o kadar gidiyordu. Her tarafı yosunlar kaplamıştı, suda çer çöp yüzüyor, görüşünü kısıtlıyordu.
Harry mağaranın zemininde yatanı görünce irkildi, panikle hemen gözünü kaçırdı. Sonra cesaretini topladığında korktuğunun başına geldiğini anladı.
Basilisk eski bir kâbusun yeniden su yüzüne çıkarak korkutması gibi aşina göründü gözüne, hareketsizdi. Harry bir an onun ölmüş olduğunu umdu ancak birkaç saniye aralıkla yükselen su kabarcıkları canavarın uyuduğunun kanıtıydı. Harry bir an geri dönüp farklı bir yoldan ilerlemeyi düşündü. Ancak o anda Basilisk’in tam arkasında bir kapı olduğunu fark etti. Bu kapının üzerinde dev bir vana vardı. Eğer vanayı açar ve kapıdan çıkarsa…
Su boşalacaktı… Harry yoluna devam edebilecekti, öte yandan…
Kafasında Hogwarts Gölündeki, Üç Büyücü turnuvası canlandı. Tanıdık değil miydi bu sahne? Ron, Cho, Hermione ve Gabrielle Delacour suyun dibinde, birer direğe bağlanmış halde sihirli bir uykudaydılar; deniz halkı başlarında nöbet tutuyordu. Ya sonra? Uykudaydılar ama sudan çıktıkları anda…
Uyanmışlardı…
Harry bu yeni tuzağın doğasını o anda anladı. Odadan çıkmak için suyu boşaltmalıydı. Suyu boşalttığı anda Basilisk uyanacak ve serbest kalacaktı.
Canavara tekrar baktı, o çirkin pullu yüzüne, boynuzuna. Suyun içinde Basilisk’in gözlerine bakmak onu heykele mi çevirirdi yoksa öldürür müydü? İyi ihtimal gerçek olur da heykele dönüşürse Ölüm Yiyen’lere esir düşerdi. Bu durumda Kingsley’in gelip onu kurtarmasından başka kurtuluş yolu kalmazdı. Basilisk’i yenmeliydi. Bunu daha önce yapmıştı. Evet, belki yardımla, ama yapmıştı. Hem de daha on iki yaşındayken.
Bir başka soru daha takıldı aklına: Slytherin öleli yıllar oluyordu, Büyücü Dünyasında asırlardır Harry’den başka Çatalağız görülmemişti; bu durumda Basilisk’i kim yönetiyordu? Harry müdahale etmek için çok geç mi kalmıştı? Voldemort dönmüş müydü? Gözleri sağlam bir Basilisk’i zehrinden de kaçınarak nasıl öldürecekti? Harry zihninin derinliklerine kadar indi, kederle Grines ile yaptıkları çalışmaları hatırladı.
Basiliskler Beşinci Seviye Tehlikeli Yaratıklardan biridir. Gerçi Remus Lupin eminim sana onlardan bahsetmiştir. Aa, henüz ikinci sınıfta onlardan birini alt ettiğini az daha unutuyordum. Elinin altında Fawkes olmadığında gözlerinin yarattığı tehlikeyi saf dışı edebilmek için aynen Ejderhalarda olduğu gibi Conjunctivitis Laneti’ni kullanabilirsin.
Ama Basilisk yılan soyundan gelir. Görmek için gözlere ihtiyacı yoktur. Kokunu alabilirler Harry. Bakışlarından kaçsan dahi kokun seni ele verecektir.
Harry’nin kafasında bir ampul yandı. Evet, Basilisk’e karşı bir şansı vardı, zayıf bir şanstı ama vardı. Ah her şey planladığı gibi gitse ne olurdu ki?
Kaçınılmaz olanla yüzleşmek için hazırlandı, Asasını demir kapıya doğru tuttu, yavaşça çevirdiğinde vana da dönmeye başladı. Su açılan delikten dışarı boşalmaya başladığında Harry hızla duvarlardaki insan boyundaki deliklerden birine doğru yüzdü, içine girerek siper aldı.
* * *
Normal bir uyku değildi onunki, daha derindi. Derin ve uzun süreliydi çünkü efendisi öyle olmasını emretmişti; ölümcül gözlerini ne zaman açacağı belliydi. Canavar ilkel beyninin kıvrımlarıyla biliyordu ki Çataldil’i konuşan gerçek efendisi bir emir verdiğinde yapılırdı. Çatalağız uyumasını emretmişti, uyumuştu o da.
Ne kadar uyuduğunu bilmiyordu, ne zaman uyanacağını da. Doğru zaman geldiğinde onu uykuda tutacak su tükenecek ve zihnine “uyan” kelimesi fısıldanacaktı. O da söyleneni yapacaktı.
Her ne kadar kulakları çok hassas olsa da vana dönmeye başladığında çıkan ses onu bu yüzden uyandırmadı. Onu uyandıracak olan şey gürültü değildi. Şato o an sadece kolonları sağlam kalacak kadar şiddetli bir yıkıma dahi uğrasa, Yılanların Kralı gürültüyü duyamaz, uyanamazdı.
Su, açılan kapıdan dışarı boşalarak zeminden kaybolup etrafından sular çekilince zihni çözülmeye başladı. Birkaç saniye ne olduğunu kavramaya çalıştı, bilinci tamamen yerine geldiğinde Çatalağız’ı ve talimatlarını hatırladı. Mağaraya tümüyle geri döndüğünde de, büyülü çatal gözlerini açtı. Bakışları bir canlıyı tek saniyede öldürebilecek katil bakışlardı. Efendisi bunu bildiğinden ona öldürmesini söylemişti. Bu odaya girecek büyücüyü öldürmesini… Büyük bir heves ve açlıkla hareketlendi ancak bedeni onu dinlemiyordu. Belli ki uzun süredir uykudaydı ve vücudu eski esnekliğine kavuşabilmek için zamana ihtiyaç duyuyordu. Kıvrımlarını açarak yerde yayıldı. Açıp kapadığı sarı gözlerle mağarayı kolaçan etmeye başladı. Taşların üzerinde süründü.
Duraksadı, bir şeylerin değişmiş olduğunu anladı. Uykuya daldığında sular altındaydı, şimdi mağara boşalmıştı. Ayrıca bir koku vardı mağarada… Yakın zamanda duyduğu, iştahını ve nefretini aynı anda kabartmayı başaran bir koku. Çataldili konuşan efendisi ile özdeşleşmiş bir kokuydu bu. Ama onun kokusu değildi, efendisinin bir kokusu yoktu. Bu koku daima efendisine eşlik ederdi. Bu kokuyu duyduğunda saldırmamasının tek sebebi efendisinin emirleriydi. O istemedikçe hiçbir şey ölmezdi.
Basilisk nefreti duyuyordu yine, koku havada belirli belirsiz bir iz bırakıp hafif hafif burun deliklerine doluyordu. Sürünerek ilerledi, önündeki dar boruya girmesi gerekecek miydi? Duraksadı, hayır… İz sadece oradan geçmişti, artık orada değildi. Kafasını gerisin geriye çevirdi. Derken keskin kulakları bir hışırtı ve dalga dalga yayılan bir ses duydu. Hemen hızla kayarak demir kapıya yakın duran deliklerden birinin önüne geldi. Boynuzlu kafasını kaldırıp hevesle mağaranın içine girdi ve kolaçan etti. İz buradan geçmişti, ama hayır, artık burada değildi. Canavar öfkeye kapıldı ve hayal kırıklığıyla bir çığlık attı.
Tam o sırada bir patlama duyuldu ve mağara zifiri karanlığa gömüldü.
Basilisk şok içerisinde tepki verdi gözlerine inen perdeye. Bu karanlığı yaratan her neyse ona zarar verebilmek için kuyruğunu savurdu. Kuyruk duvara çarparak mağarayı sarstı, hatta tavandan taş parçaları döküldü. Canavar kayarak mağaranın öteki yanına ilerledi, tam o sırada arkasında bir ses duydu. Haykırarak sivri dişleriyle ölümcül ısırığını sunmak için kendini öne attı. Bu hamlesi de boşa gitti.
Efendisi öfkelenecekti. O öfkelendiğinde bu hem hayal kırıklığı hem acı demekti. Hem de yoğun bir acı. Kaçınmak istediği karmakarışık duygular. Canavar sabırsızca yine etrafını dinlemeye başladı. Tam o anda beklediği hareket geldi. Dar borunun bulunduğu yere bir şey dökülmüş ya da düşmüştü. Basilisk onun sesini duymuştu, keskin kokusunu rahatlıkla alabiliyordu. Büyük bir iştahla kaydı yerde, sular sıçratarak borunun dibine doğru ilerledi ve dişlerini zifiri karanlıkta önünde olduğunu düşündüğü kütleye batırıverdi. Ağzını sıkı sıkı kenetledi, zehrinin çenesinden süzüldüğünü hissedebiliyordu. Birkaç saniye sonra kenetlenen çenesini açtı.
Ama ağzında beklediği tat yoktu. Koku yoğundu ama dişlediği her neyse sıcak, etli bir beden değildi. Zayıf cılız bir şeydi dişlediği, bir kabuk…
Şaşkınlıkla kafasını kaldırdığında bu defa tam tepki veremeden bir haykırış duydu. Haykırıştan sonra müthiş bir yanma hissi duydu kafasında. Gözünden yaralandı ve akan kanlarının vücuduna sıçradığını fark etti. Müthiş keskin bir acı saplandı başına. Yere düşerek debelenmeye başladı. Titreyerek kendisini toparlamaya çalıştı. Ölümcül bir şekilde yaralanmıştı.
Duvarın öte yanında ayak sesleri duydu: Efendisinin yaverine ait olmadığını bildiği ayak sesleri. Daha hafif. Yeniden dikilip o sesin peşinden gitmeye çalıştı ama yapamadı. Olduğu yerde yığılıp kaldı. Birkaç saniye sonra demir kapı arkasından kapanmıştı. Canavar bir kan gölünün ortasında Çatalağız Efendisini beklemeye başladı ve kendisini daha fazla acıya hazırladı.
* * *
Harry kapıyı arkasından kapadı, vanayı çevirerek kilitledi ve sonra tetikte, geriye iki adım attı. Kapının her an Basilisk’in kuyruk darbesiyle uçmasını bekliyordu, neyse ki korktuğu olmadı. Sevinçle kapkara tozla kaplı avuç içlerini birbirine vurdu, temizledi. Toz parçacıkları havaya dağıldı.
Başarmıştı. Çok az bir ihtimaldi ama yapmıştı. Bir kez daha ölümü aldatmış, hayatta kalmıştı.
Harry Basilisk ile normal şartlarda başa çıkamayacağının farkındaydı. Bu yüzden elinden geldiğince Basilisk’in dikkatini dağıtmaya çalışmıştı. Bunun için ufak çakıl taşlarını mağaranın içinde sağa sola fırlatmış ve odaklanmasını engellemişti. Ölümcül bakışlarından kurtulabilmek için Peru Anında Karanlık Tozu’yla etrafı karanlığa boğmuş, hareket edebilmek için de sadece sahibine ışık veren Şanlı El’i kullanmıştı. Draco Malfoy da İhtiyaç Odası’nın dışında bekleyen Dumbledore’un Ordusu’ndan bu şekilde kurtulmuştu.
Basilisk’i aldatabilmek, onun cüppenin kokusuna gelmesini sağlayabilmek için de cüppesini çıkarıp fırlatmıştı, o cüppe ile boğuşurken Hayalet-Kama Büyüsü’yle canavarı yaralamıştı. Yırtılan Cüppesini zehirden temizleyip yeniden sırtına geçirdi, ona hala ihtiyacı vardı.
Canavar’ın üstesinden gelebilmesi moralini de yükseltmişti. Artık daha büyük hevesle adımlıyordu tüneli. Sabırsızlıkla etrafını süzüyordu. Aniden önsezileri ona tehlikeyi haber verdi, duraksadı. Sanki izleniyormuş gibi hissediyordu. Büyük bir dikkatle etrafında göz gezdirdi, ufak tefek sesleri dinlemeye başladı.
Bulunduğu yer İhtiyaç Odası’nı andırıyordu. Garip büstler, mobilyalar ve atıl eşyalarla doluydu. Gizlenmek için o kadar çok yer vardı ki Harry içindeki zafer duygusunu bastırmaya çalışarak yeniden amacına odaklandı. Biraz ileride bir gölge gördü, karşısındaki her kimse ağır aksak yürüyerek eşyaların arasından meşalenin aydınlattığı dar yola çıktı.
Rodolphus Lestrange… Sonunda karşısındaydı…
“Her şey bitti Lestrange… Yaralısın, Ginny’nin nerede olduğunu söyle ve teslim ol. Seni bir an önce tedavi edelim.”
Lestrange kafasını kaldırarak Harry’ye baktı, “Hiçbir şey bitmiş değil, Karanlık Lord söylemeden hiçbir şey bitmez.”
“Karanlık Lord’un ruhu son Hortkuluk’unda hapis. Seninle işim bittiğinde onu da yok edeceğim, bir daha dönmemek üzere gidecek… Artık direnmenin anlamı yok…”
Lestrange sırıttı, “Bundan o kadar emin olma… Seni buraya kadar çekmeyi başardı öyle değil mi Potter?”
Yavaşça kafasını kaldırdı, Harry nemli duvarda, yukarıda odada gördüğü tablonun aynısının asılı olduğunu gördü. Demek ki portal onu buraya getirmişti. Yine de Harry’nin anlayamadığı bir şey vardı. Onu buraya çeken, her şeye sebep olan Nott ve Lestrange’di. Nasıl Karanlık Lord’un onu buraya çektiğini söyleyebiliyorlardı ki? Bir Hortkuluk’tan emir almak mümkün müydü? Ya Basilisk’i yöneten Çatalağız? O kimdi?
“Basilisk’i kim yönetiyordu? Sen Çataldili konuşuyor olamazsın, Canavar’ı yöneten kişinin…”
Lestrange onun sözünü tamamladı: “Slytherin’in varisi olması gerekir…” Sırıttı. “Eh, gerçekten de öyle… Nerede olduğumuz düşünülürse…” Kollarını kaldırarak etrafını gösterdi, “Her şey Karanlık Lord’un planı ve eseriydi…”
Harry’nin ağzında pis bir tat belirdi, “Rüya mı görüyorsun? Karanlık Lord’un bedeni yok…”
“Ruhu ve izi burada…” Lestrange elini cüppesinin cebine attı ve Harry’nin çok yakından tanıdığı bir cisim çıkardı.
“Diriltme Taşı!” Harry şok içindeydi.
Lestrange güldü, “Tabi ya… Hogwarts Savaşı’ndan sonra Yasak Orman’da gizlenirken bulduk. At adamlar’ın Savaşa katıldığı yerde, toprağa yarı gömülüydü. Nott ile her türlü yardıma muhtaçtık, keşke o dönse diyorduk ve…” Taşı parmaklarının arasında kavradı, “Bu karşımıza çıkıverdi…”
Taşı ağzına yaklaştırdı ve bir şeyler fısıldadı, elinde üç defa döndürdüğünde Lord Voldemort, saydam mavi bir gölge olarak belirdi. Harry apaçık bir nefretle ona baktı. Diriltme taşı tam anlamıyla ölmemiş olan birini geri getirebiliyor muydu? Ruhu bir Hortkuluk’a hapsedilmiş olan Voldemort’u? Belli ki yapabiliyordu, o buradaydı işte…
Nefretle, “Ölmeyi kabullenemeyecek kadar korkaksın,” dedi.
Voldemort’un tanıdık, hırıltılı ve sinsi sesi yankılandı, “Harry Potter… Beni yok edemeyeceğini hala anlayamadın mı?”
Başını salladı, “Bu sen değilsin, sen sadece asla tam anlamıyla var olmamaya mahkûm zavallı bir ruhsun…” Harry son derece kendinden emindi, Karanlık Lord’un bir türlü dersini alamaması, sürekli eksik ve aciz bir şekilde yaşama ya da adına ne denirse, var olmaya tutunmaya çalışması onu küçümsemesine sebep oluyordu.
“Bu acınası sözleri kendine sakla Potter… Ben buradayım… En başta planladığım gibi öldürülemez, yenilmez… Ölümsüzlük yolunda herkesten daha ileri gittim…” Lestrange’i işaret etti, “İki müridime yol gösterdim… Hogwarts’tan nasıl kaçacaklarını, Bakanlık’a nasıl sızacaklarını anlattım. Pullman’ı kullanmalarını sağladım ve Williamson’u büyületerek son nefesine kadar benim için çalışmasını garanti ettim… Bugün burada senden ihtiyacım olanı aldığımda yeniden bedenime kavuşacağım…”
Çirkin bir gülüş yüzüne yansıdı.
Harry başını salladı, “Defalarca kaybettin, yenilgiyi kabullenemedin. Sürekli şansı, tesadüfleri ileri sürdün. Senin koyduğun Akromantula’yı, senin yönettiğin Basilisk’i aştım ve karşındayım… Şimdi senin son kuklanı da yok edeceğim…”
Lestrange hiddetle asasını kaldırdı, Harry de gardını aldı.
Voldemort bir an Harry’ye baktı, sonra Lestrange’e doğru eğildi, “Daima Expelliarmus ile başlar… Zavallı…” dedi tekrar Harry’ye bakarak, yorgun görünen Lestrange’in yanından gülerek geçti.
Lestrange önce onunla sırıttı, sonra sırıtışı yüzünde dondu ve haykırdı: “Crucio!”
Affedilmez Lanet Harry’nin bir saniye önce bulunduğu yere isabet ederken Harry ustaca kaçınmayı başardı. Sarmaşıklar kavruldu ve kesif bir yanık kokusu duyuldu. Harry bitki örtüsünü kendisine siper aldı ve koca bir sarmaşığın arkasına gizlendi. Yeşil gövde genişti, Lestrange’i yanıltmak için diğer tarafa dolandı ve kafasını uzattı.
Mavi parlak bir ışık belirdi ve Lord Voldemort yürüyerek yanına gelip hain bir ifadeyle sırıttı, “Saklanıyor musun Potter?”
Lanet Harry’nin hemen yanına saplandı. Bitki parçaları havada uçuştu. Harry koşarak siper aldı ve bir başka yığına tırmandı, yüksek bir konuma geçerek avantaj sağlamaya çalışıyordu. Olduğu yerden büyüyü yolladı: “Expulso!”
Bir patlama oldu ve Lestrange üzerine devrilen koca bir dolaptan zorlukla kaçındı, “Iskaladın Potter!”
“Sadece bu defalık!”
Voldemort Harry yanından geçip tepenin öbür yanına atlarken gözlerini ona dikti, “Senin için ölecek annen olmadığında…” Harry öfkeyle dişlerini sıktı, “Ne kadar da zavallı görünüyorsun…”
Gözleriyle tüneli tararken, “Seni seven bir annen bile olmadı, pis bir yetimhaneye bırakıp gitti,” dedi.
Voldemort nefretle dikleşti, “Kimin umrunda? Lestrange! O burada!”
Harry Voldemort’un her türlü hileye başvuracağını zaten anlamıştı. Bu yüzden önlemini almıştı, hazırdı, Lestrange ona Ölümcül Laneti yolladı: “Avada Kedavra!”
Harry aynı anda bağırdı, “Alarte Ascendarev!” Pis bir koltuk fırlayarak ikisinin arasına girdi ve lanet koltuğa gömülüp kaldı.
Voldemort dişlerini gıcırtarak, “Sana bu numaraları Grines mi öğretti? O kanı bozuk…”
Harry büyük bir zevkle haykırdı, “Cendravero!” Mavi ateş topları fırlayarak Lestrange’i köşeye sıkıştırdı, devrilen eşyalar adamın üzerine yığıldı, Kaldırma Büyüsü’nü kullanarak kıstırıldığı kapandan çıktığında Harry yine karşısındaydı.
Lestrange nefes nefese kalmıştı, kendisini topladı, “O… Kendi ailesini korumaktan aciz biri…”
Harry yüreğinde nefretin dalga dalga büyüdüğünü fark etti, “O benim hayatımı kurtardı… Bana tonla şey öğretti… Onunla teke tek dövüşsen şansın sıfır olurdu,” Voldemort’a döndü, “Belki senin bile…” Asasını salladı: “Diffindo!”
Lestrange yeterince çevik davranamadı, cüppesinin kolu yırtıldı, koşarak bir eşya yığının arkasından dolanmaya kalktı, arkasına dönerek “Defodio!” diye bağırdı, Harry önünde oluşan çukurdan zorlukla kaçındı, sendeleyip dengesini bulması birkaç saniyeye mal oldu. Harry onun kaçmasını önlemek için Depulso büyüsünü yaptı, Lestrange aniden önüne çıkan bir korkuluktan sıyrılamadı ve takılarak yere yapıştı. Kalkarken de rastgele bir büyü savurdu: “Everte Statum!”
Harry vücuduna isabet eden ışınla devrildi, göğsüne keskin bir acı saplandı. Tekrar doğrulabilmek için büyük bir çaba gerekiyordu. Bu çabayı Voldemort’un hevesli sesi sayesinde gösterebildi, “Acıdı mı Potter? Bitir işini Rodolphus! Bu iş fazla uzadı!”
Lestrange’in yaklaştığını hayal meyal fark etti Harry. “Lacarnum inflamarae!”
“Glacius!”
Lestrange’in asasından çıkan alevler bir anda dondu ve katı bir kütle gibi düştü. Yüzü gösterdiği çaba yüzünden kaskatı kesilmişti. Harry ise gücünü yeniden kazanmıştı.
Voldemort, sinirli sinirli adım attı, “Yeter artık! Bitir işini!”
Lestrange iyice yorulmaya başlamıştı, nefes nefeseydi. Harry ise kendisini o denli canlı hissediyordu ki sabaha dek dövüşebilirdi. Ginny için, Arcanus için; bu sözleri kendi kendine fısıldayarak motive oluyordu… Lestrange Incarcerous’u denedi, Harry büyüden kaçındı. Harry Voldemort’un yarattığı baskının da Lestrange’i zorladığını fark etti.
“Oppugno!” diye haykırdı Lestrange, enkaz haldeki eşyaların altında kırmızı gözlerle bakan sıçan, fare ve örümcekler belirdi ve Harry’ye saldırdılar. Harry Incendio Büyüsü’yle asasından alevler çıkardı ve hayvanlar korkuyla geri çekilip kaçıştılar. Harry etrafını sarmakta olan Şeytan Kapanı’nın da bu alevlerden ürkerek kollarını geri çektiğini fark etti. Gerçekten ucuz kurtulmuştu.
Lestrange artık tükenmişti ve asasını zorlukla kaldırıyordu, Harry onun hırıltılı nefesini duyduğunda bitirici darbeyi vurdu: “Expelliarmus!”
Lestrange’in asası fırlayarak Harry’nin sol eline yapıştı. Harry asasını Lestrange’in boynuna dayadı. Bakışlarını Voldemort’a çevirerek, “Sonuna hazırlan… Dedi…”
Onun nereye baktığını göremeyen Lestrange’in ağzından “Merhamet…” kelimesi döküldü…
Harry gözlerini kıstı, “Korkma, senin gibi bir alçak değilim, küçük bir çocuğu ya da asasız bir insanı öldürecek bir cani değilim… Ama…” Voldemort’a döndü yine, “Akıl hocan için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.”
Harry Lestrange’i önüne kattı, asasıyla vücudunu saran mavi saydam ipler belirmesini sağladı. Sonra Ölüm Yiyen’in koluna girdi, “Efendinle vedalaşmayacak mısın?” diye sordu.
Voldemort nefretle baktı ona, Harry Lestrange’in cebinden Diriltme Taşı’nı çıkardı ve bitki yığınının dibine attı. Voldemort’un bakışlarının keyfini çıkararak bağırdı, “Lacarnum İnflamarae!”
Diriltme Taşı’nı bir anda alevler sardı. Oradan da bitkilere sıçradı. Dev Şeytan Kapanı çığlıklar atarken Voldemort da nefretle Harry’nin duyamadığı bir şeyler haykırıyordu. Taş en sonunda erimeye başladığında Voldemort ortadan kayboldu, Harry Lestrange’in koluna girdi, beraber tablonun içinden geçtiler ve tüneli terk ettiler.
* * *
Bakanlık’tan çalınmış olan Zaman Döndürücü odanın ortasında bir masanın üzerinde kuruluydu. Cam kabinlerinden birinde ufak bir kumaş parçası vardı. Harry bunu yakından incelediğinde Wimple’ın gizli odasında gördüğü cüppeye ait olduğunu fark etti: Voldemort’un cüppesi. Demek parçayı bunun için çalmışlardı, Hatırat yapmak için. Diğer cam bölmede ise son Hortkuluk vardı, Gryffindor’un Kartal Başlı Aslanı. Ona baktığı anda bir Harry nabız gibi attığını ve kötücül bir ruh barındırdığını hissetti.
Zaman Döndürücü’ye güç veren cam tüp ise boştu.
Hemen arkada duvara asılı bir arbalet ve raflarda siyah bir sıvıyla dolu iksir şişeleri vardı. Harry kendi kendine Nigrum Mortem diye fısıldadı. Sonra Ginny’nin sesi odada yükseldi: “Harry!”
Harry hemen arkada saydam mavi ışıklardan bir kafes olduğunu gördü, Ginny kafesin içindeydi, Harry de haykırdı: “Ginny!” Üzerinde mezuniyet gecesi giydiği elbise vardı, sadece nilüfer yaprağı koparılmışa benziyor, üzerinden iplikler sarkıyordu.
Elleri kafesin demir barlarının arasında birleşti, “İyisin ya…”
Ginny cesurca yanıtladı onu, “Evet iyiyim…”
“Sana zarar verdiler mi?”
“Hayır…”
“Çok üzgünüm, her şey için…”
“Önemli değil Harry… Buradan çıkalım… Haydi!” Ginny yorgun ama sağlıklı görünüyordu. Belli ki kötü muamele görmemişti. Şükürler olsun ki buna vakit bulamamışlardı.
Harry kafese baktı, daha önce Voldemort’un Nagini’yi buna çok benzeyen bir yerde sakladığını görmüştü. Ama nasıl açılacağını kestiremedi, bir anahtar deliği vardı ama Alohomora hiçbir işe yaramadı. Lestrange’e döndü, “Nasıl açılıyor?” Asasını tehditkâr şekilde kaldırmıştı.
“Anahtarla…”
Lestrange bağlanmış ellerini kaldırdı. Harry onun cebinde bir şeyin parıldadığını görebiliyordu. “Accio anahtar!”
Anahtar hareketlendi ama cepten çıkmadı. Lestrange sırıttı, Harry anahtarı almaya kalktığında gözünün ucuyla avucunun içinde bir parıltı gördü ama harekete geçmekte gecikti. Lestrange’in eli başına inerken Harry çekildi ve sivri bir şey sol omzuna saplandı. Harry büyük bir acıyla bağırırken Ginny’nin endişeli sesi yükseldi, “Harry! Hayır!”
Lestrange’in kanlı ellerinde bir cam parçası vardı ve Harry’nin omzuna saplanmıştı. Muhtemelen eşya yığınlarının arasında bulup çaktırmadan avucuna gizlemişti. Lestrange tekmesini savurdu ve Harry’yi yere yapıştırdı. Asası yere düştü ve sürüklendi. Lestrange asanın üzerine atladığında bir süre boğuştular, omzu öylesine acı veriyordu ki tüm gücünü kullanamıyor, elleri bağlı Lestrange ile zorlukla başa çıkıyordu.
Mücadele çetin ve acımasızdı. Lestrange bir an onu boyunduruğa aldı, yuvarlandılar. Boynunu saran kollar sıkılırken bağlı bilekleri Lestrange’in işini zorlaştırıyordu. Harry sonunda dirseğini onun yüzüne yapıştırdı, Lestrange gerileyerek döndürücünün arkasındaki raflara çarptı, Harry hemen atılarak asasını kapmayı başardı. Lestrange’e doğrultup bağırdı: “Sersemlet!” Işın Lestrange’in vücuduna isabet edince önce donup kaldı, sonra rafları yerle yeksan ederek kaydı ve yere düştü. Nigrum Mortem ile dolu olan raflar cam kırıkları içinde kalmış ve siyah sıvı Zaman Döndürücü’nün üzerine dökülmüştü.
Harry eğilerek iki büklüm oldu, “Harry, iyi misin?” Ginny endişeyle ona bakıyordu, “Evet, şimdilik iyi gibiyim, ama bu iş bittiğinde Geyik Otu’na ihtiyacım olacak.” Lestrange’in cebinden anahtarı aldı ve Ginny’yi hücresinden çıkardı. Birbirlerine o kadar sıkı sarıldılar ki Harry neredeyse acıyla inleyecekti. Yine de hiç itirazı yoktu. Hem Harry’nin canını yakmamak isteyen, hem de uzun süredir birbirleriyle konuşmadıklarının farkına varan Ginny onu hemen bıraktı.
“Son bir şey daha…”
Harry Zaman Döndürücü’ye döndü. Cam bölmeyi açıp son Hortkuluk’u almayı ve makineyi yok etmeyi planlıyordu. Bölmeyi açıp Kartal Başlı Aslan heykeline elini attığında heykel ağzını açtı, bir duman yükseldi ve Voldemort’un yüzünün şeklini aldı. Şekil büyüdü ve yerden bir adım yükseğe çıktı.
Voldemort konuştu, “Ne yapmak istediğini biliyorum Potter…”
Harry zorlukla sırıtarak cevap verdi: “Deme yahu…”
“Bunu gerçekten istediğine emin misin?”
“Hayatta bundan daha çok istediğim hiçbir şey yok… Sevdiklerimi öldürdün, aileleri mahvettin…”
“Peki ya onları döndürmenin yolu varsa?”
Harry kaşlarını çattı… “Sen neden bahsediyorsun?”
Aynı anda Zaman Döndürücü çalışmaya başladı. Bu durum hem Harry hem de Ginny için büyük bir şok oldu. Harry yakıtın dolması gereken cam bölmeye baktığında Nigrum Mortem’in bir kısmının içine dökülmüş olduğunu fark etti.
Tabi ya! Yüzyıllardır ortada olmayan, efsaneleşen… Bir büyücüyü dahi iyileşemeyecek duruma getiren korkunç sıvı… Ne onun kadar güçlü ve efsunlu olabilirdi ki? Bir tesadüf eseri bulmuşlardı bunu. Harry Lestrange ve Nott’un bu durumu fark etmiş olsa neler yapabileceklerini düşünmek dahi istemedi.
“Ah, Zaman Döndürücü’nün sonunda çalıştığını görüyorum. Bu işleri kolaylaştıracak.” Yılansı yüzü duvardaki şişelere ve en sonunda Harry’ye döndü. “Buradaki stoklarla yıllarca geriye gidebilirsin…”
Elinin hareketiyle bir imge oluşturdu, Fred Weasley üzerine devrilen taş duvarın altında ölü yatıyordu. Percy Weasley acı içinde etrafa rastgele lanetler yağdırıyordu. Tonks ile Lupin yan yanaydılar. Birileri kayıpların üzerine örtü seriyordu. Etraflarında kederli yüzler vardı.
“Sadece bir yıl geri gidebilir, onların hayatını kurtarabilirsin… Küçük Ted öksüz ve yetim büyümez…”
İmge değişti, Dumbledore Yıldırım Çarpmış Kule’den aşağı düşüyordu… Kurumuş gibi görünen elini Severus Snape tedavi etmeye çalışıyordu…
“Ya Dumbledore? Hogwarts’ta Müdür bir cinayete kurban gitmeyebilir…”
Bu defa Sirius belirdi imgede. Tül perdeden geçip gidiyor Harry’yi sonsuza dek yalnız bırakıyordu. Harry acı içinde onun adını haykırıyordu.
“Vaftiz baban asla ölmeyebilir…”
Peter Pettigrew’un asasından çıkan öldüren lanet Cedric Diggory’ye isabet etti. Diggory ölü bakışlarla yere yığıldı.
“Hatta Cedric’i bile kurtarabilirsin.”
Harry acı ile baktı bu imgelere. Hayal ettiği hayat o kadar yakındı ki. Parmaklarının ucundaydı. Cedric’i kurtarabilirdi, üstelik Voldemort henüz bedenini bulmamıştı bile. Herkese olanı biteni anlatabilir, Alastor Moody’nin kılığına giren Bartiemus Crouch’u yakalatıp Little Hangleton’a baskın yapılmasını sağlayabilirdi. Böylece Voldemort’un dönüşü dahi engellenebilirdi.
Ginny onun yaşadığı iç çelişkiyi hissetmişti. O da benzer duygular yaşıyordu belli ki. Ama hiçbir şey söylemedi.
Harry adeta fiziksel bir yoksunluk hissediyordu. Grimmauld Meydanı’nda Siriusla yaşamak. Hayat nasıl olurdu? Oğlunun cesedine kapanıp ağlayan Amos Diggory. Dumbledore’un anısına havaya kalkan asalar.
Ted’i unutma dedi iç sesi, “Onu yine anne babasız bırakacak mısın? Remus Lupin ve Nymphadora Tonks’u tekrar öldürecek misin?“
Yapacağı bu muydu? Onları tekrar öldürmek? Zamanı geriye alıp Voldemort’u hayata döndürmemeyi seçerse yapacağı bu muydu?
Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nı yeniden canlandırırdı. Bu defa kaderlerini bilerek yaşarlardı. Ölüm Yadigârlarını birleştirirdi. Dumbledore Zaman Döndürücü’yü kullanarak birden fazla masum hayatı kurtaracaklarını söylememiş miydi? Kendisi en başta, yıllar önce Harry ve Hermione’yi bunu yapmaya teşvik etmemiş miydi?
Beyni ona oyunlar oynuyordu. Zaman Döndürücü’yü 1994 yılına çevirmesi için bahaneler üretip duruyordu zihni. Harry Wimple’a öfkeliydi. İçten içe işlerin bu noktaya geleceğini ve bu karara zorlanacağını ta o zamandan hissetmiş gibiydi. Lestrange ile düello yapmaktan daha zordu bu. Basilisk ile savaşmaktan. Şeytan Kapanı’ndan kurtulmaya çalışmaktan. Ter içinde kalmıştı.
Ama yapamazdı. Bir söz vermişti.
Seherbazlık Yemini etmişti. Kingsley ile el sıkışırken söyledikleri bugün bile aklındaydı.
Büyücü toplumuna, adil ve tarafsızca hizmet edecek misin?
Büyücü toplumu ve Muggle toplumu arasındaki barışın korunması ve suçların önlenmesi için tüm gücünle çalışacak mısın?
Ne kadar acı olursa olsun, canını ne kadar yakarsa yaksın karanlığın yükselmesine izin vermeyecekti. Bugün bu odada her şey sona erecekti. Aksini düşünmek bile ihanet olurdu. Kendisini toparlamaya çalıştı. Ginny elini tuttu, Harry ona baktı. Bakışları alev alevdi. Doğru kararı vereceğine dair güveni anlatıyordu gözleri. Harry hafifçe başını salladı. Bu destek ona yetmişti.
Bir an için aklından onu nasıl yok edeceğini geçirdi. Sonra başını iki yana salladı, “Tabi ya…”
Duvara doğru yürüdü ve asılı arbaleti eline aldı. Kullanması çok basit görünüyordu. Nigrum Mortem’i yerleştireceği tüpü koyacağı yer dahi belliydi. Sağlam kalan tüplerden birini taktığında Hortkuluk başına gelecekleri anladı.
Voldemort’un yüzü değişti. Önce Cedric oldu, sonra acıyla bağıran Sirius ve peşinden Dumbledore, Tonks, Lupin…
Harry arbaleti kaldırdı, Nigrum Mortem’e batırdığı oku gerdi ve nişan aldı. Hortkuluk son çare olarak Ted’in görünümüne büründü. Hiçbir şeyden habersiz oyun oynayan Ted, mavi saçlı vaftiz oğlu. Slytherin Malikânesinin kalbinde Zaman Döndürücü’nün önünde belirdi. Oda adeta anafora kapılmıştı, imgeler dönüp duruyordu.
Harry tetiği çekmeden, “Sen yoksun, Ted evde beni bekliyor,” diye fısıldadı, bu düşünce ona güç verdi, yüreği ısındı ve Ted ortadan kaybolurken parmağını tetiğe bastırdı.
Ok ıslık çalarak fırladı ve Kartal Başlı Aslan heykeline saplandı. O anda katran karası sıvı bir madde kan gibi etrafa saçıldı, heykel parçalanırken korkunç bir patlama oldu. Bir ses hafifçe yükseldi de yükseldi. Voldemort’un ölüm çığlığıydı bu: Sessiz bir çığlık. Uğultu neredeyse elle tutulur bir hal aldı ve duvarlara çarptı. Harry ve Ginny sarsıntıları ayaklarının altında hissettiler. Kalan sağlam raflar da sarsıntılar yüzünden yerlerinden çıkarak Zaman Döndürücü’nün üzerine düştü ve makinanın cam aksamında kırıklar belirdi.
Malikâne sanki ayağa kalkmaya çalışıyor gibiydi. Harry tavanın yıkılmak üzere olduğunu fark etti. Kopan taşlar Hatırat’ın olduğu bölmeyi paramparça etti. Harry Lestrange’i Yükseltme Büyüsü’yle kaldırdı, odanın kapısını açtı ve Ginny ile beraber dışarı çıktılar.
Harry bulundukları koridoru tanımıştı. Lestrange’i kovaladığı yerdi burası. Portrenin olduğu oda yakınlarda olmalıydı. Duvarlar zangırdarken gerisin geri döndüler. Goblenler ve büstler yollarına devriliyordu. Ginny bunlardan birine takılıp düştüğünde Harry onu devrilen bir heykelin altından son anda çekti. Kapıya doğru koşturdular, sonunda dışarı çıktıklarında arkalarında koridorun toz dumana katıldığını gördüler, birkaç saniye sonra da tavan tamamen çökmüş, malikânenin bu bölümünü dümdüz etmişti.
Harry ile Ginny merdivenlere ulaştıkları anda Kingsley Shacklebolt bir grup Seherbazla beraber dış kapıdan girmiş ve Slytherin büstünün önüne kadar gelmişti. İkili onları görünce el ele tutuştuklarını fark edip birbirlerinden uzaklaştılar. Seherbazlar Arcanus Grines’in ve Williamson’un cesedini de o anda fark etti.
“Arcanus, ARCANUS? Williamson?”
Harry merdivenlerden inerken Kingsley’e bakarak, “Üzgünüm,” dedi. “Ona hayatımı borçluyum…” Kingsley yumruk yemiş gibi iki büklüm oldu. Dostuna doğru eğildi. Söyleyecek bir şey bulamıyor gibiydi, ağzı açılıp kapandı ama ses çıkmadı. Diğer Seherbazlar da Williamson’un başındaydılar. Harry açıklama ihtiyacı duydu, “Imperius Laneti altındaydı.”
Derin bir sessizlik oldu, çok uzun, çok uzun süren bir sessizlik. Kingsley ayağa kalktı, zorlukla, “Evet,” dedi, “bunu bu gece anladık. Ölüm Yiyen’ler St Mungo’dan taburcu olduğunda onu kaçırmış ve yeniden büyülemiş. Zihnindeki boşlukların sebebi Imperius Laneti’ne maruz kalmasıymış. Bakanlık baskınında Wimple’a saldıranlardan biri de oymuş. Pullman’ı lanetin etkisindeki Williamson öldürmüş.” Seherbazlar Williamson’u şefkatle kaldırıp görünmez sedyeye yerleştirdiler. Kingsley şatonun kapısından çıkana dek onları izledi. Sonra boşluğa bakarak,
“Yapamadım Harry,” dedi, “Ne iyi bir dost olabildim, ne de başarılı bir Bakan…”
Harry başını salladı, “Hayır Bakan Shacklebolt… K-Kingsley…” Harry bir an sustu, “Grines buraya girmeden önce yok etmenin, öldürmenin, zarar vermenin çok kolay olduğunu söylemişti. Zor olan ise korumak…” Duraksadı, “Size kırgın değildi, sadece ailesine olanlarla başa çıkamıyordu.”
Kingsley kafasını ona çevirdi, acı bir ifadeyle baktı, Harry Grines’in hikâyesini bilmediğini unutmuştu. Ona kısaca Elvira ve Neilina’ya olanları anlattı. Kingsley’in yüzünde bir acı ifadesi belirdi, bakışları daha da karanlıklaştı. “Biz yapabileceğimizin en iyisini yaptık. Voldemort’u yok ettik,” diye bitirdi Harry sözlerini.
“Bu oldu mu?” Umutla sordu Kingsley.
Harry yerde baygın yatan Lestrange’in kolunu sıyırdı. Sol kolundaki Ölüm Yiyen dövmesinin yerini keskin bir bıçakla yapılmışa benzeyen sıradan bir yara izi almıştı. İkinci kehanet de gerçekleşmişti, rüyaları doğru çıkmıştı. Onu Akromantula’lardan kurtaran gölge okla dağılmış, Harry en zor seçimle karşı karşıya kalmıştı. Yaptığı seçimle Karanlık yükselmemişti belki ama yine de onun için en acı şafak söküyordu. Vitraylarda ufukta doğan güneşin cılız ışıkları belirmeye başlamıştı.
Harry’yi daldığı düşüncelerden acı dolu bir çığlık uyandırdı. Sanki zaman durmuş gibiydi. Geri dönen Seherbazların hemen arkasından malikâneye giren Elwyn’den çıkmıştı bu ses.
Elwyn panikle kendini Grines’in cesedinin üzerine attı. Başını ellerinin arasına aldı. “Arcanus hayır’ ARCANUS!” Sanki onu canlandırmaya çalışıyor gibiydi. O kadar yoğun bir acı çekiyordu ki Kingsley ve Seherbazlar şahit oldukları trajediyi unutarak onu şaşkınlıkla seyrettiler.
Elwyn’in gözyaşları yanaklarından dökülürken Harry her şeyi anladı. Ne kadar da aptaldı…
Bunca zaman her şey açık seçik önünde yaşanmıştı oysa.
Daha onu ilk gördüğü gün Hogwarts’a Grines ve Percy ile beraber gelmişti. St Mungo’da olmadığı her anı Bakanlık’ta geçiriyordu. Hermione bile fark etmişti bu durumu. Harry’ye defalarca ima etmişti ama o anlamak istememişti. Revirde ve mağarada tek yaptığı Harry’ye dostça davranmaktı. Mağaranın girişinde Grines’in kulağına fısıldamasını hatırladı. Orada da anlamamıştı. Elwyn başından beri Arcanus Grines’e âşıktı. Harry Hogwarts’ta Elwyn’in Elphias Doge’un bilincinin yerinde olup olmadığını nasıl test ettiğini hatırladı: Bir köpekbalığı ve bir Hipogrif?
O kadar aptaldı hissediyordu ki kendisini…
Noel sabahı Wimple, Grines’in Bakanlık’ta olduğunu ve Pelerinini denediğini söylememiş miydi? Harry Elwyn’i o gün Chef Wizard’da ağlarken bulmamış mıydı? Grines’in hikâyesini anlatırken söyledikleri hala kulaklarındaydı:
… Sırrımı bilen çok az insan vardı. Duygusal olarak bir enkazdan farksız olduğumu görüyor ve beni iyileştirmeye çalışıyorlardı.” Grines gözlerini kaçırdı, utanıyor gibiydi. “Ama yapamazlardı Harry, ben içten içe ölmüştüm. İyileşmeye çalıştığımda bir şekilde tekrar kabuğuma dönmüş bir halde buluyordum kendimi.”
Elwyn Harry ile Grines’in kalbinde açtığı yarayı unutabilmek için beraber olmuştu. Aslında sadece ve daima Grines’i sevmişti. Bu yüzden Harry’den uzaklaşmıştı. Bu yüzden Bakanlıkta çok sevmenin birini kazanmaya yetmediğini söylemişti. Harry baloyu hatırladı. Onu ikna edebilmek için Grines ve Kingsley’in de geleceğini söylemesi yetmişti. Beraber sahneye çıktıklarında, “Belli ki erdemli olmak birinin kalbini kazanmaya yetmiyor,” demişti. Harry orada ima edilenin kendisi olduğunu düşünmüştü. Hâlbuki Ginny, Grines ve MCGonagall’ın önünde duruyordu. Elwyn aslında Grines’i hayata döndürememişti ve onun yumuşamayan kalbinin yasını tutuyordu. Harry nasıl ona Ginny’den dolayı haksızlık ettiyse Elwyn de ona Grines’ten kaçmak için yakınlaşmıştı.
Bir süre kimse konuşmadı, sadece Elwyn’in hıçkırıkları yankılandı salonda. Sonunda Ginny aralarındaki düşmanlığı arkada bırakarak onun yanına eğildi ve kanatları arasına aldı. Harry karışık duygular içinde Slytherin Malikânesinden çıktı. Hava almaya ihtiyacı vardı.
YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM
Dostları ilə paylaş: |