[Mihrab için bkz. 3,37]
12, 14 – “Yahya! Kitaba var kuvvetinle sarıl” dedik ve henüz çocuk iken ona hikmet verdik. Tarafımızdan bir merhamet, arı duru bir gönül de ihsan ettik. O haramlardan çok sakınan bir insandı. Anne ve babasına iyi davranan hayırlı bir evlattı, asla zorba ve isyankâr biri değildi.
15 – Doğduğu gün de, vefat ettiği gün de, diriltilip kabirden kalkacağı gün de selam olsun ona.
Bu hadisenin Yeni Ahid’de anlatımı için bkz. Luka, 1,5 - 22. Kur’ân ile Încîl’in anlatımında şu iki fark vardır: 1. Zekeriya (a.s.)’ın konuşmaması bir işaret ve alamet iken Luka inciline göre bir nevi cezadır. 2. Onun konuşmaması üç gün iken Încîl’e göre Yahya (a.s.)’ın doğumuna kadar sürmüştür.
16 – Kitapta Meryem’i de an! Hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekiliverdi.
Beyt-i Mukaddesin veya evinin doğu tarafına çekilmişti. Hıristiyanlar doğu tarafını kıble edinmişlerdir.
17 – Onlarla kendisi arasına bir perde gerdi. Biz de ona Ruhumuzu gönderdik de, ona kusursuz, mükemmel bir insan şeklinde görünüverdi.
[26,193-194.]
18 – Meryem irkildi ve “Ben” dedi, “Rahmana sığındım senden.
Eğer Allah’tan korkup haramdan sakınan bir kimse isen çekil yanımdan!”
19 – Ruh: “Ben” dedi, “Rabbinden sana gelen bir elçiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuk hediye edeyim diye geldim”
20 – Meryem: “Nasıl oğlum olabilir ki bana eli değen bir tek erkek bile olmamıştır. İffetsiz bir kadın da değilim!”
Kur’ân-ı Kerim Hz. Meryem’in bakire, yani hiçbir erkek ile evlilik ilişkisi olmadığını bildirir. Mevcut Încîllere göre Yusuf Meryem’i eş olarak aldı. Yalnız Hz. İsa dünyaya gelinceye kadar onunla birleşmedi (Matta 1,24 - 25). Încîle göre İsa’nın Hz. Meryemden doğan Yâkub, Şem’un ve Yahuda isimli erkek ve ayrıca kızkardeşleri vardı (Matta 13,55).
21 – Ruh: “Öyledir, ama Rabbin: “Bu iş bana pek kolaydır. Çünkü biz onu insanlara kudretimizin bir alameti ve tarafımızdan bir rahmet kılacağız ve artık bu, hükme bağlanmış, olup bitmiş bir iştir” dedi.”
[3,45]
22 – Sonra çocuğuna hamile kaldı ve bu haliyle uzakça bir yere çekildi. Uzaklaşması, çocuğuna babasız hamile kaldığının güçlü bir delilidir. Normal tarzda olsaydı evini, barkını, her şeyini bırakıp uzak bir yere çekilmezdi.
23 – Derken doğum sancısı onu bir hurma ağacına dayanmaya zorladı. “Ay!” dedi, “n’olaydım, keşke bu iş başıma gelmeden öleydim, adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım!”
Bu sancılar Hz. Meryem’in diğer anneler gibi doğurduğunu, İsa (a.s.)’ın herhangi bir çocuk gibi dünyaya geldiğini gösteriyor. Hz. İsanın insanlardan uzak bir yerde doğduğu anlaşılıyor.
24 – Derken, Ruh, ona aşağıdan şöyle seslendi: “Sakın üzülme!” dedi, “Rabbin senin alt yanında bir su arkı meydana getirdi.
Bunu söyleyen: Melek veya yeni doğan çocuk olabilir.
25 – “Haydi, hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine taze hurmalar dökülsün.”
26 – “Artık ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer herhangi bir insana rastlarsan: “Ben Rahman’a oruç adamıştım, de, o sebeple bugün hiç kimseyle konuşmayacağım”
27 – Onu kucağına alıp akrabalarına getirdi. “Kız Meryem! dediler, sen ne tuhaf bir şey yapmışsın öyle!”
28 – “Ey Harun’un kardeşi! Baban kötü bir insan değildi. Annen de iffetsiz bir kadın değildi!”
Arapçada eb (baba), eh (kardeş) ve uht (kızkardeş) kelimeleri birçok durumda geniş mânada kullanılır. Gerçek bir kardeşlik değil, akrabalık ve mensubiyet bildirir. Hz. Peygambere (a.s.) bu, bir müşkil olarak sorulmuş, o da: “Meryem zamanındaki insanlar, kendilerinden önce geçen peygamberlerinin ve iyi kimselerin isimlerini çocuklarına isim yaparlardı, yani onlara nisbet edilirlerdi.” buyurmuştur. Nitekim: Hz. Safiyye, bazı kadınların kendisine “Yahudi kızı Yahudi!” dediklerini şikâyet edince o şöyle buyurmuştu: “Sen niçin onlara: “Oh ya, Harun babam, Mûsâ amcam, Muhammed eşim oluyor, daha ne isterim!” deseydin ya!”
29 – Meryem, (bana değil, çocuğa sorun dercesine) çocuğu gösterdi: “Nasıl olur da, dediler, beşikteki bebekle konuşuruz?”
[23,50]
30 – Derken bebek: “Ben Allah’ın kuluyum, dedi, O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi.
31 – “Nerede olursam olayım beni kutlu, mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe bana namazı ve zekâtı farz kıldı.”
32 – “Anneme saygılı, hayırlı evlat kılıp, asla zorba, bedbaht ve hayırsız biri yapmadı”
[17,23; 31,14]
33 – Doğduğum gün de, öleceğim gün de, kabirden kalkıp dirileceğim gün de selam üzerime olsun!”
34 – İşte hakkında şüphe ve tartışmalara girdikleri Meryem oğlu İsa konusunda gerçeğin ta kendisi olan Allah’ın sözü budur.
35 – Allah’ın evlat edinmesi olacak iş değildir. O bundan münezzehtir! Bir işi yapmak istedi mi, “şöyle olsun” demesi kâfidir. (36,82)
36 – “İyi bilin ki Allah benim de Rabbim, sizlerin de Rabbidir. Öyleyse yalnız Ona ibadet ediniz. Doğru yol budur”
37 – Sonra onun hakkında birtakım gruplar kendi aralarında ayrılığa düştüler. Artık gerçeğin meydana çıkacağı o mühim günün duruşmasında vay o kâfirlerin başına geleceklere!
Bu gruplar Yahudilerle Hıristiyanlardır. Yahut Hıristiyanların Nesturîler, Yâkubîler ve Melkânîler şeklinde bölünmeleridir. Tarihi akış içinde Hıristiyanlık yüzlerce gruba bölünmüştür. Titiz bir tevhid inancına sahib olan Unitaire’lerin yanında, ekserî hıristiyanların teslisi, hatta Mormonlar gibi bir grubun politeizm’i (çok tanrıcılığı) kabul ettiklerini de görürüz. Hülasa: “Yeryüzünde başka hiç bir dinin mensupları Hıristiyanlar kadar farklı inançlara ve din savaşlarına girmemişlerdir.” [De Glasenapp, Les cinq grandes religions, Paris, Payot, 1954, s. 415)
38 – Neler işitecek, neler görecekler onlar, o huzurumuza gelecekleri gün! Gerçeği pek güzel anlayacaklar o gün. Ama o zalimler bu gün tam bir şaşkınlık içindedirler.
39 – Sen o hasret ve pişmanlık gününü, o haklarında ilahî hükmün yerini bulacağı günü anlatarak uyar onları! Ama onlar gaflet içindeler, hala iman etmiyorlar onlar.
40 – Şu kesin bir gerçektir ki bütün dünyaya ve dünyada yaşayan bütün insanlara Biz varis olacağız (onlar sona erip baki Allah kalacak) ve ölümden sonra hepsi diriltilip Bizim huzurumuza getirileceklerdir.
41 – Kitapta İbrâhimi de an. O gerçekten özü sözü doğru biri idi, yani bir peygamberdi.
42 – Zamanı geldi, babasına: “Babacığım, dedi, niçin işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bu putlara tapıyorsun?” [21,52-67]
{KM, Mezmurlar 135,15-18}
43 – “Babacığım, sana ulaşmayan bir ilim, geldi bana, ne olur bana tâbi ol da seni dümdüz bir yola çıkarayım”
44 – “Babacığım, sakın şeytana ibadet etme! Çünkü şeytan Rahmana isyan içindedir. [36,60; 4,117]
45 – Babacığım, bu gidişle o Rahmandan bile bir azabın gelip sana dokunacağından ve senin şeytana hemdem olacağından ciddî endişe içindeyim.
46 – Babası: “İbrâhim, ne o, yoksa sen benim tanrılarıma sırtını mı dönüyorsun? Vazgeçmezsen bu işten mutlaka taşa tutarım seni. Şöyle bir uzun müddet benden uzak dur. Gözüm görmesin seni buralarda!”
47 – İbrâhim: “Selamet, esenlik içinde kal, dedi. Rabbimden senin için af dileyeceğim. O gerçekten bana karşı çok lütufkârdır. [25,63; 28,55; 60,4; 9,113-114; 14,41]
48 – “İşte sizi de, sizin Allah’tan başka ibadet ve dua ettiğiniz tanrılarınızı da terkediyorum. Rabbime niyaz edip yalvarıyorum. Rabbime niyaz etmem sayesinde mahrum ve perişan olmayacağımı umuyorum.
Yani: “Olur ki O sana tövbe ve iman etmeyi nasib eder.” Zira kâfir için istiğfar etmenin (af dilemenin) mânası budur.
49 – Onları ve onların Allah’tan başka taptıkları putları terkedip (Şam’a yerleşince) Biz O’na İshak ile Yâkubu hediye ettik. Onların her birine peygamberlik verdik. [21,72; 11,71; 2,133]
Rivâyete göre: Hz. İbrâhim Şam tarafına hicret ettiğinde önce Harran’a geldi. Orada Sâre ile evlendi. Ondan İshak, İshak’tan da bilahere Yâkub dünyaya geldi.
50 – Onlara rahmetimizden ihsanlarda bulunduk. Onlara dillerde ve dinlerde yüksek ve güzel bir nam bıraktık.
51 – Kitapta Mûsâ’yı da an. Gerçekten O Allah tarafından ihlasa erdirilen bir kul idi, resul ve nebî idi.
Resul ve nebî, Kur’ân’da bazan eş anlamda kullanılmıştır. Fakat 22, 52 de olduğu gibi, bazen farklı anlam taşıdıkları da anlaşılmaktadır. Umum husus farkı olduğu söylenebilir. Yani her resûl nebîdir, ama her nebî resul olmayabilir.
52 – Hani ona Tur’un sağ tarafından seslenmiş ve özel konuşma için onu huzurumuza almıştık. [28,30]
{KM, Çıkış 33,11} Tur, Mısır ile Medyen arasında bir dağın adıdır. Hz. Mûsa (a.s.) Mısıra giderken bir ateş görmüş, ona yaklaşınca “Ben Allah’ım. Hak Mâbud Benim” sesini işitmişti. Burada Tur’un doğusu kasdedilmiştir. Medyen’den Mısır’a giderken Tur’un güneyine düşen yoldan geçtiğinden, güney cihetinden ona bakan kişiye göre, dağın sağı doğu, solu ise batı tarafında olur. Yoksa bir dağın sağı veya solu olmadığı âşikârdır.
53 – Ve rahmet ve keremimizden, kardeşi Harun’u da nebî olarak ona ihsan ettik. [28,34; 20,31; 26,13]
{KM, Çıkış 7,1}
54 – Kitapta İsmâil’i de an. Gerçekten o, verdiği sözü yerine getiren biri idi. Resul ve nebî idi. [17,34; 61,2-3]
Hz. İsmâil, Hz. İbrâhim'in oğlu ve Hz. Peygamberin büyük dedesidir.
55 – Halkına namazı ve zekâtı tavsiye ederdi. Rabbinin râzı olduğu biri idi. [20,132; 66,6]
56 – Kitapta İdris’i de an. Gerçekten o da doğruluğun timsali biri idi, bir nebî idi. [21,85]
{KM, Tekvin 5,24} İdrisin asıl adı Uhnuh (Enoch) olup, Nuh (a.s.) ın 3. batın dedesidir. Rivâyete göre: Kendinden önceki insanlar deri giyinirken o elbise dikmeye başlamış ve giymiştir. Ona 30 sahife indirilmiştir. Kalemle ilk yazı yazan, yıldızlar ve hesap ilmi ile ilk meşgul olan odur.
57 – Biz onu üstün bir makama yücelttik.
Burada Hz. İdris (a.s.) ın miracına işaret edilmektedir. Krş. Enoch peygamberin miracı: Tevrat, Tekvin 5, 24.
58 – İşte bunlar Allah’ın nimetine mazhar olmuş olan bu zatlar, Adem neslinden, Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın evlatlarından, İbrâhim ve İsrailin nesillerinden ve hidâyete erdirip seçtiğimiz kimselerdendir. Onlar Rahman’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı. [6,83-90; 40,78]
Bu zatlar Hz. Zekeriya ile Hz. İdris arasında zikredilen peygamberlerdir. Bu âyet, Tilavet secdesini gerektiren âyetlerdendir.
59 – Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.
Namaz, mümini Rabbi ile irtibata koyan bağdır, enerji kaynağı ile cihazı birleştiren kablo mesabesindedir. Kablosuz cihaz çalışmadığı gibi, ibadetsiz insan da karanlıkta kalır, rûh gıdasını alamaz ve güçsüz kalır. Âyet, ümmetlerin, çöküşlerinin, namazı gevşetmekle başladığına işaret ediyor.
60 – Ancak tövbe eden, iman edip makbul ve güzel işler yapanlar cennete girecekler ve asla haksızlığa uğramayacaklardır.
61 – Evet, onlar Rahman’ın kullarına gıyabî olarak vaad ettiği, dünyada iken görmeksizin inandıkları Adn cennetlerine gireceklerdir. Allah’ın vaadi muhakkak ki yerini bulacaktır. [73,18]
62 – Orada onlar boş ve anlamsız söz işitmezler, sadece selam ve selamet sözleri duyarlar. Orada ziyafetleri sabah akşam kendilerine sunulacaktır. [56,25-26; 73,35]
Müslim (müslüman) ile selam aynı köktendir. Selam: Selamet, esenlik, barış demektir. Müslim; hem Rabbi, hem kendi nefsi, hem de başkaları ile barış içinde yaşayıp âhirette de adı Daru’s-selam (selam ülkesi) olan cennete girer.
63 – İşte bu cennetlere kullarımızdan, Allah’ı sayıp fenalıklardan sakınanları vâris kılacağız.
64 – Rabbinin emri olmadıkça biz (meleklerden olan elçiler) inmeyiz. Önümüzde ve arkamızdaki bütün geçmiş ve gelecek şeyler ve bunların arasındakiler hep O’na aittir. Senin Rabbin unutkan değildir, hiçbir şeyi unutmaz.
Bu âyet, Cebrail (a.s.) ın sözünü nakleder. O’nun inmesi bir süre geciktiğinden Hz. Peygamber üzülmüştü. Cenabı Allah onu teselli buyuruyor. Bunlar, Hz. Peygamber (a.s.) a gönderilen ilahî vahiydir. Yani nasıl daha önceki peygamberler vahye nail oldularsa Hz. Peygamber de öylece nail olmuştur.
65 – Göklerin, yerin ve o ikisinin arasında olan herşeyin Rabbidir O. Öyleyse yalnız O’na kulluk et. O’na ibadetinde sabır ve sebat göster. Ona denk ve adaş olacak hiç kimse bilir misin?
66 – Böyle iken kâfir insan: “Sahi, ben öldükten sonra diriltilip kabirimden çıkarılacak mıyım?” der. [13,5; 36,77-79]
67 – O insan hiç düşünmüyor mu ki, o hiçbir şey değilken Biz onu yaratıp var ettik?
68 – Senin Rabbine yemin olsun ki Biz onları da, şeytanları da diriltip huzurumuza toplayacağız, sonra da cehennemin çevresinde dizüstü çökmüş vaziyette oraya getireceğiz.
69 – Sonra da her topluluktan, Rahmân’a isyan etmede en ileri gidenleri çekip ayıracağız.
70 – Sonra o cehennemi boylamaya daha çok müstahak olanları elbette Biz pek iyi biliriz.
71 – Sizden hiç kimse yoktur ki cehenneme varmasın. Bu Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür.
Burada vürud: girme, fakat “uğrayıp geçme” mânasında bir girme ifade eder. Bu işkâli, Hz. Peygamber (a.s.) ın şöyle giderdiği rivayet olunmuştur. “Herkes cehenneme girer, fakat müminler için Hz. İbrâhim’e olduğu gibi ateş serin ve selamet olur.”
72 – Sonra Allah’ı sayıp fenalıklardan sakınan müttakileri kurtararak zalimleri dizüstü çökmüş vaziyette orada bırakacağız.
73 – Âyetlerimiz kendilerine açık açık okunduğu zaman o kâfirler iman edenlere dediler ki: (Bu uhrevî ve manevî halleri bir tarafa bırakalım, dünya hayatının realitesine bakalım) Bu iki zümreden, mümin ve kâfirlerden hangisinin makamı daha üstün, grup ve topluluğu daha muteberdir?” [6,53; 46,11; 26,111]
Sırf geçici menfaatlere şartlanmalarını âyet pek beliğ bir şekilde beyan buyurmaktadır. Öyle ki onlar o halleri değil düşünüp anlamaya çalışmak, söz olarak bile işitmek istemiyorlar, kendilerine yapılan tebliğ, adeta bir “sağırlar diyaloğuna” dönüşüyor. Onlar dünyayı kazanmak ve yaşamak için dinden uzak kalmak gerektiği düşüncesine kapıldılar. Fakat bu çok kısa ve dar görüşlülüktür. Zira onların beğenmedikleri müminler, kısa zamanda dünyada çok ilerlediler, zengin ve azgın kâfir önderler perişan oldular.
74 – Halbuki Biz onlardan önce, gerek mal ve eşyaları, gerek gösterişleri daha güzel durumda olan öyle nesiller helâk ettik ki saymaya gelmez.
Başlıca ölçülerinin, maddî refah olduğu vurgulanıyor.
75 – De ki: Dini inkâr edenlere Rahman biraz mühlet versin, bundan ne çıkar? Ama işin sonunda, onlar kendilerine vaad olunan azabı veya kıyameti görünce işte o zaman öğrenecekler: kimmiş mevkii daha düşük ve kimmiş asker ve maiyyeti daha zayıf! [3,61; 62,6]
76 – Allah hidâyeti kabul edip doğru yola gelenlerin ise feyizlerini artırır. Baki kalacak dürüst ve yararlı işler, Rabbinin nazarında hem mükâfat bakımından daha üstün, hem de âkıbet yönünden daha iyidir. [9,124-125]
77 – Baksana şu âyetlerimizi inkâr edip: “Mutlaka malım mülküm de olacak, çoluk çocuğum da olacak!” diyen adamın haline!
78 – Ne o, bu adam gaybı öğrenmenin yolunu mu buldu, yoksa Rahmandan kesin bir söz mü aldı?
79 – Asla! İşte onun bu sözünü deftere kaydedeceğiz ve azabını da artırdıkça artıracağız.
80 – O sözünü ettiği mal ve evlada Biz vâris olacağız, nesi var nesi yoksa Bize kalacak ve o, huzurumuza tek başına (ilk yarattığımız gibi mal ve mülkten, makam ve mevkiden hatta elbiseden bile soyunmuş olarak çırıl çıplak) gelecektir.
81 – Kendilerine kalsa izzet ve kuvvet vesilesi olsun diye, Allah’tan başka bir takım tanrılar edindiler.
Dünyevî varlığa ve iktidara nerdeyse dinî bir vecd ile “tapınan” ve dünyevî başarının bu tezahürlerine tanrısal nitelikler yakıştıran insanlardan bahsediliyor.
82 – Hayır, hayır! Taptıkları o nesneler onların ibadetlerini reddedecekler ve kendilerine düşman olacaklardır. [35,14; 46,5]
83 – Görmüyor musun ki Biz kâfirlere şeytanları musallat ediyoruz, onları oynatıp duruyorlar.
84 – O halde onlar hakkında acele etme. Biz onların günlerini saymaktayız. [14,42; 86,17; 3,178; 31,24]
85 – Gün gelecek, Allah’ı sayıp haramlardan sakınan müttakileri, Rahman tarafından ağırlanacak konuk heyet olarak toplayacağız.
86 – Suçluları da susuz olarak o yakıcı cehenneme süreceğiz.
87 – Rahman’ın huzurunda, söz almış olanlar dışında hiç kimse şefaat edemez.
Bunun mânası şudur: Şefaat ancak dünya hayatında Allah’a iman eden, dine inanan için geçerli olacaktır. Keza yalnız Rahman’ın izin verdiği kimse başkaları için şefaat edebilecektir.
88 – “Rahman evlat edindi” dediler.
89-90 – Böyle diyen sizler, öyle çirkin bir iddia ileri sürdünüz ki nerdeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp çökecekti!
91 – Rahman’a çocuk isnad etmelerinden ötürü!
92 – Halbuki evlat edinmek Rahman’ın şanına yakışmaz. [2,116; 9,30]
93 – Göklerde ve yerde kim varsa, Rahman’a sadece ve sadece kul olarak gelecektir.
94 – O bunların hepsini ilmi ile ihata etmiş, tek tek tesbit etmiştir.
95 – Ve onların hepsi de kıyamet günü O’nun huzuruna tek başına gelecektir.
96 – İman edip, makbul ve güzel işler yapanlar için, Rahman insanların gönüllerinde sevgi yaratır.
Bu âyet indirildiğinde Mekkede müminlere işkence ediliyordu. Âyet onlara müjde verip müminlerin yakında sempati göreceklerini bildiriyor. Bu âyeti açıklayan bir hadis meali: Yüce Allah bir kulunu sevince Cebrail'e: “Ben falanı sevdim, sen de sev” der. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) da onu sever ve gökte olan melekler: “Allah falanı sevmiştir, siz de seviniz!” diye nida eder. Artık göklerdekiler de onu sever. Sonra yeryüzünde de onun için bir sevgi yerleşmiş olur.”
97 – Bizim, Kur’ân’ı senin dilinle indirip kolaylaştırmamızın başlıca sebebi, senin müttakileri müjdelemen ve inatçı kimseleri de onunla uyarmandır.
98 – Hem onlardan önce nice nesiller imha ettik Biz! Onlardan hissedip gördüğün yahut sesini işittiğin bir tek kişi bile var mıdır?
-Al-i Imran Suresi (Kuran-Türkçe)
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ
Medinede indirilmiş olup 200 âyet’tir. 33. âyet’inde geçen Âl-i İmran, sûreye adını vermiştir. İmrân, Hz. Meryem (a.s.)’ın babasının adı olup peygamberlik ve hikmet ocaklarından olan bir ailenin esasıdır. Bu sûrenin hâkim konusu bu ailenin temsil ettiği nübüvvet, Hz. Îsâ (a.s.) ve Hıristiyanlıktır. Tevrat, İncîl ve Kur’ân’ın aynı ilahî kaynaktan geldiği, bu kitapların müteşabih âyet’ler de ihtiva ettiği, fakat bunların din esaslarına zarar vermeyecek tarzda tefsir edilmesi gerektiği vurgulanır. Özellikle Hıristiyanlığın, bazı müteşabih, mecazî, kelimelerin yanlış tefsirine dayandığına ima edilir. Nübüvvetin esasının tevhid olduğu, bu esas üzere dinlerin şirk unsurlarından temizlenmesi gerektiği bildirilir. Ehl-i kitap diyaloğa ve hakka dâvet edilir. Daha sonra cihattan ve Uhud gazvesinden bahsedilerek bu vesile ile müminlere ebedî prensipler gösterilir. Hakkı tebliğin, onun muvaffak ve muzaffer olmasının vesileleri hatırlatılarak sûre sona erer.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Elif, Lâm, Mîm.
2 – Allah o İlahtır ki Kendinden başka tanrı yoktur. Hay O’dur, kayyûm O’dur.
[2,255] el-Hay: “Her zaman var olan, diri olan ezeli ve ebedî hayat sahibi”. el-Kayyûm: “Kendi zâtı ile var olup, zevali olmaksızın kaim olan ve bütün kâinatı varlıkta tutup yöneten”
3 – Sana kitabı, gerçeğin ta kendisi ve daha önce indirilen kitapları tasdik edici olarak indiren O’dur. Bundan önce de, insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ve İncîl’i indirmişti.
[2,41] Âyet’teki bi’l-hakk: Gerçeğin ta kendisi, gerçek ile, yani akıl, adalet, doğruluk gereklerine uygun, gerçeğe mutabık olarak, gerçek bir gaye ile gönderdi demektir. Maksat şunu belirtmektir. Kur’ân, hakikatin, aklın ve adaletin icaplarını, insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak üzere gönderilmiştir.
4 – Eğriyi doğrudan, hakkı batıldan ayırd eden Furkanı da indirdi. Allah’ın âyetlerini inkâr edenlere pek çetin bir azap vardır. Öyle ya, Allah daima azîzdir, (mutlak galiptir, mazlumların) intikamını alır.
[2,53; 5,95; 14,47; 39,37; 32,22; 43;41; 44,16] {KM, Tesniye 32,35; Mezmurlar 94,1; Yeremya 51,56} Furkan: Hakkı batıldan, hayrı şerden, doğruyu eğriden ayıran anlamında olarak Kur’ân-ı Kerimin isimlerinden biridir.
5 – Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.
6 – O’dur ki annelerinizin rahimlerinde size dilediği şekli verir. Ondan başka tanrı yoktur. azîzdir, hakîmdir: (mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
[18,37; 22,9; 40,64; 95,4] {KM, Mezmurlar 33,15; Yeremya 1,5}
7 – Bu muazzam kitabı sana indiren Odur. Onun âyetlerinin bir kısmı muhkem olup bunlar Kitabın esasıdır. Âyetlerin bir kısmı ise müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar sırf fitne çıkarmak, insanları saptırmak ve kendi arzularına göre yorumlamak için müteşabih kısmına tutunup onlarla uğraşır dururlar. Halbuki onların hakikatini, gerçek yorumunu Allah’tan başkası bilemez. İlimde ileri gidenler: “Biz ona olduğu gibi inandık. Hepsi de Rabbimizin katından gelmiştir” derler. Bunları ancak tam akıl sahipleri düşünüp anlar ve şöyle yalvarırlar:
[13,39; 43,4; 85,22]
8 – “Ey bizim Kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan Vehhab Sensin Sen!”
9 – “Sen, geleceğinde hiç şüphe olmayan bir günde bütün insanları bir araya toplayacaksın. Allah sözünden asla dönmez.”
Muhkem: Anlamı açık, kesin, ifade ettiği mâna tek olup, açıklanması için başka delile ihtiyaç olmayan demektir. Müteşabih: Birden fazla mâna ihtimali olduğundan, anlaşılması için başka delile ihtiyaç hissettiren, mânası hakkında kesin bir hüküm verilemeyen âyettir. Müteşabih, şibh (benzerlik) kökünden gelip mânalar birbirine benzeyip içiçe girdiğinden şüpheye yani değişik ihtimallere yol açmayı ifade eder. İnsanın aklının, duyularının sınırlı olduğunu düşünürsek, bu konumda olan insana hitap eden ilahi kelamın müteşabihler ihtiva etmesinin kaçınılmaz olduğu açıkça ortaya çıkar. Müteşabih lafızlarla Yüce Allah, insanlara tamamını kavrayamayacakları meseleleri, teşbihlerle, muayyen bir nisbette, farklı seviyelere göre daha farklı şekilde anlaşılacak tarzda bildirir. Müteşabihlerdeki bu izafî durum, dinin değişmez gerçeklerine zarar vermez. Zira Allah sabit gerçekler olarak, biz yükümlü insanlardan istediği akaid, ibadet, ahlâk ve ahkâma dair esasları muhkem âyetlerde bildirmiştir. Müteşabihlerle ise bazı “nisbi hakîkatleri” bildirmek istemiştir. Beşeriyetin konumu icabı, dünyada insan hayatında, mutlak hakikatlerden çok nisbî hakikatler daha fazladır. Bir kristal âvizeyi gözönüne alalım. Onun elektrik voltajı, ampullerinin gücü değişmediği halde, etrafında oturanlar, yerlerini hafifçe değiştirince, farklı renkler ve ışınlar alırlar. Bu, âvizenin taşlarının farklı açılar verecek şekilde tıraşlanmasından ileri gelir. İşte Allah Teâla, mahdut lafızlarla, tükenmek bilmeyen mânaları, farklı seviyelerde, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa anlatmak, onları kitabı üzerinde düşündürmek için birçok müteşabih âyet göndermiştir. Bu kaçınılmaz durum, bir zaruretten ileri gelmiştir. Fakat unutmamak gerekir ki teşabüh ve teşbih ile olan benzetmelerde, benzetilen ile kendisine benzetilen arasında bütün yönlerden bir benzerlik aranmaz. Çeşitli yönlerden sadece biri ile olan bir benzerlik dahi, benzetmenin geçerli sayılması için yeterli sayılır. Demek ki müteşabihler hakikî müteşabih ve izâfî müteşabih kısımlarına ayrılır. Bütün çeşitlerinde, müteşabihler bir çok mânalar ifade ederler. Onun içindir ki tefsirlerde çok mânalar verilmiştir. Fakat kesin mânası, Allah’ın ilmine havale edilir.
Dostları ilə paylaş: |