Havana buluşmasi



Yüklə 76,72 Kb.
tarix07.01.2019
ölçüsü76,72 Kb.
#91512

MUTLULUĞUN RESMİ
Kıymet Coşkun

10 Aralık 2008, Havana

Bugün burada aranızda bulunduğum için çok mutluyum. Bugün burada Kübalı Şair Nicholas Guillen adına kurulan Vakfın davetlisi olduğum için de çok mutluyum. Kırk yedi yıl önce bu ülkeden, bu şehirden geçen bir şairin, bir Türk şairinin izinden gidiyor olmak da ayrıca benim için çok heyecan verici. Biz Türkler Küba’ya, Kübalılara, Küba’nın efsanevi lideri Castro’ya hep sevgi ve saygı duymuş bir ulusuz. Bu sıcak duyguların oluşmasında yoksul Küba halkının onurlu mücadelesi kadar, bu direnişinizi, zaferinizi ve mutluluğunuzu bize anlatan, destanlaştıran şairimiz Nâzım Hikmet’in de payı vardır.
Nâzım Hikmet’in Havana Röportajı ya da çok yakın dostu ressam Abidin Dino’ ya hitaben yazdığı “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin? İşin kolayına kaçmadan ama… 1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin? …” dizelerini yazdığı Saman Sarısı şiirleri, halkınızın devrim sonrası coşkusunu, mutluluğunu beynimize kazımıştır. Mutluluk ve Küba’nın resmi! Bugün de sıkça yinelenen bu dizelerle Küba’yı ve Kübalıları bizler de yüreğimizde yaşatıyoruz.
Nâzım Hikmet, Türk edebiyatında ve düşünce dünyasında devrim yarattı. Bunu Türk şiirinde var olan kalıpların kırılması, dizelerin serbest bırakılması, ağdalı dil (Osmanlıca) yerine, halkın konuştuğu günlük Türkçeyi kullanarak dilde, herkesin anlayabileceği bir sadeleştirmeye gitmesi ve düşüncelerini dolambaçlı yollara sapmadan, doğrudan söyleyebilmesi olarak açıklayabiliriz. Ancak ben size bu konuşmamda; toplumcu şairimiz Nâzım Hikmet’in şiirinin edebi boyutunu değil, başta şiirleri olmak üzere eserlerinde egemen olan barış idesinin oluşumunu ve geçirdiği evreleri kısaca anlatmak istiyorum. Çok yönlü bir sanatçı olan şairimizin eserlerine barış odağında bakmak istiyorum. Bu bakış beni, onun şiire başladığı çocukluk ve ilk gençlik yıllarında yaşadığı Birinci Dünya Savaşı ve Ulusal Bağımsızlık (kurtuluş) Savaşının, yaşamında ve yapıtlarında ne kadar belirleyici olduğuna götürüyor.
Nâzım Hikmet’e, dünya görüşünü biçimlendiren süreci de dikkate alarak baktığımızda, savaşı, başta “kurtuluş” ve “bağımsızlık” odağında ele alırken, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında toplu kırım olarak görmekteydi. Bu kırım için çılgıncasına sürdürülen silahlanmayla geleceğin yok edilmeye çalışılıyor olması onun acılarını daha da artırıyordu. Silahsız bir dünyanın mümkün olabileceğine, yatırımın silahlanma yerine insana yapılması gerektiğine inanıyordu. İnsan ki toplumun kaynağıydı ve ancak başkalarıyla birlikte vardı.
Şiirlerindeki yalınlığıyla, içtenliğiyle, coşkusuyla bize umudu taşıyan bu büyük insan, her dönem güncelliğini koruyabilen bir uzak görüşlülükle, evrensellikle geleceğe uzanıyordu.
***

Nâzım Hikmet, geçtiğimiz yüzyılın başında, henüz Osmanlı İmparatorluğu toprakları içinde bulunan Selanik’te dünyaya geldi. Aydın bir ailenin oğluydu. Büyükbabaları dönemin entelektüel dünyasında iyi bilinen insanlardı ve aynı zamanda Osmanlı bürokrasisi içinde görev almışlardı. Ailenin, ülke ve dünya politikalarını yakından izliyor olması Nâzım Hikmet’in yetiştiği koşullara da açıklık getirecektir. Büyük babalarından biri dil uzmanı Enver Paşa’dır. Babasının babası Nâzım Paşa ise evinde, ülkenin önde gelen yurtsever aydınlarının, edebiyatçılarının katıldığı şiirli toplantılar düzenliyordu. Fransız kültürüyle yetişen ve resim yapmaya meraklı bir annenin çocuğu olan Nâzım, küçük yaşlardan itibaren sanat ve edebiyatın içinde biri olarak Büyükbabanın toplantılarının dinleyenlerindendi.


Dönem Osmanlı İmparatorluğunun dört bir yanda savaştığı yıkılış yıllarıydı. 18. yüzyılda başlayan milliyetçi hareketlerin yükselişe geçtiği bir dönemdi. Balkanlar’da ve Kafkaslar’da yaşayan halkın İmparatorluktan ayrılma süreci yaşanmaktaydı. Yeni kurulan devletlerin Müslüman halkı topraklarından koparıp, göçe zorladıkları yıkım günleriydi. İnsanların ellerinde ne varsa talan ediliyor, canlarını kurtarmak için kaçanlar bile izlenip öldürülüyordu. Bu göçler, yoksulluk, sefillik, hastalık ve ölüm getiriyordu ve henüz çocuk yaşında şairimizin şiiriyle günümüze aktarılacaktı. “Geride bırakıp dumanlı bir iz,/ bozulan ordunun arkasında biz,/ yurdundan kovulmuş alnımız yerde,/ geldik dert katmaya daha bin derde./…”
Emperyalist ülkelerin Osmanlı topraklarını paylaşma hevesiyle desteklediği ve öne sürdüğü milliyetçi hareketlere tepki olarak gelişen tartışmalar küçük Nâzım’ı kuşkusuz ki çok etkiliyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda, İngiliz komutasındaki orduların Osmanlı başkentini ele geçirmek üzere yola çıkmış, ancak Çanakkale’de durdurulmuştu. Buradaki çetin savaş, emperyalist (ltilaf) ülkelerin yenilgisiyle sonuçlanmış ancak bu savaşta İmparatorluğun genç ve eğitimli ordusu yok olmuştu.
Bu gençler arasında küçük Nâzım’ın dayısı Mehmet Ali de vardı. Ve Nâzım ilk ölüm acısını çocuk yaşta yüreğinde duyumsuyor ve ilk şiirlerini yazdığı bu dönemde öfkesini ve savaşın acısını çocuksu bir heyecanla dile getiriyordu. İleriki yıllarda bu günleri bir röportajında anlatacaktır; “Birinci Dünya Savaşı çıkmıştı. Dayım Çanakkale’de şehit olmuştu. Vatanımı çok seviyordum ve savaş üstüne bir şiir yazdım…”
Daha sonra ailesi onu askeri bir okul olan Deniz Lisesi’ne yolladı. Bu ilk gençlik yıllarında, ülkesi işgal edilmişti. Onun şehri İstanbul da işgal altındaydı ve işgal ordusu askerlerinin halka karşı uyguladığı baskı ve tacizci davranışlar yoksul ve yorgun halkı gibi onu da etkiliyordu. “İşgalcilere karşı şiirler yazdım. Sanırım onlar kötü şiirler değildi” diye anlatacaktı yıllar sonra bir söyleşisinde. Ve yine yıllar sonra yazacağı Kuvayi Milliye Destanı’nda yazacaktı aşağıdaki dizeleri:
“… Biz ki İstanbul şehriyiz,/ Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan,/ bir de Yunan,/ bir de zavallı Afrika zencileri,/ yer bitirir bizi bir yandan,/ bir yandan da kendi köpek döllerimiz; Vahdettin Sultan,/ ve damadı Ferit,/ ve İngiliz muhipleri/ ve mandacılar./ Biz ki İstanbul şehriyiz,/ Yüce Türk halkı,/malumun olsun çektiğimiz acılar./…
Çok geçmeden Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattığı Ulusal Kurtuluş Hareketine katılmak üzere Anadolu’ya geçti. Henüz 18 yaşında bir gençti ve ilk kez Anadolu insanıyla tanışıyordu. Yıllar sonra yayınlanan bir kitabının önsözünde; “18 yaşımda Anadolu’ya geçtim. Ulusumu ve savaşını yakından tanıdım. Cılız atları, tarih öncesi devirden kalma silahları ile açlıkla, bitlerle de savaşarak, İngilizlerin ve Fransızların desteklediği Yunanlılara karşı koyuyordu. Şaşırmıştım, korkmuştum. Ulusumu sevdim, hayran oldum…” diye anlatır duygularını! Ve Kuvayi Milliye destanı’nda okuruz halkının direnişini:
Ateşi ve ihaneti gördük.

Ve kanlı bankerler pazarında

memleketi Alaman’a satanlar,

yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar

düştüler can kaygusuna

ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından

karanlığa karışarak basıp gittiler.

Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,

en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,

dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,

iki kat soyulmamak içi.
Bu yıllara ilişkin duygu ve düşüncelerini yıllar sonra yazdıklarıyla örneklemiş de olsak, bu dönem yazdıklarını çocukluk ve ilk gençlik dönemi diye adlandırabiliriz. Nâzım Hikmet’in daha 11 yaşındayken yazmaya başladığı şiirlerinde egemen olan tema; savaş, savaşın getirdiği yıkım, acı, ölüm ve yitirmenin öfkesi ve zafere hasretti. Bu zafer bağımsız, güçlü, onurlu ülke olmanın zaferiydi. (Bu dönemde yurtsever duyguların öne çıktığı şiirlerinden başka aşktan da, kız kardeşinin çirkin ama sevimli kedisinden de söz ederdi.) Şiirlerinde çocuksu bir yan, çocuksu bir tepki olsa da özünde sevgi vardı, insan vardı.
***
Nâzım Hikmet’in, Anadolu’dan Sovyetler Birliği’ne geçtiğinde tanıştığı yeni dünya, tüm yaşamını etkileyecek bir sürecin başlangıcı oldu. Moskova’da dünyanın dört bir yanından gelen gençlerle bir araya geldi. Şiirin büyük dehası Mayakovski ile tanıştı. Ekim Devrimi’ne ve coşkusuna tanık olmak onun için başlı başına büyük bir olaydı. Anadolu’da gördüğü manzara ve bağımsızlık mücadelesinde Sovyetler Birliği’nin ülkesine dostane yaklaşımı ve yardımı onu bu ülkeyi yakından tanımaya itmişti. Daha Anadolu’dayken karşılaştığı Spartakist gençlerden duyduğu sınıf mücadelesi, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar burada yerine oturuyordu.
O yurtsever bir bakışla toplumcu bakışı özümsüyordu. Daha önce yazdığı bağımsızlık, yurtseverlik odağındaki şiirleri, bu kez sınıf ekseninde gelişiyordu. Ancak her iki halde de egemen bakışı; toplumsal yaklaşımı, savaşa, sömürüye, baskıya, yoksulluğa ve cehalete karşı duruşuyla öne çıkıyordu.
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra (ki bu süreçte hakkında açılan davalar nedeniyle bir kez daha yurt dışına gitmek durumunda kalacaktı.) Edebiyat dünyasının ve kuruluş sürecini yaşayan ülkesinin insanlarının beğenisiyle karşılanmıştı. Sovyet Rusya’sında yaşadığı dönemde katıldığı bir çalışma alanı da tiyatroydu. Tiyatroyla, ülkesine döndükten sonra ve yaşamı süresince yakından ilgilendi. Bu dönemde yazdığı oyunlar, İstanbul’da tiyatrolarda sahne aldı, şiirleri çeşitli yayın organlarında ve ders kitaplarında yayınlandı, kitapları ardı ardına basıldı, kendi sesinden şiirlerinin yer aldığı plaklar elden ele dolaşır oldu.
Düşünceleri nedeniyle yargılandığı, cezaevinde yattığı dönemlerde de ülkesini ve dünyayı yakından izleyerek yazmayı sürdürdü. Gerek şiirleriyle, gerek destanlarıyla ve yazılarıyla insanları savaşa karşı çıkmaya çağırdı. Dünyada faşizmin yükselişe geçtiği bir dönem yaşanıyordu. İspanya’da iç savaş çıkmış, Almanya’da, İtalya’da Hitler ve Mussolini iktidara geçmişti. Birinci Dünya Savaşı sonucu kurulan dünyada sorunlar ortadan kalkmamış, taşlar yerine oturmamıştı. Dünyanın zenginliğinin paylaşımında kendilerine bir şey kalmadığını düşünen bu ülkeler yeni bir savaşın habercisiydi ve Nâzım Hikmet bu tehlikeye karşı insanları uyarmayı bir görev biliyordu.
Bu uyarıları yaparken kendi halkının, Türk halkının barış taraftarı olduğunun altını çizmeden edemiyordu. “Türkiye halkı sulh taraftarıdır. Türkiye halkının muharebeyle elde etmek istediği ne bir müstemleke, ne bir pazar vardır. Türkiye halkı harp ederse bu, 1918-20’de de olduğu gibi müstemleke haline gelmemek için olacaktır.” (Sf 52)
Bu dönemde yazdığı eserlerini incelediğimizde onun bu konudaki duyarlılığının ve endişelerinin ileri safhada olduğunu görürüz. Silahlanmaya karşı çıktığını ve tehlikelerinden söz ettiğini ve gelecek kuşakların bu düşünceden uzak yetiştirilmesinin önemini anlattığını görürüz. Çocuklar için üretilen savaş oyuncaklarının; tankların, topların ve o dönem çok moda olan kurşun askerlerin bile yok edilmesi gerekliliğinin altını çizmiş, çocuklara savaşın bir oyun gibi öğretilmesinin yanlışlığını yazmıştı.
.. Gittim oyuncakçı dükkanının önündeki kalabalığa karıştım. Bir de ne göreyim… Minimini kurşun insanlar, minimini tanklar, minnacık toplar. Diyeceksiniz ki bunda şaşılacak ne var? Bizim de çocukluğumuzda askerler yok muydu?... Vardı… Ama bizim oyuncaklarla, dün gördüğüm oyuncaklar arasında büyük farklar var. Bizim çocukluğumuzdaki küçük kurşun asker oyuncakların sırtlarında allı, yeşilli, cici merasim üniformaları vardı... Oysaki dün benim gördüklerim birbirini süngülüyorlar. İçlerinde yaralanmış, can çekişmekte, ölmüş olanlar var…”(A.g.e. S.55)
Hayatın her alanından savaş düşüncesinin silinmesini, savaşın yalnızca kendi insanları için değil tüm dünya için acı, yıkım, yoksulluk olduğunu söylüyordu. Onun istediği; adaletli, eşit, özgür ve yoksulluğun olmadığı bir dünya idi. Buna inanıyor ve hayatını bu dünyanın kuruluşuna adıyordu.
Cezaevinde kaldığı yıllarında, bugün bile bir başyapıt olarak kabul edilen ve bir sinema filmi gibi gözümüzde canlandırabileceğimiz, “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı destanını yazdı. Bu dönemde 2. Dünya Savaşı başlamış, milyonlarca insan durdurulamayan ve bütün çılgınlığıyla süren bu savaşta yok olmuştu. Dört duvar arasından üzülerek izlediği savaş, destanında da yer aldı.
Günler ağır.

Günler ölüm haberleriyle geliyor.

En güzel dünyaları

yaktık ellerimizle

ve gözümüzde kaybettik ağlamayı:

Bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp

gözyaşlarımız gittiler

ve bundan dolayı

biz unuttuk bağışlamayı.”
Savaşı kimi zaman Atlantik Okyanusu’nun dibinden izliyor; “Gemilerin dümenlerine baktım,/ telaşlı ve korkaktılar./…” diye anlatıyor gördüklerini, kimi zaman da Zoe’ye sesleniyordu Nazilere karşı yurdunu savunan;
Zoe’ydi adı, ismim Tanya dedi onlara/ …Seni astılar memleketini sevdiğin için, ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim. Ama ben yaşıyorum, ama sen öldün…”
İspanya’da Franko faşizmine karşı yiğitçe dövüşen yurtseverlerin de, Mussolini’nin çizmeleriyle çiğnenen onuru için karısı Taranta Babu’ya seslenen Habeş gencinin de sesi oldu Nâzım.
Ne tuhaf şey Taranta-Babu.

Bizi kendi topraklarımızda öldürmek için

Kendi topraklarımızın

baharını bekliyorlar…
Paris’te Nazilere direndiği için kurşuna dizilen Gabriel Peri de, Yunanistan’da iç savaş sırasında kurşuna dizilen karanfilli adam Beloyannis de Nâzım’dı. Amerika’da Mc Carthy döneminin başlattığı cadı avında linç kampanyalarına maruz kalan Paul Robeson’a seslendi;
Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson/ kartal kanatlı kanaryam/ inci dişli kardeşim/ türkülerimizi söyletmiyorlar bize./…”
Hiç görmediği, hiç tanımadığı insanlar için, hiç kimse zorlamadığı halde bir şeyler yapabilmenin, insanı sevebilmenin yaşamak olduğunu düşündü.
“..Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin./ hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,/ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için/ yaşamak yani ağır bastığından./..”

* * *
Cezaevindeyken yazdığı şiirleriyle dünyanın dikkatini çekti. Henüz biten savaşın ardından yeniden başlatılan barış çalışmalarına katılan aydınlar; yazarlar, sanatçılar, bilim insanları onun sesini duydu. Dünya Barış Hareketi Pablo Neruda, Pablo Picasso, Louis Aragon gibi isimlerle birlikte Nâzım Hikmet’i de barışa yaptığı katkıları nedeniyle ödüllendirdi. Ancak yürütülen af kampanyaları sonucu cezaevinden henüz çıkmış olan şairimiz pasaport alamadığı için bu ilk ödül törenine katılamadı. Ödülünü onun yerine alan şair Pablo Neruda; “ şiirim barış savaşımıyla yoğun şu saatte onunkinin yanında bir yere sahip olmakla gururlanıyor.”diyecekti. (Ödülünü ülkesinden ayrıldıktan bir yıl sonra kendisi için düzenlenen bir gecede alacaktı. Pablo Neruda bir araya geldiği Nâzım için yazdığı dizelerle sıcak dostluğunu şiirleştirecekti. “Bir başka güler Nâzım,/ Kimseninkine benzemez gülüşü,/ apaydınlıktır./ Aydır içinde gülen,/ yıldızdır,/ şaraptır,/ ölümsüz dünyamızdır.” (When Nâzım laughs,/ Nâzim Hikmet, it is not like when you lough;/ his lough is whiter,/ in him the moon is loughing,/ a star, wine, undying earth…)


Cezaevi sonrası özgürlük günlerinde yaşadığı sıkıntılar ve aldığı ölüm tehditleri, onu bir kez daha ülkesinden ayrılmak zorunda bıraktı. Gittiği yer gençliğinin ülkesi Sovyetler Birliği oldu. Yaşamının son 13 yılını ülkesine ve sevdiklerine hasret kalarak geçirecekti. Bu dönem onun, kendisini fiilen de barışa adadığı bir dönemdi. Dünya Barış Konseyi’nin çalışmalarında aktif olarak yer aldı. Neruda’yla, Aragon’la, Guillen’le, Curieler’le, Picasso’yla, Amado’yla, Si Ya U’yla birlikte çalıştı. İki büyük savaşa ve yaşanan kırıma karşın silahlanmaya ayrılan büyük bütçeler ve soğuk savaş onu çok üzüyordu. Nükleer silahlanmaya karşı dünya çapında kampanyalar örgütlenirken, dünyanın yoksul bölgelerinde sürdürülen özgürlük ve bağımsızlık savaşları da onun ilgi alanındaydı.
Bu çalışmaların bir şair - ki o çok yönlü bir sanatçı olmasına karşın kendisini öncelikle şair olarak görüyordu,- olarak, görevi olduğunu düşünüyordu. Ülkesinden ayrıldığı ilk günlerde yazdığı bir makalesi Romanya’da bir gazetede yayınlandı. Bu makalede şair olarak sorumluluğunun mühendislerden ya da teknisyenlerden daha az olmadığını, bilakis daha da büyük olduğunu, çünkü bir köprü yapan mühendisin sorumluluğunun köprünün yıkılmaması olduğu ama yıkılırsa da yeni bir köprünün yapılabileceğini, oysa şairin insan ruhunun mühendisi olduğunu, ve sesinin milyonlarca insanın ruhuna, kalbine hitap ettiğini yazdı. Barış ve ülkelerinin mutluluğu için mücadele eden şairlerin bu görevi çok iyi bildiğini, şairin edebi çalışmaları ile hayatı arasında hiçbir ayrılık olamayacağını, pratikte ya da şiirde iki ayrı hayat yaşamadıklarını anlattı: “… Günümüzün gerçek şiiri barış mücadelesinden esinleniyor. Pablo Neruda, Aragon gibi başka büyük şairler, aynı zamanda bütün moral güçleriyle, barış mücadelesine faal surette katılıyorlar. Bir şair bu niteliği kazanmasını biliyorsa, eserleri bu mücadelenin kesin izlerini taşıyacaktır. Şiirleri, ümit dolu yaşam aşkını dile getiren, kuvvetli şiirler olacaktır. Mücadeleci şair, insanlığın geleceğine inanır ve bundan dolayı da korkunç denemelerden geçse de yazılarında ümitsizlik asla sezilmez. (Sf.109)”

* * *
Kore Savaşı, tüm şiddetiyle sürmekteydi. Nâzım Hikmet, Kore Savaşı üzerine çok sayıda şiir ve bir de tiyatro oyunu yazdı. “Fatma, Ali ve Diğerleri” adını taşıyan oyunda, kocasını ve oğlunu savaşta yitiren Fatma’nın öyküsünü anlatıyordu. Fatma tek torunu olan Ali’nin Kore’ye gönderilmemesi için çalışıyordu. Torununu da, savaşta yitirmemek için başvurduğu kapılar birer birere yüzüne kapanıyordu. Fatma sonunda çareyi savaşa karşı barış için mücadele eden Barışseverler Cemiyeti’ne katılmakta bulacaktı.


Barış toplantıları sırasında izlediği bir belgeselde, İkinci Dünya Savaşı’nın bitirilmesi bahanesiyle Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının yaptığı tahribatın görüntüsünden çok etkilendi. Bu görüntüleri çeken kameramanlar bombanın yaydığı ışığın etkisiyle (daha sonra) yaşamlarını yitirmişti. Bombaların patlatılmasının 10. yılında Nâzım Hikmet, dünyanın her yerinde okunan barış şiirlerini yazdı. Bunlardan üçü Barış Konseyi tarafından çeşitli dillerde broşür olarak yayınlandı ve ardından bestelenerek barış şarkılarına dönüştü. Tüm dünyanın Peeter Seeger’ın bestesiyle tanıyacağı kız çocuğu şiiri, Japonya’da beş ayrı besteci tarafından yapılan beş ayrı bestesi de dahil olmak üzere, 10’un üzerinde bestelendi. “Kapıları çalan benim/Kapıları birer birer/ gözünüze görünemem/ göze görünmez ölüler/ Hiroşima’da öleli/ oluyor bir on yıl kadar/Yedi yaşında bir kızım/ büyümez ölü çocuklar/…”
1955 yılında Budapeşte Radyosu’nda yapılan bir söyleşide atom silahlarının kullanılmasının aleyhinde şiirler yazdığını ve bu şiirlerin kompozitörler tarafından bestelendiğini ve türküleştiğini, tüm dünyada barış türküleri olarak söyleneceklerini anlattı. Onun en hassas olduğu konu, dili Türkçeydi. Eserlerini her zaman Türkçe yazmaya özen gösteriyordu. Bu türkülerin de, kendi türküleri olduğu için değil ama asılları “Türk dilinde yazıldığı” ve “biraz da Türk halkının diliyle” diye övündüğünü söylüyordu.
Yine bu yıllarda yazdığı Demokles’in Kılıcı, atom silahı ve nükleer denemeler üzerine bir tiyatro oyunuydu. Bu oyunu yazmadaki amacının, insanlığın üzerinde eski Yunan efsanelerindeki gibi, ince bir ip üzerinde asılı duran atom bombasını göstermek olduğunu söyleyecekti. Oyun, gençliğinde hor görülen, sürekli aşağılanan bir gencin öyküsünü anlatmaktaydı; Başoyuncu, yaşadığı kasabada itilip kakılmanın verdiği kompleksle hava kuvvetlerine giren bir gençtir. Bu genç, pilot olduktan sonra, kendisine verilen atom bombası yüklenmiş uçağıyla dünyaya hükmetmeye çalışır. O, kendisine yapılan haksızlıkların, riyakârlıkların öcünü, her şeyi yok ederek almak istemekteydi.
Dünya tam bir çelişki içindeydi. Bir yanda uzay çalışmaları tüm hızıyla yükselmekte ve geleceğe olan umudu yeşertmekte, öte yandan acımasızca sürdürülen baskılar, ırkçılık, ayrımcılık, işkence farklı boyutlarda sürmekteydi. Masum insanlar renkleri ya da düşünceleri nedeniyle ya da bombaların kurbanı olarak öldürülmekte, ölmekteydi. Dünya ikilem içindeydi. Gece yarısı yalnızca renginden dolayı öldürdüğü insanın bedeni soğumamışken, sabah sevecen bir baba olabilir miydi bir insan? Bir yanda ölüm uçakları çalışırken, bir yanda on iki yaşında bir çocuk 12 yıl önce doğduğu için ölürken! Genç bir anne bebesini emzirirken hayatın içine katmak üzere!
/ işler atom reaktörleri, işler/ yapma aylar geçer güneş doğarken,/ ve güneş doğarken ölür bir çocuk,/ bir Japon çocuğu Hiroşima’da,/ on iki yaşında ve numaralı,/ ne boğmacadan, ne menenjitten,/ölür bin dokuz yüz elli sekizde,/ ölür bir Japoncuk Hiroşima’da,/ dokuz yüz kırk beşte doğduğu için./
İşler atom reaktörleri işler/ yapma aylar geçer güneş doğarken,/ ve güneş doğarken zenci şoförü,/ ağaca asarlar yol kıyısında,/ gazyağına bulayarak yakarlar,/ sonra kimi kahve içmeye gider,/ kimi saç traşı olur berberde,/ kimi dükkanını açar erkenden,/ kimi genç kızını öper alnından./
İşler, atom reaktörleri işler,/ yapma aylar geçer güneş doğarken/ ve güneş doğarken gül yaprağına,/ uçak alanında sessiz pilotlar,/ H bombası yükler tepkililere./ Ve güneş doğarken, güneş doğarken/ otomatik silahlarla biçilir üniversitelilerle işçiler/ ve akasya ağaçları bulvarın,/ pencereler, balkondaki saksılar./ Ve güneş doğarken devlet adamı/ konağına döner bir ziyafetten./ve güneş doğarken kuşlar ötüşür/ ve güneş doğarken, güneş doğarken/ genç bir ana bebesini emzirir.
İşler, atom reaktörleri, işler,/ yapma aylar geçer güneş doğarken/ ve güneş doğarken hiç umut yok mu?/ umut, umut, umut/ umut insanda./…

* * *
Barış toplantılarının yanı sıra yazar kuruluşlarının düzenlediği toplantıların hemen hepsine katılmaya çalıştı. Sağlığı iyi değildi. Daha yurt dışındaki ilk yıllarında (1952) gittiği Çin Halk Cumhuriyeti’nde hastalanarak seyahatini kısa kesmek zorunda kalmıştı. Kalp rahatsızlığı nedeniyle ölümü hep yanı başında hissedecek ama yine de durmayacaktı. Bulgaristan, Romanya, Almanya, Avusturya, Macaristan, Polonya gibi ülkelerin yanı sıra Azerbaycan, Türkmenistan, Mısır, Lübnan, Etyopya, Fransa, İtalya gibi ülkelere seyahat edecek, “… on dokuzumdan beri bir düş görürüm/ yağmur, çamur, yaz, kış,/ uykuda uyanık/ takılmış düşümün peşine yürürüm./ Neleri alıp götürmedi benden ayrılık,/ kilometrelerle umut, tonlarla keder/ taradığım saçlar, sıktığım eller/ Bir düşümle ayrılmadık./ Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı düşümle dolaştım./ Bir Amerikalılar bana vize vermedi.” diyecekti.


Bu gezilerinin içinde onu en çok etkileyen, heyecanlandıran ve mutluluğu yaşatan Küba ziyareti oldu. Havana’ya Halklar Arası Barışı Sağlamlaştırma adına konulan Uluslararası Barış Ödülü’nün, Fidel Castro’ya verilmesi için düzenlenen törene katılmak üzere gelmişti. Yoksul ama coşkulu ve umutlu Küba’ya! Umut ki onun hiçbir zaman yitirmediği bir duyguydu. En olumsuz günlerinde bile. Ölümünden iki yıl önce yaşadığı bu olağanüstü heyecan verici seyahat ve Fidel Castro’yu görmüş olmanın mutluluğunu dile getirecek ve soracaktı dostu ressam Abidin’e!
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?

1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin?

Çok şükür, çok şükür bugünü de görsem gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstad?”
Ve Havana Röportajı’nda “…dolaşıyorum Havana Sokaklarını/ asfaltla ağaçları birbirine karıştırıyorum./ …çocuk bahçeleriyle hürriyeti/ hürriyetle bu şehrin insanlarını birbirinden/ ayırt etmek olmuyor./ …Fidel’le Havana’yı birbirinden ayırt etmek olmuyor./ ” diyecekti.
Nâzım Hikmet, Küba seyahatinden sonra Mısır’a ve Fransa’ya gitti. Mısır’da Afrika-Asya Yazarlar Kurultayı’na katıldı. O, kendini bir dünya insanı olarak görüyor ve yaşamının her alanını, her toplantıyı insanlığı uyarmak için fırsat biliyordu. Ve şair olarak görevinin insanlığa hizmet olduğunu düşünüyordu.
Kardeşlerim/ bakmayın benim sarı saçlı olduğuma/ ben Asyalıyım/ bakmayın mavi gözlü olduğuma/ ben Afrikalıyım/.

ya da;



ve yeryüzünde tek esir yurt, tek esir insan/



gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar/

malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli/

büyük hürriyete şiirlerimiz./

dizeleriyle sesleniyordu.


Hikmet’in şiirlerini okurken dikkatimizi çeken diğer bir şey de, onun, ülke ve dünya sorunları üzerine; dostluk üzerine, kardeşlik üzerine, barış üzerine, insan üzerine yazarken bu duygularının yalnız bu dünyayla sınırlı olmadığıdır. O, dünyadaki gelişmeleri yakından izler. Bir yandan çılgınca bir silahlanma yarışı sürer, ama öte yandan bilim ve teknolojide bilinmeyenlere yönelik çalışmalar hız kazanır. Evrene, aya ve yıldızlara ilişkin çalışmalar dikkat çekicidir. Onun için öylesine bir düştür ki bilinmeyenlere ulaşmak!.. Gazetelerde bu konuda çıkan haberleri yakından izlemektedir. Kosmosun bilinmezliğine güzellikle yaklaşmak, dostça, kardeşçe duyguları egemen kılmaktır isteği.
Ve yıldızlardan birinde

hangisinde bilmiyorum

yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz

hangi dilde bilmiyorum

.



Selamlamaya geldim seni yeryüzü umutları adına

bedava ekmek ve bedava karanfil adına

mutlu emeklerle, mutlu dinlenmeler adına

Yarin yanağından gayri her yerde her şeyde hep beraber”



diyebilmek adına

evlerin

yurtların

dünyaların

ve kosmosun kardeşliği adına.
Teknolojinin gelişme hızını dikkate alırsak 50’li yıllarda yazılan şiirlerinde söylediği kosmosa yolculuk, bugün düş olmaktan çıkmadı mı? Bundan sonrası için insanlığın görevi uzay çalışmalarına dostça yaklaşmak değil midir? Bir başka şiirinden de okuyalım kosmosa ilişkin düşlerini;



Ama füze yolcuları yola çıkacak mı pasaportsuz?



Bilet olacak mı? Parayla mı alacaklar?

Ve uzaklaşıp karpuzlar, elmalaşırken dünyamız,

Istrato serde savaş füzelerine mi rasgelecekler?

Çocukların her biri onun ayrı düştüğü evladıdır. Çocuklar yaşamdır onun için, dünyanın, insanlığın geleceğidir. Onlar yalan nedir bilmez, aldatmaz kimseleri. Çocuk sevgidir, saflıktır, dostluktur. O şöyle anlatır çocukları büyüklere; “Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne/ Oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında/ Dünyayı verelim çocuklara/… /bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı/…


***

Nâzım Hikmet 1963 yılı Haziran’ında Moskova’daki evinde öldüğünde haber hemen yayıldı. Yazarlar Evi’nde düzenlenen cenaze töreninin ardından evine Japonya’dan bir mektup geldi. Hiroşima Kâğıttan Turnalar Derneği üyesi bir grup çocuğun yazdığı mektupta, ölüm haberini aldıktan hemen sonra yaptıkları kâğıttan turnalar vardı. Şöyle sesleniyordu çocuklar Nâzım Hikmet’e;


Siz de sonsuz uykuya yattınız. Artık hiçbir zaman elinize kaleminizi alamayacak, olanca sesinizle haykıramayacaksınız en yakıcı sorunlar üzerine. Siz sonsuz uykuya yatmış olan… Ah bir bilseniz nasıl güç verdi, bizlerden biri için, bir avuç olan ve göze görünmeden kapıları çalarak imza toplayan o küçük kız için yazdığınız şiir…
Hayır geçmişte olanlar bir daha yinelenmesin. Bizler yaşadığımız sürece bunun savaşımını vereceğiz. Sesimiz yettiği sürece bunu haykıracağız. Ellerimiz kalem tuttukça bunu yazacağız. İyilik ve mutluluk taşıyıcısı kâğıttan turnalar yapacağız…
Hayır sizin barışa susamanız boşuna değildi Nâzım Hikmet! Hayır Hiroşima ve Nagazaki’deki sayısız kurbanın acıları boşa gitmeyecek!..
Bizler Hiroşima’nın tüm çocukları, anınız önünde başlarımızı minnettarlık ve saygıyla eğiyor ve cenazenizin önüne binlerce turna, dünyaya özgürlük ve sonsuz barış taşıyan binlerce kuş bırakıyoruz.”
***
Nâzım Hikmet’in eserleri, onun düşünce dünyasını yansıtır. Sevgili karısına Cezaevi koşullarında yazdığı şiirlerindeki bireysel hazzı dahi, toplumsal gelişmelerle iç içe geçirdiğini görürüz. Savaş haberleri arasında, Alman ordularının yenilmeye başladığını duyduğunda, heyecanını paylaştığı karısına duygularını içtenlikle anlatmaktadır; “Ne güzel şey hatırlamak seni:/ ölüm ve zafer haberleri içinden/ hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken…/…” Abidin Dino’ya sormasına neden olan Küba’da tanık olduğu “mutluluğun resmi” de yine karısı için yazdığı Saman Sarısı şiirinde yer alır.
Onun şiirinde barış idesini irdelerken, bu idenin, özünde onun düşünce dünyasını, yaşamını ve eserlerini nasıl etkilediğini görürüz. Zaten Nâzım Hikmet’in barış şiirleri genel bakışından kopuk değildir. Onun toplumsal bakışının, siyasi düşüncesinin bir ürünüdür.
Bugün yeniden yapılanan, savaşların acımasızlıkla sürdüğü, krizlerin en çok, zaten yoksulluk içindeki insanları vurduğu bir dünyada yaşıyoruz. Dünyayı daha yaşanır bir hale getirme, açlığın, yoksulluğun son bulması çabaları sonuçsuz kaldı. Dünyayı savaşlar ve terör kasıp kavurur hale geldi. Etnik ya da dinsel kutuplaşmalarla medeniyetler savaşı kışkırtıldı. Tarihin ilkel dönemlerinin öteki kavramı günümüze taşındı. Etyopya’da Nijerya’da, Ruanda’da, Bosna’da, Afganistan’da, Filistin’de ya da Irak’ta yine çocuklar öldürüldü, öldürülmekte.
İçinde bulunduğumuz bu günlerde umuda her zamankinden daha çok gereksinme duyduğumuzu düşünüyorum. Barış için, dostluk için, refah için, aydınlık yarınlar için umut! Bize umudu taşıyan Nâzım Hikmet şiirlerine de!.. Hani “umut insanda” diyen şiirlerine.
Ben konuşmamı Nâzım Hikmet’in sanat anlayışı hakkında yazdıklarıyla bitirmek istiyorum.

Nâzım Hikmet; “…Sanattan bir tek şey bekliyorum ve anlıyorum” diyecektir. “Sanat halka hizmet etmelidir, halkın acılarını, öfkesini, umudunu, sevincini ve hayallerini yansıtmalıdır… Bu benim sanat anlayışımda değişmeden kalan noktadır. Geri kalanların hepsi sürekli değişti, değişiyor ve değişecektir…”




Yüklə 76,72 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin