BEŞİNCİ BÖLÜM
Göl Macerası
Harry, Gryffindor ortak salonunda bir an için durup odaklanmaya ve içinde bulunduğu durumu tam anlamıyla kavramaya çalıştı. Arcanus Grines Mürver Asa’yı ele geçirebilmek için Albus Dumbledore’un mezarına doğru ilerliyordu. Harry bunun iyi niyetli bir girişim olmadığından neredeyse emindi çünkü gecenin bu saatinde yapılan böyle bir yolculuğu açıklayabilecek hiçbir mantıklı sebep bulamıyordu. Öte yandan Mürver Asa’nın efendisi kendisiydi. Bu durumda asa, Grines onu ele geçirse dahi istediği gibi çalışmayacaktı, çünkü asıl sahibine boyun eğdirilerek alınmamıştı. Albus Dumbledore’un öğretmenler odasında asılı olan portresi de bunu açık seçik ifade etmiş ve Harry’nin asayı yeniden Beyaz Mezar’a bırakma kararını onaylamıştı.
Öte yandan bahsedilen Mürver Asa’ydı. Sihir tarihi boyunca elden ele dolaşan, etrafına felaket ve ölüm getiren büyülü bir silah. Harry tekrar düşününce, bu silahın her defasında sahibinden zorla alınmış olduğuna inanası gelmiyordu. Gelmiyordu gelmesine ama bir şekilde onu ele geçirenler için bir şekilde işlemiş ve arkasında kanlı bir iz bırakmıştı. Zaten Dumbledore dememiş miydi Voldemort ile ikisinin sihrin hiç bilinmeyen diyarlarına yolculuk ettiklerini? Henüz efendileri yok edilen İnferiusların nasıl hareket edeceğini dahi öngöremedikleri bir dünyada Mürver Asa sahipliğine güvenebilir miydi?
Bununla beraber aynı derecede önemli bir başka sorun daha vardı: Dumbledore’un mezarının göz göre göre ikinci defa talan edilmesine göz mü yumacaktı?
Harry’nin kafasındaki bu sorulara kendi kendine verdiği cevap çok netti: “Hayır!”
Artık kararını verdiği için rahatlayarak hemen Çapulcu Haritası’nı yerden alıp cebine koydu. Ardından koşmaya başladı, portre deliğinden o kadar hızlı geçti ki Şişman Kadın’ın elinde tutuğu şarap kadehi yere düşüp kırıldı. Kadın arkasından “Teşekkürler, hiç zahmet etme, ben temizlerim,” diye seslendi kinayeli bir şekilde, Harry bunu duymadı bile. O sırada aklından geçen tek şey kimden yardım isteyebileceği sorusuydu. Kingsley ve Robards’a ulaşana dek çok geç olabilirdi. McGonagall’ın ofisine çıkacak zamanı da yoktu. Ron alt katta ev cinlerinin mutfaktaki marifetlerinden faydalanmakla meşguldü, Ginny ve Hermione ise bir öğrenci ordusunun ortasında muhtemelen beşinci sınıfta Sihir Bakanlığı’na girip Lucius Malfoy ve diğer Ölüm Yiyen’lerden nasıl kurtulduklarını anlatıyordu. Durumu bilseler ikisi de mutlaka gelmek isteyecekti, Harry’nin son isteyeceği şey ise Ron, Ginny ya da Hermione’nin hayatını tehlikeye atmaktı.
Dolayısıyla iş yine başa düşmüştü.
Değişen merdivenlerden aşağı neredeyse yuvarlanarak indi ve büyük salonun ahşap kapısının önüne kadar geldi. Asasını sallayarak “Alohomora” dedi, kapı gıcırdayarak açıldı. Serin sonbahar havası altında henüz birkaç saat önce tırmandığı merdivenlerden koşar adım aşağı inmeye başladı.
Ay ışığı altında Hogwarts’ın Kara Gölü enfes görünüyordu. Ama Harry’nin bu nefes kesici manzaranın tadını çıkaracak vakti yoktu. Terlemişti, merdivenleri o kadar hızlı inmişti ki rıhtıma geldiğinde nefes nefeseydi. Ateşoku yanında olmadığından Grines’in peşinden uçarak gitmek gibi bir şansı da olmayacaktı. Bir an rıhtımda hiç sandal bulamayacağından endişe ettiyse de bu korkusunun yersiz olduğu ortaya çıktı.
Rıhtıma bağlı iki sandaldan göle yakın olana atladı, bir an dengesini kaybeder gibi olduysa da kollarını açıp ileri geri sallayarak dengesine kavuştu ve neyse ki sabit kalmayı başardı. Asasını düşürmesine de ramak kalmıştı, o kadar ki neredeyse bir an için sudaki kendi yansımasını dahi görmüştü. Asasını çıkarıp iki küreğe doğru tutarak, ”Piertotum Locomotor” diye fısıldadı. Meşalelerle aydınlanan loş koridoru ve ardından daracık sarmaşıkları geçti, göle açıldı. Onun tüm bu koşuşturmasına rağmen ortalık o kadar sessizdi ki tertemiz göl havasınını ciğerlerine çekerken, küreklerin dalgaları her yarışında çıkan ses kulaklarını okşuyordu. Harry sandalın burnunu Dumbledore’un mezarının bulunduğu küçük adacığa doğru çevirdi, sandal suyu yararak büyük bir hızla ilerlemeye koyuldu.
Harry hemen cüppesinin cebinden Çapulcu Haritasını çıkardı. Çıkardığı anda da korktuğunun başına geldiğini anladı. Arcanus Grines’in adı, Dumbledore’un mezarının hemen yanı başındaydı. Grines’in amacını doğru tahmin etmiş ama ciğerleri patlarcasına koşmasına rağmen yine de çok vakit kaybetmişti.
Sandal adaya giderek yaklaşıyordu, yaklaştıkça da Harry’nin korku ve endişesi de artıyordu. Bu hisse en son Dumbledore’un Ordusu ile Sihir Bakanlığı’na girdiklerinde kapılmıştı. Uzun bir süre karşılarına hiç engel çıkmadan Bakanlığın derinliklerine kadar girip, Esrar Dairesi’nde kendileri için hazırlanmış tuzağın ortasına atlayıvermişlerdi. Bu akılsızlıkları dolaylı olarak Sirius’un ölümüne mal olmuştu. Bu defa da Arcanus Grines ona bir tuzak hazırlamış olabilir miydi? Gözlemlediği kadarıyla adada hiçbir hareket yoktu. Şimdiye dek mezar soyguncusunu görmüş olması gerekiyordu. Bu durum endişesini biraz daha arttırdı.
O anda aklına şu ana dek göz ardı etmiş olduğu bir başka ihtimal daha geldi: McGonagall Mürver Asa’nın Dumbledore’un mezarında olduğunu biliyordu. Mezarı korumak için önlem almış olabilir miydi? Grines bu önlemler ve savunma mekanizmaları tarafından alt edilmiş ya da yavaşlatılmış olabilir miydi? Belki de şu anda adanın zemininde bir tuzağa yakalanmış zararsız bir şekilde baygın yatıyordu.
Bunları düşünürken birkaç saniye içinde tüm dünyası allak bullak oldu.
Bindiği sandal sert bir darbe ile parçalanıp altında adeta infilak etti; Harry en az üç, dört metre havaya fırlayıverdi. Etrafında sandaldan kopan tahta ve kıymıklar onunla beraber uçuşuyordu. Havada ağır çekimde kollarını oynatıp dururken bir an sabit kaldı, sonra düşüşe geçip büyük bir hızla suya gömüldü. Düştüğünde suya o kadar sert çarpmıştı ki nefesi kesilmiş ve ciğerleri boşalmıştı. Dibe çöktüğünde su yüzeyi o kadar uzak göründü ki, boğulmaktan ciddi ciddi korktu. Ama o an onu daha da endişelendiren başka bir şey oldu. Suya yansıyan ay ışığı birden araya giren dev bir kütle tarafından kesildi ve her yer kapkaranlık oldu. Harry ne olduğunu anlamaya çalışırken kafasında bir ışık yandı. Sandalını gölde yaşayan dev Mürekkep Balığı parçalamıştı. McGonagall’ın Beyaz Mezar için koymuş olduğu savunma ya da savunmalardan biri buydu. Şimdi de dev balık Harry ile yüzey arasında durmuş ve ortalığı zifiri karanlığa gömmüştü. Muhtemelen başından çıkan vantuzlu kolları, karanlık suları tarayarak onu arıyordu.
Etrafını görebilmek için cebinden çıkardığı asasını kullanacaktı ki kolunu oynatamadı, bir şey ona engel oluyordu. Sağına baktığında koluna yapışmış sivri dişli deniz halkı üyesini gördü. Nefesi tükenmek üzereydi ve neredeyse bu yüzden kıvranmaya başlayacaktı. Bir süre boğuştular, yaratığın üç başlı yabasının o arbedede kolunu neredeyse boydan boya kestiğini fark etti. Bir türlü kendini kurtaramayınca son çare olarak dirseğini sallayabildiği kadar sert salladı, yaratığı tek vuruşta devirdi. Bu sayede kolunu kurtarıp “Lumos Maxima,” dedi ağzından kabarcıklar çıkararak. Neyse ki asasının ucunda parlak bir ışık belirdi ve ona yol gösterdi. Gerçekten de Mürekkep Balığı tam tepesinde duruyordu. Ancak ışık yanar yanmaz soğuk, kapkara gözlerinde parladı, dev yaratık onu fark edince, ani bir hareketle ağzına bağlı up uzun kollarıyla kavramaya çalıştı. Etrafındaki çember her an daha da daralırken, kollar vücudunu sıkıca sarıyordu. Harry artık neredeyse gücünün son demlerini kullanıyordu, asasını balığa doğru sallayıp can havliyle “İmpedimenta” diye bağırdı. Asasından çıkan ışın, balığı tam gözünden vurdu. Mürekkep balığı çığlık attı ve acıyla çırpınmaya başladı, suda ufak girdaplar oluştu ve her yer kabarcıklarla doldu; Harry hala neredeyse hiçbir şey göremese de sonunda yeniden serbestti. Asasını ay ışığına doğru yöneltip “Ascendio” diye bağırdı, bu büyü üç büyücü turnuvasının ikinci görevinde onu boğulmaktan kurtarmıştı; ilginçtir, yıllar sonra yine aynı işlevi gördü. Harry sudan fırladı, o anda ciğerlerini nefesle doldurup yeniden yüzeye düştü ve çılgınlar gibi yüzmeye başladı. Her an deniz halkından birinin ya da dev mürekkep balığının bacağına sarılmasını bekliyordu. Adaya arzuladığından çok daha yavaş yakınlaşıyordu, gölde zaman sanki durmuştu. Adaya kalan son metrelerde geri saymaya başladı, on kulaç… Dokuz kulaç… Sekiz kulaç… Sürekli arkasına bakmamak için kendini zor tutuyordu, kaybedeceği belki bir saniye yüzünden Mürekkep balığına yakalanacaktı. Yine de en azından saldırıya uğrarsa kendini koruyabilmek için bir anlığına kafasını çevirdi; tahmin ettiği gibi birkaç metre gerisinde sular kaynıyor, beyaz köpükler ay ışığında parlarken Mürekkep Balığı onu takip ediyordu. Dört kulaç… Üç kulaç derken ayakları zemine değdi, iki defa devrilme tehlikesi atlatmasına rağmen son birkaç metreyi dizlerine kadar gelen suda koşarak aldı ve adacığa çıkıp toprağa yığıldı.
Gölden tam vaktinde çıkmıştı anlaşılan, Mürekkep Balığının kollarından biri sığ sularda ayağını yalayarak geçti. Hayvan onun karaya çıktığını görünce kapkara gözleriyle hayal kırıklığını andıran bir ifadeyle baktı. Harry doğrularak balığa sessizce, “Asayı buraya zaten ben koydum, neden çalayım?” diye sordu. Balık bunu duymuş gibi umursamaz bir tavırla kollarından birini havaya kaldırdı, sonrasında avını kaçırdığını anlayıp pes ederek gürültüyle suya dalıp ortadan kayboldu.
Harry şu anda ona Hagrid’in düşünce tarzını ciddi ciddi anımsatan bir şekilde, yıllarca evcil hayvan muamelesi yaptığı Mürekkep Balığının ürkütücü yüzünü görmekten hiç memnun olmamıştı. Yaratığın yıllar önce göle düşen Dennis Creevey’i yeniden sala ittirip boğulmaktan kurtardığını biliyordu, yani insanlara düşman değildi, ama demek ki deneyen kim olursa olsun mezarın bulunduğu adaya ulaşmasını engellemek için talimat almıştı. Harry zoru başarıp adaya ulaşmıştı ulaşmasına ama her hâlükârda buradan okul arazisine geri dönmesi gerekecekti ve bunu nasıl yapabileceği konusunda hiçbir fikri yoktu. Hogwarts sınırları içinde cisimlenmesi imkânsızdı, yanında süpürgesi yoktu, sandal parçalanmıştı ve şundan emindi: Tekrar yüzmeye çalışır diye Mürekkep Balığı onu sabırla bekliyordu. Özetle adacıkta mahsur kalmıştı. Bu konuda o an yapabileceği hiçbir şey olmadığından hemen işe koyulmaya karar verdi. Arcanus Grines oralarda bir yerde gizleniyor olmalıydı.
Mezarın bulunduğu ada, seyrek ağaçlardan oluşan bir çemberle çevriliydi. Bu çemberin tam merkezinde beyaz mermer platformda dört ayağın üstünde duran beyaz renkte, dikdörtgen bir mezar vardı. Harry giysilerini kuruttuktan sonra ağır ağır ağaçlara doğru ilerledi, asasını sallayıp “Homenum Revelio” dedi. Adacıkta hiçbir hareket olmadı. Uzakta ama çok uzakta Hogwarts’ın ışıkları titreşirken mezara doğru ağır ağır ilerledi. Bir an Grines’in mezarın arkasına gizlendiğini düşündü. Tetikte, her an harekete geçmeye hazır, sessizce adımladı toprağı. Mezarın köşesine ulaştığında asasını sallayarak “Expelliarmus” diye bağırdı. Kırmızı ışın toprağa saplandı ve yok oldu. Mezarın ardında kimsecikler yoktu. Grines’in arkasından dolaşmış olma ihtimalini düşünerek asasını kaldırıp panikle arkasını döndü. Kimsecikler yoktu etrafında, ada tamamen ıssızdı, terk edilmişti. Harry’nin aklı karışmıştı, mantığa en uygun açıklama Grines’in bir görünmezlik pelerini altında gizleniyor olduğuydu. Ama bu ihtimal gerçek olsa şimdiye çoktan saldırmış olacağı da aşikârdı. Ağaçlardan birinin arkasına gizlenip siper aldı.
Cebinden yeniden Çapulcu haritasını çıkardı ve incelemeye başladı. Arcanus Grines isminin mezarın tam üzerinde durduğunu görünce ensesi buz kesti. Belki beş altı metre ilerisindeydi ama onu göremiyordu. Derken aklına çılgınca bir fikir geldi. Onu mezardan asayı çalarken yakaladığı için panikle mezarın içine saklanmış olabilir miydi?
Bu gayet olası ama bir o kadar da korkunç bir ihtimaldi. Harry, Albus Dumbledore bile olsa bir ölüyle aynı mezara girmek istemezdi. Yine de kristal mağarada kendisine söylediklerini hatırlamaktan da geri kalmadı:
Bir cesedin korkulacak hiçbir tarafı yoktur Harry, tıpkı karanlığın korkulacak hiçbir tarafı olmadığı gibi. Ölüme ve karanlığa baktığımızda korktuğumuz şey bilinmezliktir, başka bir şey değil.
Artık tek ihtimal kalmıştı. Arcanus Grines adaya ayak bastıysa ki gözleri ya da harita onu yanıltmadıysa bu gerçekten olmuştu, muhtemelen mezarın içine gizlenmişti. Gördüğü kadarıyla mezarın kapağı ya da kaidesinde boşluk yoktu. Ancak Grines’in kalibresinde bir büyücü için bunu halletmek mesele değildi. Harry kapağı açmak ve Grines’i beden bağlama büyüsüyle durdurmak için mezara doğru ilerledi. Ağır ağır yürüdü, kapak parmaklarının ucundaydı artık. Dokunduğu anda yine beklemediği bir şey oldu:
Sanki karnından bir çengelle tutulup çekiliyormuş gibi hissetti, ardından renkli bir girdap içinde dönüp durdu ve en sonunda zifiri karanlık bir yere iniş yapıp yere kapaklanırken kafasını sert zemine çarptı. Dokunduğu mermer kapak da yanı başında parçalandı.
Dokunduğu mezar kapağı bir anahtardı.
* * *
Harry tozlar arasında debelenip, küfrederek doğrulmaya çalışırken elini alnına götürdü, bulaşan kanı cüppesine sildi ve yere yapıştığında elinden fırlayan asasını bulmak için zifiri karanlıkta zemini yoklamaya başladı. İlk denemesinde eline kırık mermerin parçaları dışında bir şey gelmeyince karamsarlığa kapıldı, yine budala gibi tuzağa balıklama atlamıştı, asasız, dolayısıyla tamamen savunmasızdı. Üstüne üstlük çevresinde en ufak bir ışık kaynağı olmadığından hiçbir şey göremiyordu. Panikle zemine dokunurken eli kazayla asasına çarptı ve onu daha da uzağa itti. Dizleri üzerinde etrafı yoklayarak geçen birkaç saniye sonra yeniden buldu onu, derin bir oh çekti, havaya kaldırıp “Lumos Maxima” dedi.
Anahtar onu bir hücreye hapsetmişti. Hemen önünde demir parmaklıklar vardı. Asasını parmaklıkların ötesine kaçırmasına ramak kaldığını fark edince ucuz kurtulduğuna şükretti. Hücrenin içinde şöyle bir turlayınca içinde bulunduğu odanın ne kadar büyük olduğunu fark etti. Etrafında başka hücreler de vardı. Duvara doğru döndü, tutturulmuş zincirleri görünce zindanlarda olduğunu anladı. Tam o sırada yukarıda bir yerlerde ağır bir kapı gıcırdayarak açıldı, ayak sesleri duyuldu. Harry asasını sesin geldiği yere tuttuğunda ucunda parlayan ışık merdivenleri aydınlattı. Ayak sesleri giderek yükselirken ve sonunda merdivenlerden inen iki karartı ona yaklaştı. Harry kendisini korumak için asasını havaya kaldırdı.
Ona çok tanıdık gelen bir tık sesi duydu. Bu ses hafızasında derinlemesine yer etmişti, ama neye ait olduğunu hatırlayamadı. Ta ki gölgelerden birinin elinden yükselen ışık hüzmeleri duvardaki meşalelere doğru uçup tüm zindanı aydınlatana kadar. Ses, bir Işıkemer’den gelmişti. Işıkemeri elinde tutan kişi ise yüzünde bariz bir şok ifadesi ile ona bakan Minerva McGonagall’dı. Yanında da kaşlarını çatmış olan Kingsley Shacklebolt vardı ve ikisi de asalarını ona doğrultmuştu. Profesör McGonagall sert bir tonlamayla sordu:
“Fluffy’yi geçmek için ne gerekiyordu?”
Harry bir an McGonagall’ın ne yapmaya çalıştığını ya da ne demek istediğini anlayamadı. Sonra birinin çok özlü iksir kullanarak yerine geçme ihtimaline karşı sınava tutulduğunu fark etti. Fluffy birinci sınıftayken Felsefe Taşı’nı almaya giden Quirrell’i durdurabilmek için geçmeleri gereken engellerden biriydi, üç başlı dev bir köpek.
“Müzik,” diye yanıtladı Harry. “Müzik gerekti. Quirrell onu geçmek için bir arpı büyülemişti. Arp çaldığı sürece Fluffy uyuyordu.”
McGonagall kızmış görünse de bu yanıt karşısında gözle görülür şekilde gevşeyip, rahatladı, Kingsley de asasını indirdi.
“Merlin aşkına Potter, gecenin bir yarısı o mezarda ne halt ediyordun? Hem Mürekkep Balığıyla deniz halkını nasıl geçtin?” McGonagall bir yandan söylenirken bir yandan da çıkardığı demir bir anahtarla zindanın kapısını açıyordu.
“Arcanus! Arcanus Grines’in Mürver Asa’yı almak için adaya gittiğini gördüm. Bu yüzden onu takip ettim. Durdurabilmek için! Ona mani olmalısınız!”
McGonagall ile Kingsley’in gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Harry, Arcanus Yasal Yaptırım Dairesi Başkanı, Mürver Asa’yı çalacak adi bir hırsız değil!”
“Gözlerimle gördüm diyorum, sandalla adaya doğru gidiyordu,” Harry Çapulcu Haritası’nı en azından belirli bir süre daha sadece kendisine saklamak niyetinde olduğundan Grines’i nasıl gördüğü konusunda gerçeği söylememeye karar vermişti.
O sırada merdivenlerden yine ayak sesleri duyuldu, birisi koşar adım aşağı indi.
Harry gelen kişiyi görünce bağırdı, “Sen!”
Arcanus Grines yanlarına geldiğinde, Kingsley ciddi bir tavırla sordu:
“Hoş geldin Arcanus, Harry’nin bu gece sandalla Dumbledore’un mezarını ziyaret edişini de kapsayan ilginç bir teorisi var.”
Harry nefesini tutmuş, tepkisini ölçmek için Grines’in yüzüne bakıyordu.
“Harry haklı Kingsley, bu gece kısa bir mezar ziyareti yaptım.”
Harry bir şaşkınlık nidası koyverdi. Grines’in yaptığını sonuna kadar inkâr edeceğini düşünmüştü. McGonagall merak içinde bir Kingsley’e bir Grines’e bakıyordu.
“Bu ziyaretin amacını sorsam?” Kingsley’in sesinde ya da yüzünde suçlayıcı bir ifade yoktu.
“Sanırım Lestrange ve Nott da kayıplarını anmak için bu gece bize katılmak istemişler. Onları gölün kıyısında gördüm ve yasak ormana kadar kovaladım. Yakalayamayınca da tedbir amaçlı mezarı kontrol etmek istedim. Ama sorun yok, adaya ayak basılmamış. Kurduğumuz tuzaklar aynen bıraktığımız gibi duruyordu. Tabi Mr Potter gelene kadar duruyordu diyelim.”
Bu bir yalandı işte, eğer Nott ile Lestrange okul arazisine girmiş olsaydı Harry onları haritada görürdü. Ancak köşeye sıkışmıştı, ya Grines’in yalanını açık edecek ve çapulcu haritasından bahsetmek zorunda kalacaktı ya da susup ona inanmış gibi yapacaktı.
Harry bir şey söyleyemeden Kingsley aynı ifadesiz ses tonuyla sordu, “Lestrange ve Nott mu? Bundan emin misin? Ayrıca gölde ne zamandır sandalla yolculuk ediyorsun Arcanus? Seni Hogwarts’tan beri tanırım, pek tercih ettiğin bir yöntem değildir.” Sanki ikisinin de yalan söylediğini biliyormuş gibi gözlerini bir Harry’ye bir Grines’e kaydırıyordu.
Harry bu son cümlelerden hiçbir şey anlamamıştı, Kingsley gölü yüzerek mi geçmesini bekliyordu ki? Yalan söylediklerini nasıl anlamıştı?
“Bu gece cüppemi ıslatmak istemedim diyelim,” diye yanıtladı Grines zoraki sırıtarak. “Malum, hava serin, ıslandı mı biraz zor kuruyor.”
Kingsley ona gülerek baktı, sonra içini çekerek, “Bu durumda beraber gidip okul arazisini bir defa daha kolaçan etsek iyi olur. Sonra da eve döneriz, Elvira ile Neilina’yı senden daha fazla mahrum etmeyelim.”
Arcanus Grines’in yüz ifadesi bir anda değişiverdi, gözlerine karanlık bir bakış yerleşti, “Buna gerek yok, burada kalabilirim. Elvira kızımla beraber hala Bulgaristan’da, bir süre de orada kalacaklar.”
Kingsley ondaki değişimi fark etmemiş gibi gülümsedi, “Döndüklerinde bir ara onları Bakanlığa getir Arcanus, Neilina’yı özledim.” Grines’in yüzünden bir özlem ifadesi gelip geçti.
Kingsley Mcgonagall’a döndü, “Minerva, Potter’a hastane kanadına kadar eşlik eder misin? Poppy onunla ilgilenirken biz de Arcanus ile kaçakların gerçekten gidip gitmediklerini kontrol edelim. Belki bu geceki hikâyenin detaylarını duyma şansım olur.”
Harry hastane kanadına gitme konusuna itiraz etmeye niyetlendiyse de alnı o kadar kötü kanıyordu ki vazgeçti. Ayrıca sağ kolu şimdiden sızlamaya başlamıştı. Bu yüzden hiç ses çıkarmadan diğerlerinin peşi sıra merdivenleri çıktı. Zaten hastane kanadına giderken fırsat bu fırsat McGonagall’a aklındaki soruları sormak ve kuşkularını paylaşmak istiyordu.
Grines ve Kingsley okul arazisine doğru uzaklaşınca McGonagall’a baktı, cesaretini toplayıp “Profesör, ben bu gece herhangi bir Ölüm Yiyen’in okul arazisine girdiğine inanmıyorum,” dedi.
McGonagall tek kaşını kaldırdı, “Öyle mi? Nedenmiş o?”
“Size de Arcanus Grines bir şeyler saklıyormuş gibi gelmiyor mu? Bunu Kingsley de açıkça fark etti.”
McGonagall bir süre sessiz kaldı, beraber karanlık koridoru geçip merdivenlere doğru ilerlediler. Öğrencilerin tümü artık yatakhanelerinde olduğundan çıt çıkmıyordu.
“Bu mümkün… Ama Arcanus Grines’i yıllardan beri tanırım, çok eski öğrencimdir. Herkesin sırları vardır Potter, bu kötü insanlar olduklarını göstermez.”
Harry ısrarını sürdürdü, “Ayrıca bugün Mr Slughorn ile de tartıştı. Mr Slughorn o kadar rahatsız oldu ki neredeyse töreni terk edecekti.”
McGonagall dudağını büktü. “Bunun pek çok sebebi olabilir Potter. Konu belli ki ikisinin arasında. Öyle olmasaydı eminim ki Horace hemen bana ya da Kingsley’e gelirdi.”
Revirin kapısına gelmişlerdi, Harry yine ağzını açacak oldu ama McGonagall onu susturdu, “Endişeni anlıyorum Potter. Ama birini bir şeyle suçlayacaksan elle tutulur delillerin olmalı. Uzun bir gün geçirdin, bence artık biraz dinlenmenin vakti geldi.”
McGonagall revirin kapısını araladı, görünüşe bakılırsa içerisi boştu, “Poppy?”
Önce içeriden ayak sesleri geldi, sonra da açılan bir musluğun sesi. Ardından bir gölge kapıya doğru yaklaştı ve yanan meşalelerin ışığına çıktığında Harry ellerini kurulayarak gelenin Madam Pomfrey değil, Elwyn Baines olduğunu fark etti.
“Profesör?” Mavi gözlerine yerleşen şaşkın ifade çok belirgindi, bakışları McGonagall’dan Harry’ye kaydı, içten bir gülümsemeyle “Merhaba,” dedi.
McGonagall, “Harry, bu Elwyn Baines, St Mungo’da çalışıyor ve sık sık Bakanlığa destek veriyor, Elwyn Harry’yi tanıdığını farz ediyorum.”
“Memnun oldum.”
“Poppy nerede? Harry’nin onu görmesi gerekiyor.”
Elwyn endişeli bir sesle, “Açıkçası bu gece kendisini pek iyi hissetmiyordu. Şu anda da yataklardan birinde dinleniyor. Acilse Harry ile ben ilgilenebilirim.”
“Minnettar kalırım. Herkes için zor bir gündü,” duraksadı, “Bu durumda yarın görüşürüz.” Başıyla ikisini selamladı, “İyi geceler.”
“İyi geceler Profesör…”
Elwyn Baines revire girdi ve onu takip eden Harry’ye ilk yatağa oturmasını işaret etti. Harry dediğini yaptığında da masanın üzerinden birkaç tüp iksir alarak yanına geldi. Asasını önce sol, sonra sağ eline doğrultarak bazı büyülü sözler söyledi. Ardından Harry’ye yaklaştı ve çenesinden tutarak yüzünü kendisine yaklaştırdı. Gözleri kanayan alnına odaklanmıştı.
“Kötü çarpmışsın, Muggle’lar böyle yaralarda dikiş kullanıyor.”
Harry, “Bilmez miyim? En azılılarıyla büyüdüm,” dedi.
Elwyn yeşil bir sıvıyla dolu olan tüpü eline aldı, birkaç damlayı pamuğa damlatıp Harry’nin alnına sürdü, Harry sessizce onun çatık kaşlı yüzünü ve işine odaklanışını seyretti.
Sonra yine asasını yaranın üzerine dolaştırırken büyülü sözler fısıldadı. Harry alnındaki yanma hissinin ağır ağır yok olduğunu fark etti. Asasını sallayarak yüzüne yayılmış kanları temizledi. Elindeki pamuk paçasını çöpe atmak istediğinde yanlışlıkla Harry’nin sağ koluna dokundu. Harry’nin yüzü acıyla kasılınca duraksadı. Dikkatle ve özenle cüppeyi sıyırdığında şaşkınlıkla irkildi.
“Koluna ne oldu?”
Harry, “Deniz Halkıyla ufak bir tatsızlık yaşadım,” dedi.
“Kendine gerçekten iyi bakıyorsun ha?” Elwyn Baines güldü.
Harry de sinirli sinirli sırıttı, “Evet çok iyi bakarım. Bende insanları kurtarma şeyi olduğunu söylüyorlar. Herhalde biraz daha kendi dertlerimle uğraşsam fena olmaz.”
Bunun üzerine Elwyn Baines ciddileşti, “Sende insanları kurtarma şeyi olmasaydı belki de Voldemort hala hayatta olacaktı.”
Harry, “Çoğu insan kendimi sık sık, yok yere tehlikeye attığımı söylüyor.”
Elwyn iki tüpü eline aldı ve içlerindeki solüsyonu birleştirdi. Sonra çelik kâsenin içinde ufak bir ateş yakıp tüpü ısıtmaya başladı.
“Lord Voldemort geri döndüğünde sıcak yuvalarında oturup Fudge ve Gelecek Postası’nın tatlı yalanlarını dinlediler. Sen ise Bakanlığı gerçekleri söylemeye ikna etmeye uğraşıyordun. Akılları anca toplu ölümlerden sonra başlarına geldi. Ayrıca sen Üçbüyücü turnuvasında Cedric’in cesediyle cisimlendiğinde ben tribündeydim. Şu insanları kurtarma şeyini bir de Amos Diggory’ye sor. Oğlunu kurtarabilmek için kendi canını verirdi.”
Harry başını kaldırdı ve Elwyn’e baktı. O da bakışlarını kendisine dikince gözlerini kaçırdı.
“Bu geceyi ele alalım,” Elindeki tüpte kabarcıklar belirince ateşi söndürdü. Harry’nin cüppesini sıyırıp sıvıyı yaraların üzerinde gezdirdi. Harry kolunda aynı anda hem yoğun bir yanma hem de donma hissinin yayıldığını fark etti.
“Göle giren neden sen oldun? Sen girmeseydin etrafında bu işi yapacak başka kimse var mıydı?” Asasını doğrultup yarayı kapamaya başladı. “Sen girdin çünkü yıllardır Gelecek Postası’nın yazdığı korkunç kehanetin ağırlığıyla yaşayan sendin. Sen girdin çünkü tahmin ediyorum etrafında bunu yapacak başka kimse yoktu ve yapılması gerekliydi.”
Asa kolu üzerinde dolaşırken yarasını temizliyordu. Artık geriye sadece ufak bir kaşıntı kalmıştı.
“Bence artık seni Akromantula konserinde sahne arkasına geçmeye çalışan cadı-hayranlar gibi kovalayacaklarına mahremiyetine biraz saygı göstermeliler. Sonra da seslerini kesip senin her yaptığını sorgulamayı bırakmalılar.”
Yeniden ayağa kalktı, elindeki tüpleri çöpe attı. Tekrar Harry’ye doğru uzandı, “Şimdi son olarak,” asasını Harry’nin başına doğru uzattı, çevresinde neredeyse tam tur attırdı, hiçbir santimetresini atlamamaya özen gösteriyordu. Asasını duvara doğru tuttu ve “Corpus Revelio” dedi. Harry kafasının kusursuz bir haritasının bulut gibi havaya yayıldığını gördü. Elwyn asasıyla bazı yerlere odaklanıp, büyütüp küçülterek bu haritayı bir dakika kadar gözlemledi, sonra rahatlayarak “İşte bu kadar,” dedi.
“Aslında bu gece uyumaman en tedbirlisi olur, ama sana eziyet etmek için neden göremiyorum.”
Harry ayağa kalktı, revirin kapısına doğru yürüyen Elwyn Baines’i takip etti. Elwyn onu uğurlarken, teşekkür etti.
“Sadece tedavi ettiğin için değil…”diye de ekledi, beceriksizce gülümserken.
Elwyn samimi bir şekilde, “Hiç sorun değil,” dedi. “İyi geceler.”
Harry kapı kapanınca karanlığa gömülen koridorda yürüdü ve misafirhaneye, McGonagall’ın o ve Ron için hazırlatmış olduğu odaya yöneldi. Kapıyı yavaşça açtı, horlamakta olan Ron’u uyandırmamaya gayret ederek paravanın arkasında üstünü değiştirdi, sonra da cam kenarındaki yatağa geçerek olanları düşünmeye başladı. Hagrid’in okula dönüşü, Tonks ile Lupin’in gülümseyişi, George Weasley, Neville’in mutluluğu, Slughorn ve Grines’in kavgası, Mürekkep Balığı, Beyaz Mezar, zindanlar… Son olarak da Elwyn Baines ile aralarında geçen konuşma bir düşünce treni gibi hızla aklından geçti. En azından biri sonunda beni anladı diye düşündü, sonra da suçluluk duygusuyla bu düşünceyi aklından kovdu.
Bir süre kafası çok dolu olduğu için uyuyamayacağından endişelendiyse de gözleri ağır ağır kapandı. Son hatırladığı şey Mürekkep Balığının asasının ışığıyla parlayan kara gözleriydi.
* * *
Harry sabah pencereden gelen kuş cıvıltılarıyla uyandı. Ron gitmişti, odada yalnızdı. Yatağında doğrulduğunda bir an Peter Pettigrew ile ilgili rüyasını hatırladı, sonra bu düşünceyi kafasından kovarak pencereye gitti. Muhteşem bir sonbahar sabahıydı. Aşağıda şamarcı söğüt sarı yapraklarını silkeleyip duruyordu. Bulutların arasında yüzünü gösteren güneş ışığının altında parıldayan gölde yüzeye çıkan Mürekkep Balığını gördü. Huzursuzca kıpırdandı, sonra da arkasını döndü.
Yanı başındaki komodinin üzerinde az önce bir şekilde fark etmemiş olduğu bir not bırakılmıştı, yazan Ron’du:
Yine bensiz ortalığı birbirine katmışsın. Kingsley uğradı, yorgun olduğundan uyandırmak istemedik, seni McGonagall’ın odasında bekliyor. Şifre Fluffy’yi uyutan şeymiş. İkimiz de ne olduğunu biliyoruz.
Görüşürüz, Ron
Harry aceleyle üstünü değiştirerek aşağı indi.
Öğrenciler derste olduğundan koridorlar neredeyse boştu, merdivenlere yönelip üst kata çıktı. Sık sık Dumbledore’u ziyaret ettiğinden müdürün odasına fena halde aşinaydı. Oda önce Severus Snape’e, onun ölümünden sonra da Minerva McGonagall’a geçmişti. Her Müdür odayı kendi tarzına göre yeniden düzenliyordu. Ancak değişmeyen yegâne şey, kapıyı koruyan kartal başlı aslan heykeliydi. Harry Müzik der demez, heykel yolundan çekildi ve müdürün odasına giden merdivenler ortaya çıktı. Harry koştura koştura çıktı merdivenleri.
“Ah! Potter günaydın… Biz de Kingsley ile senin hakkında konuşuyorduk.”
Kingsley kalın mı kalın ve güven veren sesiyle, “Günaydın Potter, kolundaki yara ne durumda?” diye sordu.
Harry, “Kolum hiç olmadığı kadar iyi Mr Shacklebolt. Ölüm yiyenlerden bir iz bulabildiniz mi?”
“Gece araziyi kolaçan ettik. Nott ile Lestrange’den hiçbir iz bulamadık. Öte yandan bu sabah aldığımız habere göre ülkeyi terk etmeye çalıştıklarını gören tanıklar var. İzbe, dökük bir handa yaşlı bir büyücünün altınlarını gasp edip İrlanda’ya gittiği sanılan bir tekneyle yola çıkmışlar. Arcanus peşlerinden gitti. Adacığı da tekrar kontrol ettik, korkacak herhangi bir şey yok, Mürver Asa sapasağlam yerinde duruyor. Yine de güvenliği iki katına çıkardık. Ama daha büyük haberler var, büyük keşifler.”
Harry Grines’i ve asayı tamamen unutuverdi, meraklanmıştı, “Ne gibi keşifler?”
Shacklebolt derin bir nefes aldı, “Barry Egerton, Bathilda Bagshot’un arşivinin deşifresini tamamladı. Bathilda’nın yarım kalan çalışmalarındaki ipuçlarını takip etti. Artık Salazar Slytherin’in Hogwarts’tan neden ayrıldığını ve sonrasında neler yaptığını biliyoruz. Ayrıca bugüne kadar Gryffindor’un bilinen tek yadigârı bu odadaki kılıçtı,” Kılıcın yerleştirildiği panoyu işaret etti. “Bu kılıç dışında Godric Gryffindor’a ait günümüze ulaşan bir yadigârın daha olduğuna dair tartışmasız bulgular var.”
Ayağa kalktı ve odada tur atmaya başladı, “Bakanlıkta, gelecek günlerde Barry Egerton bunları detaylı bir şekilde anlatacağı bir bilgilendirme yapacak. Ayrıca Gilbert Wimple çalışmaları ile ilgili seninle konuşmak istiyor. Şu anda çok önemli bir buluşun eşiğinde. Bu arada 18 Kasım’da Kristal mağaraya girmeyi kararlaştırdık. Özetle…” Duraksadı, “Bütün bunlarla ilgili konuşmak üzere Mr Weasley ile beraber Bakanlıktaki toplantıya davetlisiniz.”
Harry, Kingsley’in anlattıklarını hazmetmeye çalıştı. Kafası makine gibi çalışıyordu, Slytherin’i ve Gryffindor’un keşfedilen yeni yadigârını düşündü; bu gerçekten müthiş bir haberdi. Acaba Gilbert Wimple’ın buluşunun Harry’yi ilgilendiren tarafı neydi? İçini büyük bir heyecan sarmış, Mürver Asa’yı dahi unutturmuştu.
“Teşekkürler Mr Shacklebolt, orada olacağız,” dedi.
McGonagall söze girdi, “Her şey için teşekkürler Harry. Ron ile Hermione’yi az önce avluda gördüm, bilmek istersin diye düşündüm,” Kafasını yeniden önündeki notlara gömdü. “Aşağı inene kadar başını belaya sokmamaya çalış. Baines sabah erkenden gitti, Poppy de görünüşe göre hasta, kafanı yerine takacak birini bulamayabilirim.”
Harry istemsizce sırıttı. “Dikkat ederim Profesör, görüşmek üzere.”
Harry ikisiyle de vedalaşıp dış kapıdan avluya çıktı. Parlak güneşe rağmen serin bir hava vardı, o kadar ki esen rüzgâr adeta derisinebatıyordu. Ron ile Hermione’yi gördü, Ginny de yanlarındaydı. Onun geldiğini fark edince telaşla koştular.
Hermione, “Harry, meraktan çıldırdık, gece nerelerdeydin?”
Ron, “Mutfaktan geldiğimde yoktun, sana tarçınlı top kurabiye getirmiştim,” Ciddi bir matem havasında sözüne devam etti, “ Üzülerek hepsini kendim yemek zorunda kaldım.”
Ginny ise kaşlarını çatarak sessizce gözlerini ona dikmekle yetindi.
Harry Çapulcu Haritasında gördüklerini, adaya gidişini ve ondan sonra başından geçen her şeyi zindandaki konuşmalara kadar en ufak detayına kadar anlattı. Ron özellikle Mürekkep Balığı ile aralarındaki mücadeleyi duyduğunda şok geçirdi. Hogwarts’a tekrar gelmesi icabederse hiçbir gücün onu göle sokamayacağını söyledi. Hermione ise Grines’i adada nasıl elinden kaçırdığını merak ediyordu. Harry onun mezara neden girmiş olabileceği konusunda fikrini sorduğundaysa “Kötü bir niyeti olsa bunu herkesin önünde itiraf etmezdi öyle değil mi,” şeklinde yanıt verdi. “Hem zaten Mürver Asa’nın yerli yerinde durduğunu bizzat Kingsley söylemiş.”
Harry tatmin olmamıştı, kafasını iki yana salladı, “Ya asanın bir kopyasını oracıkta yapıverdiyse? Biz de Slytherin’in madalyonunu kopyalayıp Umbridge’i kandırmamış mıydık?”
“Harry, Kingsley eminim ki Umbridge’in aksine son derece yetkin bir büyücü olarak kopya bir asayı gerçeğinden ayırt edebiliyordur.”
Harry’nin bunun üzerine şimdilik söyleyecek sözü yoktu.
Ginny suçlayıcı bir ifadeyle söze karışarak konuyu değiştirdi: “Adaya neden tek başına gittin Harry? Özellikle de şatoda McGonagall, Kingsley ve bir dolu öğretmen varken?”
Harry bu çıkışı beklemiyordu, hemen savunmaya geçti, “Zamana karşı yarışıyordum, Grines’e yetişmem gerekiyordu.”
“Bizi de çağırabilirdin, neredeyse tüm gece büyük salondaydık. Tek yapman gereken büyük kapıdan kafanı uzatıp sana eşlik etmek isteyip istemeyeceğimizi sormaktı.” Kollarını önünde kavuşturmuş dik dik ona bakıyordu.
“Bu çok açık değil mi? Sizi tehlikeye atmak istemedim.” Harry kendisi için çok bariz bir gerçeği tane tane anlatmaya çalışıyordu ve anlaşılmıyordu, yavaş yavaş sinirlenmeye başladığını fark etti.
Ginny sahte bir gülüşle, “Bizim korunmaya muhtaç acizler olduğumuzu unutmuşum,” dedi. Gözleri alev alev parlıyordu. Ron sinmişti, Hermione ise konuşmaya cesaret edemeden ikisine bakıyordu. “Savaş artık bitti Harry. Bunu kabullen, artık kehanet de olmadığından kendini oradan oraya savurmak için bir nedenin yok artık.”
Harry’nin tepesi atmıştı, öfkesi fokurdarken kendisini tutamadı, “Savaşın bittiğini ben de biliyorum! Belki de herkesin sesini kesip her yaptığımı sorgulamaktan vazgeçme zamanı gelmiştir!” diye çıkıştı. Sözler ağzından çıkar çıkmaz da pişman oldu. Ginny’nin yüzüne küçümseme ile hiddet karışımı bir ifade yerleşmişti, tam Harry’ye gereken cevabı vermek için ağzını açmıştı ki Hagrid’in kalın sesi arazide yankılandı:
“Hey! Ne Bağırıp çağırıyorsunuz bakayım orada ha? Kelekerleri uyandıracaksınız!” Hagrid sık sık yanında taşıdığı dev arbaleti omzuna vurmuş ağır ağır onlara doğru yürüyordu.
“Şaka şaka! Hey Harry! Omuzun nasıl oldu? Elwyn ile sabah kapıda karşılaştık, dün gece kötü yaralandığını söyledi!”
Ginny Hagrid’in sözlerini duyduğunda eğer böyle bir şey mümkünse tabi, az öncekinden daha da büyük bir nefretle baktı Harry’ye. Dün gecenin özetini yaparken hastane kanadına gittiği ve orada Elwyn Baines tarafından tedavi edildiği kısma henüz gelmediğinden sanki bunu saklıyormuş durumuna düşmüştü. Hagrid’in sözlerini geri alması için her şeyini verirdi. Ağzında bir şeyler geveledi ama söyledikleri kendi kulağına bile inandırıcı gelmedi.
Ginny elini alnına dayadı, sükûnet ve sabırla ona bakarak, “Kendini öldürtmeye çalışıyorsun, yalan söylüyor ve bir şeyler saklıyorsun.” Harry araya girmeye çalıştığında işaret parmağını havaya kaldırıp izin istedi, Harry duraksadı, “Sana ne olduğunu anlamıyorum ve bu durum hoşuma gitmiyor.”
“Ben yanlış bir şey yapmadım.”
Ginny ise sabrının son demlerindeydi belli ki, “Fred gibi kendini öldürtme peşindeysen doğru yoldasın. Bu arada…” Doğrudan Harry’nin gözlerinin içine bakarak konuşuyordu, “Aradığın şey heyecansa başka bir meslek de seçebilirsin.”
Harry’nin tepesi yine attı, “Buna sen karar veremezsin!”
Arkasını dönüp şatoya doğru yürümeye başlayan Ginny, bu cevap üzerine kafasını çevirip Harry’ye baktı: “Bunu duyduğum iyi oldu.”
Harry iki arada bir derede, söyleyecek bir şey bulamadan uzaklaşan Ginny’nin ardından bakakaldı. Herkes olanların şokunu yaşarken Hagrid’in keyifsiz sesi yükseldi: “Yine yanlış bir şey mi söyledim?”
ALTINCI BÖLÜM
Dostları ilə paylaş: |