10 – Dini inkâr edenlerin ne malları ne de evlatları, müstahak olmaları sebebiyle Allah’ın vereceği cezayı önlemede, kendilerine asla fayda veremezler. İşte onlar cehennemin yakıtıdırlar. [2,24]
11 – Tıpkı Firavun’un ve onlardan daha öncekilerin gidişi gibi. Onlar, âyetlerimizi yalanladılar, Allah da kendilerini cürümleri sebebiyle kıskıvrak yakaladı. Allah’ın cezası pek şiddetlidir.
12 – İnkâr edenlere de ki: “Siz mağlup olacak, haşredilip toplanacak ve cehenneme sürüleceksiniz.” Orası ne fena bir yataktır!
13 – Birbiriyle karşılaşan iki toplulukta size büyük bir ibret vardı: Bunlardan biri Allah yolunda vuruşuyordu. Diğeri ise kâfir idi. O kâfirler müslümanları, bizzat gözleriyle kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah, dilediği kimseleri nusratıyla destekler. Elbette bunda görecek gözleri olanlar için alınacak ibret vardır.
[8,43] Burada iki ihtimal vardır: 1. Kâfirler, müminleri kendilerinin iki misli görüyorlardı. 2. Mü’minler kâfirleri, kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah böyle yapmakla kâfirlerin müminlerle savaşmalarını önlemek istiyordu. Meali, daha kuvvetli olan birinci tefsire göre verdik.
14 – Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara cazip gelmektedir. Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allah’ın katındadır.
[13,29; 38,25. 40.49] Bu âyette zikredilen sınıflar meşrû nimetlerdir. Fakat gayr-i meşrû tarafa da sebep olma ihtimali vardır. Meşrû durumda bunları süsleyip cazip gösteren Allah Teâladır. Gayri meşrû olarak süsleyen ise, şeytan ve beşerin cehaletidir. Fena sayıp kınama bu itibarladır. Bu iştah çekici şeyler, dünya hayatını devam ettirmek ve geçip Allah’a gitmek için birer araç olarak verilmişken bunları amaç haline getirmek, Allah katındaki güzel mevkii kaybetmek, büyük ahmaklıktır. Zira böyle yapanlar hayatlarının önemli bir kısmını o zevkleri elde etme hırsı ile yanıp tutuşarak geçirirler. Sonra da onlardan ayrılıp mahrum kalmanın acısını çekerler.
15 – De ki: “Size, ihtirasla istediğiniz o şeylerden çok daha iyisini bildireyim mi? İşte Allah’a karşı gelmekten sakınan müttakiler için Rab’leri nezdinde içinden ırmaklar akan cennetler olup, kendileri orada ebedi kalacaklardır. Hem orada onlara tertemiz eşler ve hepsinin de üstünde Allah’ın rızası vardır. Allah bütün kullarını hakkıyla görmektedir. [24,32]
16 – O müttakiler: “Ey bizim Ulu Rabbimiz, biz iman ettik, günahlarımızı bağışla ve bizi cehennem azabından koru!” diye yalvarırlar.
17 – Onlar sabırlı, imanlarında sadık ve samimi, Allah’ın huzurunda itaatla divan duran, mallarını hayırda harcayan, seher vakitlerinde Allah’tan af dileyen müminlerdir.
Bu din ve bu dindarlık, bu niyazlar, bu sığınmalar, boş bir iddia, şunun bunun karşı çıkmasıyla zayıf düşecek bir dâva değil, şahitli ve belgeli bir hakikattir. İşte en başta gelen dayanağı, en büyük şahidi ve en kuvvetli delili Allah’tır.
18 – Allah’tan başka tanrı bulunmadığına şahid bizzat Allah’tır.
Bütün melekler, hak ve adaletten ayrılmayan ilim adamları da bu gerçeğe, aziz ve hakîm (mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibi) Allah’tan başka tanrı olmadığına şahittirler. Gerçek şahit, Allah’tır. Ondan başka hiçbir âlim, ne kendisine, ne de başka varlıklara tamamen şahit değildir. İnsan bilgisinde varlıkların kendilerine uygunlukları izafî, eksik ve sadece muayyen bir yöndendir. İnsanın gerek kendisinde, gerek diğer varlıklarda gerçekten bilebildiği şeyler, Hakk’ın şahitliğini, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak sezebildiği yönlerdir. Mesela: “Güneş vardır” diyen bir şahit bile, aslında, kendisi ile şahitlik ettiği güneş arasında Hak Teâlanın koyduğu ölçüye uymaktan başka bir şey yapmış değildir.
19 – Allah katında hak din, İslâmdır. O Ehl-i kitabın ihtilafları, kendilerine gerçeği bildiren ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki haset ve ihtiras yüzünden olmuştur. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilsinler ki, Allah onların hesabını çabuk görür.
[2,112] İslâm üç anlama gelir: 1. İtaat edip boyun eğmek. 2. Silm’e, yani barışa girmek, selâmete kavuşmak. 3. İbadette tam samimi olmak, ihlas ile hareket etmek.
20 – Buna karşı seninle münakaşaya kalkışanlara de ki: “Ben yüzümü, özümü Allah’a teslim ettim. Bana bağlı olanlar da O’na teslim oldular.” O Ehl-i kitapla, kitap ehli olmayan ümmîlere (müşriklere) de ki: “Siz de teslim olup müslüman olmaya var mısınız?” Eğer hakka teslim olup İslâma girerlerse doğru yolu bulmuş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse, sana düşen görev, sadece hakkı tebliğdir. Allah kullarını hakkıyla görür.
Bu âyet, Kur’ân’ın bütün insanlığa hitap eden evrensel bir tebliğ olduğunu gösterir. Zira buradaki tasnifin dışında insan topluluğu yoktur. Ehl-i kitap: Hıristiyanlar, Yahudiler gibi kutsal semâvi kitapları olanlar; ümmîler ise: genel olarak müşrikler ve arap müşrikleri gibi kitapsız dinlere mensup olanlardır. Ayırım Arap - Arap olmayan tarzında değil, böyle pek kapsamlı bir tasnif ile yapılmıştır.
21 – Allah’ın âyetlerini inkâr edenleri, nâhak yere peygamberleri öldürenleri, adaleti isteyip yaymak isteyenlerin canlarına kıyanları, can yakıcı bir ceza ile müjdele!
22 – İşte onların bütün yaptıkları, dünyada da, âhiret’te de boşa gitmiştir. Kendilerini bu halden kurtaracak hiç bir yardımcıları da yoktur onların.
23 – Baksana o kendilerine kitaptan bir pay verilenlere! Aralarında hakem olması için Allah’ın kitabına dâvet ediliyorlar da, sonra onlardan bir grup yüzçevirerek dönüp gidiyorlar.
Burada şu hâdiseye işaret edilmektedir: Yahudilerden, soylu aileye mensup bir erkekle bir kadın zina etmişlerdi. Kendi şeriatlarına göre recmetmeleri gerekiyordu. Onları kurtarma ümidiyle, daha hafif bir ceza verir düşüncesiyle dâvayı Hz. Peygamber (a.s.)’a getirince o da recim hükmünü verdi. Kabul etmeyip “Bize göre cezaları yüzlerine kara çalıp dolaştırmaktır” dediler. Hz. Peygamber Tevrat’ı getirip okumalarını istedi. Gerçek ortaya çıkınca Tevrat’a göre recmedildiler.
24 – Bunun sebebi onların: “Cehennem ateşi bize sayılı günler dışında asla dokunmayacaktır” iddialarıdır. Uydurdukları bu gibi şeyler, dinleri hakkında kendilerini aldatmıştır. [2,80]
25 – Gerçekleşeceğinden hiçbir şüphe bulunmayan o kıyamet gününde, kendilerini bir araya topladığımız ve her şahsa, yaptığının karşılığının tam verilip, asla haksızlığa uğratılmadığı o gün gelince halleri ne olacak? [2,279]
26 – De ki: “Ey mülk ve hakimiyet sahibi Allah’ım!” Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden onu çeker alırsın. Dilediğini aziz dilediğini, zelil kılarsın. Her türlü hayır yalnız Senin elindedir. Sen elbette her şeye kadirsin.
27 – Geceyi gündüze katar günü uzatırsın, gündüzü geceye katar geceyi uzatırsın. Ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın. Sen dilediğin kimseye sayısız rızıklar verirsin.” [6,95; 10,31; 30,19]
28 – Müminler, müminleri bırakıp, kâfirleri velî edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah ile ilişiğini kesmiş olur. Ancak onlar tarafından gelebilecek bir tehlike olursa başka! Allah sizi, kendisine isyan etmekten sakındırır. Dönüş yalnız Allah’adır.
Velî: Hâmi, koruyucu, dost, yönetici, bir kimsenin işlerini deruhde eden, destekleyip yardım eden anlamlarına gelir. Yasaklanan dostluk, kâfirlere gönülden bağlanmak, müminleri bırakıp onlara sevgi beslemektir. Bu, müslüman yöneticilerin, diğer müslümanların aleyhine olmamak şartıyla, kâfirlerle anlaşma imzalamalarına ve meşrû maksadlarda işbirliği yapmalarına mani değildir.
29 – De ki: “İçinizdekini gizleseniz de, açıklasanız da mutlaka Allah onu bilir. Bütün göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah, her şeye kadirdir.” {KM, Vahiy 2,23}
30 – Gün gelecek, her kişi gerek hayır olarak, gerek kötülük olarak ne işlemişse, hepsini önünde bulacak. Yaptığı kötülükten bucak bucak kaçmak isteyecek. Allah sizi, Zatına karşı gelmekten sakındırır. Doğrusu Allah kullarına karşı pek şefkatlidir.
ÂL-İ İMRÂN 31 – Ey Resûlüm, de ki: “Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir (çok affedicidir, engin merhamet ve ihsan sahibidir).
Allah’ı sevmek, insanın yaratılışının en yüce hedefidir. Dolayısıyla İslâm’ın insanları kendisine doğru sevkettiği en yüksek gayedir. Bu âyet şu kesin kıyası içeriyor: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, Habîbullaha uyacaksınız. Ona uyulmazsa demek ki Allah’ı sevmiyorsunuz” Bunun zıddı şudur: “Ben Allah’ı severim, ama emrini dinlemem, O’nun sevdiğini sevmem. O’nu sevenleri, O’nun yolunu gösterenleri, O’nun seçip gönderdiklerini sevmem” demektir ki, bu da: “Ben, kendimden başka hiçbir şeyi sevmem; tevhid yolunda yürümek istemem” demektir. Bu kâinatı kudret, kemâl ve cemâlinin tecellileriyle böylesine güzel yaratan, bunca nimetleriyle kullarına lütuflarda bulunan Allah, elbette onlardan bir teşekkür bekler. Elbette, insanlar içinde en seçkin birini onlara rehber ve mükemmel bir örnek yapar. Böylece ondaki güzelliklerin, öbür insanlara da yansımasını ister.
ÂL-İ İMRÂN 32 – De ki: “Allah’a ve Resûlullaha itaat ediniz. Şayet yüzçevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.”
[3,132; 8,1.20.46; 58,13]{KM, Luka 10,16}
33-34 – Gerçek şu ki Allah Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim ailesi ile İmran ailesini, birbirinden gelen tek zürriyet halinde bütün insanlardan süzüp onlara üstün kılmıştır. Allah semî’dir, alîmdir (herşeyi hakkıyla işitir, mükemmel tarzda bilir).
[2,47; 66,12]{KM, Çıkış 2,1; 6,20; 15,20} Bu ailelerden maksat, onların neslinden gelen peygamberlerdir. Âl: yakınlıkta ve tutulan yolda herhangi bir insana mensup olan kimseler, “âile, hanedan” demektir. Âl-i İbrâhim, 2,124 gereğince ilahî ahdin içinde olanlar, onun zalim olmayan nesli ve özellikle Hz. Muhammed Mustafa (a.s.m) dır. İmran ise: Hz. Îsâ’nın anne tarafından dedesi, yani Hz. Meryem’in babasıdır.
35 – Hani bir vakit İmran’ın hanımı şöyle demişti: “Ya Rabbî, karnımda taşıdığım çocuğumu sana adadım, her türlü bağdan âzade olarak senin yoluna hizmet edecektir. Adağımı lütfen kabul buyur. Şüphesiz (duaları işiten, niyetleri bilen) semî ve alîm yalnız Sen’sin!”
36 – Derken onu doğurunca da: “Ya Rabbî, dedi, ben bir kız doğurdum. -Zaten Allah ne doğurduğunu pek iyi biliyordu-, erkek evlat, elbette kız gibi değildir. Ben onun adını Meryem koydum. Onu da, onun neslinden gelecekleri de o mel’un şeytanın şerrinden korumanı niyaz ediyorum.”
37 – Rabbi onu güzellikle kabul buyurdu ve pek güzel bir tarzda yetiştirdi. Onu Zekeriyya’nın eğitim ve himayesine verdi. Zekeriyya onun yanına Mâbede ne zaman girse beraberinde yiyecekler bulurdu. “Meryem! Bu yiyecekleri nereden buluyorsun!” deyince de o: “Bunlar Allah tarafından gönderiliyor. Muhakkak ki Allah dilediğine sayısız rızıklar verir.” derdi.
Mâbed: Âyette mihrab diye geçer. Mâbedin ön tarafında ibadet esnasında imamın durduğu yere denir. Zikr-i cüz irade-i kül (bir bütünün, parçasını söyleyerek tamamını kasdetme) kabilinden mescid ve mabed hakkında da kullanılabilir. Burada maksat, mâbedde merdivenle çıkılan bir mahfel olmalıdır. Hz. Meryem’e rızık geldiğini bildiren bu âyet, kerâmetin hak olduğuna delil teşkil etmektedir.
38 – İşte o sırada Zekeriyya Rabbine niyaz edip “Ya Rabbî, dedi, bana Senin tarafından tertemiz, hayırlı zürriyet ihsan eyle. Şüphesiz ki Sen duaları işitip icabet edersin.”
Bu Zekeriyya (a.s.) ile, Tevrat ekinde (Eski Ahid Kitapları arasında) kendisine bu isimde Zekarya kitabı atfedilen zat arasında hiçbir ilişki yoktur.
39 – Zekeriyya mihrabta namaz kılmakta iken melekler kendisine seslenip: “Allah sana, Allah’tan bir kelimeyi tasdik edecek, hem efendi, hem gayet zahid, hem peygamber olacak olan Yahya’yı müjdeler” dediler.
[3,45; 4,171] Müfessirlerin ekseriyetine göre kelimeden maksat, Hz. Îsâ (a.s.) dır. Kün (ol) emri ve kelimesiyle, babasız olarak yaratıldığı için böyle denilmiştir. Bununla beraber başka yorumlar da vardır.
40 – O: “Ya Rabbî, dedi, nasıl benim çocuğum olabilir ki ihtiyarlık başıma çökmüş, hanımım ise kısır hale gelmiştir?” Allah: “Böyle de olsa, Allah dilediğini yapar” buyurdu.
41 – O: “Ya Rabbî, bana oğlum olacağına dair bir alâmet bildirir misin?” deyince, Allah: “Senin işaretin şudur: “Üç gün müddetle halkla işaretleşme dışında konuşmayacaksın. Rabbini çok çok zikret, sabah akşam onu tesbih ve tenzih et!” buyurdu. {KM, Luka 1,20}
42 – Hani Melekler dediler ki: “Meryem! Muhakkak ki Allah seni seçti. Seni tertemiz kıldı hatta seni dünyadaki bütün kadınlara üstün kıldı.
[7,144] {KM, Hakimler 5,24. Luka 1,42.28} Onun devrindeki kadınlardan üstün olduğunu gösterir.
43 – “Meryem! Saygı dolu bir gönülle huzurunda durup Rabbine ibadet et, secdeye kapan ve rükû edenlerle beraber rükû et.”
44 – İşte bunlar gayb kabîlinden haberler olup onları Biz sana vahyediyoruz. Yoksa onlar Meryemi kimin himaye edeceğine dair kur’a çekerlerken ve birbirleriyle tartışırlarken sen yanlarında bulunmuyordun.
[11,49; 12,102] Bu âyet, Kur’ân’ın vahyedilmesinden önce, bu hadiselerin Hz. Peygamber (a.s.) ve kavmi tarafından bilinmediğini açıkça göstermektedir.
45 – Gün geldi, melekler ona: “Meryem! Allah, Kendisi tarafından bir kelime vereceğini sana müjdeliyor. Adı Îsâ, lakabı Mesih, sıfatı Meryem oğludur. Dünyada da âhirette de itibarlı, Allah’a en yakın kullardan olacaktır.
{KM, Luka 1,26-38; Matta 1,16; Yuhanna 1,41} Ağızdan çıkan mânalı bir ses veya kitapta yazılı mânalı yazı kelime olduğu gibi, âleme bakıldığı zaman, bakışta seçkinleşen ve gözden gönüle geçip duygu tesiri altında az çok bir mâna telkin eden varlıklar ve görünen yaratıklar da birer kelimedirler ki Hz. Îsâ (a.s.) bunlardan biri idi ve Meryem’e böyle bir te’sir ile gelmişti. Îsâ, Allah’tan bir kelimedir, fakat kelimelerin tümü değildir. Allah’tan bir kelimeye, “Allah’ın bir kelimesi” denebilirse de “Allah” denemez.
46 – Beşiğinde de, yetişkinliğinde de insanlara hitap edip onlarla konuşacak, salih insanlardan olacaktır. [5,110; 19,29] {KM, Matta 21, 16}
47 – Meryem: “Ya Rabbî, bana hiçbir erkek eli değmediği halde nasıl olur da çocuğum olabilir?” deyince, Allah şöyle buyurdu: “Öyle de olsa, Allah dilediğini yaratır; Zira O, bir şeyin var olmasına hüküm verince sadece “ol” der, o da derhal oluverir.” [2,117; 3,59; 19,35] {KM, Luka 1,34}
48-49 – (Melekler Hz. Îsâ hakkında Meryem ile konuşurken onun şu sıfatlarını da ilave ettiler:) “Allah ona kitabı (yazmayı), hikmeti, Tevrat ve İncîl’i öğretecektir. Onu İsrailoğullarına resul olarak gönderecek, o da onlara şöyle diyecektir: “Size Rabbiniz tarafından bir mûcizeyle gönderildim: Ben size çamurdan kuş şekline benzer bir şey yapar içine üflerim, o da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Keza ben anadan doğma körü ve abraşı iyileştirir, hatta Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yediğinizi ve biriktirip sakladıklarınızı da bilirim. Eğer inanmaya niyetiniz varsa, elbette bunlarda sizin için alacak dersler vardır. [5,110] {KM, Markos 7,32-35; Matta 15,30; 8,1-3; Luka 17,12-14} Burada kitab, “kitabet, yazı yazmak” anlamında masdardır. Demek ki Hz. Îsâ yazı yazmasını bilir bir bilgin idi.
50 – Keza ben, benden önceki Tevrat’ı tasdik etmek ve size (Mûsâ Şerîatinde) haram kılınan bazı şeyleri mübah kılmak için geldim. Doğrusu ben size Rabbiniz tarafından bir mûcize getirdim. Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin.” [43,63] {KM, Matta 5,17; 15,20} Hz. Mûsâ (a.s.) dan sonra gelen Benî İsrail peygamberleri, esas itibariyle onun şeriatını uygularlar. Ancak tâli meselelerde, zamanın ihtiyaçlarını gözönünde bulundururlardı. Hz. Îsâ da böyle yapmıştı.
51 – Şüphe yok ki Allah hem sizin, hem de benim Rabbimdir. Öyleyse, yalnız O’na ibadet edin. İşte doğru yol budur. {KM, Yuhanna 20,17; 4,23-24}
52 – Ne zaman ki Îsâ onların inkârlarında ısrar ettiklerini hissetti, “Allah’a giden yolda bana yardım edecek kim var?” dedi.
Havâriler: “Allah yolunda yardımcılar biziz. Biz Allah’a iman ettik. Ey Îsâ, bizim müslüman olup Allah’a itaat ettiğimize sen de şahid ol!” [5, 111-112; 61,14] {KM, Yuhanna 6,66-71} Havâri: İnsanın en seçkin, en has dostu, yardımcısı mânasına gelir.
53 – “Ya Rabbenâ! İndirdiğin kitaba iman edip Elçinin yolunu tuttuk. “Sen de bizi, birliğini ve nebîlerini tanıyan şahitlerle birlikte yaz” dediler. {KM, Luka 24,48; Yuhanna 15,27; Resullerin işleri 1,8}
54 – Öbürleri ise hileler yaptılar, komplolar hazırladılar. Allah da onların hilelerini, komplolarını boşa çıkardı. Allah, hileleri boşa çıkarmakta pek güçlüdür. [8,30; 13,42; 27,50; 86,16]
55 – O zaman Allah şöyle buyurmuştu: “Îsâ! seni öldürecek olan, onlar değil Benim. Seni Kendi nezdime yükseltecek, seni inkârcıların içinden kurtarıp temize çıkaracak ve sana tâbi olanları ta kıyamete kadar kâfirlere üstün kılacak olan da Benim. Sonra hepinizin dönüşü Bana olacak. Ben de aranızda ihtilaf ettiğiniz konularda hükmümü vereceğim. [4,158; 19,56-57]
56 – Hasılı, inkâr edenleri hem dünyada, hem âhirette şiddetli bir azab ile cezalandıracağım. Onları bu azaptan kurtarabilecek yardımcılar da bulunmayacaktır.
57 – İman edip makbul ve güzel işler yapanların ise mükâfatlarını tam tamına ödeyecektir. Allah zalimleri sevmez.
58 – Ey resûlüm, işte bunlar, bu vak’alar, sana bildirdiğimiz âyetlerden ve hikmet dolu Kur’ân’dandır.
59 – Allah yanında Îsâ’nın durumu, aynen Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yaratıp “ol” dedi, o da derhal oluverdi.
60 – Hakikat, Rabbinin tarafından gelir. Bunda hiçbir tereddüdün olmasın.
61 – Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: “Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.”
Bu âyete “mübahele” âyeti denir. Mübahele: “Hangi taraf yalancı ise Allah’ın ona lânet etmesini bütün kalbiyle istemek” demektir. Hicri 9. yılda Necran Hıristiyanlarını temsil eden 70 kişilik heyet, başlarında dinî ve dünyevî liderleri olarak Medineye gelip tartışmıştı. Delilden anlamamaları karşısında Hz. Peygamber (a.s.) mübaheleyi teklif edince, düşünmek için mühlet istediler. Bunu kendileri için tehlikeli bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Hz. Peygamberin yanına geldiklerinde baktılar ki O Hüseyin’i kucağına almış, Hasan’ın elinden tutmuş, Hz. Fatıma ile Hz. Ali’yi arkasına almış “Ben dua edince siz de “âmin” dersiniz diyor. Hey’et başkanı mübaheleyi kabul etmeyip cizye vererek İslâm hâkimiyeti altında yaşamayı benimsediklerini bildirdi. Hz. Peygamber de onlara, kendilerine verilen hakları ve yükümlülükleri bildiren bir emanname yazdı.
62 – İşte sözün doğrusu budur. Yoksa Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Allah hiç şüphesiz azîzdir, hakîmdir. (Mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
63 – Eğer yüz çevirirlerse, muhakkak ki Allah o fesatçıları hakkıyle bilir.
64 – De ki: “Ey Ehl-i kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım: “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah’ın yanında rab edinmesin.” Eğer bu dâveti reddederlerse: “Bizim, Allah’ın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahid olun” deyin.
Bu dâvet, Kur’ân’ın, Hıristiyanlar başta olarak bütün dinlere yönelttiği evrensel bir çağrıdır. Bunda muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli vicdanların temelli bir vicdanda, hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri ve İslâm’ın insanlık âlemine ne kadar geniş, ne kadar açık bir hidâyet yolu, bir hürriyet kanunu öğrettiği görülmektedir.
65 – Ey Ehl-i kitap! Tevrat da, İncîl de kendisinden çok sonra gönderildikleri halde, ne diye İbrâhim hakkında iddialaşıyorsunuz? Buna da mı akıl erdiremiyorsunuz?
66 – Haydi diyelim ki az çok bildiğiniz konularda tartışıyorsunuz. Peki ne diye hakkında bilginiz olmayan hususlarda tartışıyorsunuz? Halbuki işin doğrusunu Allah bilir, siz bilemezsiniz.
67 – İşte bu konudaki gerçek şudur: İbrâhim ne Yahudi, ne Hıristiyan değildi, Lâkin o batıl dinlerden uzaklaşmış, tertemiz halis bir müslüman idi, Ve asla müşriklerden olmamıştı.
68 – İnsanlar içinde İbrâhim’e en yakın olanlar, ona tâbi olanlar, bu Peygamber ve bu Peygambere iman edenlerdir. Allah müminlerin dostudur.
69 – Ehl-i kitaptan bir kısmı, sizi inancınızdan saptırmak istedi. Halbuki onlar sadece kendilerini saptırırlar da bunun farkına bile varmazlar.
70 – Ey Ehl-i kitap! Siz de yanınızdaki kitaplarda doğruluğuna tanık olup dururken, Allah’ın âyetlerini ne diye inkâr ediyorsunuz?
71 – Ey Ehl-i kitap! Niçin bile bile hakkı batıl ile karıştırıyor, niçin bile bile hakikati gizliyorsunuz?
72-73 – Ehl-i kitaptan bir gûruh birbirlerine, şöyle dediler: “Şu müslümanlara indirilen Kitaba günün başlangıcında (zahiren) iman edin, sonunda da inkâr edin, olur ki onlar da şüpheye düşüp dinlerinden dönerler. Ve bir de kendi dininize tâbi olandan başkasına sakın ha güvenmeyin!” Ey Resûlüm, de ki: Doğru yol, Allah’ın yoludur” Yine onlar kendi aralarında: “Size verilen vahyin, başkalarına da verildiğine veya Rabbinizin huzurunda müslümanların karşı delil getirip sizi mağlup edeceklerine inanmayın” derler. De ki: “Lütuf Allah’ın elindedir, dilediğine ihsan eder. Allah Vâsi ve alîmdir (lütfu boldur, her şeyi hakkıyla bilir). [57,29]
74 – Rahmetini, nübüvvetini dilediği kuluna has kılar. Allah büyük lütuf ve inâyet sahibidir.”
75 – Ehl-i Kitaptan öylesi vardır ki kendisine yüklerle altın emanet bıraksan onları sana öder. Ama öylesi de vardır ki, bir altın bile versen başında dikilip durmadıkça onu sana geri vermez. Bunun sebebi, onların: “Ümmîler hakkında ne yaparsak mübahtır, ondan dolayı sorumlu olmayız.” demeleridir. Onlar bile bile, Allah hakkında yalan uydururlar. [3,14] “Ümmîler” kelimesi ile onlar burada, Yahudi olmayan ve kendi çevrelerinde bulunan “Araplar”ı kasdediyorlardı.
76 – Hakikat öyle değil, kim ahdini yerine getirir ve haramlardan sakınırsa, bilsin ki Allah da o sakınanları sever.
77 – Önemsiz bir menfaat karşılığında, Allah’a verdikleri ahdi ve yeminlerini bozanların âhirette hiçbir nasipleri yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak. Onların yüzlerine bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onların hakkı çok acı bir azaptır.
78 – Ehl-i kitaptan bir kısmı da, aslında kitaptan olmadığı halde, Sizin kitaptan zannetmeniz için, okurken ağızlarını dillerini eğip bükerler (bazı kelimelerin telaffuzunu değiştirirler). Bir şeyler söyleyip “Bu Allah tarafındandır” derler. Halbuki o, Allah tarafından değildir. Bile bile Allah adına yalan uydururlar. [2,75]
79 – Allah’ın kendisine kitap, hüküm, nübüvvet verdiği hiçbir insanın kalkıp da halka: “Allah’ın yanısıra bana da kul olun” deme yetkisi yoktur. Lâkin o insanlara: “Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde rabbanî olun” der.
Hüküm: İlim, anlayış gücü, Allah’ın hükmünü infaz etme yetkisi; Rabbânî: Fakih, âlim, muallim, eğitimci, ilmi ile âmil olan kimse demektir.
80 – Ve o size: “Melekleri ve peygamberleri rab edinin” diye bir emir de vermez. Siz Allah’a boyun eğen müslüman olduktan sonra, Hiç kalkıp sizin küfre sapmanızı emreder mi?
81 – Hem Allah, vaktiyle peygamberlerden “size kitap ve hikmet vermemden sonra, sizin yanınızda bulunan kitabı tasdik edici bir peygamber geldiğinde, mutlaka ona inanıp yardımcı olacaksınız” diye söz almıştır. Allah: “Bunu kabul ettiniz, bu ağır yükümü sırtınıza aldınız mı?” dediğinde onlar: “Kabul ettik” diye kesin söz verince, Allah Teâla: “Siz de şahit olun, zaten Ben de sizinle beraber şahitlik edeceğim” buyurdu. [33,7; 7,172] Yüce Allah bu mîsakı vahy ile almıştır. O, gönderdiği her peygambere, Hz. Muhammed (a.s.) ın vasıflarını bildirmiş ve ona ulaştığı takdirde destek verme sözü almıştır. Ayrıca onların da kendi ümmetlerine bu gerçeği bildirmelerini istemiştir. “Sonra size (...) peygamber geldiğinde” hitabının asıl muhatapları Hz. Peygamberin çağdaşı olan Ehl-i kitaptır.
Dostları ilə paylaş: |