Nigrum Mortem
Harry’nin Kara Göl’deki macerasının ardından Kovuk’ta geçirdiği iki hafta pek çok açıdan can sıkıcıydı. Ginny ile aralarında geçen tartışma beraberinde büyük bir soğukluk ve boşluk hissi getirmişti. Harry yine de şimdilik barışmak için herhangi bir çaba göstermek niyetinde değildi çünkü haklı olduğunu düşünüyordu. Defalarca aksini kanıtlamasına rağmen hala gösterişçi bir maceracı olarak görülüyor olmaktan gerçekten usanmıştı.
Ron ise bir tarafta en iyi dostu diğer tarafta öz kız kardeşi olduğundan hiçbir şekilde müdahalede bulunmak ya da fikir beyan etmek niyetinde değildi. Harry ile Ginny’den her bahsedildiğinde iki elini karşısındakini durdurmak istermiş gibi kaldırıyor, kollarını kavuşturup sağır ve dilsiz taklidi yapıyordu. Bu durum derdini paylaşıp akıl almak isteyen Harry’nin ciddi anlamda sıkılmasına, yalnız hissetmesine sebep oluyordu. Hermione ise Harry’nin Ginny konusunda daha anlayışlı olması gerektiği konusunda ısrarcıydı; arabulucu olarak taktiğini, Harry’ye Ginny’nin onu kaybetmekten korktuğunu söyleyerek yumuşatmak ve olayın biraz daha küllenmesini bekleyip ilk adımı kendisinin atmasını salık vermek olarak belirlemişti. Eh, Harry bu yorumlardan da bıkmıştı; daha Hogwarts Savaşında yaşadıklarını düşünmeden dahi Cedric, vaftiz babası Sirius, Dumbledore ve Dobby’nin kayıplarıyla baş etmek zorunda kalmıştı. Anlayış gösterilmesi gerekiyorsa bunu en çok hak edenin kendisi olduğunu düşünüyordu.
Ginny ile yaşadıkları soğukluk Kovuk’ta yaşama isteğini de yok etmiş gibiydi. Eğer Noel’e kadar durumlarında herhangi bir değişme olmazsa Ginny eve döndüğünde işler daha da garipleşecekti. Üstüne üstlük Mr ve Mrs Weasley’e yük olduklarını düşünmeye ve bu yüzden de suçluluk duymaya da başlamıştı. Gringotts’taki aile servetinin yanında artık geliri de olduğundan rahatlıkla kendi evine taşınabilir, orada yeni bir hayat kurabilirdi. Bu ihtimal gözüne her geçen gün daha da cazip görünüyordu. Ama taşınma işine girişecekse bu durumu Mr ve Mrs Weasley’i kırmadan halletmesi gerekecekti. Her nedense içinden bir ses Mrs Weasley’e onlara yük olduğunu düşündüğü için kendi evine çıkma niyetinde olduğunu söylemenin uyuyan bir ejderhayı gıdıklamakla eşdeğer olduğunu söylüyordu. Üstelik konuşmanın genel akışında kaçak Ölüm Yiyen’lerin henüz yakalanmamış olması elini zayıflatacaktı. Gerçi Kingsley’in onların İrlanda’ya kaçmakta olduğunu söylemesi lehine bir gelişmeydi ama onun tanıdığı Mrs Weasley bu kadar da kolay pes edecek bir kadın değildi.
Harry için bir başka sorun da nerede yaşayacağına karar vermekti. Sirius’un doğal mirasçısı olduğundan Grimmauld Meydanı on iki numara ilk aklına gelen yerdi. Malikânede Kreacher ile yaşamak konfor açısından eksikleri olmayacağı anlamına geliyordu. Bina işaretlenemez olduğundan güvenliydi güvenli olmasına ama Sihir Bakanlığına yaptıkları baskınının ardından Yaxley’i cisimlenirken malikâneye getirdiklerinden Ölüm Yiyen’lerin çoğunun burayı biliyor olmasına şaşırmazdı. Aslında Harry imkânı olsa tercihini Godric’s Hollow’da yaşamaktan yana kullanırdı; Godric Gryffindor ve Albus Dumbledore’un yıllar boyunca yaşadığı bu köy Harry’yi fena halde cezbetse de mantık çerçevesinde baktığında yaşamak için pek doğru bir tercih olduğu söylenemezdi. Ev, öldüren lanetin geri tepmesiyle yıkıldığından onarılamıyordu. Zaten bir açık hava müzesi haline gelmişti ve oraya yerleşmek her açıdan güç olacaktı. Sonuç olarak Harry daha önceki tecrübelerine de dayanarak Grimmauld Meydanı on iki numarayı ilk tercihi olarak belirledi. Ne de olsa üçü daha önce de orada gizlenmiş ve bir anlamda bugünün provasını yapmıştı. Yine de Harry eğer orada yaşayacaklarsa Sirius’un annesinin portresini bir yolunu bulup kaldırmalarının şart olduğunu kendi kendine hatırlattı.
Bu düşüncelerini ilk olarak, her ne kadar Ginny konusunda kendisini anlamasa da sağduyusuna hala güven duyduğu Hermione ile paylaşmaya karar verdi. Hermione akşam yemeğinin ardından odasına çekildiğinde fırsat bu fırsat diyerek kafasında söyleyeceklerini toparladı, ne yapmayı düşündüğünü önceden prova ettiği şekilde yumuşak bir dille anlattı. Onun bu işe en azından ilk başta muhalefet edeceğini varsaymıştı, Hermione ise bilmiş bilmiş sırıtarak, “Aslında Harry,” diye söze başladı Aritmansi kitabının kapağını kapatırken, “Ben de seninle tamamen aynı fikirdeyim. Kendi ayaklarımızın üstünde durmanın vakti artık geldi de geçiyor.” Elini kitabın üzerine koydu ve gözlerini pencereye dikti, “Mr ve Mrs Weasley’e daha fazla yük olmamalıyız. Ron’un da aslında bizimle aynı fikirde olması gerekirdi, ama onu Mrs Weasley’in yemeklerinden vazgeçirmek kolay değil,” Gözlerini devirdi, “Eh, bir yolunu bulacağız artık.”
Ron, bu teklifi aynen bekledikleri gibi pek coşkuyla karşılamadı, hatta gözleri Hermione ve Harry’nin gösterdiği cüret karşısında şaşkınlık ve dehşetle açılmıştı: “Böyle bir şeyin sözünü dahi etsem annem beni evlatlıktan reddeder. Ginny okulda, koca evde yapayalnız kalacaklar,” dedi. Ama Hermione’nin bu itiraza cevabı hazırdı; Bill, Charlie ve Percy evden ayrılırken ciddi bir muhalefetle karşılaşmamıştı. Hatta Charlie’nin Romanya’da yaşaması bile gayet normal karşılanmıştı. (Harry onun Fred ile George örneğini onu incitmemek için bilerek vermediğini düşündü.) Ron, “Onları karıştırma şimdi…” diye söze başladıysa da kendisinin de pek inanmadığı bir şeyler geveledi, uzun tartışmalardan sonra Grimmauld Meydanı on iki numara’ya taşınmaya bir şekilde razı oldu.
Eylül ayının son günlerinde Harry sık sık Kovuk’un geniş pencerelerinden dışarıyı izliyor, bunu yaparken yüzünde hülyalı bir ifadeyle ufka dalıp gidiyordu. Her ne kadar kendisini Kingsley’in toplantı gününü bildirecek baykuşunu beklediği konusunda ikna etmeye çalışsa da asıl dört gözle beklediği, Ginny’den gelebilecek herhangi bir haberdi. Her baykuş teslimatında Harry’nin aynı hevesle odaya dalması ama bunu sürekli inkâr etmesi üzerine sabrı iyiden iyiye taşan Hermione, “Harry, oturup bir zahmet barışmak istediğine dair iki satır karalar mısın? Yoksa o mektubu BEN yazıp ilk fırsatta senin adına Ginny’ye BEN yollayacağım,” tehdidini savurdu.
Bu ihtimal üzerine paniğe kapılan Harry, kös kös Ron ile paylaştıkları odaya dönüp gelen giden baykuşları takip etmeyi bırakmaya karar verdi. Zaten Ginny’nin de pek barışmaya niyeti yoktu belli ki.
Harry’nin acıklı durumunu gören Ron dayanamayarak Büyücü Klası’nın son sayısında yer alan KABAHAT SİZDE Mİ? Cadı’larla barışmanın on metodu isimli yazıyı okumasını önerdi. Büyücü Klası’na göre barışma metodu işlenen kabahate göre değişkenlik gösteriyordu: Bir cadıya yalanını yakalatmak ciddiyet bakımından, bilerek asasını kırıp çöpe atmakla, kendini kurtarmak için onu İnferius’lara kurban etmek arasında yer alıyordu ve en ümitsiz vakalar arasında değerlendirilmişti. Dergi bu konuda bir barışma metodu göstermek yerine bekâr cadıların en çok takıldıkları mekânların listesini verip yeni aşklara yelken açmayı öneriyordu. (Önerilen mekânlardan biri de Madam Puddifoot’un Çayhanesiydi.) Harry kabahatin onda olmadığını düşündüğünden, ilk adımı atmak ya da yeni aşklara yelken açmak niyetinde olmadığından Ron’a teşekkür etti ve derginin görüşlerini dikkate almadı.
Ginny’den hiç haber çıkmadı ama Kingsley’in baykuşu ekimin ilk günlerinde geldi.
Kingsley’in notuna göre Harry ve Ron Ekim’in ikinci haftasında ilk önce Gilbert Wimple’ın davetlisi olarak Deneysel Büyüler Dairesi’ni ziyaret edecekti. Ardından Barry Egerton’un brifingine geçilecekti. Bu haber bir yerde Harry’nin kurtarıcısı oldu ve dikkatini Ginny’den farklı bir şeye verebilmesini sağladı.
Ron ile Harry heyecanla gün sayarken, sorumlulukları gün geçtikçe artan Hermione bir yandan FYBS’lere hazırlanıyor, bir yandan da Lupin Yasası üzerine çalışıyor, bunları yaparken Büyücü meskenlerini dolaşarak ev cinlerinin hayat standartlarını ölçümlüyor ve bu ziyaretleri de genellikle bizzat ev cinleri tarafından kapının önüne konmasıyla sonuçlanıyordu. Ev cinleri izin kullanmak ya da ücret talep etmek gibi bir eğilim göstermedikleri gibi genellikle bu tarz ayartma çabalarına son derece katı tepkiler veriyor ve Hermione’den kurtulmak için aşağı yukarı her yolu deniyordu. Ode Everett’in ev cininin onu sahibinin bastonuyla kovalaması Hermione’nin moralini çok bozmamıştı ama bir başka büyücü evinde, oturmakta olduğu koltuk ev cini tarafından ateşe verildiğinde biraz olsun cesaretinin kırıldığını itiraf etmekten de kendini alamadı. Yine de kararlılıkla ev ziyaretlerini sürdürürken Hogwarts’taki üçüncü yılında olduğu gibi kaldırabileceğinin üzerinde bir yükün altına girmiş gibiydi; sürekli Bakanlık ve saha görevi arasında mekik dokuyor, Kovuk’ta olduğunda da odasından yemek saatleri dışında hiç çıkmıyordu.
* * *
Harry ile Ron, 16 Ekim sabahı uyandıklarında gökyüzü yağmur bulutlarıyla kaplıydı. Mrs Weasley Kovuk’u saran gölgeleri aydınlatabilmek için dört bir yanı büyülü mumlarla donatmıştı. Kahvaltıya indiklerinde Harry gergin olduğundan çok az şey yiyebildi. Benzer durumda olan Ron da dalgın dalgın çatalıyla dürterek tabağındaki pastırma ve yeşilliklerin yerini değiştirmekle yetindi. Hermione yeni bir ev ziyareti yapmak için iyice kasvetli bir hal alan Kovuk’u terk ettiğinde onlar da Mr Weasley ile beraber Bakanlığa cisimlendiler.
Bakanlık o gün arı kovanı gibiydi. Atrium’da müthiş bir hareketlilik ve koşuşturma vardı. Ama aynı canlılık Deneysel Büyüler Dairesinin bulunduğu kat için söz konusu değildi. Mr Weasley ile vedalaşıp asansörden indiklerinde kendilerini ıssız, sessiz ve uzun bir koridorda buldular. Koridor boyunca duvarlarda mühim buluşların mucidi olan Büyü-Bilimcilerin tabloları asılıydı. Kurtboğan iksirini bulan ve göğsünde Merlin nişanıyla tablosunun kenarında dili dışarda bitkin halde yatan kurt adama endişeli gözlerle bakan Damocles Belby’nin tablosunu geçtiler. Conjunctivitis Lanetini bularak ejderhaların kısmen ehlileştirilmesini sağlayan ama ejderha nefesine maruz kaldığından hala dumanı tüten kafasına ara ara şapkasıyla su dökerek serinlemeye çalışan Demyan Dung’un kederli iç çekişlerine aldırış etmeden yürüdüler. Koridorun sonunda kalın, çelik bir kapının önüne geldiklerinde bir süre ne yapacaklarını bilemeden baktılar. Harry kapıyı yumrukladı. Birkaç saniye sonra sihirle güçlendirilmiş bir ses koridorda yükseldi:
“Deneysel Büyüler Dairesi’ne hoş geldiniz. Deneysel Büyüler Dairesi personeli dışında kimse içeri giremez. Değerli büyülü bir eşya çalmak ya da karanlık emellerinizi gerçekleştirmek için geldiyseniz lütfen Güvenlik Büyücülerini bilgilendirin. Davetliyseniz lütfen uzayan kulağa adınızı ve soyadınızı söyleyin ardından asanızı kapının yanındaki bölmeye bırakın.”
Harry, Weasley ikizlerinin de vaktiyle kullandığı uzayan kulağın bir benzerinin kapının yanındaki delikten çıkarak kendisine doğru yaklaştığını fark etti. Fakat kulak her nedense ağzının dibine kadar gelince Harry içgüdüsel olarak bir adım geriledi. Kulak ısrarla onu takip edince elinin tersiyle itekleyerek ağzından uzak tutmaya uğraştı, bu çabası da yeterli gelmedi ve sapından sıkıca kavrayarak bağırdı: “Ben Harry Potter! Yanımdaki de Ron Weasley! Mr Wimple ile randevumuz var!”
Kulak bunun üzerine Harry’yi ağır ağır süzerek katlandı, kapının yanındaki küçük deliğine geri döndü. Deliğin hemen yanında kırmızı ışıkla aydınlanan bir bölme açıldı. Harry ile Ron bir an birbirlerine bakıp, söylendiği gibi asalarını yerleştirdiler. Bölme kapandı ve ardından dev çelik kapı ağır ağır açıldı. Kapının ardındaki ufak odacığa girdiler, girdikleri anda dış kapı kapandı ve bulundukları oda karanlığa gömüldü. Gergin geçen birkaç saniyenin ardından karanlıkta çelik levhaların kaydığını duydular. Oluşan açıklığı el yordamıyla buldular, ağır ağır yürüyerek dar bir koridora girdiler. Birkaç saniye sonra koridor aydınlandı. İki yanlarında akvaryumları andıran cam bölmeler vardı, her bölme tavandan kırmızı bir ışıkla aydınlanıyordu ve her birine ilginç objeler dizilmişti: Harry beyaz bir örtünün üzerinde neredeyse tamamen ortadan ikiye ayrılmış bir asa gördü. Bir parçasından boynuza benzer bir cisim sarkıyordu. Hemen yanında altın snitch boyutunda metal bir kutu tıkırdıyordu. Sol tarafa baktıklarında yumruk büyüklüğünde kapkara bir bulutun bölmede yerden bir karış yüksekte dönüp durduğunu fark ettiler. Ron yüzünde bir merak ifadesiyle işaret parmağıyla camı tıklattı. Tıklattığı anda kütle bir anda toparlanarak aktı, cama sert bir şekilde çarparak Ron’un irkilmesine sebep oldu.
Koridorun sonunda aralık bir kapı vardı. Kapıyı açtıklarında ilginç bir görüntüyle karşılaştılar.
Alnının iki yanında bir kabartı, muhtemelen bir çift boynuz bulunan kısa boylu, şişman bir büyücü, yüzünün neredeyse yarısını kaplayan kocaman bir gözlük takmış, eldivenli elinde tuttuğu asayla zeminde toplanmış siyah bir sıvıyı dürtüyordu. Harry ile Ron’un geldiğini fark edince kafasını kaldırdı. Gözlüklerin ardında kocaman şaşı gözleri onlara dikildi, tam o anda asasının ucunda bir kıvılcım belirdi ve siyah sıvı büyük bir gürültüyle infilak etti. Odayı bir anda kara dumanlar sardı.
Harry ile Ron elleriyle dumanı dağıtmaya çalışırken bir yandan kuru kuru öksürdüler. Birkaç saniye sonra şişman büyücü mendiliyle ağzını örtmüştü, toparlanarak asasıyla odayı saran dumanı çekti. Elini önlüğüne silip kocaman bir el izi bıraktı; yüzünü Harry ile Ron’a döndüğünde gözlükleri ve ağzı dışında yüzünün her santiminin patlama yüzünden kapkara olduğunu fark ettiler. Ron bu görüntü karşısında dayanamayarak kahkaha attıysa da kendini hızla toparladı ve kahkahasını öksürük gibi göstermeyi başardı. Şişman büyücü tekrar sildiği elini ikisine uzattı.
“Ah! Hoş geldiniz… Ben Gilbert Wimple. Deneysel Büyüler Dairesi… Boynuzların ve patlamanın kusuruna bakmayın, kaza işte…” Ellerini sıktıktan sonra güney tarafındaki duvarın dibine yerleştirilmiş gri kanepeyi işaret etti, “Lütfen evinizdeymiş gibi davranın…”
Harry öksürerek, “Memnun olduk Mr Wimple,” dedi ve otururken dumanın çekildiği odaya bir göz attı. Oda Harry’ye uç uç tozu ile yaptığı ilk seyahati hatırlattı. Gitmek istediği yeri söylerken öksürük tuttuğundan Diagon Yolu yerine Knockturn Yolu’na çıkmış ve kendisini her türlü karanlık objenin satıldığı büyük bir dükkânda bulmuştu. Wimple’ın ofisi de gariplikte orasıyla yarışırdı hani.
Yerde içinde ıvır zıvırla dolu koliler vardı ve odanın neredeyse her yerine saçılmışlardı. Tam ortada dikdörtgen koca bir masada altıncı sınıftayken Sihir Bakanlığına girdiklerinde gördüklerini andıran, ama onlardan çok daha büyük ve kapsamlı bir Zaman Döndürücü vardı. Etrafına eski yazılar kazınmış, iç içe geçmiş iki halkanın merkezinde altın sarısı dikdörtgen bir kutu ve kalbinde altın tozuna benzeyen kum taneleriyle dolu bir kum saati, karmaşık bir mekanizmanın merkezine yerleştirilmişti. Mekanizmanın altında akvaryumu andıran büyük bir tüp vardı. Tüpün içinde de beyaz bir mendilin üzerine serilmiş olan, içi kan kırmızısı bir sıvıyla dolu iksir şişesi.
Tam karşılarındaki kuzeye bakan duvarda ise, atış poligonunu fazlaca andıran bir platform kurulmuştu. Platformun üzerinde dört, beş farklı boyutta ve farklı malzemeden asa rastgele savrulmuştu. Poligonun ortasında siyah astarlı, kızıl renkte bir pelerin tavandan asılmıştı. Duvarın tam dibine de ahşap bir taburenin üzerine, mavi beyaz desenli bir vazo yerleştirilmişti.
Harry kafasını sağ tarafına çevirdiğinde, odanın doğu yönüne bakan duvarında gömülü ufak cam bölmelerde ona çok tanıdık gelen birkaç obje olduğunu fark etti. Kaşları çatıldı ve hızla ayağa kalkıp duvara doğru yürüdü; “Mr Wimple, bunlar…”
“Hortkuluk’lardan geriye kalanlar Mr Potter.” Kapkara mendili masanın altındaki ufak bir çöp kutusuna attı ve ellerini incelerken Harry’nin yanına geldi. Riddle’ın Basilisk dişiyle parçalanmış, ortasında kapkara bir oyukla zararsız ve harap görünen güncesi ile Slytherin’in kırık madalyonu oradaydı. Ama onları bir an için de olsa tekrar görmek bile Harry’yi korku, sıkıntı ve panikle dolu günlere geri götürdü.
“Burada onlarla ne yapıyorsunuz?” diye sordu.
Wimple asasıyla yüzünü ve cüppesini temizledi. “Eh, uzun hikâye ama bilmeye hakkınız var tabii.”
Asasını batı duvarındaki kütüphaneye doğrulttu ve “Accio kitaplar!” diye bağırdı. Kütüphanenin iki ayrı ucundan iki farklı kitap uçarak geldi ve avucuna yerleşti. Wimple kitaplardan birini Harry’ye diğerini de Ron’a uzattı.
Harry’nin elindeki eski ve epeyce yıpranmış kitabın kapağına baktı.
Yazar, Bertrand de Pensees Profondes, kitabın adı ise Özellikle Öz ve Maddenin Yeniden Biraraya Gelmesini Dikkate Alarak, Doğal Ölümün Fiili ve Metafizik Etkilerini Tersine Çevirme Üzerine Bir Çalışma’ydı. İsimler siyah kapağın üzerine altın yaldızlı harflerle yazılmıştı ve kemikli ellerinde asa tutan bir iskelet resmedilmişti. Büyü uzun bir süre önce etkisini kaybetmiş olsa gerek kapak resmi artık hareket etmiyordu.
Soru sorarcasına kafasını kaldırdığı anda Wimple açıklamaya başladı, “Elinizdeki kitap Mr Potter, okul yıllarından beri en sevdiğim kitaptır. İsminden de anlayabileceğiniz gibi ölümün fiili ve metafizik etkilerini tersine çevirme, yani ölümden dönmeyi, yeniden dirilişi felsefi bir dille anlatır,” Kitabı tekrar eline alıp sayfaları rastgele çevirmeye başladı, son sayfalarına geldiğinde açıp bir cümleyi Harry ve Ron’a gösterdi: “Vazgeçin, asla olmayacak.”
“Yıllarca bunun doğruluğuna ben de inandım. Tabi gerçek anlamda dirilişi ifade etmeyen İnferius’lar üzerine çalıştıktan sonra da fikrim değişmedi. Kısa bir süre önceye dek Hortkuluk’lar üzerine çalışma şansım hiç olmamıştı tabi. Karanlık sanatlarda üstat mertebesine yükselmiş, ilk hortkuluğu yapan ve ilk Basilisk’i üreten Yunan Herpo’dan beri esrarını koruyan bir konudur Hortkuluk’lar ve bir örneğini ele geçirmek son derece güçtür.” Camekânın ardını işaret etti, “Siz bize bunları getirene kadar öyleydi tabi… Ve elinizdeki kitap Mr Weasley, Godelot’un En Habis Sihirler isimli eseridir.”
Ron’un suratı bembeyaz oldu, sanki elinde zehirli bir yılan tutuyormuş gibi kitabın sayfalarını tiksinerek bir yandan da merakla araladı. Wimple devam etti, “Eh, Hortkuluk’lar ile ilgili detaylı bilgi içermiyor ancak ölümle ilintili büyüler ve sonrası ile ilgili pek kıymetli bilgiler içeriyor.”
Harry araya girdi, “Tam anlamıyla bizi buraya çağırma sebebiniz nedir Mr Wimple? Mr Shacklebolt bazı önemli buluşlardan bahsetmişti.”
Wimple keyifle dilini şaklattı, “Ah! Buluşlar! Kingsley doğruyu söylemiş… Arzu ederseniz göstereyim,” Odanın ortasındaki büyük masaya doğru yürürken Harry ile Ron onu merakla takip etti. Wimple zaman döndürücüyü çevreleyen mekanizmaya doğru ilerledi ve arkasına doğru eğildi. İri vücudu yüzünden tam olarak ne yaptığını göremiyorlardı ama her ne yaptıysa mekanizma çalışmaya ve çarklar aniden dönmeye başladı. Wimple doğrulup onlara baktı, “Şimdi dikkatle izleyin,” dedi.
Mekanizmanın çıkış bölmesindeki iksir şişesine parmağının ucuyla bir fiske vurdu, fiskeyi vurur vurmaz şişe devrildi ve altındaki mendilin üzerinde kızıl siyah bir leke bıraktı. İksir yayıldıkça leke her saniye büyüdü de büyüdü. En sonunda yumruk büyüklüğüne ulaşınca Wimple yeniden mekanizmanın başına geçti ve birkaç düğmeye bastı, “20 saniye diyelim mi ha? Ne dersiniz?”
Harry ile Ron gözlerini merakla açtılar. Wimple’ın son dokunuşuyla beraber mendilin üzerindeki iksir lekesi ufalmaya başladı, en sonunda tırnak büyüklüğüne ulaşıp mendili terk etti ve yeniden şişeye dolmaya başladı. Şişe ağzına kadar dolduğunda bu defa yeniden dikilip eski haline geldi. Birkaç saniye sonra da mekanizma kendiliğinden durdu.
Harry, “Bu bir zaman döndürücü,” dedi. “Mr Wimple bunların tamamının kırılıp yok olduğunu sanıyordum.”
“Evet, biz de öyle sanıyorduk. Görünüşe göre evine baskına gittiğimiz Ölüm Yiyen Nott bize hoş bir sürpriz hazırlamış. Aceleyle çıkmış olmalı ki düzgün bir şekilde gizleme zahmetine bile katlanmamış. Bu Zaman Döndürücü, diğerlerinin aksine son derece istikrarsız ve tehlikeli zaman döndürme büyüsüne bağımlı olmadan işliyor. Yani bu, geçmişe yaptığınız ziyaretlerde zaman sınırının olmaması anlamına geliyor.”
Bu bilgi Harry’yi ciddi anlamda tedirgin etti.
“Fakat bu durumda ya biri Zaman Döndürücüyü Lord Voldemort’u geri getirmek için kullanmak isterse?”
Wimple pek tasasız bir gülüşle karşılık verdi ona, “Eh bunu yapabilmesi için için yıllar geçmesi gerekir. Bu alet bir örnek, yani geliştirilmesi gerekiyor; şu anki haliyle birkaç günden fazla geriye gitmek mümkün değil. Görüşüme göre bunu yapan her kimse ki şimdilik Nott olduğunu varsayıyorum, mekaniği Zaman Döndürücü’ye iletmekle yükümlü gerekli gücü sağlamakta başarısız olmuş. Bu yüzden de kapasitesi sınırlı kalmış. Büyü yardımı olmadan bu gücü sağlamak çok az kişinin hazırlayabileceği son derece karmaşık bir iksir ile mümkün. Öyle bir iksir ki bileşenlerinden çoğu tükenmiş durumda ve bilinen yöntemlerle tedarik edilmesi imkânsız. Hatta bileşenleri bulunsa dahi hazırlanması da bir yılı aşkın bir süreye yayılıyor. Yani anlayacağınız, çok özlü iksir ya da Felix Felicis’ten bile daha karmaşık bir yapıdan bahsediyorum. Ayrıca Mr Potter, fark ettiğiniz gibi bu odanın savunmasında sadece Bakanlığın aldığı önlemlerle yetinmedik. Odanın kendi savunması ve güvenlik prosedürleri mevcut. Ayrıca bu cihazı bilen kişi sayısı da sınırlı.”
Harry içinden odayı ve cihazı bilenlerin arasında Arcanus Grines’in olup olmadığını sormayı içinden geçirdiyse de yapmadı. Ron faltaşı gibi açılmış gözlerle cihazı süzüyordu.
“Sizin bu aletle ilgili planınız ne?” diye sordu Harry merakla.
“İşin gerçeği…” derin bir nefes aldı Wimple, alnındaki teri sildi, “Benim amacım bir bilim insanı olarak bu cihazın kapasitesini artırmak. Yarım kalan işi tamamlamak. İleride iyi bir amaç için kullanılmak üzere tabii ki.”
Ron kafasını kaldırdı; arkadaki poligon bu defa onun dikkatini çekmişti belli ki, eliyle Pelerinin bulunduğu koridoru işaret ederek, “Bu üzerinde çalıştığınız nedir peki?” diye sordu.
Wimple orada ne bulacağından emin değilmiş gibi merakla arkasına döndü, Pelerin’i görünce, “Eh o zaman gelin bir de Kızıl Pelerin’i deneyelim. Merakınızı gidermiş oluruz.”
Poligonun girişine kadar ilerledi, asalardan birini eline alıp kısaca inceledi. Pelerinin göğüs kısmına doğru nişan aldı ve bağırdı: “Reducto!” Asadan çıkan ışın pelerinin içinden geçti ve aynı anda büyük bir şangırtı duyuldu. Harry Pelerin’in hemen arkasındaki vazonun parçalandığını anladı. Wimple hiçbir şey söylemeden örtülü kumaşın kenarını sıyırarak ufak, alçak bir kapıyı ortaya çıkardı. “Lütfen bir asa alıp beni izleyin Mr Weasley,” Ron itiraz etmedi, kapıdan geçerek koridorda ilerlediler, pelerini geçip duvara yaklaştıklarında Wimple önce reparo diyerek vazoyu tamir etti, ardından Ron’u tam vazonun önüne yerleştirdi ve asasını çıkararak Pelerin’in tam arkasında durmasını rica etti. Ardından da odaya geri döndü. Harry birazdan olacakları tahmin etti.
“Şimdi Mr Potter, sizden kalan asalardan birini alıp Mr Weasley’i silahsızlandırmanızı rica ediyorum.”
Harry platforma eğilerek bir asa aldı, Kızıl Pelerin’e doğrulttu ve duraksamadan bağırdı: “Expelliarmus!” Asasından çıkan ışın bir mermi gibi fırlayıp koridoru kat etti, Pelerine ulaştığında, kumaşa değer değmez parçalara ayrıldı. Ron’un elindeki asa kıpırdamadı bile.
“Kızıl Pelerin, Mr Potter, sizi öldüren lanetten koruyan büyüden esinlenerek geliştirdiğim büyülü bir eşya. Nasıl ki kendisini feda eden aileniz sizin üzerinizde bir koruma sağlamıştı ben de şunu düşündüm: Kendini bir fikir, amaç ya da toplum için feda etmiş bireyler belli bir miktar da olsa koruma sağlayamaz mıydı? Şimdi gelin Pelerin’e bir de yakından bakalım.”
Harry Wimple’ı takip ederken, şaşkınlık içindeki Ron da Pelerin’in yanına gelmiş sağını solunu incelemeye başlamıştı bile. Wimple Pelerin’i kaldırdı ve içinde altın renkli isimlerle işlenmiş harfleri gösterdi: Alastor Moody, Nymphadora Tonks ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı üyesi olduğunu bildiği pek çok isim siyah astarda parıldıyordu.
“Onların fedakârlığı toplumun bekası için çalışan diğer Seherbazların korunmasını sağlayacak. Kalkan büyüsünden daha kalıcı, daha sağlam, dolayısıyla daha güvenli…”
Harry merakla sordu, “Ya Affedilmez Lanetler? Onlara karşı da koruyor mu?”
Wimple ifadesiz bir şekilde yanıtladı bu soruyu, “Hayır, Affedilmez Lanetler bu pelerinin kabiliyetinin çok üzerinde kötücül büyülerdir. Büyük bir arzu ve istekle yapılırlar. Bu durum onların katı olmayan her türlü engeli geçebilmelerini sağlıyor,” İçini çekti, “Eh ama hiç yoktan iyidir öyle değil mi?”
Ron yanlarına gelince Wimple onları yeniden koltuğa doğru yönlendirdi, “Pelerin’i istediğim seviyeye getirdiğimde tüm Seherbaz’ların kullanmasını sağlayacağım. Ölüm riski taşıyan çatışmalarda fark yaratacağını düşünüyorum. Şimdi gelelim asıl konumuza…” Harry ve Ron koltuklarında dikleştiler ve merakla Wimple üzerinde yoğunlaştılar. Wimple otururken bir an tedirginlikle odanın zeminine baktı ve ardından bakışlarını iki misafirinin üzerinde sabitledi.
“Etkisiz hale getirilmiş Hortkuluk’lar üzerinde yoğunlaştığım için araştırmalarında beklediğim aşamayı kaydetmekte zorlanıyorum. Şu anda zarar görmemiş bir Hortkuluk ele geçirme şansımız olmadığına göre bu durum böyle gidecek gibi… Bu arada böyle bir şansımız yok öyle değil mi?”
Harry Wimple’ın sağlam bir Hortkuluk olma ihtimaliyle heyecanlandığını hissettiği için sinirlendi ve sesini yükseltmemek için kendisini zorlukla dizginledi. Ollivander’ın mürver asaya sahip bir Voldemort fikriyle heyecanlandığında da bu şekilde hissetmişti. Bu insanlar düşündükleri şeyler gerçekleştiğinde nasıl bir tehlike içinde olacaklarının farkına varamıyorlar mıydı?
“Hayır, size Mayıs ayında da belirttiğim gibi kesinlikle başka bir Hortkuluk yok Mr Wimple…”diyerek kestirip attı Harry.
Wimple sanki Harry’nin cebinden bir tane çıkarmasını bekliyormuş gibi açıkça fark edilen bir hayal kırıklığıyla ona baktı, “Karanlık Lord’un kendisini yedi Hortkuluk’la sınırlayacağını size düşündüren ne olmuştu? Hatırlıyor musunuz?”
Harry, konuşmak istemediğini bile bile Wimple’ın bu inadı neden sürdürdüğünü anlayamıyordu, gözlerini dosdoğru ona dikip sesini bir ton daha yükseltti, “Voldemort Profesör Slughorn’a en sihirli sayı olan Yedi’nin bu konuda fark yaratıp yaratmayacağını sormuştu. Ayrıca zaman zaman zihnini okuyabiliyordum. Gringotts’tan Hufflepuff’ın kupasıyla kaçtığımızda, tüm Hortkuluk’ları ve onları sakladığı yerleri aklından teker teker geçirdi, günce, yüzük, madalyon, diadem ve son olarak Nagini’yi. Profesör Dumbledore zaten yedinci parçayı kendi bedeninde taşımakta olduğunu söyledi!”
Wimple her şeye rağmen konuyu deşmeyi sürdürdü, “Canınıza kastettiği gece kazara ruhunun bir parçasını size naklettiğini de biliyoruz, dolayısıyla bu Sekiz Hortkuluk yapar. Bu arada bunların asla tamamı aynı anda var olamadı, çünkü Nagini’yi yarattığında siz günceyi çoktan yok etmiştiniz.” Alnı kırıştı ve yüzüne düşünceli bir ifade yerleşti. Artık neredeyse Harry ile Ron’un odada olduğunu dahi unutmuştu, sesli düşünüyor gibiydi, “Bu arada tabi ki bu parçalar yok edildiğinde hissetmediğini de denkleme katarsak… Bir de Karanlık İşaret konusu var tabi… Bedenini kaybettiğinde kızıl, sönük bir hal almıştı, şu anda ise sadece bir yara halinde.”
Harry artık sinirini içinde tutma zahmetine katlanmıyordu, “Hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm ama neden gidip küllerinin yerinde durup durmadığını kontrol etmiyorsunuz? Belki birleşip, ölüm uykusundan uyanıp sorularınızı yanıtlayabilir!”
Wimple bir an ona şaşkınlıkla baktı, sonra irkilerek kendine geldi, “Beni lütfen yanlış anlamayın, sadece aklımı kurcalayan soruların cevabını bulmaya çalışıyorum. Sonuçta Karanlık Lord aklını okuyabildiğinizi biliyordu, Hortkuluk’lardan birini kendine saklayıp kendini garanti altına almış olma ihtimali bence var… Neyse, bu durumda son bir şey kaldı size sormak istediğim.” Bir an duraksadı, “Bir Hortkuluk açıldığında nasıl hareket eder?”
Bu soruya Harry yerine Ron cevap verdi, “Hortkuluk düşünebiliyor. Zayıf yönlerinizi, korkularınızı biliyor. Ve onları kullanıyor. Açıldıktan sonra da vurmaya başlıyor, bedensiz bir akıl nasıl vurulabilirse o şekilde hem de. Korkutucu…” Gözleri ormanda Hortkuluk’la karşılaştığı anda olduğu gibi dehşetle açılmıştı.
Wimple korkmamış, aksine etkilenmiş göründü, “Kendi aklı olan ve düşünebilen karanlık bir obje, büyüleyici…” Harry’nin ona bakışlarını fark edince fazla uzatmadı. “Vaktinizi aldım beyler, buraya kadar zahmet ettiğiniz için teşekkürler.”
Harry koltuktan kalktı, Wimple’a göz ucuyla bakıp başını salladı. Sonra da Ron ile beraber kapıya doğru yürüdü. Wimple arkalarından seslendi, “Asalarınız giriş kapısının yanındaki bölmede!”
Koridoru hızla geçip kapıyı artlarından kapadılar.
Ron yüzünde katıksız bir nefret ifadesiyle arkasına bile bakmadan koşar adım asansörlere giden Harry’ye yetişmeye çalışıyordu. “Bu da neydi böyle?” diye sordu.
Harry sinirle, “Hiçbir şey. Sadece kendinden başka kimseyi önemsemeyen biri daha… Gereksiz yere zaman kaybettik.”
Ron karşılaştığı bu tavır karşısında konuyu fazla uzatmadı ve asansörün kapıları kapanırken asasını cebine geri yerleştirdi. Bir yandan da ıslıkla Bir ifritin tırnak kiri’ni çalıyordu.
* * *
Birkaç dakika sonra bu defa Sihirli Yasal Yaptırım Dairesi’nin dar koridorlarında yürüyorlardı. Ron, Mr Weasley’den buluşacakları toplantı salonunun Gawain Robards’ın odasının tam ters tarafında, koridorun öbür ucunda olduğunu öğrenmişti. Üzerinde Dairenin dev bir logosunun oyulmuş olduğu çift kanatlı dev kapının önüne geldiklerinde tek kanadın aralık olduğunu fark ettiler. Harry elini uzatıp çekingen bir edayla içeri seslendi: “Mr Robards?” İçerisi karanlıktı ancak duvarlarda parlak mavi beyaz bir ışıltı dolaşıyordu; sanki odada bir su tankı vardı. Yanıt gelmeyince içeri girdiler ve kendilerini geniş, konforlu ve şık bir odada buldular. Odanın tam ortasında Wimple’ın kullandığına çok benzeyen dev, ahşap bir masa kurulmuştu. Mavi ışıltıyı yayan da masanın tam ortasına yerleştirilmiş olan taş bir çanaktı. Kenarlarına eski yazılar yontulmuştu ve içinde dalgalanıp salınmakta olan beyaz sıvı o kadar parlaktı ki neredeyse tüm odayı aydınlatıyordu. Harry bu sihirli objeyi görür görmez tanımıştı: Bir Düşünseli. Ron’u kolundan çekiştirip masanın başına gelmesini işaret etti. Tam düşünselinin içini görebilmek için eğilmişti ki arkasından gelen sesle irkildi.
“Büyüleyici, öyle değil mi?”
İncecik bir erkek sesiydi bu. Sahibi de sandalyeye kucağında bir balya parşömenle oturup bacak bacak üstüne atmış, gözlüklü, incecik pos bıyıklı orta yaşlı bir adamdı. Siyah saçları düzgünce taranmış, sanki santimetresine kadar ölçülerek sol taraftan ayrılmıştı.
“Eee öyle… Kusura bakmayın, girmeden önce seslendim ama sanırım duymadınız.”
Adam, çok bariz bir gerçeği açıklarmış edasıyla “Duydum,” dedi. “Cevap vermedim çünkü bana değil Mr Robards’a seslendiniz.”
Harry ile Ron çatlak mı bu dercesine birbirine baktı.
“Yine de Düşünseli’ne kapılmadan Sayın Bakanı ve diğer misafirleri bekleyelim derim,” Bakımlı elini uzattı ve ikisinin de elini sıktı: “Barry Egerton… Tarihçi…”
Harry az önce Wimple ile yaşadıkları tatsızlığı unutmuş gibiydi. Heyecanla tekrar Düşünseli’ne baktı. Bu eşyayla yaşadığı her tecrübe bir diğerinden daha ilginçti.
“Memnun oldum. Harry Potter… Seherbaz… Henüz stajyer tabii… Eee, bugün kimin anılarını inceleyeceğiz?”
“Seraphine Slytherin’in.”
“Kim?” diye bağırdı Harry ile Ron büyük bir şaşkınlıkla, tek bir ağızdan.
“Seraphine Slytherin. Salazar Slytherin’in kızkardeşi. Bugün bin yüz yıllık bir anıya misafir olacağız. Çok fazla büyücünün sahip olmadığı bir ayrıcalık tabi...”
Harry kafasından geçen onlarca sorudan birini sormak için ağzını açmıştı ki Kingsley’in kalın sesi duyuldu:
“Umarım sürprizin tadını kaçırmıyorsundur, ha Barry?”
Kingsley ve Arcanus Grines birbiri ardına odaya girdiler, onları Gawain Robards takip etti. Masaya yerleşirken keyifsiz görünen Grines, Harry ile Ron’a başıyla selam vermekle yetindi. Robards’ın keyfi ise ona kıyasla bayağı yerinde gibiydi.
“Ah nasılsınız beyler? Barry! Göstereceklerini sabırsızlıkla bekliyorum. Başlamadan size yanımda getirdiğim şu meşe şarabından ikram edeyim. Mortimer geçen yaz tatile gittiği Norveç’ten getirdi. Söylediklerine bakılırsa üzümleri meşeden yapılmış dev kayıklarda bekletip Hipogrif’lere ezdiriyorlarmış.”
Yanında getirdiği tozlu şişeyi masaya, Düşünseli’nin yanına koydu, sanki bir sürat büyüsü kullanmış izlenimi yaratacak kadar hızlı bir şekilde açtı ve tam karşısındaki dolaptan çağırma büyüsüyle temin ettiği bardaklara doldurmaya başladı. Oda aniden tatlı ekşi bir şarap kokusuyla doluverdi. Bardaklar kendiliğinden misafirlere dağıldı.
Grines sakince, “Başlayalım mı?” diye sordu. Kingsley başını salladı, Barry Egerton kaşlarını kaldırıp parşömenlerini toparladı. Elinden kaçan birkaç sayfa havaya fırladı, onları yakalamaya çalışırken bu defa da kucağındaki sayfalar yere saçıldı. Grines hızla asasını salladı ve parşömenler yeniden üst üste dizilip Egerton’un ellerinde toplandı.
“Teşekkürler Mr Grines,” dedi Egerton minnetle. Grines başını salladı.
“Bildiğiniz gibi aylardır Merhum Bathilda Bagshot’un evinde, yarım kalmış çalışmalarını deşifre etmekle meşgulüz. Bu çalışmalar esnasında bodrum katında ustaca gizlenmiş bir hatırat ve bazı büyülü objeler bulduk. Bulduklarımız arasında kuvvetli iksirler marifetiyle yıllardır başarıyla muhafaza edilmiş kırılmaz camdan yapılma bir iksir tüpü de bulunuyordu. Bu tüp duvarın içinde bir kasaya yerleştirilmişti. Anladığımız kadarıyla Bagshot akli dengesinin yerinde olduğu son günlerde Hogwarts kurucularının ya da Hogwarts tarihinin bilinmeyen yönleri üzerine çalışıyordu.” Masanın üzerindeki Düşünseli’ni işaret etti. “Tüpün içinde Seraphine Slytherin’in, yani Hogwarts kurucularından Salazar Slytherin’in kızkardeşi olarak bilinen genç cadıya ait bir anı var. Bu anıyı Düşünseli’ne yerleştirdim ve defalarca izledim. Gerçekten nadide bir anı, sihir toplum tarihinin çok bilinmeyen bir dönemine ve bazı önemli olaylarına ışık tutuyor. Özellikle de Salazar Slytherin’in Hogwarts kurucularıyla nasıl anlaşmazlık yaşadığı ve Hogwarts’tan nasıl ayrıldığı gibi konulara…”
Odada çıt çıkmıyordu. Harry Ron’un bile, Hogwarts’ta Profesör Binns’in hayal dahi edemeyeceği büyük bir açlıkla, tek kelimesini kaçırmadan anlatılanları dinlediğini fark etti. Grines kaşlarını çatmış ilgiyle Egerton’u süzüyordu. Kingsley ve Robards da bir yandan aralarında fısıldaşıyor bir yandan da şaşkın bir ifadeyle genç tarihçinin söylediklerini yorumluyordu. Kingsley söz aldı:
“Bu anı Bathilda’nın eline nasıl geçmiş olabilir Barry?”
Barry Egerton ifadesiz bir şekilde, “Bunu söylemek çok kolay değil. Araştırmalarında bundan bahsetmemiş. Her ne kadar olay coğrafi işaretlere baktığımızda Hogwarts’ın bulunduğu İskoçya kırsalında geçiyor gibi görünse de Slytherin’in kökenlerinin bataklıklardan geldiğini biliyoruz. Lincoln, Cambridge belki de Norfolk. Özetle Slytherin Doğu Britanya’da yaşamış olsa da aslında anıyı bizzat Hogwarts’tan temin etmiş olmasına hiç şaşırmam” dedi.
Grines araya girdi, “Bu tezinizin doğru olduğunu varsayarsak bugüne dek ortaya çıkmamış olmasını neye bağlamalıyız?”
Egerton, “Ortaya çıkmasının istenmemesine…” diye yanıtladı. Bu cevap üzerine herkesin yüzünden açık bir şaşkınlık okunuyordu. Egerton ellerini kaldırdı, “İsterseniz izleyelim, kendiniz karar verin…” Derin bir nefes alıp eliyle Düşünseli’ni işaret etti. “Şimdi sizi bu bin yüz yıllık anıya davet ediyorum.”
Beşi de bu çağrıyı geri çevirmeyip aynı anda ayağa kalktı, kafalarını Düşünseli’ne yaklaştırdılar ve çanağın içine bakmaya başladılar. Gümüşi ışık helezonlar oluşturup dönmeye, çanağın içinde savrulmaya başladı. Daha da eğildiler, Harry bu mesafeden sanki bulutların arasından yemyeşil kırlara bakıyor gibiydi. Düşünseli’nin içindeki sarışın genç bir kızı hayal meyal fark etti. Yüzleri gümüşi sıvıya değdi, Harry, Ron, Robards, Grines, Kingsley ve Egerton buz gibi bir karanlık tarafından emilerek anının içine, yemyeşil kırlara doğru inmeye başladılar.
Zemine ayak bastıklarında kendilerini bulutlarla kaplı bir gökyüzünün altında yıpranmış taşlarla örülü bir patikada buldular. Etrafları yemyeşil çimlerle kaplıydı. Arkalarında uçsuz bucaksız ürkütücü bir orman, yüz adım kadar önlerinde ise son derece sefil görünen bir köy vardı. Köy meydanında büyük bir ateş yakılmıştı ve ihtiyar görünüşlü bir adam ateşi saman balyalarıyla besliyordu. Taştan yapılmış evler dip dibeydi ve harap haldeydi. Derme çatma kümeslerde beslenen tavuk ve horozların ötüşleri duyuluyordu. Patikayı takip ettiler, birkaç adım ileride, sol taraflarında devrilmiş bir kütüğün arkasına saklanmış, saçları altın sarısı taş çatlasa yirmi yaşında görünen bir genç kızı fark ettiler. Beline şişkin bir çanta asmıştı, kayışları cüppesinin altından boynuna kadar uzanıyordu. Harry onun Seraphine Slytherin olduğunu tahmin etti; kız ağaç gövdelerini siper almış büyük bir ilgi ve merakla köye bakıyordu. Aniden güzel yüzü sinsi ve hain bir gülüşle çarpıldı. Asasını yavaş yavaş kaldırıp Harry’nin hangisi olduğunu anlayamadığı bir hedefe doğrultup nişan aldı. Birkaç saniye sonra asasından mavi bir ışın fırladı ve dosdoğru kümeslere çarparak içlerindeki zavallı hayvanlarla beraber havaya uçmasına sebep oldu, köy bu patlamayla sarsıldı.
Seraphine arkasını döndü ve kahkahalar atarak ormanlık alana doğru koşmaya başladı. Bir yandan ağzını kapamaya çalışırken bir yandan asasıyla sağa sola kontrolsüzce büyüler yolluyordu. Harry onun kusursuza yakın güzel yüzüyle, kanca burunlu ve çoğunlukla hiddet dolu bir ifadeyle bakan Salazar Slytherin’e hiç benzemediğini fark etti. En çirkin göründüğü şu an bile.
Seraphine kasvetli ormana doğru koştururken peşinden gittiler, genç kız elli adım daha ilerledikten sonra yine bir ağaç gövdesinin arkasına gizlenip yeniden köyü gözlemeye başladı. Baktığı yerden öfkeli çığlıklar ve bağırış, çağırışlar geliyordu. Köylülerden oluşan bir grup ormanı işaret ederek koşmaya başladı. Ellerinde meşaleler, oraklar, yabalar ve sopalar vardı. Onların bu öfkeli ve aciz hallerini gördüğünde yine kıkırdadı. Altı kişilik bir grup ormana girmişti. Birkaç dakika oyalanarak saldırganı bulmak için izleyecekleri stratejiyi düşündüler, ardından üçerli iki gruba ayrılıp aramaya karar verdiler.
Seraphine suratında hain bir ifadeyle batıya yönelen grubun peşine takıldı. Onlar ilerledikçe ağaç gövdelerinin arkasına saklanıyor, ağaç tepelerine cisimleniyor, her cisimlendiğinde çıkan sesi duyarak alarma geçen kalabalığa gülüyordu. Ormanın derinliklerine gittikçe yapraklar ışığı iyice engellediğinden ortalık iyice kararmıştı. Kaynağı belirsiz kahkahalarla alarma geçen adamlar endişe ile etrafına bakakaldılar. Harry Seraphine’nin kendisine bir Hayalbozan büyüsü yaptığını fark etti. Kız asasını salladı ve “Petrificus Totalus” diye bağırdı. Grubun en arkasında yürüyen eli yabalı, sakallı köylü taş kesilip yere yıkıldı. Onun düşerken çıkardığı gürültü diğer köylülerin korkuyla arkasını dönmesine sebep oldu. Seraphine bu defa ortadaki köylüyü bayılttı. Diğer iki adama olanları gören ve aralarında en gençleri olan üçüncüsü tekrar arkasına dahi bakmadan kaçmaya başladı. Ancak Seraphine’in asasından çıkan bir başka büyü onu tam sırtından vurdu. Adam yere düşüp acıyla inlemeye başladı. Seraphine bir yandan Hayalbozan büyüsünü kaldırırken bir yandan dans ederek onun yanına geldi. Yere yıkılan adama cruciatus lanetiyle işkence etmeye başladı. Birkaç dakika sonra kurbanı bayıldığında diğer grubun peşine düştü.
Üç nokta büyüsünü kullanarak yönünü belirledi. Sonra da önce ilk kurbanlarının ayak izlerini takip ederek gizlenip köyü izlediği yere geri döndü. Birkaç dakika sonra ağaçların gölgesinde itinayla ilerleyen üç karaltıya yetişmişti. Bir süre onları korkuttuktan sonra yine benzer bir taktikle iki kişiyi onlar daha ne olduğunu anlayamadan saf dışı bıraktı. Ancak sonuncu köylü altısı arasında en iriyarı ve vahşi görünüşlü olanıydı. Göründüğünden de çevik olacak, Seraphine’nin büyüsünden müthiş bir refleksle kaçındı, büyü onu ıska geçince hemen bir ağacın gövdesine siper aldı ve yabasını sallayarak bağırdı, “Senden korkmuyorum iblis!” Genç kızın yüzündeki hain ifade iyiden iyiye şeytani bir hal aldı, Harry neredeyse kahverengi gözbebeklerinin kızıla döndüğünü fark etti. Genç kız kontrolsüzce üst üste büyüler yağdırdı, adam yuvarlanarak kendini yardan aşağı bıraktı. Seraphine onu takip etti. Ağaç dalları görüşünü kapıyor ve nişan almasını zorlaştırıyordu. Ama bu kovalamacadan büyük zevk alıyor gibiydi, yüzü keyifle kasılmıştı. Sonunda yolladığı büyülerden biri yerini buldu ve adam tam sırtından vuruldu, vurulduğu gibi de kasılıp kıvranmaya başladı.
Seraphine avına bir süre Cruciatus lanetiyle eziyet etti. Zavallı, hareket dahi edemeyecek kadar bitkin düşüp bayılınca, havada görünmez bir sedye yarattı ve baygın bedeni içine yerleştirdi. Bu garip ikili ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladılar, Grines, Harry, Ron, Robards, Kingsley ve Egerton’dan oluşan kalabalık da onları izliyordu. Harry olanları nefes almadan izlemişti izlemesine ama gördüklerinden midesi bulanmıştı. Genç kız zavallı insanlara, sadece Muggle oldukları için eziyet ediyordu. Bu olayın bin yıl önce gerçekleştiğini ve ne yaparsa yapsın artık değişmeyeceğini bilse bile durdurmak için elini istem dışı olarak asasına atıp duruyordu.
Seraphine ve zavallı adam sonunda bir bataklığın kıyısına vardılar. Ağaçlar sanki inferiler gibi gibi kıvrılarak yere ve göğe uzanıyor, yeşil çamurda beliren kabarcıklar sanki aşağıda nefes alan bir takım yaratıklar varmış da aniden yüzeye çıkacaklarmış hissi veriyordu. Seraphine önce yere devrilmiş bir kütüğün üzerinden geçerek bataklığın diğer yanına ulaştı. Sonra da tek tük taşların üzerinden zıplayarak yumuşak toprağa indi. En sonunda sedyeyi yere indirdi, şişkin çantasını açarak yumurtaya fena hale benzeyen yuvarlak cisimler çıkardı. Asasını salladığında ucunda cılız bir ışık belirdi ve kütük parçalarını aydınlattı. Asayı bataklık suyuna doğru tuttuğunda nilüferlerin üzerinde, çamura dönmüş toprakta kümelenmiş kurbağalar belirdi, gözleri ışıkta parıldıyordu: Kırmızı, sarı, turuncu gözler. Hepsi de asaya doğru hareketlendiler. Genç kız asasını indirmeden bir ağaç gövdesine doğru yürüdü. Elindeki yumurtaları yarıya kadar gömdü. Sonra da kurbağaları yumurtalara doğru yönlendirip yumurtaların üzerine kuluçkaya yatmalarını sağladı. O sırada rehinesi kıpırdanmaya, yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Seraphine yüzünde bir katilin gülüşüyle asasını kaldırıp ağzını açtı ve tam o anda ıslığı andıran bir ses duyuldu, bir karartı havayı yararak geçti ve kapkara bir ok kızın sırtına saplandı, o kadar derine inmişti ki ucu göğsünden çıkmıştı.
Harry olayın şokuyla hızla arkasını dönüverdi. Robards, Grines, Ron ve Kingsley de aynı durumdaydı, soğukkanlı görünen Grines dışında herkes merakla etrafı tarıyordu ama bu anıda defalarca dolaşmış olan Egerton onların tepkilerini belli ki biraz da eğlenerek izlemekle meşguldü. Harry baktıkları yerde, çok uzaklarda ağaçların arasında bir karartı görür gibi oldu, ama oradaki her kimse anında yok oldu.
Seraphine göğsünden çıkan oka büyük bir şaşkınlıkla baktı. Yüzü beklenmedik bir acıyla kasıldı. Oku çıkarmaya çalıştı ama nedense gücü yetmedi. Asasını sallıyor, dudakları kımıldıyor (Harry onun sözsüz büyü yapmaya çalıştığını tahmin etti) ancak hiçbir şey olmuyordu. Okun ucundan garip, siyah parlak bir sıvı yere damlıyordu.
Seraphine yere yığıldı ve kontrolsüzce titremeye ve inlemeye başladı. Sanki gücünün son demleriyle cisimlenmeye çalışıyordu ama bir şey ona engel oluyordu. Doğrulmaya çalışıyor ama doğrulamıyordu. Belli ki büyük acılar içinde on beş dakika kadar can çekişti. O kadar ki, Harry bu uzun süreli işkenceyi görmemek için kafasını çevirmek zorunda kaldı. Avcı av olmuştu ama bu son onu zerre tatmin etmemiş, aksine rahatsız etmişti.
Birkaç saniye sonra ağaçların arasında kükremeyi andıran, kalın ve güçlü bir erkek sesi duyuldu: “Seraphine!” Dev bir el, pençe gibi parmaklar yaprakları ayırdı ve ses yine haykırdı: “Seraphine!” Yaprakların arasından Harry’nin çok iyi tanıdığı bir suret çıktı: Salazar Slytherin’inki. Bu suret detaylı bir şekilde Sırlar Odasının duvarına oyulmuştu, aralanan ağzından çıkan Basiliski ilk günkü kadar net hatırlıyordu Harry.
Slytherin sonunda yerde yatan genç kızı gördü. Görür görmez de hemen yanına koşup diz çöktü. Sarı gözleri hiddetle parıldıyordu. Karşısında durulmayacak bir büyücü olduğu çok açıktı. “Nasıl oldu bu? Kim yaptı!” Yüzü hiddetle kasılmıştı. “Sana şu acınası Muggle’larla uğraşmamanı, buna değmediklerini söylemiştim! Söylemiştim sana!” Oku hayatı gözlerinden ağır ağır çekilen genç kızın göğsünden hafifçe çıkarmaya çalıştı. Ama o bunu yaparken Seraphine’in acısı da dayanılmayacak derecede arıyor gibiydi.
Sonunda ucunda siyah sıvı damlayan oku çıkardığında genç kız artık ölmek üzereydi. Kollarında kalan son dermanla asasını alnına götürdü, gümüşi parlak bir tel saçlarından koparken Harry havalandığını hissetti, bataklık yok olup gitti, bir anlık karanlığın ardından ayakları tekrar yere değdiğinde sanki bir taklanın ardından doğrulmaya çalışıyormuş gibi hissetti, dengesini zorlukla buldu. Altı büyücü de gerçek dünyaya, Sihir Bakanlığındaki toplantı odasına geri dönmüştü.
Uzun bir sessizlik yaşandı. Normalde asla abartılı tepkiler vermeyen Arcanus Grines dahi izlediklerinin şokundaymış gibi görünüyordu. Robards kuruyan dudaklarını ıslatabilmek için kadehini kafasına dikti, ancak kadehin boş olduğunu anlaması birkaç saniye sürdü. Harry Ron’un en son Yasak Orman’da Aragog ile tanıştıkları gece bu denli dehşet içinde baktığını görmüştü.
Barry Egerton biraz da misafirlerinde bıraktığı etkinin tadını çıkararak ağır ağır gözlüğünü eline aldı, sildi, bir yandan da konuşmaya başladı:
“İzlemiş olduğunuz, Seraphine Slytherin’in son anlarıydı. Genç kız Salazar Slytherin o anıyı aldıktan hemen sonra hayata gözlerini yumdu. Bu yüzden anıdan çıktık…”
Ron dehşetle karışık merakla sordu, “Onu öldüren oku neden çıkarmadı? Kendisini rahatlıkla iyileştirebilirdi!”
Egerton dilini şaklattı, “Eh, güzel soru. Teoride basit bir ok yarasını iyileştirmek yetişkin bir büyücü için işten bile değil… Tabi…” Duraksadı.
Grines onun cümlesini tamamladı, “Oku atan Akreplerden biri değilse”
Tüm kafalar Arcanus Grines’e döndü, Kingsley tek kaşını kaldırarak sordu, “Akrepler derken tam olarak kimlerden bahsediyoruz Arcanus?”
Grines düşünceli düşünceli uzaklara baktı, “Elvira ile tanıştığımızda Durmstrang son sınıftaydı. Onlar bizim gibi Gizlilik Nizamnamesi imzalanır imzalanmaz her şeyin tozpembe olduğu, büyücülerin yürütülen cadı avında gülerek alevlerden çıktığı hikâyelerle yetişmiyorlar.” Derin bir iç çekişin ardından bildiklerini özetledi:
“Elvira’nın anlattığına göre Akrep düzeni, Muggle doğumlu büyücülerin kurduğu bir Yoldaşlık’tı. Muggle’lara eziyet edenleri ve bazen nadir durumlarda masum büyücüleri de hedef alıyor ve tetikçi olarak Sihir Dünyasını tanıyan Muggle’ları kullanıyordu.”
Egerton kafasını salladı, “Etkilendim, gerçekten etkilendim Mr Grines… Ayrıca, isimlerini, kullandıkları Akrep adındaki arbaletten alıyorlardı. Üyeleri Muggle olduğundan bir büyücüyü öldürme yeteneğine sahip değillerdi. Muggle doğumlu büyücüler okları özel ürettikleri kara bir iksire buluyorlardı: Nigrum Mortem, yani Kara Ölüm’e. Sonra bu silahı düzenin üyesi olan Muggle’lara veriyorlardı. Nigrum Mortem vücuda girdiğinde büyücü cisimlenemiyor, iyileşemiyor, kısa sürede hayatını kaybediyordu. Ki bir örneğini az önce gördünüz.”
Ron, Egerton’a sanki bir grup Akromantulaya bakar gibi bakıyordu.
Harry kupkuru bir sesle sordu, “Peki ya kurbağalar? Yumurtalar? Seraphine neden yumurtaları ağacın dibine gömdü?”
Egerton bu defa ona döndü, “Yılanların Kralını dünyaya getirmek için. Yani Basilisk’i. Herpo isimli Yunan bir büyücü ilk Basiliski bu şekilde üretmişti. Kurbağanın kuluçkaya yattığı tavuk yumurtalarıyla… (Harry ile Ron hemen az önce Wimple’ın Herpo’dan ve basilisklerden bahsettiğini hatırlayıp birbirine baktı.) Tabi on denemeden en fazla biri tutuyor, dünyaya gelen Basilisklerin de çok azı ilk yıldan sonra hayatta kalabiliyor. Seraphine köye bunun için gitti, yumurtaları aldı, horozların ötüşünü engellemek için kümesi ortadan kaldırdı. Biliyorsunuz bu ötüş Basiliskler için ölümcüldür. Sonra da kurbağaları kontrol ederek kuluçkaya yatırdı. İşte, Slytherin’in canavarı da o yumurtalardan birinin içinden çıktı. Hikâyenin devamını sanırım biliyorsunuz, canavar sonradan Slytherin tarafından Hogwarts’a getirildi.”
Harry dehşete kapılmıştı, Sırlar Odasında öldürdüğü Basiliskin üretilmesini izlemişti demek!
Kingsley kuşkulu bir sesle, “Bu durumda Barry şunu mu anlamalıyız?” diye sordu ve devam etti: “Salazar Slytherin’in kız kardeşi Muggle’lar ve Muggle doğumlular tarafından öldürüldü. Bunun sonucunda Muggle doğumluların kendilerine ihanet ettiğini düşünerek büyü eğitiminin sadece safkanlara verilmesi gerektiğine karar verdi. Diğer kurucularla karşı karşıya geldi ve sonunda intikamını almak ve okulu temizlemek için Sırlar Odasını kurdu, okulu terk ederken de Seraphine’in yumurtalarından birinden çıkan Basiliski de odaya yerleştirdi.”
Egerton kıvançla, “Evet, Mr Shacklebolt. Bathilda Bagshot’un hikâyesini başarıyla özetlediniz. Bu olaydan önce Slytherin Muggle’ları sadece küçümsüyordu, Seraphine’in ölümü ve Akrep Düzeni onu tamamen Muggle karşıtı bir yere taşıdı.”
“Ve Albus Dumbledore bunları İngiltere’de yetişen Büyücü toplumundan gizledi çünkü Muggle doğumlularla, safkanların karşı karşıya gelmesini istemiyordu” dedi Arcanus Grines. “Akıllıca…”
Egerton notlarını toparladı, aradan bir sayfayı çıkardı, göz atıp kafayı kaldırarak devam etti, “Bahsedeceğimiz son şey Gryffindor’un yadigârı olacak; Mr Potter, Mr Weasley, Hogwarts’ta müdürün ofisinin giriş hiç dikkatinizi çekmiş miydi?”
Harry bir an düşündü ve cevap verdi, “Tabi ki… Girişinde çirkin taştan bir heykel ve oluk ağzı var. Odayı korur, parolayı söyleyince de çekilir ki içeri girilebilsin…”
“Girişten odaya nasıl çıkılıyor?”
“Kartal başlı aslan heykelinin etrafına yapılmış bir merdivenden.”
Egerton devam etti, “Doğru… Kartal başlı aslan, yani Griffin mitolojik bir hayvandır, d’or kelimesi ise Fransız dilinde ‘altından yapılmış’ anlamına gelir. Dolayısıyla Müdürün ofisine çıkan merdivende Kartal başlı, kanatlı bir aslan olması tesadüf değil.” Harry ve Ron’un ağzı açık kalmıştı. Heykeli daha önce görmüş ama Gryffindor ile bağlantısı olma ihtimali hiç düşünmemişlerdi. Şimdi Griffin’in kartal başlı aslan olduğunu öğrendiklerinden her şey çok basit görünüyordu, Egerton onların durumunu fark etmemiş gibi sözlerini sürdürdü, “Godric Gryffindor cincücelere sadece bir kılıç değil bir de heykel yaptırmıştı. Avuç içi büyüklüğünde, Kartal başlı aslan heykeli, hem de som altından.”
Robards gözleri heves ve heyecanla parıldarken sordu, “Bu heykel nerede şu an Barry?”
“Mss Bagshot uzunca bir süre izini sürmüş. Ancak bir süre sonra kaybetmiş, son yirmi yıl nerede olduğu bilinmiyor. Yasa dışı yollardan satıldığını ve İngiltere’nin dışına çıkarıldığını düşünüyoruz.”
Kingsley içini çekti, “Çok yazık…”
“Aynen öyle, müthiş bir eser olduğundan eminim. Kılıcın üzerindeki muazzam büyü ve efsunları düşünürseniz…” Notlarını toparlamaya başladı. ”Neyse, benim söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Umarım her şey yeterince açıklayıcı olmuştur.”
Kingsley, Grines ve Robards Barry Egerton’a teşekkür etti. Sonra ayağa kalkıp Slytherin’in anısı ve Gryffindor’un yadigârı üzerine koyu bir sohbete daldılar. Belli ki Egerton’u henüz bırakmak niyetinde değildiler. Harry de Ron’a kaş göz yaparak kapıyı işaret etti. Anı üzerine konuşmak ve olanları Hermione’ye anlatmak için sabırsızlanıyorlardı.
Dostları ilə paylaş: |