Veda Zamanı
Ginny iyiydi, sadece ufak sıyrıkları ve morlukları vardı; onu Elwyn ile gelen Augustus Pye tedavi etmişti. Shacklebolt Elwyn’e uyku iksiri içirip Seherbazlardan biriyle eve yollamak zorunda kalmıştı.
Malikâneyi baştan sona taradılar, pek çok lanetli obje ile yaralı Basilisk de kaderine daha sonra karar verilmek üzere Bakanlık’ın inferiler için hazırladığı zindanlara aktarıldı. Zaman Döndürücü enkazın altında paramparça olmuştu.
Arcanus Grines’in Bakanlık’tan çalınmış olduğunu söylediği Muggle doğumlu çocuklara ait kayıtlar, Lestrange ile Harry’nin düello ettiği tünelde yığılı eşyalar arasında yanmak üzereyken bulundu. Diriltme taşı ise tamamen küle dönmüş, güçlerini yitirmişti. Küle dönen bir şey daha vardı: Harry’nin Ateşoku. Shacklebolt Sihir Bakanlık’ı prosedürlerine göre, Bakanlık’ın görev sırasında zarar gören eşyaların aynısı ya da üst modelini Seherbaz’lara sağlamak zorunda olduğunu söyledi. Harry olanların etkisinde buna sevinemedi, bir Ejder Nefesi olacaktı ama o an en son düşündüğü şey yeni bir süpürgeydi.
Harry o gece Bakanlık’a gitmeden Kingsley’e ve diğer Seherbazlara her şeyi anlattı. Arcanus Grines’in hikâyesinden Diriltme Taşı’na, oradan Zaman Döndürücüye kadar her şeyi. Bu defa Voldemort’un gerçekten yok oluşu da dâhil olmak üzere her şeyi. Kingsley’e Arcanus’un dileğini de söyledi. Kızını bulma konusundaki saplantılı arzusunu anlattı. Bunun üzerine Kingsley Bulgar Sihir Bakanını aradı, Bulgar Bakan eski çalışanının ölümüne çok üzüldü ve Arcanus Grines’in Bulgaristan’da gömülmesini kabul etti.
Harry sabah olduğunda dahi hala Arcanus Grines’e karşı karmaşık duygular hissediyordu. Elwyn’den gerçekten hoşlandığı hatta âşık olduğunu düşündüğü bir dönem olmuştu. Bu yüzden kendisini hem aldatılmış, hem de onun kalbini tam anlamıyla kazanamadığından reddedilmiş hissediyordu. Ginny’ye karşı olan hisleri de her şeyi daha karmaşıklaştırıyordu. Yine de Grines’in ondan nefret etmemesini dileyen gözleri ve onun çektiği acılar aklına geldiğinde ikisini de affediyor, ardından tüm düşünce treni sil baştan başlıyordu.
21 Haziran’da Russe’de Tuna Nehri kıyısındaydılar. Bulgar Sihir Bakanı Arcanus Grines’i gerçekten seviyor olmalıydı. İngiliz Sihir Bakanlık’ının da desteğiyle onun için gerçekten zarif bir tören tertip etmişti. Ancak ne olursa olsun Harry içinde bulunduğu duygusal karmaşa içinde Arcanus Grines’in mermer platformun üzerinde yatan bedeninde teselli bulamıyordu. Hayatta olmayan birini affetmek kolay değildi, ondan nefret etmek de öyle. Etrafına bakındı Bulgar ve İngiliz Sihir Bakanlarının oluşturduğu protokol dışında pek çok kişi onu son yolculuğuna uğurlamaya gelmişti. İnsanın böyle bir kalabalığın içinde Grines’in anlattığı kadar yalnız hissetmesi ve kabuğuna çekilmesi garipti.
Harry o anda Elwyn’i gördü. Onu Hogwarts’ta ilk gördüğü güne gitti aklı. O ışıklar saçan mutlu kadından eser yoktu. Ne de olsa o gün Grines yanındaydı diye geçirdi içinden. Kıskançlık bir hançer gibi saplandı kalbine. Bugünse gözleri kan çanağı gibiydi, zayıftı. Harry onunla göz göze gelmemek için gözlerini kaçırdı. O sırada sırtında bir el hissetti.
“Hey Harry…”
Arkasını döndüğünde Victor Krum’u gördü. Yanı başında Bakan Shacklebolt ile sohbet etmekle meşgul olan Ron, Hermione’nin kolundan tutarak oradan uzaklaştırdı.
“Victor merhaba… Görüşmeyeli uzun zaman oldu, Grines akrabandı öyle değil mi?”
“Sayılığ… Elvirra, kuzenimdi. Grines’i de seve’dim… Nurrmengard’ın yarısını o doldu’du. Adalete inanırrdı…” Victor gerçekten üzülmüş gibiydi. Harry onun arkasındaki bir grup kadın ve erkeği işaret etti,
“Şu gelenler?” Kadınlar yas göstergesi olarak siyah tül örtülerle yüzlerini kapamıştı. Erkekler de somurtuyordu.
“Elvirra’nın anne babası ve di’er akrabaları. Onun ölümünden hep Arcanus’u so’umlu tuttular, ölünce düjmanlığı daha fazla sürdürmek istemedilerr. Artık neye yarayacaksa…” Grines’in ölümü onların da hakkında neler hissettiğini değiştirmişti. Harry Victor ile kısaca sohbet etti, birkaç dakika sonra izin isteyerek yeniden protokoldeki yerine döndü. Tam zamanıydı belli ki, seremoni başlıyordu. Kingsley bir konuşma yapmak üzere kendisi için hazırlanan kürsüye gelmişti.
Sevgili Misafirler, Sayın Bakan, dostlar ve iş arkadaşlarım.
Bugün burada sadece İngiliz ve Bulgar Sihir Bakanlığının önemli bir üyesini değil aynı zamanda eski bir dostumu uğurluyorum. Birçok kişinin hayatını borçlu olduğu, ömrünün son dakikasına kadar adaletin peşinden yürüyen bir Büyücüyü…
Grines mermer lahitin üzerinde yatıyordu. Akıl hocam diye düşündü Harry, dostum. Olanların hiçbiri onun suçu değildi, o istemedi.
…Hepimizin hayatında derin bir iz bıraktı.
Pek çok insan bu dostluğun nasıl başladığını sorup durdu bugüne dek. Belki de anlatmak için doğru gün bugündür.
Shacklebolt derin bir nefes aldı.
Hogwarts’ta Voldemort’un yükselme döneminde Muggle doğumlu öğrenciler saldırıya uğrarken bir gün olaylar iyice çığrından çıktı. İki Voldemort sempatizanı, alt sınıftaki çocuklardan birini neredeyse öldürme noktasına geldi. Arcanus buna seyirci kalamazdı, üç kişiye karşı çocuğu savunurken kendisini gölün sularında buldu, bu defa tamamen ona odaklandıklarında ve boğmaya çalıştıklarında canını kurtarabilmek için köpek balığına dönüştü. Benim de yardımlarımla o üç öğrenciyi alt ettik ve okuldan atılmalarını sağladık. Voldemort o dövüş sırasında dönüşüm geçirebildiğini öğrendi ve o günden itibaren hayatını kâbusa çevirdi.
Kingsley sustu, hafif bir rüzgâr esti.
Ölümü bana tek bir şey öğrettiyse o da kötülüğün asla yok olmayacağı, farklı biçimlerde daima karşımıza çıkacağıdır. Kötülüğe karşı daima iyilik ve tam tersi daima var olmaya devam edecek. Ta ki son insan bu dünyadan çekilene kadar…
Yolun açık olsun Arcanus, seni asla unutmayacağız.
Kingsley’in sözlerini bitirmesiyle beraber başlayan alkışlar hiçbirinin beklemediği bir şekilde bölündü. Deniz halkının bir bölümü Tuna nehri kıyısına kadar gelip su yüzüne çıkmıştı. Kendi dillerinde bağırıyor, bir şeyler söylüyorlardı. Bulgar Bakan çevirmeniyle ve kürsüden inen Kingsley ile beraber aceleyle onların yanına gitti.
Deniz halkı hararetle konuştu, üçü onları sabırla dinledi, çevirmen en sonunda iki Bakan’a bir şeyler söyledi. Sonunda Kingsley kafasını sallayıp cenazeyi izlemeye gelmiş olan kalabalığa döndü,
“Deniz halkı onun denize ait olduğunu söylüyor. Grines’in arayışının bittiğini belirtiyorlar ve onu asıl yuvasına götürmek istiyorlar…” şeklinde bir açıklama yaptı. Grines’in anne ve babası hayatta değildi, kardeşi de yoktu. Herhangi bir itiraz gelmeyince Deniz Halkıyla bir süre daha konuştular ve kafalarını salladılar.
Kingsley tekrar dönerek, “Arcanus’un son istirahat yeri burası olacak,” dedi ve nehri gösterdi. İnsanlar prosedürün bu şekilde değiştirilmesine şaşırmış görünüyordu ama kimse itiraz etmedi. Harry de içten içe bunun daha doğru olduğunu düşünüyordu. Grines ona olanları atlatabilmek için köpekbalığına dönüşüp nehirde dolaştığını anlatmıştı. Neden nehirde dinlenmeyecekti ki?
Kalabalık oturdukları yerden kalkıp mermer lahite yaklaştı. Kingsley asasını kaldırdı, lahit baş kısmından hafifçe yükseldi ve nehre yaklaştı. Kalabalık cenazeyi ve protokolü izledi. Sonunda lahitin ayakları nehre ulaştığında Grines mermer kaidenin üzerinden kaydı ve yavaşça, zarifçe suya gömüldü. Deniz halkı kollarından tuttu ve ona son yolculuğunda eşlik etti. Grines suyun dibinde kaybolduğunda Harry içinden bir şeylerin kopup gittiğini fark etti.
* * *
Ron ile Hermione yanına geldi, biraz sohbet ettiler ve kalabalığın dağılmasını beklediler. Sonra Hermione gözleriyle Harry’nin arkasında bir yeri işaret etti ve Ron’u kolundan çekerek uzaklaştırdı. Elwyn yanına kadar gelmişti, Harry onu fark etmemişti bile.
“Üzgünüm Harry, her şey için…”
“Ben de…” Ona dönüp bakmadı, gözyaşlarını görmek istemiyordu.
“Sana defalarca söylemek istedim…”
“Ama söylemedin…”
“Evet, vazgeçmiştim. Umudumu kaybetmiştim. Olamayacağını anladığımda hayata devam etmeye çalıştım. Ama yapamadım…”
Harry’nin öfkesini taze tutması çok zordu. Elwyn o kadar mutsuzdu ki…
“Şimdi ne yapacaksın?” diye sordu ona.
“Artık İngiltere’de kalabileceğimi sanmıyorum. St Mungo’ya istifamı verdim. Fransa’ya taşınıyorum.”
Harry başını salladı.
“Sadece son bir şey söyleyeceğim Harry. Ne olursa olsun seninle olmak benim kararımdı ve beni mutlu etti… Pişman değilim…”
Elwyn uzaklaştı ve cenazeyi terk etti. Harry Tuna nehrinin karanlık sularına baktı. Grines’i göremiyordu, o olanlardan pişman mıydı?
Ron ve Hermione tekrar yanına geldiler, ellerini omzuna koydular. Üçü beraber uzaklaştı.
Gece Grimmauld Meydanı’na döndüğünde cenazenin etkisiyle olsa gerek karmaşık duyguların etkisindeydi hala. Grines’in suda kaybolduğu anı unutmakta zorlanıyordu. Uykuya zorlukla dalabildi.
Gri bulutlarla kaplı bir kumsalda dalga seslerini dinliyordu. Deniz uçsuz bucaksızdı, kumsal terk edilmiş gibiydi, görünürde kimsecikler yoktu, ufukta tek bir gemi ya da sandal bile görünmüyordu. Harry ıslanmaması için paçalarını sıvadı ve sahilde yürümeye başladı. Ayakları ıslak kuma gömülüyor, her dalga vurduğunda yeniden temizleniyordu. Dursley’ler onu hiç tatile götürmemişti ama sanki daima en sevdiği oyun buymuş gibi geliyordu ona.
Az ilerisinde kumda oynayan ufak bir kız gördü, taş çatlasa dört yaşında güzel bir kız kendi kendine oynarken bir şeyler mırıldanıyor, bir şarkı söylüyordu. Harry şarkının Hızır Otobüs ve Yeşil Şapkalı Muggle olduğunu fark etti. Kıza doğru yürürken kumsalda kumların üzerine oturan ve kızı seyreden birini fark etti: Arcanus Grines.
“Arcanus?”
Grines konuşmadı, sadece başını salladı. Harry bağdaş kurarak Arcanus’un yanına oturdu. Bir süre hafifçe esen rüzgâr altında sessizce kumdan kalesini yapan Neilina’yı izlediler. Harry bundan daha huzurlu bir an düşünemiyordu.
Sessizliği bozan Grines oldu, “Teşekkürler…”
Harry, “Ne için?” diye sordu.
“Beni Russe’ye geri götürmelerini sağladığın için…” diye cevap verdi Grines. “Deniz Halkı kızımın yerini bulmuş. Ait olduğum yerde, nehirde onunla buluştuk…” Yüzünde Harry’nin gerçek hayatta hiç görmediği bir huzur ifadesi vardı. Sol yanağında muhtemelen Neilina’nın öldüğü gün isabet eden lanetli yara yoktu artık. Sanki o gün hiç yaşanmamış gibiydi. Harry yanında bir Seherbaz’ın değil müşfik, mutlu bir babanın olduğunu hissetti. Onu kıskandı.
“Nasıl bir his?” diye sordu.
“Bir insanın yaşayabileceği en büyük mutluluk... Her gün daha da büyüyen bir mutluluk hem de…”
Harry de Neilina’ya baktı, kız ona gülümsedi. Harry Ted’i hatırladı, göğsünde sevgi ılık ılık aktı.
“Sen de bir gün baba olacaksın Harry… Çok da iyi bir baba olacağından eminim.” Grines kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı, “Yağmur geliyor,” dedi. “Gitme vakti…” Ayağa kalkıp üzerindeki kumları silkeledi.
Harry hayal kırıklığına uğramıştı. O da ayağa kalkıp sordu, “Bu kadar çabuk mu?”
“Zaman geldi Harry…” Grines kızının elinden tutmuştu… Neilina ona el salladı. Beraber denize doğru yürürken Grines aklına bir şey gelmiş gibi bir anlığına ona dönüp baktı, “Sevdiklerine sıkı sıkı sarıl Harry,” dedi. “Hayatı güzelleştiren onlar. Ne zaman gideceklerini asla bilemiyorsun.”
Neilina ile beraber denize doğru yürüdüler. Harry onlara durmalarını söylemeye niyetlendiyse de kendisini dizginledi. Birkaç saniye sonra Grines, Neilina ile denizde kaybolmuştu, sanki hiç var olmamışlar gibi.
* * *
Cenazeden üç gün sonra 24 Haziran Cumartesi sabahı artık her şey sona erdiğinde Harry yaz kokularının Grimmauld Meydanı’nın geniş penceresinden içeri girdiği harika bir güne erkenden uyandı. Ron ile Hermione’nin uyuyor olmasından dolayı memnundu çünkü bugünkü planlarını gerçekleştirirken yalnız olmak istiyordu. Yapacağı şey ve onu nasıl yapacağı üzerine uzadı uzadıya düşünmüştü. Hatta çantasını geceden hazırlamıştı.
Dişlerini fırçaladı, bir şeyler atıştırdı ve boş sokakları arşınlayarak GWR’nin Paddington istasyonuna doğru yola koyuldu. Bugün acele etmek istemiyor, süren koşuşturma, gerginlik ve endişeden sonra sadece anın tadını çıkarmak istiyordu. Kingsley’den bunun için bir haftalığına izin almıştı.
İstasyonda biletini aldı, yeni açılan Büyük Batı Demiryolu’nun yepyeni vagonlarının rahat koltuklarından birine, cam kenarına oturdu. Bristol’a kadar iki saatlik yolu vardı. Sonrasında demir yolu arazi şartlarından dolayı çok fazla dolaştığından yolculuğunu cisimlenerek tamamlayacaktı. Bu iki saat Harry’nin İngiltere’nin güzel manzaralarının tadını çıkarması ve olan biteni düşünmesi için yeterliydi.
Tren hareket ederken Harry sanki Hogwarts Ekspresi’nin gürültülü ıslığını duyacakmış gibi hissetti. Tekrar Hogwarts’taki ilk yılına hazırlanmak Peron Üç Çeyrek’te olmak, o günden bugüne yaşadıklarının çocuğunu yaşamamış olmak güzel olurdu. Zaman insanın elindekileri acımasızca alıyor, aceleyle tüketiyordu. Tren hızlanınca, manzara penceresinden akmaya başladı.
Yolculuk boyunca Ginny’yi ve Grines’in söylediklerini düşündü. Ginny ile Slytherin Malikânesinde olanlardan beri konuşmamıştı. Sevdiklerinin hayatından kolayca çıkıp gitmesine izin vermemeliydi. Ama her şeyin bir şekilde hallolacağını düşünüyordu, Ginny’nin de onu sevdiğini, er geç tekrar bir araya geleceklerini biliyordu. Sadece biraz daha zamana ihtiyaçları vardı. Elwyn ile yaşadıklarının izleri çok tazeydi. Şu anda ona gitmek samimiyetsiz ve yanlış görünüyordu nedense.
Sonunda Bristol istasyonuna yaklaşırken çantasını alıp tekrar omzuna astı ve trenden indi. Ardından da binadan çıktı. Bristol Parkway İstasyon binasından çıktı, arka tarafa dolandı ve çöp kutularının bulunduğu bahçede etrafını kolaçan ederek Cokeworth’e cisimlendi.
Spinner’s End, aynen Severus Snape’in anısında gördüğü kadar kasvetliydi ve gün ışığı bu kasveti kırmaya yetmiyordu. Tekstil fabrikalarını, terk edilmiş değirmeni ve sıra sıra dizilmiş tuğla binaları gördü. Kırık sokak lambalarıyla doluydu caddeler.
Ama aradığı yer burası değildi. Evlerden biraz uzağa, yemyeşil tepelere doğru yürüdü. Hafifçe yakan güneş ışığının altında yorucu ama keyifli bir yolculuktu. Harry her anının tadını çıkardı.
En sonunda, Severus Snape’in anılarında gördüğü o tepeye ulaştı. Buraya ikinci gelişiydi, bu yüzden aradığı yeri rahatça buldu. Eski bir mezar taşının önünde duruyordu. Üzerinde, Severus Snape isminin hemen altında “Tanıdığım en cesur adam” yazıyordu,
Harry asasını kullanarak mezarda biten ayrık otlarını temizledi. Rüzgârın taşıdığı çer çöpü kaldırdı. Sonra da çantasını açarak Kingsley’in Elwyn ile beraberlerken Chef Wizard’da kendisine yollamış olduğu mektubu çıkardı.
“Merhaba…” Duraksadı. “Size uzun zaman önce yazılmış bir mektubu teslim etmek için geldim.” Sustu ve ekledi: “… Profesör…”
Güneşli havaya rağmen ince bir rüzgâr dağınık saçlarını karıştırdı. Mektubu açarak mezarın üzerine koydu. Uçmaması için üzerine koyacak taş aradı, bir tane buldu ve mektubun üzerine yerleştirdi. Rüzgâr daha da şiddetlendi.
Sevgili Severus,
Bu satırları yazmak tahmin ettiğimden çok daha zor oldu. Elimde mürekkebe buladığım tüy ve önümde parşömenle dakikalardır olduğum yerde duruyor, bir insanın tüm çocukluğunu, en derin sırlarını paylaşıp sonunda kaybettiği birine ne yazabileceğini düşünüyordum. Buldum da; ama düşündüklerimi ve hissettiklerimi parşömene aktardığımda değersiz göründüler; (Hâlbuki bu işte iyi olduğumu sanırdım) bazen sen daha çoğunu hak ediyormuşsun gibi bazense belki aslında bunların hiçbirini hak etmiyormuşsun gibi hissettiğim anlar oldu. Sonsuz bir karmaşa, akıl karışıklığı ama buna karşın düğümlenen boğazımdan çıkmaya çalışan, sayfaya dökülen sözcükler…
Geçmişe baktığımda o dev ağaçların gölgesinde uzanmış yatan bizi görüyorum. Benim kızıl saçlarım senin siyah saçlarına karışırken kim olduğum, ne olduğum ve bana neler olduğu konusunda sonsuz sorular kafamda dönerken yanımda beliren, tüm boşlukları dolduran, bana sonunda kendimi tam hissettiren sendin. Kırlarda meltemde savurduğumuz karahindibaların ipek beyazı tanelerini, el ele tutuşup dolaşırken avucumuzdaki papatyaların canlanışını, başımızın üzerinde dans eden yaprakları ve yarattığımız diğer mucizeleri hatırlıyorum. Sen benim için babanın bir türlü yumuşamayan yüreğine direnen cesur çocuktun. Eileen Prince’in sinmişliğine, bir türlü hak ettiği dünyaya kavuşamadığı için benim dışında her şeye direnen cesur çocuk. Senin mücadeleni gördükçe, zavallı Petunia’ya dair her şey bana çok önemsiz görünüyordu, sadece kızıl saçlı küçük şımarık biz kızdım seninle kıyaslandığımda. Her şeyin olmaktan korkan küçük bir kız.
Çocuk aklımla bile Hogwarts’a gidişimizin senin için ne anlama geldiğini biliyordum. Yıllardır kurtulmak için can attığın o evi terk edişin ki asla o evde sende açılan, sürekli kanayan yaraları tam anlamıyla iyileştirmeyi başaramadığımı biliyorum. (Bu benim yenilgim.) Diğer yandan beni başkalarıyla paylaşmak ve belki sonunda kaybetme korkusu; bunu Hogwarts Ekspresi’nde yüzüme her bakışında gördüm. Çocuk aklımla her defasında seni neşelendirmek için güldüm kahkahalarla; sen bana eşlik ettin ya da belki de eder gibi yaptın ve sahte tebessümün her defasında kayboldu penceredeki yansımanda. Bazen olacakların önüne geçmek imkânsızdır, sanıyorum, yani buna inanıyorum, her ne kadar bu geleceği bizim çağırdığımızı düşündüğüm çok an yaşamış olsam da.
Tanıdığım cesur çocuğun gözündeki karanlığı ilk defa Profesör McGonagall seçmen şapkayı başımdan kaldırdığı an, Gryffindorr masasına doğru yürürken gördüm.
Ama korkuyordum Severus; bizi ayıran şey sadece binalar değildi; benim senin her şeyin, saplantın ya da adını nasıl koymak istiyorsan “o” kişin olmaktan korkmamdı. Senden taşan o sevgiye yanıt verememe korkusuydu beni iten.
O korkunç arkadaşların, diğerleri çok sonra geldi. Şimdi düşündüğümde kalbinin benden uzaklaştığında soğuduğunu ve onların yarattığı karanlığa sığınmış olduğunu anlıyorum. Bana o iğrenç sözleri söylediğinde aslında kendin olmadığını, zümrüt gölün kıyısında çimlerin üzerine beraber uzandığım çocuğun sadece o günlere dönmek için her şeyi verebileceğini, duyduklarımın sadece kırık kalbinin acı bir çığlığı olduğunu anlıyorum ve seni affediyorum Severus. Seçtiğin yol için, yaptığın her şey için. İçinde bu her gün duyduğum ve hissettiğim kötülükten fazlası olduğunu bir şekilde biliyorum. Günü geldiğinde “sen” geri geleceksin biliyorum; buna inanıyorum bunca zaman sonra hâlâ, daima da inanacağım.
Umarım bir gün sen de beni, senin beni sevdiğin şekilde sevemediğim için affedersin.
Lily.
Harry bir an durdu, bir an için mektubun uçup uzaklara gideceğinden endişelendiyse de korktuğu şey olmadı. Rüzgâr bir avuç toprağı sanki bağrına basmak istermiş gibi mektubun üzerine örtmüştü. Sadece zarfın beyaz parlak kenarı görünüyordu. O anda Harry’yi şaşırtan bir şey oldu. Ufacık beyaz bir zambak mektubun hemen yanında boy verdi. Harry zambağın hep orada mı olduğunu, yoksa mektupla beraber mi büyüdüğünü merak etti. Bir an için belki de sevgi Dumbledore’un anlattığı kadar, hatta belki daha da güçlü bir büyüydü diye düşündü.
Asasını kaldırarak çiçeklerden bir çember oluşturup mezar taşına dayadı.
Eğilip mezara dokunurken tanıdığı en cesur adama veda etti. Mezarda son sözleri “Teşekkürler…” oldu. Arkasını dönerek yeniden Spinner’s End’e yönelen patikada yürüdü.
* * *
“Son defa soruyorum, Acayip Kızkardeşler mi? Yoksa Akromantula mı?”
“Ron sana söyledim, bu kadar abartmaya gerek yok…”
Ron yine de ısrarlıydı. “Yani Acayip Kızkardeşler çok popüler ama mezuniyet Balosunda Akromantula çok iyiydi, sen ne düşünüyorsun Harry?”
Harry güldü, “Açıkçası Ron, Hermione’nin ilk dansı Bir İfritin Tırnak Kiri ile yapmak isteyip istemediğinden emin değilim.”
Hermione takdirle, “Tam isabet Harry…” dedi.
Ron heyecanla, “Eh, o zaman Sıcak, Güçlü Aşkla Dolu Bir Kazan’la mı dans edeceğiz?”
Hermione gözlerini devirdi. “İlk dansını Muriel Halanla yapmaya ne dersin?”
Ron yüzünü ekşitti, bir süre sustu. Ardından da “Hala gelmedik mi? Whitehall’da olduğunu söylememiş miydin?” diye sordu.
“Öyle söyledim Ron. Dükkân şu ileride. Lütfen artık huysuzlanma, Perkins Tatlı Evi bütün Londra’daki en iyi tatlıları yapıyor. Düğün pastasını daha iyi bir yerde yaptıramayız.”
“Gelmişken Fleur ile Bill’in bebeğine hediye de alsak mı?”
“Ron, Fleur daha bir aylık hamile, cinsiyeti dahi belli değil, ne alacaksın?”
“Kulak tıkacı…” Hermione bu yanıt üzerine dayanamayarak güldü.
Harry onların didişmelerine artık alışmıştı. Ancak düğün hazırlıkları o kadar uzun sürmüştü ki neredeyse kendisi evleniyormuş gibi hissediyordu.
Ron o sırada bir Gelecek Postası Kiosku bulmuş, 5 Knut ödeyerek bir tane almıştı. “Vay be…” dedi. “Dedikodular doğruymuş… Wilda Griffits 1.000 Galleon karşılığında Puddlemere’e geçmiş. Gwenog Jones bu duruma delirmiş, Wilda’ya ilk maçta poposunu öptüreceğini söylüyor.” Gazeteyi daha sonra okumak için kaldırırken gülümsedi. “Bu durumda Ginny’nin oynama şansı artacak…” Harry Ginny’nin adı geçince irkildi, bir an için kollarında onu hayal etti. Belki de Ron ve Hermione’nin düğünü doğru zaman olabilirdi.
“E Harry? Ginny ile ne zaman barışıyorsunuz?” Hermione sırıtıyordu.
Harry sertçe, “Zihnefend yapmayı bırakır mısın?” dedi.
Hermione ufak bir kahkaha attı, “Ne Zihnefendi, yine boş boş bakıp sırıtıyordun, kesin Ginny’yi düşünüyordun öyle değil mi? Doğru söyle…”
Neyse ki Perkins Tatlı Evi’nin önüne gelmişlerdi, kapıdan içeri girdiler de Harry bu soruya cevap vermek zorunda kalmadı. Kapıya bağlı rüzgar gülü öttü.
Suratsız, pos bıyıklı bir adam olan Randall Perkins Ahududulu Dondurma afişinin önünde onlara başını salladı. Bu kendince merhaba deme yöntemiydi. Hermione ona istediği düğün pastasını anlattı, Ron ile beraber pasta resimlerine baktılar ve hem lezzetli hem de yaratıcı görünen bir pastada karar kıldılar. Çikolatadan yapılmış ağaç kütüğünün üzerinde yükselen dört katlı ev Kovuk’u andırıyordu ve etrafında yüksek bitkilerle şeker hamurundan yapılan mantarlar vardı.
Randall Perkins çekinmeden, “Hem malzemeler hem de işçilik için peşin ödeme alıyoruz,” dedi. Ron bir an surat astı, Hermione elini cebine attığında kasıntı bir hareketle onu durdurup kendi cüzdanını çıkardı. Perkins sahte bir gülümsemeyle, “İki yüz kişilik bir pastanın fiyatı 175 Sterlin,” dedi. Ron’un bir an ağzı açık kaldıysa da cüzdanından yüz, elli ve iki tane on Sterlin’lik banknotlar çıkardı. Üstünü de bozukluklarla tamamlayıp Perkins’e uzattı.
Perkins kâğıt paraları kasaya koydu, bozuklukları yerleştirirken gözü bir şeye takıldı, büyüdü. “Bu da ne?” diye sordu. Harry adamın elindeki paraya bakarken bunun Muggle paralarına pek benzemediğini ve altından yapıldığını fark etti, Ron yanlışlıkla Gringotts paralarıyla ödeme yapmıştı.
Perkins gözlerini devirerek, “Galleon? Knut? Sickle? Dalga mı geçiyorsunuz? Bu paraların hepsi sahte!”
Hermione hala Perkins’in neden bu kadar sinirlendiğini anlamaya çalışıyordu. Adam kasadan kâğıt paraları hiddetle aldı ve Ron’a doğru fırlattı.
“Bakanlık’tan geldiğini söyleyenler! Cüppeyle gelenler! Elinde ağaç dallarıyla gezenler…”
Harry bu son söylediği üzerine Unutturma Büyüsü yapmak için çıkardığı asasını tekrar cebine koydu.
“Nasıl bir eğlence anlayışınız var bilmiyorum ama benimle yeterince eğlendiniz!”
“Ama Efendim…” Ron cümlesine devam edemedi. Perkins paraları ona fırlattı, “Değersiz paralarınızı da alın ve buradan gidin!”
Hermione hala ara bulmaya çalışıyordu. “Bay Perkins yanlış anladınız…”
Perkins çıldırmış gibiydi, “Defolun, burayı da kapıyorum! Yeter artık, Sihir Bakanlığından bahsedenler, Muggle’lar, Ejderhalar, yeter!”
Kapı arkalarından öyle sert kapandı ki Whitehall’da sesi bir süre yankılandı. Harry’yi istemsizce gülme tuttu, “Sen tam bir mankafasın Weasley…”
Güzel bir düğün pastasından olan Hermione önce kaşlarını çattıysa da gülmekten kendini alamadı, çünkü Ron da sırıtmaya başlamıştı, “Ama en sevdiğim mankafa…”
Üçü de kahkahalarla gülerken Whitehall caddesinde gelen geçen onlara bakıyordu. Harry’nin umrunda değildi, en iyi iki dostunun arasındaydı ve mutluydu. Her şey bitmiş, Voldemort bir daha dönmemek üzere gitmişti. “Merak etmeyin her şey çok iyi olacak,” dedi. Ron kahkahalar arasında “Evet, biliyorum,” dedi.
Kuşkusuz her şey çok güzel olacaktı.
* * *
Whitehall’dan çok uzakta, ama kilometrelerce uzakta ıssız bir mahallede, iki odalı ufak bir evde dört-beş yaşlarında kumral, güzel bir kız çocuğu, demir kafesteki bir kuşla oyalanıyordu: yeşil siyah renkte, güzel bir hayvandı bu, bir Kahşin… Küçük kız, eline kafesin yanındaki teneke kutuyu alıp içindeki yemleri avucuna döktü. Kuşu eliyle beslemek istiyordu. Ancak kafesin tellerinin arasına parmağını uzattığı anda Kahşin onu ısırdı. Parmağının ucunda bir damla kan belirdi.
Kız önce ağladı, sonra öfkelendi. Kendisini kaybetti ve o anlık sinirle sadece düşünce gücüyle kafesi eğip bükmeye başladı. O sırada Euphemia Rowle isimli kadın, yani vasisi odaya girdi, kuşu demir teller arasında ezilmekten kurtardı. Ama kızla işi bittiğinde ufaklığın vücudu morluklar içindeydi.
O gece karanlık çöktüğünde kız, ince pikenin altında hıçkırarak ağlarken karşı pencereden bahçedeki ürkütücü ağacı izliyor ve gün sayıyordu. Bir gün bu cehennemden kurtulacaktı. Belki de onu kurtaran babası olurdu kim bilir? Diğer çocukların babası olduğunu biliyordu, bu yüzden merakı günden güne artıyordu: “Nasıl biriydi acaba?” Geceleri onu düşünmek kıza keyif veriyor, içinde bulunduğu cehennemi kısa bir süre için de olsa unutmasını sağlıyordu.
Uyku iyice bastırdığında pencereye sırtını döndü ve kendi kendine aynı sözü bu gece de verdi: “Onu bir gün mutlaka bulacağım.”
Kız gözlerini yumdu, içeride Kahşin kafesinde bir çığlık attı.
– – – – SON – – – –
Dostları ilə paylaş: |