resiz şart muhayyerliğinin tıpkı hezl gibi akdi fâsid kılacağı ve her İki durumda da akdin fâsid olup kabz ile dahi mülkiyet ifade etmeyeceği söylenmiştir. Hâzilin satımının fâsid mi yoksa bâtıl mı olduğu konusu doktrinde tartışmalıdır. Bazı Hane-fîler. kabz ile dahi mülkiyet ifade etmediği ve bunun da butlanın hükmü olduğu noktasından hareketle hâzilin satımının bâtıl sayılmasının daha doğru olacağını, bazıları da bu akdin, ehlinden mahalline muzaf olarak sâdır olması itibariyle hâzilin satımının bâtıl değil fâsid olarak değerlendirilmesinin uygun olacağını söylemişlerdir.
Hezlin gerçekleşmesinin ve dikkate alınmasının şartı dil ile açıkça ifade edilmiş olmaktır. Akidden önce veya akid esnasında kişinin, "Ben bu akdi hezl / şaka olarak yapıyorum" demiş olması gerekir. Bundan dolayı hezl, özellikle akidlerde hukukî istikrar ve objektiflik ilkesi gerekçesiyle sadece halin delaletiyle sabit olmaz; tarafların, kendilerinin akid hususunda hezl yaptıklarını akidden önce belirtmiş olmaları şarttır. Şu kadar ki şart muhayyerliğinin aksine bunun akidde zikredilmesi şart değildir. Çünkü tarafların hezl-den maksatları diğer insanların bu işlemi satım zannetmeleri olduğundan eğer hezl durumu akidde zikredilecek olursa tarafların maksadı gerçekleşmeyecektir. Bu anlamda, "başına gelen bir zaruretten dolayı kişinin inşa etmeye sürüklendiği akid" olarak tanımlanan telcie de (sûrîakid) hezl gibidir. Telcie. taraflardan birinin diğerine gerçekten bir alım satım değil göstermelik olmak üzere, "Ben sana evimi satıyorum" deyip buna şahit tutarak satım akdini yapmasıdır. Hanefî imamlarından, bu durumda telcie şartının bâtıl, akdin caiz olduğu ve akdin bâtıl olacağı yönünde iki farklı rivayet bulunmakla birlikte yaygın olarak benimsenen görüşe göre bu satım akdi fâsiddir ve şeklen hâzilin satımıyla aynıdır. Bazı âlimler, hezlin telcieden daha genel olduğu ve telcienin bir hezl türü sayıldığı görüşündedir. Çünkü hezl şartının akidden önce öne sürülmesi mümkün olduğu gibi akid esnasında belirtilmesi de mümkündür ve hezlde ıztırar şartı da yoktur. Halbuki telcie genelde ıztırar sebebiyle olur, ayrıca telcienin mutlaka akidden önce şart koşulması gerekir. Bununla birlikte ehliyete aykırı olmamaları bakımından aynı hükümdedirler. Şâfiîler. önceki gizli anlaşmanın mülga olduğu, sonraki akdin rükün ve şartlarını tamamladığı gerekçesiyle telcie satımının mün'akid, Hanbe-lîler ise tarafların tıpkı iki hâzil gibi satım
kastetmedikleri gerekçesiyle bâtıl olduğunu söylemişlerdir (İbn Kudâme, IV 237; Nevevî, IX, 334],
Hanefî fıkhında hezlin akde ve hukukî işlemlere etkisi konusunda ayrıntılı bir hukuk doktrini geliştirilmiştir. Hanefîler hezlin tesir ettiği konulan inşâ, ihbar ve itikad şeklinde üç kısımda değerlendirirler.
Hezl. Hanefî hukukçuları, hükme rızâyı kaldırmakla birlikte sebebi gerçekleştirmeye ilişkin rızâyı kaldırmadığını öne sürdükleri hezlin tasarruflara etkisini belirlemek için rızâ ve ihtiyarın hükmü ve etkisi açısından tasarrufları ayırıma tâbi tutmuşlar ve ibarenin hükmüne değil sadece ibarenin kendisine taalluk eden her hükmün, başka bir deyişle sübûtu rızâ ve ihtiyara bağlı olmaksızın sadece sebebe ilişkin olan her hükmün hezl ile birlikte yani hezle rağmen sabit olacağını, rızâya ilişkin bulunan hükümlerin ise -hükme rızâ bulunmadığı için- sabit olmayacağını söylemişlerdir. Buna göre tasarruflar öncelikle fesih İhtimali bulunanlar (alım satım, icâre vb.) ve bulunmayanlar (talâk, ıtak vb.) şeklinde ikiye ayrılmış; hezlin, fesih ihtimali bulunan tasarruflara kural olarak tesir edip fâsid yapacağını, feshe ihtimali bulunmayan tasarruflara ise tesir etmeyeceğini İleri sürmüşlerdir.
1. Hezlin Fesih İhtimali Bulunan ve Malı Konu Alan Tasarruflara Etkisi. Alim sa-
tım ve icâre gibi fesih ihtimali bulunan malî tasarruflarda hezl akdin aslına ilişkin, bedelin miktarına ilişkin ve bedelin cinsine ilişkin olmak üzere üç şekilde söz konusu olabilir ve bunlardan her biri dört değişik şekilde gerçekleşebilir. Çünkü taraflar önce hezl üzerinde muvazaa yapıp daha sonra hezlden cayma veya hezli devam ettirme hususunda veya akdi yaptıkları sırada hezli sürdürme veya ondan vazgeçmeye ilişkin bir şey hatırlamadıkları noktasında ittifak edebilirler ya da ihtilâfa düşebilirler, a) Akdin Aslına İlişkin Hezl. Akid yapma niyetinde olmayan tarafların, gerçekte aralarında akid olmadığı hususunda Önceden anlaşıp üçüncü şahıslar huzurunda göstermelik olarak akid yapmalarıdır. Bu şekildeki hezlin hükmü tarafların sonraki tutumlarına göre belirlenmektedir. Taraflar sonradan muvazaayı sürdürme üzerinde anlaşırlarsa tıpkı süresiz şart muhayyerliğinde olduğu gibi alım satım fâsid olarak in'ikad eder. Çünkü hâzil, sebebin sonucuna razı olmamakla birlikte sebebi gerçekleştirme noktasında ihtiyar sahibi ve razıdır.
Dolayısıyla akid. tıpkı iki taraftı muhayyerlik hakkı bulunan alım satım gibi icazet ihtimaline binaen mülkiyet gerektirmeyecek biçimde fâsid olarak in'ikad etmiştir. Bu durumda taraflardan biri akdi feshederse akid bozulur; ikisi birden icazet verirse akid caiz olur. Ebû Hanîfe, bu durumda fesadın giderilmesi için icazet süresini, süresiz şart muhayyerliğinde olduğu gibi üç gün olarak belirlemiştir. Üç günden sonra fesadın giderilmesi muteber değildir. Bu sebeple kabz gerçekleşse bile bu alım satım mülkiyeti gerektirmez. Taraflar yaptıkları hezlden cayma konusunda, yani muvazaadan vazgeçip üçüncü şahısların huzurunda yaptıkları akde itibar hususunda ittifak ettikleri takdirde alım satım sahih ve bağlayıcı olur ve muvazaadan caymaları sebebiyle hezl bâtıl sayılır. Bir bakıma ikinci akid ilk akdi ortadan kaldırmış olur. Taraflar, akid esnasında önceki muvazaayı sürdürmeye veya ondan vazgeçmeye ilişkin bir şey hatırlamadıkları noktasında ittifak veya taraflardan biri muvazaayı sürdürdüklerini, diğeri ise muvazaadan vazgeçip akdi ciddi olarak yaptıklarını belirtmek suretiyle hezli sürdürme ve ondan cayma hususunda ihtilâf ettiklerinde Ebû Hanî-fe'ye göre her iki durumda da yapılan akid sahihtir. Ebû Hanîfe. tarafların sükût veya ihtilâf etmeleri durumunda icabın sıhhatine öncelik vermiştir; çünkü akidlerde asiolan sıhhattir ve bir değiştirici bulunmadığı sürece akid sıhhate hamledilir. Ebû Yûsuf ve Muhammed ise muvazaadan cayma hususunda ittifak bulunmadıkça önceki muvazaaya itibar ederek tarafların sükût edip akid esnasında bir şey hatırlamadıkları üzerinde ittifak etmeleri durumunda yapılan akdin bâtıl / fâsid olacağını, tarafların ihtilâfı durumunda muvazaanın sürdürüldüğü iddiasında bulunan tarafın sözüne itibar edileceğini söylemişlerdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed, âdeti ve muvazaanın akidden önce yapılmış olmasını dikkate alırken Ebû Hanîfe, muvazaa yerine alenen yapılan ikinci akde itibar edilmesi ve kişinin tasarruflarının imkân ölçüsünde sıhhate hamledilmesi ilkesinden hareket etmiştir, b) Bedelin Miktarına İlişkin Hezl. Tarafların akdin ciddi olduğunda, yani aralarında gerçekte bir akid bulunduğunda ittifak etmekle birlikte bedelin miktarı hususunda hezl yapmalarıdır. Daha açık bir ifadeyle tarafların, önceden aralarında satım bedelinin gerçekte 1000 lira olduğu, fakat üçüncü şahısların huzurunda bedelin -1000'i hezl olmak üzere- 2000
şarttır, c) Bedelin Cinsinde Hezl. Taraflar aralarında, meselâ gerçekte 100 dirhem, üçüncü şahısların huzurunda ise 100 dinar üzerinden akid yapmak üzere muvazaaya girdiklerinde her halükârda, yani gerek cayma ve sürdürme gerek akid esnasında bir şey hatırlamadıkları hususunda ittifak etsinler, gerekse sürdürme ve cayma hususunda ihtilâf etsinler, alım satım istihsânen akid esnasında söylenen 100 dinar karşılığında ittifakla caizdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed, miktardaki muvazaaya itibar edip muvazaa olarak belirlenen semeni geçerli kabul ettikleri halde bedelin cinsindeki muvazaaya itibar etmeyip muvazaa olarak belirlenen dirhemi değil, akid esnasında söylenen dinarı geçerli semen kabul etmek suretiyle bedelin cinsinde hezl ile bedelin miktarındaki hezl arasında ayırım yapmışlardır.
2. Hezlin Fesih İhtimali Bulunmayan ve Malı Konu Almayan Tasarruflara Etkisi.
almayan tasarruflarda ilgili hadis sebebiyle hezl bâtıl, işlem sahih olur. Çünkü hezl. fesih ihtimali bulunan tasarruflarda söz konusu olduğu gibi fesih ihtimali bulunmayan tasarruflarda da söz konusu olabilir. Bu tür tasarruflar malla ilişkisi açısından üç grupta toplanabilir, a) Kesinlikle Malla İlişkisi Bulunmayan Tasarruflar. Talâk, nikâh, köle azadı, yemin gibi konularda muvazaaya dayalı hezl durumlarında her halükârda akid bağlayıcı ve hezl bâtıl olur. Kısastan af, nezir gibi konular da aynı hükümde tutulmuştur. Eşler, boşanma kasıtları olmaksızın kocanın alenî olarak boşama beyanında bulunması hususunda muvazaa yaptıklarında yine hadis gereğince işlem sahih, hezl bâtıl olur. Diğerlerinde de durum aynıdır. Ancak kısastan af, bir yaklaşıma göre her ikisinin de hak düşürücü olması bakımından talâkgibi değerlendirilmiş, dolayısıyla tıpkı yarım talâkla boşama durumunda bir talâkın gerçekleşmesi gibi kanın yansını affetme durumunda da kanın tamamının affedilmiş olacağı söylenmiştir. Bir diğer yaklaşıma göre ise kısastan af. her ikisinin de ihya olması bakımından köle azadına ilhak edilmiştir. Bu konuda hadis dışındaki gerekçe şudur: Hâzil. hükme razı olmasa bile sebebi ihtiyar edip ona razı olmuştur. Bu sebeplerin (talâk, kısastan af gibi tasarrufların! hükmünün ikâle yoluyla önceki duruma döndürülmesi muhtemel olmadığı gibi bunlar şart muhayyerliğine de muhtemel değildir. Dolayısıyla bu sebepler bulunduğu zaman hükümleri de bulunur. Bu yüzden hezlin bu tür tasarruflara etkisi yoktur. Çünkü hezl şart muhayyerliği
menzilesindedir. b) Malın Asıl Değil Tâbi
Olduğu Tasarruflar. Nikâh akdi gibi malın (mehir) tâbi konumda olduğu tasarruflarda taraflar bu tasarrufun aslına ilişkin hezl yaparlarsa, yani evlenme niyetleri bulunmayıp aralarında gerçekte nikâh olmamak üzere şahitler huzurunda göstermelik olarak evlenme hususunda muvazaa yaparlarsa ilgili hadis gereğince akid sahih ve bağlayıcı olarak in'ikad eder, hezl bâtıl olur. Mehrin miktarı üzerinde hezl yapmaları, yani gerçekte aralarında gizlice kararlaştırdıkları mehir 1000 olduğu halde üçüncü şahısların huzurunda mehrin 2000 olduğunu söyleyerek nikâh yapmaları durumunda, eğer muvazaadan cayma hususunda anlaşırlarsa mehir akid esnasında söyledikleri miktar yani 2000 olur. Önceki muvazaayı devam ettirme üzerinde ittifak ederlerse her üç Hanefî imamına göre mehir muvazaa olarak kararlaştırdıkları miktar yani 1000 olur. Ebû
Hanîfe'nin bu konudaki görüşü satım meselesindeki görüşünden farklıdır. Çünkü satım akdinde taraflar miktar hususunda hezl yaptıktan sonra muvazaayı sürdürme üzerinde ittifak etseler bile Ebû Hanîfe'ye göre akid esnasında söylenen miktar gereklidir. Burada ise muvazaa olarak kararlaştırılan miktar gerekir. Satımla nikâh arasındaki bu farkın sebebi şudur: Satım fâsid şartla fâsid olur; muvazaa ile amel onu fâsid şart haline getirir. Akdi tashih amacıyla Ebû Hanîfe burada muvazaa ile amel etmemiştir. Nikâh ise fâsid şartla fâsid olmadığı için burada -Ebû Yûsuf ve Muhammed'in satım konusunda dedikleri gibi- her iki muvazaa ile amel edilebilir. Tarafların, akid esnasında bir şey hatırlamadıkları noktasında ittifak veya ihtilâf etmeleri durumunda akdin hangi mehir üzerinden gerçekleşeceği konusunda Ebû Hanîfe'den farklı iki rivayet bulunmaktadır. İmam Muhammed'in rivayetine göre Ebû Hanîfe, satım akdinin aksine nikâhın yine muvazaa olarak kararlaştırılan miktar (1000) mukabilinde gerçekleşeceği görüşündedir. Çünkü nikâh akdinde tarafların aslî maksatları her iki taraf açısından helâlliğin sabit olmasıdır. Mehrin meşru kılınması İse amaç olmayıp konunun Önemini göstermek amacına yönelik olduğu için mehir tâbi konumundadır; nitekim mehir hiç zikredilmese veya meçhul olsa bile nikâh akdi sahih olur. Dolayısıyla -ciddiyeti hezle tercih etmekle- tesmiyenin de sahih olacağı öne sürülerek mehrin amaç olduğu söylenemez. Eğer mehrin akid esnasında söylenen miktar (2000) olması gerektiği söylenirse mehir amaç haline getirilmiş olur. Halbuki mehir amaç değildir. Öyleyse hezl ile amel etmek gerekir ve mehir olarak sadece muvazaa olarak belirlenen miktar (1000) gereklidir. Satım akdindeki semen amaç olduğu için semendeki cehalet ve benzeri bir durum satım akdini fâsid kılar. Semen sıhhatle amaçlanmış konumda düşünülünce me-bî' gibi olmuş ve hezl onu fâsid bir şarta dönüştürmüştür. Bu sebeple semenin akid esnasında belirlenen miktar (2000) olması gerekir. Ebû Yûsuf un rivayetine göre ise Ebû Hanîfe bu durumda mehr-i müsemmânın (2000) gerekeceği görüşündedir. Çünkü mehrin tesmiye edilmesi, tıpkı satım akdinin ilk olarak yapılmasında olduğu gibi sıhhat hükmündedir. Öte yandan satımın aslına ilişkin hezl yapıp akid esnasında bir şey hatırlamadıkları noktasında ittifak veya ihtilâf yahut sükût ederlerse, Ebû Hanîfe bu durumlarda icabın sıhhatiyle amel etmeyi mu-
mİSİ gerekir, c) Malın Amaç Olduğu Tasarruflar. Kadının kocaya ödediği bir bedel mukabilinde boşanması demek olan hul' (muhâlea), mal karşılığında azat etme ve kasten öldürme suçunda diyet konusunda anlaşma bu tür tasarrufun örneklerini oluşturur. Taraflar, rnuhâleanın aslına ilişkin hezl yapar ve hezli sürdürmek üzere ittifak ederlerse Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre talâk vâki olur ve malın Ödenmesi gerekir. Çünkü onlara göre hezl kesinlikle muhâleaya etki etmez. Sürdürme, cayma ve ihtilâf durumları da böyledir. Ebû Hanîfe'ye göre ise bu durumda talâk vâki olmaz. Zira hezt şart muhayyerliği menzilesinde olup hul* hususunda kadına muhayyerlik tanınması halinde kadın dilemedikçe talâk vâki olmaz ve mal gerekmez. Ancak kadının talâkı seçmesi durumunda talâk vâki olur ve mal gerekir. Taraflar bütünüyle, yani hem muhâ-leanın aslı hem de bedel itibariyle hezl yaptıktan sonra -ki esasen muhâleanın aslına ilişkin hezl yaptıklarında zaruri olarak bedeli itibariyle de hezl yapmış olurlar- muvazaadan vazgeçerlerse her üçüne göre de talâk vâki olur ve bedel gerekir. Ebû Yûsuf ve Muhammed'in görüşüne göre bunun sebebi talâkın vukuuna ve malın vücûbuna hezlin engel olmamasıdır. Ebû Hanîfe'ye göre ise bunun sebebi tarafların cayma üzerinde ittifak etmeleriyle hezlin bâtıl olmasıdır. İhtilâf etmeleri durumunda Ebû Hanîfe'ye göre cayma iddiasında bulunanın sözüne itibar edilir ve bu suretle talâk gerçekleşmiş olur. Çünkü Ebû Hanîfe hezli talâkın aslı-
na müessir kılarak talâkın vâki olmayacağını söylemiş, fakat ihtilâf anında bütün şekillerde cayma iddia edenin sözüne itibar etmiştir. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise hezl tasarrufun (muhâlea) aslına tesir etmediği için tarafların hezli devam ettirme veya ondan cayma hususunda İttifak etmeleri durumunda tasarruf bağlayıcı olur ve mal gerekir. Tarafların sürdürme ve cayma hususunda ihtilâf etmeleri halinde de sonuç aynıdır. Muhâlea bedelinin cinsinde hezl yaparlarsa, yani maksatları dirhem olduğu halde tel-cie olarak dinar zikrederlerse Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre her halükârda (gerek cayma veya sürdürme yahut akid esnasında bir şey hatırlamadıkları noktasında ittifak etsinler gerek ihtilâf etsinler] akid esnasında tesmiye edilen bedel karşılığında muhâlea gerçekleşir. Çünkü hezl tasarrufun aslına tesir etmediği gibi tâbi konumda bulunan mala da tesir etmez. Ebû Hanîfe'ye göre ise eğer cayma üzerine ittifak ederlerse zikredilen bedel gerekli olur; sürdürme üzerinde ittifak ederlerse talâk, kadının söylenen bedeli kabul edip talâkı seçmesine bağlı olur. Akid esnasında bir şey hatırlamadıkları noktasında ittifak ederlerse müsemmâ gerekir ve talâk vâki olur. Eğer ihtilâf ederlerse söz cayma iddiasında bulunanındır. Muhâleaya ilişkin olarak ileri sürülen bu yaklaşımlar, kasten öldürmede sulh ve mal karşılığı azat etme hususunda da geçerlidir.
Hezl. Fesih ihtimali bulunan ve bulunmayan tasarruflara ilişkin ikrardaki hezl ikrarı İptal eder. Çünkü ihbar / ikrar, haber verilen şeyin varlığı üzerine bina edilir; hezl ise haber verilen şeyin yokluğuna delâlet etmektedir. Nitekim talâk veya ıtâk ikrarına zorlanan kişinin ikrarı sahih değildir. Aynı şekilde hezl olarak yapılan talâk ikrarı da bâtıldır, taraflar daha sonra bunu onaylasalar bile caiz olmaz. Zira icazet kendinden önceki tevakkuf durumuna dayanır. Nitekim hâzilen satımın in'i-kadı irade beyanlarının şahinliğine dayandığı için hâzilen yapılan satımın icazet ihtimali vardır.
C) İtikada İlişkin Hususlarda Hezl. Ki-
şinin hezl yoluyla kâfirliği ve dinden dönmeyi gerektiren sözleri söylemesi küfürdür. Kâfir olmasının sebebi, söylediği sözlerin muhtevasına inanması değil doğrudan doğruya hezldir. Çünkü hezl yapan kişi hezl hususunda ciddi, ihtiyar sahibi ve razı olduğu için hezl yapmakla dini hafife almış olmaktadır. Fakat zor altında
ve baskı sonucu irtidadı gerektiren sözleri söyleyen kişinin (mükreh) durumu farklıdır. Çünkü mükreh küfür kelimesine inanmamakta, sadece zor altında diliyle ifade etmektedir. Dolayısıyla bu çirkin kelimenin icrasına razı değildir: rızâsı olmadığı için mücerret lafzı söylemekle kâfir olmaz. Kâfir kişi hezl olarak müslüman olsa ve hâzilen kendi dininden teberri etse, imanın iki rüknünden birinin varlığı sebebiyle onun mümin olduğuna hükmedilir. Kâfir kişi müslüman olmaya zorlansa ve müslüman olsa her ne kadar bu kelimenin icrasına razı değilse de iki rükünden birinin varlığı sebebiyle müslüman olduğuna hükmedilir. Hâzil ise bunları söylemeye razı olduğu için İslâmiyet'i kabul ettiğine hükmolunması evlâ görülmüştür.
İbn Mâce, 'Talâk11, 13; Ebû Dâvûd. "Talâk", 9; Tirmizî. "Talâk", 9; İbn Hazm, c.l-Muhalla. VIII, 333-334; IX, 21-22, 206; X, 204, 208-211; Şîrâzî. el-Mühezzeb, II, 104; Pezdevî. Kcnzü'l-uüşûl, IV, 1477-1489;Serahsi, el-Mebsût, V, 95; XXIV, 122;Kâsânî,Bec/â'/t.V, 176-178;Kâdîhân. cl-Fetâuâ, III, 492-493; İbn Rüşd. Bidâyetü'l-müctehid, II, 62; İbn Kudâme. ct-Muğni, İV, 234-237; Vll, 134-135; Ebü'l-Berekât en-Nese-fî. Keşfü 't-esrâr. Bulak 1317, II, 292-301; Slbt İb-nü'I-Cevzî, îşârü'l-inşâf{ıiifV Ndsırü'l-Ali el-Hıı-leyfî). Kahire 1987, s. 377-378; Nevevî, el-Mcc-mû', IX, 334; İbn Cüzey. el-Kavâmnü'l-fıkhiy-yc, Beyrut, ts., s. 153; Sadrüşşerîa. et-Tauzih, II, 187-191; İbn Kayyim eİ-Cevziyye. İ'lâmü'l-muuakkı'în, İM, 131-138; Şâtıbî. ct-Muuâfakât, I, 326, 330, 336; İbn Hacer, Telhîşü'l- habir (nşr Şa'bân M ismail]. Kahire 1979, ]l!,236;İb-nü'l-Hümâm. et-Tahrîr, II, 194-201; a.mlf., Fct-hu't-kadîr, III, 344, 347; İbn Kutluboğa. Müci-bâtü'l-ahkâm (n^r. M. Suûd cl-Meînî). Bağdad 1983, s. 307, 316; Şirbînî. Muğni't-nuıhlâc.ttl, 287-289; Emîr Pâdişâh, Teysir, I!, 290-300; cl-Fctâua'l-Hindiyye, V, 49-51; Şevkânî, Neylü't-eutâr, VI, 234-235, 264; İbn Âbidîn. Reddü'l-muhtâr (Kahire), IV, 507-508; Azîmâbâdî, 'Au-nü'l-ma'bûd, VI, 262-264; Salih el-Ezherî. Ce-Oâhirü'i-iklîl, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma rifc), 1,339; Ebü'l-Hasan Ali b. Abdüsselâm et-Tesûlî, el-Beh-ce, Beyrut, ts. (Dârü'1-Fikr). I, 357; Sıddîk Hasan Han, er-Rauzatü'n-nediyye, Kahire, ts. iDâıü't-Türâs), II, 46-47; AJi Haydar, el-Mecmûatü'l-ce-dtde [i't-kütübi'l-e.rbaa, İstanbul 1332, s. 44-61; Senhûrî. Meşâdirü'l-hak, I!, 103; Zerkâ. e(-Fıkhü'l-İslâmî, 1, 362-364; II, 811-815; M. Yûsuf Mûsâ, Ahkâmü'l-ahuâti'ş-şahşiyye, Kahire 1958, s. 264-265; M. Mustafa Şelebî. Ahkâ-mü'i-üsre Tı'l-İslâm, Beyrut 1397/1977, s. 483; a.mlf., el-Medhal fi't-ta'tif bi'l-fıkhi'I-İslâmi. Beyrut 1405/1985, s. 453, 459-463; M. Ali Bah-rülıılûm. 'üyûbü'i-irâde fi'ş-şerfati'l-İslâmiyye, Beyrut 1404/1984, s. 186-188, 203-212; Ali Muhyiddin el-Karadâğî. Mebde'ü'r-nzâ fi'l-Kuküd, Beyrut 1406/1985,1, 205-219; Hüseyin Halef el-Cebûrî. ıAvârizü'l-ehliyye 'inde't-uşû-liyyin, Mekke 1408/1988, s. 371-392.
ısk H. Yunus Aı'ayıjın
Faşta XHI-XV. yüzyıllarda faaliyet gösteren bir tarikat.
Fas'ın daha çokAğmat. îgil. Mâsse, Merakeş gibi güneyindeki şehirlerde yayılan Hezmîriyye. Ebû Zeyd'in ölümünden sonra XV. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiş, bu tarihten sonra Medyeniyye ve Şâ-zeliyye gibi daha yaygın Kuzey Afrika tarikatları içinde eriyerek tarihe karışmıştır.
Tarikat kurucularının hayatları ve menkıbeleri hakkında Merakeşli fıkıh âlimi İbn Ticlât, Esmedü'l-'ayneyn ve nüz-
hetü'n-nâzıreyn fî menâkıbi'1-eha-veyn Ebî Zeyd ve Ebî cAbdillöh el-Hezmiriyyeyn adlı bir eser telif etmiştir (eserin bir özeti için bk. Abbas b. İbrahim, IV, 253-281). BİBLİYOGRAFYA :
İbnü'z-Zeyyât, et-Teşeuuüf ilâ ricali't-taşau-uu/"(nşr. Ahmed Tevfîkl, Rabat 1404/1984, s. 213, 252; İbn Kunfüz, Ünsü 'l-fakir ue 'izzü 'l-ha-kir, Rabat 1965; İbrı Hacer, ed-Dürerü't-kâmine, II, 333; İbnü'l-Kâdî. Cezoetü'l-ikübâs, Rabat 1974, II, 410; Ahmed Bâbâ et-Tınbüktî, Neylü 7-ıötı7ıâc(İbn Ferhûn,ed-Dîbâcü'l-müzhebiçinde}. Kahire 1329-30, s. 164-165, 231; İbn Sûde. Deitlü mü'errihi'l-Mağribi'l-akşâ, Dârülbeyzâ 1960, s. 177; Abbas b. İbrahim, et-İ'iâm, IV, 253-281; VIII, 92-98; E. Levi-Provençal. Les histori-ens des Chorfe, Paris 1922, s. 223-224; "el-Ağ-mâtiyyc", Ma'lemetü't-Mağrib.U, Rabat 1410/ 1989, s. 541 -542; A. Faure. "Hazmiriyyün", S* (Ing.l. 111,338-339.
(bk. TİLÂVET).
(bk. HIZIR).
{bk. MUHAMMED HIDIR HÜSEYİN).
Kütahya'nın güneyinde aynı adı taşıyan tepenin üzerinde kaya kitlesine oturtulmuş kare planlı, iki bölümlü ve kubbeli küçük bir yapıdır. Duvarları taştan, Türk üçgenleriyle geçilen kubbesi tuğladan örülmüştür: kuzeyinde eyvan biçimindeki küçük kapısından başka açıklığı yoktur. Dikdörtgen mihrap nişi derinleştirilerek baca eklenmiş ve ocak haline getirilmiştir. 1980 yılında esaslı bir onarım gören mescidin duvar örgüsü ve içi sıvanmış, kubbesinin üstü karo mozaik seramikle desenli biçimde kaplanmıştır. Kaya kütlesi üzerindeki yüksek zemine çıkışı sağlayan basamaklar da bu sırada yenilenmiştir.
Hıdırlık Mescidi fonksiyonu tam olarak anlaşılamamış bir yapıdır. Kapının üzerindeki Selçuklu sülüsü ile yazılmış dört satırlık kitabesinin orijinal olduğu kabul edilirse, Gıyâseddin Keyhusrev döneminde Kütahya Emîri İmâdüddin Hezâr Dina-ri tarafından 641 (1243-44) yılında mes-cid olarak yaptırılmıştır. Ancak ölçülerinin küçüklüğü ve Selçuklu döneminde kalenin hayli dışında kalması, özellikle de pencerelerinin bulunmaması göz önüne alındığında mescidden çok bir türbe-mescid olduğu ihtimali akla gelmektedir. Fakat alttaki kaya kütlesi, diğer kümbet cinsi mezar anıtlarında olduğu gibi bir ce-nazelik bölümü bulunmasını engellemekte ve zeminde de buna işaret edebilecek bir ize rastlanmamaktadır. Kitabesinden hareketle mescid olduğu kabul edildiğinde ise Selçuklu dönemi kubbeli-eyvanlı camilerin ve Konya çevresindeki hazırlık mekânları bulunan mescidlerin durumu dikkate alınmalıdır. Fonksiyonu hakkındaki tartışmalar bir yana ölçüleri, üslûbu, tuğla kubbesi ve geçişleriyle yapı, Kütahya ve çevresindeki sayıları sınırlı Selçuklu eserlerinin en önemlilerinden biridir.
Evliya Çelebi. Seyahatname, XIII, 48; Sâkıb Dede, Sefine-i IYeftse-i Meuteuiyyân, Kahire 1283, s. 45; İsmaii Hakkı Uzunçarşıh, Kütahya Şehri, İstanbul 1932, s. 22; Ara Altun. "Kütahya'nın Türk Devri Mimarisi -bir deneme-", Atatürk'ün Doğumunun 100. Yılına Armağan: Kütahya, İstanbul 1981-82, s. 220-223; Uluğ İğdemir, "Türk-tslâm Devri Kitabe Estampajları", TTK Belleten, İV/16 (19401. s. 545.
Hıdırlık Türbesi Öney tarafından ileri sürüldüğü kadar geç bir döneme ait değildir. Rakımı 1400 metreyi bulan bu tepede inşa edilen "makam-türbe" evvelce herhalde bir tekke ile birlikte bulunuyordu. Evliya Çelebi buradan "Hazret-i Hızır ziyaretgâhf diye bahseder. Burası, İslâmiyet'in yayılmasında önemli payı olan alp erenler veya gazi erenlerden bir velînin türbesi olmalıdır.
Bir müddet Bayramiyye Tekkesi olarak hizmet gördüğü tahmin edilen tekke daha geç dönemlerde terkedildiğinden ortadan kalkmış ve hiçbir izi katmamıştır. Hıdırlık Türbesi, Batılı bir ressam tarafından XVIII. yüzyılda yağlı boya tekniğinde yapılan bir Ankara tablosunda tepenin zirvesinde yer alan bir yapı olarak gösterilmiştir. Yıldırım isabetiyle önemli ölçüde tahribe uğrayan türbe Ankara'nın başşehir yapıldığı yıllarda kısmen harap olmuş durumda, fakat henüz ayakta bulunuyordu. Ancak sonraları bütünüyle yıkılmış veya yıktırılmıştır. Bugün tamamen harap haldedir.
Eski fotoğraflarından öğrenildiği kadarı ile Hıdırlık Türbesi moloz taşlardan ya-
Hıdırlık tepesini ve türbeyi gösteren eski bir kartpostal (Semavi Eyice (olo§raf arşiui]
[Koşay. s. 140)
pılmış, kayalık bir zemine oturan kare planlı bir bina idi. Bu mekânın üstünü tuğladan bir kubbe örtüyordu. Fotoğrafta bu kubbenin hafifçe sivri bir biçimde olduğu farkedilir. Bu da ilk yapıldığında üstünde bu kubbeyi örten sivri bir külahın bulunduğu ihtimalini akla getirmektedir. Bu özellik, türbenin esasında Selçuklu mimarisinde görüldüğü gibi bir kümbet-türbe olduğunu düşündürmektedir.
Evliya Çelebi, Seyahatname, II, 426; Ankara Vilâyeti Salnamesi 1325/1907 [haz Kudret Emiroğlu v.dğr), Ankara 1995, s. 97-98; F. W. Hasluck. Christianity and İslam under the Sul-tans, Oxford 1929, li, 504; Hâmid Zübeyr Ko-şay, Ankara Budun Bilgisi, Ankara 1933, s. 13, s. 140'taki resim; Avni Candar. Anadolu Coğrafya Lügati Sinaclart i: Ankara, Ankara, ts., s. 33; Hikmet Tanyu, Ankara oe Çeuresinde Adak ve Adak Yerleri, Ankara 1967, s. 86-93, rs. 19-23; Gönül öney. Ankara'da Türk Devri Dini ue Sosyal Yapılan, Ankara 1971, s. 123, 311, rs. 214; Semavi Eyice, "Ankara'nın Eski Bir Resmi", Atatürk Konferansları IV (1970), Ankara 1971, s. 97, 110 (not 90], İv. IX, rs. 10; An Arara Posta Kartları ve Belge Fotoğrafları Arşivi Katalogu (Belko), Ankara 1994, s. 118, rs. 15-08; Ozan Sağdıç, Bir Zamanlar Ankara, Ankara, ts., s. 82. r—ı
Daha çok Batı Türk dünyasında kutlanan bîr halk bayramı.
Hızır ve İlyâs isimlerinin halk ağzında aldığı şekilden İbaret olan hıdrellez, kökü İslâm öncesi eski Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu yaz bayramlarına dayanan, Hızır yahut Hızır ve İlyâs kavramları etrafında dinî bir muhtevaya bürünmüş halk bayramının adıdır. Bu bayram, merkezini özellikle Anadolu ve Balkanlar'ın, Kırım, İrak ve Suriye'nin teşkil ettiği Batı
(eski lülyen takvimine göre 23 Nisan) günü kutlanmaktadır.
Hıdrellez, halk arasında ölümsüzlük sırrına erdiklerine ve biri karada, diğeri denizde darda kalanlara yardım ettiklerine inanılan Hızır ve İlyâs peygamberlerin yılda bir defa bir araya geldikleri gün olarak kabul edilir. Ancak bu beraberlikte, ismi yaşatılmasına rağmen uygulamada İlyâs"ın şahsiyeti tamamıyla silinerek Hızır motifi öne çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu bayramda icra edilen bütün merasimler Hızır'la ilgilidir. Bunun temel sebebi. İslâm öncesi devirlerde yukarıda zikredilen üç büyük kültürün hâkim olduğu alanda bu yaz bayramı vesilesiyle kültleri kutlanan insan üstü varlıkların daha ziyade Hızır'ın şahsiyetine uygun düşmesi ve onunla özdeşleşmesidir.
Osmanlı Devleti'nde 6 Mayıs (23 Nisan) halk arasında yaz mevsiminin başlangıç tarihi sayılmaktaydı. Nitekim eski takvimde yıl İkiye ayrılmış olup 23 Nİsan'dan (6 Mayıs) 26 Ekim'e (8 Kasım) kadar süren 186 gün "Hızır günleri" adıyla yaz mevsimini. 23 Nisan'a kadar devam eden 179 gün de "Kasım günleri" adıyla kış mevsimini oluşturuyordu. Hıdrellez de kışın sona erip yazın başladığı gün olarak kutlanmaktadır.
Hızır ve İlyâs'a tahsis edilen bu gün, İslâm dünyasının her tarafında kutlanmadığı gibi kutlandığı yerlerde de adı. tarihi ve yapılan merasimler aynı değildir. Her şeyden önce İslâm folklorunda Hızır ile İlyâs hakkında çok zengin bir inançlar ve efsaneler literatürü ve bu ikisinin yılda bir defa görüştüğü inancı mevcut olduğu halde bu gün belirlenmiş değildir; hatta Türk dünyasının her tarafında 6 Mayıs kutlama günü olarak bilinmez. Fakat muhakkak olan şudur ki. İslâm dünyasının önemli bir kısmında ve bu arada Türkler arasında her zaman hıdrellez adı altında olmasa da Hızır ile İlyâs'ın birleştiği günün hâtırası çok eskiden beri değişik günlerde ve biçimlerde kutlanmaktadır. Nitekim XVI. yüzyılda İstanbul'a yerleşen Yesevî tarikatına mensup Türkistanlı müellif Hâzinî, bu tarikatla ilgili çok önemli bir kaynak olan Cevâhi-rü'1-ebrâr min emvâci'l-bihâr adlı eserinde (s. 196), başta Buhara ve Semer-kant olmak üzere bütün Mâverâ ün nehir'-de Hızır-İiyâs adına şenlikler yapıldığını kaydeder. Ayrıca Türkiye'deki Alevîler ve İran'daki Kızılbaş Karakoyunlu Türkmen-
leri (Çihiltenler) arasında şubat ayı ortalarında "Hızır nebî bayramı" adıyla hıdrellezden ayrı ve oruçla geçirilen bir bayramın kutlandığı bilinmektedir. Nevruz'dan altı hafta öncesine rastlayan bu bayram, eski on iki hayvanlı Türk takvimindeki yılbaşına tekabül etmekteydi (Melikoff, VI | 1975|. s. 60-61).
Yalnız Anadolu, Balkanlar. Kırım, İrak ve Suriye Türkleri'ne mahsus bir halk şenliği olan hıdrellezin buralarda özellikle 6 Mayıs'ta kutlanması iklim ve tabiat şartlarıyla bağlantılıdır. Bu tarih, sözü edilen bölgelerde ilkbahardan yaz mevsimine geçişi belirlemekte olup hicri takvim sistemiyle hiçbir ilgisi yoktur. 5 Mayıs'ı 6 Ma-yıs'a bağlayan gece güneşin Ülker burcuna girdiği bir zaman parçasıdır. Bu tarihten 7-8 Kasım'a kadar bu burcu güneşin batışından sonra görmek mümkün değildir. Yılın diğer günlerinde ise Ülker burcu güneş battıktan kısa bir süre sonra görülebilmektedir. Bu suretle astronomik gözlemlere ve tabiat şartlarına uygun bir şekilde yıl kış ve yaz olmak üzere iki mevsime bölünmüştür. 8 Kasım bütün özellikleriyle kışın başlangıç tarihini, 6 Ma-yıs'a rastlayan hıdrellez günü de gerçek anlamda yazın başlangıç tarihini oluşturmaktadır (Cökalp, Quand le cribte etait dans la paitle, s. 21 i -231). Pek çok arşiv belgesi, Osmanlılar döneminde devlet nezdinde bile işlerin yılın bu iki mevsimine, yani "rûz-i Hızır'dan (Hızır-İIyâs'tan) rûz-i Kasım'a" veya "rûz-i Kasım'dan rûz-i Hızır'a" kadar olan iki döneme göre planlandığını göstermektedir (meselâ bk. BA. MD, nr. 5, s. 295. 305; nr. 58, s. 83).
Öte yandan 6 Mayıs, Türkler'in Anadolu'ya yahut daha genel bir ifadeyle Ortadoğu'ya geldikten sonra tanıdıkları bir tarihtir. Zira Doğu Htristiyanlığfnın Aziz Yorgi (Aya Yorgi. Hagios Georgios. Saint Ge-orge) ya da Yeşil Yorgi kültü bu tarihte kutlanmaktaydı. Doğu Hıristiyan I ığı'n da çok önemli bir yeri olan bu kült zaman içinde Hızır-İlyâs kültü ile birleşerek özdeşleşmiş ve bu suretle 6 Mayıs tarihi Ortadoğu ve Balkanlar'da htristiyan - müs-lüman kültür etkileşimi sonucunda hem Aziz Yorgi hem de Hızır- İlyâs kültünün iç İçe girmesinin bir sonucu olarak kutlanmaya başlanmıştır (iki kült arasındaki bu özdeşliğin nasıl meydana geldiği konusunda bk. HIZIR).
Müslümanlarca Hızır ve hıristiyanlarca Aziz Yorgi adına kutlanmasına rağmen doğrudan doğruya İslâm'la da Hıristiyan-
lık'la da ilgisi olmayan, Ortadoğu ve Balkanlar'da hem müslümanların hem de hıristiyan halkların kutladığı bu yaz bayramının kökü İslâm ve Hıristiyanlık öncesi İlkçağ Anadolu. Mezopotamya ve Orta Asya kültürlerinde aranmıştır. Mezopotamya ve bütün Doğu Akdeniz çevresindeki ülkelerde bazı tanrılar adına bahar veya yazın gelişiyle ilgili birtakım âyinlerin yapıldığı bilinmektedir. Milâttan önce III. binyılın sonlarında, Mezopotamya ovasını sulayarak etrafı yeşillendiren Fırat ve Dicle nehirlerinin hayat verici gücünü simgeleyen Tammuz (Dumuzi) İlâhı adına bahar mevsimi başlangıcında Me-zopotamya'daki Ur şehrinde görkemli âyinler yapıldığını gösteren tabletler bulunmaktadır (lames, s. 42). Tannmuz. tabiatın ölüşü (sonbahar, kış) ve dirilişiyle (ilkbahar, yaz) birlikte ölen ve yeniden di-rilen bir tanrı kabul edilmiştir {ER, IV, 512-513). Yeşillik ve bereketin timsali olan Tammuz kültü, İbrânîler kanalıyla Suriye ve Mısır üzerinden eski Yunanistan'a ve Anadolu'ya geçmiş, burada da aynı tanrı Adonis adıyla tanınmıştır. Louvre Müzesi'nde bulunan Boğazköy tabletleri, benzer âyinlerin Hititler zamanında Anadolu'da yaz başlangıcında bitki ve yeşillik tanrısı Telipinus için icra edildiğini göstermektedir (lames, s. 190-192). Ayrıca eski İran'da yine yeşillik ve su kavramlarıyla İlgili Haurvatât ve Ameretât adlı iki tanrı için bahar mevsiminde özel âyinler yapıldığı, Nevruz'un da bunlardan doğduğu bilinmektedir (Widengren, s. 28. 35, 86, 126). Avesta'da dişi varlıklar olarak kabul edilen Haurvatât suların, Ameretât ise bitkilerin koruyucusudur
Tabiatın âdeta yeniden dirilmesi demek olan baharın ve yazın gelişi, ilk çağlarda dünyanın her tarafındaki İnsanların hayatında önemli bir olaydı. Bu olayın birtakım tabiat üstü güçlerle temsil edilmesi ve bunların şerefine âyinler düzenlenmesi evrensel bir hadise olmalıdır. Nitekim eski Orta Asya'daki Türk boylarında da benzer âyinlerin yapıldığı bilinmektedir. Bu âyinler Yâkutlar'da nisan, Tun-guzlar'da mayıs, diğer bazı boylarda mart ayında icra ediliyor ve büyük merasimlerle kutlanıyordu (Harva, s. 377-379). Kısacası, hıdrellez bayramının kökünde bütün bu kültürlerdeki bahar ve yaz bayramları geleneklerinin uzun asırlar süren katkılarını kabul etmek doğru olacaktır. Bu katkıların en sonuncusu da Hızır ve
Hıdrellez merasimlerinin icrası ve bu esnada yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili birtakım uygulamalar, bu halk bayramının putperest köklerini çok daha belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim İslâm âlimleri bu durumun farkına vararak bu konuda yasaklayıcı fetvalar bile vermişlerdir. Osmanlı Devleti'nde de hıdrellez kutlamalarının dinî açıdan sakıncalı olup olmadığının tartışıldığı, XVI. yüzyılda Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi'nin fetvalarından anlaşılmaktadır. Ebüssuûd Efendi, böyle bir günün kutsallığına inanmamak şartıyla sadece eğlenmenin, yiyip içmenin sakıncalı olmadığını söylemektedir (Düzdağ, s. i 17). Mouradgea d'Ohsson da hıdrellez merasimlerinin Osmanlılar döneminde çok yaygın biçimde kutlandığını belirterek bunun vazgeçilmez bir gelenek halini aldığını ifade etmiştir {Tableau general,!. 187-188).
Türkiye'de "hıdırellez". Kırım ve Dobru-ca'da "hıdırlez", Makedonya'da "edirlez" (ederlez). Kosova bölgesinde "hıdırles" (hedirles, hadırles) gibi değişik biçimlerde söylenen hıdrellez merasimleri, çeşitli ülke ve yörelerde teferruatta tabii olarak birtakım farklılıklar gösterebilir. Ancak bunlar Hızır adının çağrıştırdığı gibi genellikle bolluk ve bereketi simgeleyen, su ve yeşillik kavramlarının öne çıktığı. ağacın bol bulunduğu, bazan içinde türbe de yer alan mesire yerlerinde kutlanan merasimlerdir. 5 Mayıs günü temizlik yapıp yiyecek ve içecek hazırlama gibi işlerle başlayan hıdrellezle ilgili bütün merasimleri, âdet ve gelenekleri dört grupta toplamak mümkündür. 1. Şifa ve sağlık talebine yönelik olanlar. 2. Uğura, bereket ve bolluk talebine yönelik olanlar. 3. Mal mülk, mevki ve servet talebine yönelik olanlar. 4. Kısmet ve talih açmaya yönelik olanlar. Meselâ hıdrellez günü kır çiçeklerinin kaynatılarak suyundan içilmesinin hastalıklara şifa vereceği, hıdrellez gecesi bütün sulara nur yağacağından o gece suya girmenin her türlü hastalığa karşı bağışıklık sağlayacağı inancı birinci gruba örnek gösterilebilir. Genellikle hıdrellez gecesi Hızır'ın yeryüzünde dolaştığı ve dokunduğu şeylere bereket getirdiği inancı çok yaygın olduğundan o gece evlerdeki yiyecek ve içeceklerin ağzının açık bırakılması, dileklerin bir kâğıda yazılarak gül ağaçlarının dibine konulması vb. şeyler ikinci grubu teşkil eden uygulamalara Örnek sayılabilir. Bunlara
benzer pek çok örneğe her yerde rastlamak mümkündür.
Hıdrellez merasimleri Hızır iie İlyâs"ın buluşmasına atfen hemen daima toplu olarak gerçekleştirildiği İçin bazı kasaba ve şehirlerin yakınında yeşillik bir mekândan oluşan ve "hıdırlık" denen, insanların bir arada yiyip içtiği, eğlendiği bir mesire yeri bulunur. Bu yerlerde icra edilen merasimler, eski devirlerde aynı zamanda evlenme yaşına gelmiş genç kız ve erkeklerin birbirlerini görüp beğenmelerine de imkân vermekteydi. Dolayısıyla hıdrellez merasimlerinin geleneksel Türk toplumlarında sosyal iletişim aracı olmak gibi pratik yönleri de bulunmaktaydı.
Hıdrellez inanış ve âdetleri folklorda olduğu gibi edebiyata da köklü biçimde yansımış ve Gıigamış destanından bu yana mitoslar halinde yazılı ve sözlü edebiyat geleneğinde yer almıştır. Anadolu'nun pek çok yerinde hıdırlık denilen mesirelerin bulunması ve hıdrellez başta olmak üzere bahar eğlencelerinin buralarda düzenlenmesi edebiyatta hıdrellez temasının canlı tutulmasına sebep olmuştur.
Dede Korkuftan itibaren Ebû Müslim, Battal Gazi, Dânişmend Gazi, Sarı Saltuk, Köroğlu gibi kahramanların hayatı etrafında teşekkül eden destanî romanlarda gerek Hızır ve İlyâs'ın kişilikleri, gerek hıdrellez günü, gerekse hıdırlıklarda devam eden sosyal faaliyetler ve gelenekler ekseninde yer yer hıdrellezin de zikredildi-ği görülür. Klasik Türk şairleri "evvel bahar"! andıkları zaman genellikle hıdrellez günlerini kastetmekte ve baharı konu edinen şiirlerinde (bahâriyye) ekseriya bu günleri anlatmaktadırlar.
Bazı mesnevilerde de hıdrellez ve hıdırlık bir çevre öğesi olarak anılır. Meselâ Şeyhoğlu Sadreddin Mustafa'nın Hur-şîdnâme'sinde Hurşid, uğruna ölen âşı-kının mezarına türbe yaptırır ve adını Hıdrellez koyup burada sık sık Ferahşâd ile buluşur. Halk şiiri geleneğinde "badeli âşıkların Hızır elinden dolu içmeleri (klasik şiirde de ağzına Hızır'ın tükürdüğü kişinin güzel şiir söyleyeceği rivayeti) ve zaman zaman hıdırlık mevkiinde saz çalıp şiir söylemeleri gelenektendir. Hıdrellez ile alâkalı zengin folklor malzemesinin bulunduğu en önemli eser Evliya Çelebi'-nin Seyahatnâme's\d\r (bk. II, 232-233; l!l,90vd).
Hıdrellez şenlikleri yapılırken özellikle dilek tutan genç kızlar tarafından söyle-
nen aşk ve hasret dolu mâniler anonim halk edebiyatının önemli bir bölümünü oluşturur. Bu tür mânilere bütün Türk dünyasında rastlamak mümkündür. Bunun yanında halk şiiri geleneğine uyularak bazı saz şairlerince hıdrellezi konu alan şiirler de söylenmiştir. Divan edebiyatında da hıdrellez çeşitli özellikleriyle birçok beyitte yer almıştır. Osman Şems Efendi'nin bir hıdrellez günü İstanbul'dan Bursa'ya gitmek için vapura binerken söylediği. "Devran bizi yârân-ı kadîmden ayırdı / Oldukları gün Hızır ile İlyâs mülâki" beyti bunun bir örneğidir. Modern Türk şiirinde de hıdrellezden ilham alan manzumeler tertiplenmiştir: Arif Nihat Asya'nın "Hıdırellezde Kızlar" adlı şiiri bunlardan biridir.
BA. MD, nr. 5, s. 295. 305; nr. 58. s. 83; Evliya Çelebi, Seyahatname, II. 232-233; 111, 90 vd.; Hâzini, Cevâhtrü'l-ebrârmin emuâct'l-bihâr, İÜ Ktp., TY, nr. 3893, s. 196; Şeyhoğlu S. Mustafa. Hurşidnâme: Hurşid ü Ferahşâd [haz. Hüseyin Ayan). Erzurum 1979, s. 36.49, 192; D"Ohsson. Tabieau general, I. 187-188; Sadettin Nüzhet Ergun. Pir Sultan Abdal, İstanbul 1929. s. 48; Pertev Naili Boratav, İzahlı Halk Şiiri Antolojisi, Ankara 1943. s. 137; U. Harva, Les represen-tatîons reiigieuses des peuples altaiçues, Paris 1959, s. 377-379; E. O. James. Mythes et rites dans le proche orient ancien, Paris 1960, s. 42, 190-192; G.VVidengren. Les religions de Viran, Paris 1968, s. 28, 35, 86, 126; M. Ertuğ-rul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, İstanbul 1972, s. 117; Ehliman Ahundov. Azerbaycan Halk Yazını Örnekleri (tre S. Tezcanj, Ankara 1978, s. 26; Altan Gökalp. Teles rouges et bouc-hesnoires, Paris 1980, s. 188-201; a.mlf.."Hızır, Ilyas, Hıdrellez: les nıaitres du temps, le temps des hommes", Quand le crible etait dans la paitte...: Hommage & P. Naili Boratau, Paris 1978, s. 211-231; Ahmet Yaşar Ocak. İs-lâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara 1990. s. 141-159; I. Melikoff. "Le probleme Kızılbaş", Turcica, VI 119751. s. 60-61; Tuncer Baykara. "Hıdrellez ve Türk Kültürü". MK. sy. 72 (19901. s. 4-6; M. Emine Cingöz. "Eskişehir'de Hıdrellez Kutlamaları", a.e., s. 7-9; Ali A. Çınar. "Bursa Yöresinde Hıdrellez İle İlgili Bazı İnanışlar", a.e., s. 13-15; Filiz Meydan, "Tekirdağ'da Hıdrellez Geleneği", a.e., s. 19-22; Müjgan Üçer. "Sivas'ta Hıdrellez Geleneği", a.e., s. 30-32; Nihal Kadıoğ-lu, "Zonguldak'ta Hıdrellez Geleneği", a.e., s. 37-39; A. Esat Bozyiğit, "Hıdrellez Yazıları Bibliyografyası", a.e., s. 44-48; T. Jacobsen. "Dumuzİ", ER, IV, 512-513; 1. Friedlaender. "Khıdr", ERE, VII, 693-695.
Sûfîlere göre Allah, peygamberleri günah işlemekten koruduğu gibi (ismet*) velî kullarını da günah işlemekte ısrar etmekten korur. Velînin bu şekilde korunmasına hıfz, onu koruyan Allah'a hafız, korunan velîye de mahfuz denir (Tehâne-
vî. III, 31 ]}.
Allah'ın dostluğunu kazanmış takva sahibi bir mümin olan velînin beşer olması itibariyle günah işlemesi mümkündür. Cüneyd-i Bağdadî, "Velî zina eder mi?" sorusu karşısında bir süre düşündükten sonra, "Allah'ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir" (el-Ahzâb 33/ 38) mealindeki âyeti okuyarak bunun mümkün olduğuna işaret etmiştir (Kıı-şeyrî, s. 526) Ancak velînin günah işlemeye devam etmesi düşünülemez.
Bir velînin günahsız ve hatasız kabul edilmesi mümkün değildir; aksi takdirde velî peygambere eşit duruma getirilmiş olur. Fakat onun avam gibi sık sık günah işlemesi de salâh ve takva sıfatına aykırıdır. Sûfîler, takva konusundaki hassasiyetini sürdürmesi şartıyla velînin Allah'ın koruması altında bulunacağını düşünürler. "Allah sâlih kullarının işlerini üstlenir" (el-A:râf 7/196) mealindeki âyetle, şeytanın Hakk'ın dostu olan kulları azdırama-yacağını belirten (el-Hicr 15/42; en-Nahl 16/99; el-İsrâ 17/65) ve günah işlemekte ısrar etmeyenleri öven (Âl-i İmrân 3/135) âyetler sûfîlerce velîlerin mahfuz olduğuna delil gösterilmiştir.
Kelâbâzî"ye göre peygamberin masum olması gibi velî de mahfuzdur; şeytan onu azdıramaz {et-Ta'arruf, s. 75, 99). Hücvîri de benzer görüşleri tekrar eder. Kuşey-rî'ye göre velîlerin peygamberler gibi tamamen günahsız olmaları zorunlu değildir; fakat sürekli olarak yanılma, yanlış ve günah üzerinde ısrar etmemeleri velayetin gereğidir, mahfuz olmanın anlamı da budur. Hatta bu anlamda velînin mahfuz olması şarttır. Zira dinî hükümlerle çatışan kişi velî olmak bir yana tam bir aldanmışlık ve gaflet içindedir [er-Ri-sâle, s. 519-520). Bâyezîd-i Bistâmî, velî olduğu sanılan bir kişinin kıble yönünde tükürmesini bile onun velî olamayacağının bir delili kabul etmiştir(a.çj.e.,s.8l)
Velîler nefislerini ne kadar arındırsalar yine de kendilerinde "bakıyye-i nefs" de-
nilen bir parça nefsânî arzu kalır. Nefsin arzusu ve şeytanın vesvesesi sebebiyle nadiren günah işlemesi mümkün olan velî bu durumda şiddetli bir pişmanlık duyup derhal tövbe etmelidir (Hakîm et-Tir-mizî, s.402).
Bazı sûfîler, velîlerin cezbe ve sekr halinde iken bile ilâhî koruma altında bulunduklarını, bundan dolayı dinin emir ve yasaklarına aykırı hareket etmeyeceklerini ileri sürmüşlerdir. Menkıbeye göre Ebû Abdullah et-Türûğbezî kıtlıkve açlığın hüküm sürdüğünü duyunca halka olan şefkatinden şuurunu yitirmişti; fakat bu halde iken namaz vakti girince şuuru yerine geldiği için bu görevi ifa eder, sonra-önceki haline dönerdi. Bu rivayeti aktaran Kuşeyrî (er-Risâle, s. 206) olayı. Ebû Abdullah'ın dinî hükümler hususunda Allah'ın koruması altında bulunduğu şeklinde yorumlamakta: ayrıca bu sûfînin. kıtlıktan acı çeken halkın durumuna üzülmekten dolayı şuurunu kaybedecek hale gelmesini "hakikat ehlfnden olmanın en büyük özelliği olarak göstermektedir.
İlk sûfîler genellikle keşf ve ilhamın vahiy gibi kesin olmadığını, sûfînin keşfinde hata bulunabileceğini kabul ederlerdi. Ancak Hakîm et-Tirmizî'den itibaren bazı mutasavvıflar bu hususta farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Hakîm'e göre "mükellem"ve "muhaddes" denilen keşf ve ilham sahibi bulunduğu derecenin hakikatine erince artık nefsin kuruntusundan korkup kaygılanmaz; şeytan peygambere gelen vahyi bozamadığı gibi nefsin kuruntusu da keşf ve ilhamı bozamaz; ilham da vahiy gibi koruma altındadır (Sü-lemî, s. 220). Bu fikir, özellikle Gazzâlîve İbnü'l-Arabî gibi mutasavvıflar tarafından desteklenmiş, velîlerin bazı mertebelerde ilham yoluyla aldıkları bilgilerde yanılma olmayacağı kabul edilmiştir (Ih-yâ', III. 14, 17; el-Fütühât, III, 335). Müridin feraseti zan olabilir ama ariflerin feraseti hakikattir (Kuşeyrî, s. 484). Bazısû-filerin tam isabet kaydeden ve hiç şaşmayan bir ferasete sahip olduğuna inanılır. Şah b. Şücâ-ı Kirmanı bunlardan biridir (a.g.e.s. 483).
Velîlerin dinî ve ahlâkî davranışlarında ilâhî bir koruma altında olduklarına inanan sûfîler, onların söyledikleri sözler itibariyle de bu korumanın geçerli olduğunu, "şathiyyât" denilen ve ilk bakışta şeriata aykırı gibi görünen ifadelerin aslında dine aykırı olmadığını savunmuşlardır (Ankaravî, s. 100).
cı, bazı müridlerin şeyhlerini yanılmaz ve günah işlemez olarak kabul etmelerine yol açmıştır. Bu durumda büyük sûfîler, şeyhlerin günah olan fiillerini müridlerin kabul ve tasvip etmemelerini, ancak karşı da çıkmamalarını, onları halleriyle baş-başa bırakmalarını tavsiye etmişler ve Hı-zır-Mûsâ kıssasına dair âyetleri (el-Kehf 18/68-82) bu tavsiyelerine delil olarak göstermişlerdir {Kuşeyrî, s. 74; Alâüddev-Ie-i Simnânî, s. 193).
Râgıb el-İsfahânî, et-Müfredât, "hfz" md.; Tehânevi, Keşşaf, III, 311; Hakîm et-Tirmizî. Hat-mü 'l-euliyâ', s. 402; Kelâbâzî. et-Ta'arruf, s. 75, 99; SüSemî. Tabakât, s. 220; Ebû Mansur el-Ab-bâdî, Sû fi nâme (nşr Gulâm Hüseyn-iYûsufîl, Tahran 1347 hş., s. 102, 125; Hücvîrî. Keşfü'l-mahcûbfjukovskil, s. 162, 231, 342; Kuşeyrî. er-Risâle. s. 65, 74, 81, 206, 462, 483-484, 519-520, 526, 633, 665, 743; Gazzâiî. İhyâ\ III, 14, 17; İbnü'l-Arabî, et-Fütûhât, ili, 335,402; Câmî. Nefehâl, s. 173, 485; Ankaravî. Minhâ-cü'I-fukara, Bulak 1256, s. 99-100;Şeybî, eş-Ştla, s. 414;Seyyid Ahmed Murâd el-Bekrî. er-Rİsâletü'ş-şûfîyye, Kahire 1346 hş., s. 17;Alâ-üddevle-i Simnânî, Çihl Meclis, Tahran 1366 hş., s. 186, 193.
Hıfzıssıhha (rnfzu's-sıhha) tıp ilmiyle paralel bir gelişme göstermiş ve çok eski dönemlerden itibaren onun bir dalı olarak kabul edilmiştir. İslâm tıp literatüründe tedbîrü's-sıhha adıyla da geçer. Günümüzde Araplar. Türkçe'de son zamanlarda kullanılan "koruyucu hekimlik" tabirine benzer şekilde "et-tıbbü'l-vikâî" de demektedirler. Batı dillerindeki karşılığı olan hijyen ise (hygiene) Grek mitolojisindeki sağlık tanrısı Asklepios'un (Esculape) kızı ve yardımcısı Hygieia'dan gelmektedir.
Defi hacette bulunmak için ordugâhın dışına çıkılması, kişinin silâhlarıyla birlikte yanında taşıyacağı bir çomakla yere bir çukur açması ve işi bitince üstünü kapatması istenir (Tesniye. 23/13-15). Savaştan sonra orduda veba salgını çıktığında askerlerin yedi gün süreyle ordugâhın dışında konaklamaları, kendilerinin, getirdikleri esirlerin ve bir düşman öldürmüş veya bir ölüye dokunmuş olan herkesin yıkanması, elbiseleriyle bütün deri. keçe ve ahşap eşyayı temizlemeleri, ateşe dayanıklı madenî eşyanın tamamını ateşten geçirmeleri emredilmekte ve ancak yedinci gün tekrar yıkanıp elbiselerini de bir daha yıkadıktan sonra ordugâha girebilecekleri bildirilmektedir (Sayılar, 31/16-24). İslâm'da olduğu gibi eti yenen hayvanları keserek kanını akıtmak İsrâiloğul-lan'na da verilmiş bir emirdir ve akıtılan kanın toprakla örtülmesi gerekir (Levili-ler, 17/13). Eti yenmeyen hayvanların leşine dokunan veya bunları taşımak zorunda kalan kimse murdar sayılır. Murdarlık süresi genel olarak akşama kadardır ve bu süre zarfında yıkanıp elbiselerini temizlemesi gerekir [Levililer 11/24, 27-28. 17/15-16). Eski Ahid'de ayrıca vücuttan çıkan iltihabî akıntılar, meni, hayız ve is-tihâze kanı, hayız gören kadının kullandığı yatak ve yaygılar murdar sayılmış, akıntıdan kurtulanların, hayızlı kadına veya onun yatağına dokunanların yıkanması emredilmiştir (Levililer, I 5/1-32). Eski Ahid'den başka yahudilerin ve özellikle din adamlarının görev ve sorumluluklarıyla ilgili metinlerde vücut temizliği, temiz ve düzenli yemek, diş bakımı, yemek öncesi ve sonrası ellerin yıkanması, yiyecek kaplarının açık bırakılmaması gibi konulara da temas edilmektedir. Ayrıca Talmud'da hayvan ölülerinin, tabakhanelerin, mezarlıkların yerleşim merkezlerine elli arşından yakın olamayacağı belirtilmiş, sokak ve pazar yerlerinin sü-pürülmesi istenmiştir (EJd., VIII, 1140-114!). 1948'de Oxford'da basılan The Soncino Talmud'un XVIII. cildi "Toho-roth" (taharet, temizlik) başlığını taşımakta olup kadınların özel halleri, kap kaçak, mesken, vücut ve el temizliği gibi konulara ayrılmıştır.
Hıfzıssıhha. İslâm'ın iki temel kaynağını meydana getiren Kitap ve Sünnet'te önemli bir yer tutar. Kur'an'da bu hususa doğrudan veya dolaylı biçimde temas eden birçok âyet bulunmaktadır. Kur-'an'm müminler için şifa olması (Yûnus 10/57:el-İsrâ 17/82), ruh ve beden sağlığı için ortaya koyduğu esaslar sebebiyledir.
Dinî ve dünyevî görevleri daha iyi şekilde yerine getirebilme açısından Kitap ve Sünnet'te sağlıklı, güçlü ve bilgili olmanın önemine dikkat çekilir. Kur'an'da Hz. Şu-ayb'ın kızlarından birinin babasından, koyunlarını sulamaları için kendilerine yardım eden Hz. Musa'yı güçlülüğü ve güvenilirliğinden dolayı ücretle tutmasını istediği (el-Kasas 28/26) ve Tâlût'un halktan biri olduğu halde fizik ve bilgi üstünlüğü sebebiyle dönemin peygamberi tarafından Câlût'a karşı hazırlanan orduya kumandan tayin edildiği anlatılır(el-Bakara 2/247]. Hz. Peygamber de güçlü müminin zayıf müminden daha hayırlı ve Allah katında daha sevimli olduğunu belirtir (Müsned, 11,366. 370; Müslim,"Kader", 34; İbn Mâce,"Mukaddime", 10; "Zühd", 14).
İslâmiyet insan hayatına büyük bir değer vermiştir. Kişinin kendisini (en-Nisâ 4/29), açlık korkusuyla çocuğunu (el-En-'âm 6/151; el-lsrâ l 7/31) ve haksız yere başkalarını (en-Nisâ 4/93; el-Mâide 5/32; el-İsrâ 17/33; el-Furkân 25/68) öldürmesi yasaklanır. Kur'an'daki kısas âyetleri dahi netice İtibariyle hayatı korumaya yöneliktir. İnsanın bakışlarından yürümesine kadar bütün davranışlarına yön verilirken değerek ruh gerekse fizik açısından onun sağlığı esas alınmıştır. Hz. Peygamber dualarında sık sık Allah'tan afiyet dileğinde bulunur ve bunun Allah'a en hoş gelen dualardan olduğu ifade edi-lir(İbn Kayyimel-Cevziyye. s. 168). Ayrıca hadislerde hayatın korunmasıyla ilgili birçok tedbirin açıklandığı görülmektedir. Meselâ korkuluğu olmayan bir damda geceleyip uyku sersemliğiyle düşme, fırtınalı havada denize açılma {Müsned, V, 79, 271), lambayı açık bırakıp yağına tamah eden farenin yanan fitili çekerek yangına yol açması (Buhârî, "Bed'ü'1-halk", 16) gibi tehlikelere karşı alınması gereken tedbirler bunlardan bazılarıdır.
Hıfzıssıhhanın ilk şartı olan temizlik Kur'an'da çokça yer alır ve bunun için gökten temiz su indirildiği belirtilir (el-Enfâl 8/11; ei-Furkân 25/48). İslâm'ın tebliğiyle ilgili ilk âyetlerde Resûl-i Ekrem'e elbiselerini temiz tutması emredilir (el-Müddessir 74/4). Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın, Mescid-i Harâm'ı orada ibadet edecek kimseler için temiz tutmaları konusunda Hz. İbrahim ile oğlu İsmail'den söz aldığı anlatılır (el-Bakara 2/125; el-Hac 22/26). Temizlenen kişiler Övülür ve Allah'ın maddî ve manevî kirlerden arınanları sevdiği bildirilir (el-Bakara 2/222; et-Tevbe 9/ 108) Ayrıca namaz İçin abdest, cünüplük halinde ise boy abdesti farz kılınmıştır
(el-Mâide 5/6). Hadislerde temizlikle ilgili birtakım ayrıntılara da yer verilmiştir. Konularına göre tasnif edilen hadis kaynakları çoğunlukla taharetle başlar. Hz. Peygamber temizliği "imanın yarısı" olarak tanımlar (Müsned, IV, 260; V, 342, 343, 344, 363, 370, 372; Dârimî, "Vudû3", 2; Müslim, "Taharet", i; Tirmizî,"Daeavât", 86). Bıyıkların kısaltılması, koltuk altı ve kasık kıllarının tıraş edilmesi, tırnakların kesilmesi ve sünnet olma fıtrattan sayılır (bk. Wensinck, el-Mu"cem, "ftr" md.).
Beslenme ve solunum sebebiyle iç organlarının sağlığının büyük ölçüde ağız sağlığına bağlı olması, dişler arasında kalan yemek artıklarının vücut ısısının etkisiyle kısa sürede bozulup mikrop üretmesi (aş. bk.) sebebiyle Hz. Peygamberin diş bakımına özel bir önem verdiği ve misvak üzerinde çokça durduğu görülmektedir \bk.a.g.e., "svk" md.). Resûl-i Ekrem, ağız için bir temizlik aleti olarak nitelendirdiği (Buhârî, "Şavm", 27; İbn Mâce, "Taharet", 7; Nesâî, "Taharet", 4) misvakı kullanmayı o kadar çok emretmiştir ki (bazı rivayetlere göre kendisi ilâhî emre o kadar çok muhatap olmuştur ki) ashap ve Resülullâh bu konuda bir âyet indirilip onun farz kılınacağını dahi düşünmüşlerdir {Müsned, I, 237, 285, 307, 337, 340; lil, 490).
Hadislerde, evlerin sadece içinin değil önlerinin (Tirmizî, "Edeb", 41) ve ayrıca sokakların da temiz tutulması, eza veren şeylerin yollardan kaldırılması istenir. Bu hareketler, bazı hadislerde kişinin cennete girmesine vesile olacak davranışlardan, bazılarında da sadaka veya imandan kabul edilmiştir. Eza veren şeyler olarak taş, diken ve kemik gibi nesneler sayılmıştır ki (Buhârî, "Mezâlim", 24, "Cihâd", 128: Müslim, "îmân", 58, "Zekât", 56) bu da halk sağlığı açısından sakıncalı olan çöplerin yollara atılmaması gerektiğini gösterir. Bir hadiste İse Resûl-i Ekrem ümmetinin iyilik ve kötülüklerinin kendisine arzedildiğini, iyilikleri arasında yoldan sıkıntı veren şeylerin kaldırılmasını, kötülükleri arasında da yollara tükürmeyi gördüğünü belirtir (Müsned, V. 180). Hz. Pey-gamber'in bu konudaki emirlerinin vefatından sonra da halifeler tarafından devam ettirildiği görülmektedir. Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Basra'ya vali ve kadı tayin edildiği zaman yaptığı konuşmasında kendisini Halife Ömer'in bu şehre, halkına Kitap ve Sünnet'i öğretmekve yollarını temizlemek üzere gönderdiğini söylemiştir (Dârimî, "Mukaddime", 46). Hadislerde hıfzıssıhhaya dair daha birçok konu yer
almaktadır. Meselâ kuduz ve saldırgan köpeklerin itlafı (Buhârî, "CezâJü'ş-şayd", 7-, Müslim, "Müsâkât", 46), insanlara zarar veren haşaratın öldürülmesi, köpeklerin yaladığı kapların su ve toprakla yedi defa yıkanması emirlerini (Buhârî,"Vu-dû5", 33; Müsiim, "Taharet", 89, 91.92. 93; Ebû Dâvûd, "Taharet", 38) bu açıdan değerlendirmek gerekir. Bir hadiste de elinde yağ kokusu bulunduğu halde yatan kimsenin başına bir şey geldiğinde bunun sorumlusunun sadece kendisi olacağı belirtilir (Müsned, II, 263, 344, 537; Ebû Dâvûd, "Etime", 53; Tirmizî, "Etime", 48).
Kur'an'ın. "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız" (el-Bakara 2/195) emrine sağlık şartlarının sağlanması da girer. Birçok hastalığın sebebinin dengesiz beslenme, fazla miktarda yeme veya vücuda zarar veren şeyleri yiyip içme olduğu eskiden beri bilinen ve modern tıbbın da kabul ettiği bir gerçektir. Kur'ân-ı Kerîm, insanlara verilen rızıkların temiz ve helâlinden yenilmesini emretmekte (el-Bakara 2/172), Hz. Peygamber'in iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve zararlı şeyleri ise haram kılmak üzere görevlendirildiğini bildirmektedir (el-A'râf 7/157). Kur'an'-da. mikropların çoğalmasına en uygun ortamı oluşturan kan ve leşle trişin gibi parazitleri barındırma yanında başka zararları da bulunan domuzun ve yaratılıştan pis olan hayvanların etlerinin yenilmesi haram kılınmıştır. Ayrıca eti ve sütü aslında helâl olduğu halde pislik yemeyi alışkanlık haline getiren ve "cellâle" denilen hayvanlardan gıda olarak faydalanmanın yasaklanması da (Müsned, I, 226, Ebû Dâvûd. "Efime", 24; Tirmizî,"Etime", 24) şüphesiz sağlığı korumaya yöneliktir. İslâm âlimleri, bu hayvanların etinden yararlanmayı, cinslerine göre belli süreler hapsedilip temiz yemle beslenmeleri şartına bağlamışlardır.
Kur'an beden, ruh ve toplum sağlığı açısından büyük zararları bulunan içki ve kumarı "şeytan İşi pislikler" diyerek haram kılmış (el-Mâide 5/90-91), Resûl-i Ekrem de sarhoşluk veren şeylerin azının dahi haram olduğunu belirtmiştir (Ebû Dâvûd, "Eşribe", 5; Tirmizî, "Eşribe", 3; Nesâî, "Eşribe", 25). Ayrıca bazı rivayetlerde "müskir" (sarhoşlukveren) ifadesiyle birlikte zikredilen "müftir" kelimesi (Müsned, VI, 309; Ebû Dâvûd, "Eşribe", 5) vücuda gevşeklik veren, uyuşturan anlamını taşımakta (Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî, II, 174) ve uyuşturucuları da haram kapsamına almaktadır. Sağlığı korumada
İslâmiyet sağlıklı bir cinsel hayatı öngörür. Fuhuş ve cinsî sapıklık reddedilir ve bu konuda kötü bir örnek oluşturan Lût kavminin helaki Kur'an'da birçok defa hatırlatılır. Ayrıca kadınlarla da fıtrata uygun düşmeyecek şekilde cinsel ilişki yasaklandığı gibi (el-Bakara 2/222) sonuçta zinaya ve cinsî sapıklığa yol açan davranışlar da yasaklanmıştır. Bu hususun, toplum ahlâkı açısından olduğu kadar AİDS ve firengi gibi zührevî hastalıkların önlenmesi açısından da büyük Önem taşıdığı günümüzde daha iyi anlaşılmış bulunmaktadır.
İslâm dini insanı yıpratan davranışlara da izin vermez. Bundan dolayı ibadette dahi aşırılığı hoş görmemiştir. Hz. Peygamber, ailesini ihmal ederek geceleri İbadetle geçirmeyi (Buhârî, "Nikâh", I) ve sağlığı bozacak şekilde sürekli oruç tutmayı hoş karşılamamış (Buhârî, "Şavm", 48;"İetişâm", 5), bir maksada ulaşmak için itidalle davranmayı {Müsned, II, 514, 537; Buhârî, "Rikâk", 18). bu arada gece namazı kılanlar için erken yatmayı (Buhârî, "Mevâkitü'ş-şalât", 39; Ebû Dâvûd, "Edeb", 23) ve öğle uykusunu (İbn Mâce, "Şıyâm", 22), devamlı oruç tutanlar için de gün aşırı tutmayı (Buhârî, "Şavm", 49) tavsiye etmiştir. Daha birçok emir ve yasak açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte yine sağlığı korumaya yöneliktir. İkindiden sonra uyunmaması (Ahmed b. Yûsuf et-Tîfâşî, s. 79), uzun müddet güneşte oturulmaması {Müsned, II, 383; Ebû Dâvûd. "Edeb", 13), sıcakta beyaz elbise giyilmesi ve başın örtülmesi gibi tavsiyeler bunlardan bazılarıdır. Özellikle sıcak iklimde -yüksek tansiyon gibi tehlikelere
karşı- kan aldırma tavsiye edilir (bk. hacamat) Yataktan kalkan kişinin elini yıkamadan su kabına daldırmaması (Müslim, "Taharet", 87; Ebû Dâvûd. "Taharet", 49). su içerken veya bir şey yerken kaba üflenmemesi (İbn Mâce, "Eşribe", 24, Ebû Dâvûd, "Eşribe", 16, 2ü) gibi yasaklar da hijyenle doğrudan ilgilidir. Hadislerde bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemek İçin de birtakım tedbirler öngörülmüştür. Bir yerde veba çıktığını duyanların oraya girmemeleri, bulundukları yerde zuhur etmesi halinde ise oradan ayrılmamaları şeklindeki emir (Buhârî, "Tıb", 30) bunu amaçlar. İslâm, fıtrata uygun olan şeyleri aşırılığa kaçmamak şartıyla mubah saymıştır. İnsanın ruh sağlığı açısından ibadetin, çalışmanın ve boş vakti değerlendirmenin önemi büyüktür. Eğlenme de insanın fıtratında var olan bir şeydir. Şeriat, düğün ve bayram gibi neşe günlerinde nezih bir şekilde eğlenmeye izin vermiştir. Ayrıca atıcılık, binicilik, yüzme gibi dinlendirici birtakım sporlar ruh ve beden sağlığı açısından tavsiye edilmiştir (bk. EĞLENCE)
İslâm âlimleri genellikle tıp ilmini nazari ve amelî olmak üzere ikiye ayırırlar. Amelî tıp da ikiye ayrılır. Birincisi, sağlam insanın hasta olmaması ve sağlığını koruması için gereken tedbirler yani hıfzıs-sıhha, ikincisi de hasta olduktan sonra onu tekrar sağlığına kavuşturmak için yapılması gereken teşhis ve tedavidir (Ze-hebî, s. 3 i). İslâm tıbbı özellikle Abbasîler zamanında Doğu'dan ve Batı'dan yapılan tercümelerle büyük bir gelişme göstermiştir. Müslüman ve İslâm dünyasında yaşayan gayri müslim tabiplerin eski Hint ve Grek tıbbim mezcederek yeniden sistemli bir hale getirdikleri bu dönemde ortaya konulan eserlerin bir bölümü müstakil olarak hıfzıssıhhaya dairdir; genel tıp kitaplarında da bu konuya yer verilmiştir. Meselâ hıfzıssıhha alanında kaleme alınmış çalışmalardan birinin müellifi olan Ali b. Rabben et-Taberî(Brockel-mann, 1,415) Firdevsü'I-hikme adlı kitabının bir bölümünü bu konuya ayırmıştır (s. 97-120). Ebû Zeyd el-BelhîYıin Mesâ-lihu'l-ebdân ve 'I -enfüs adlı kitabı da tamamen hıfzıssıhhaya dairdir. Süleyma-niye Kütüphanesindeki nüshadan (Aya-sofya, nr. 3741} 1984'te Frankfurt'ta tıpkıbasımı yapılan eser iki bölümden oluşur; birinci bölüm beden, ikinci bölüm ruh sağlığına ayrılmıştır. On dört babdan oluşan ilk bölümde bedenin fizikî özellikleri, ihtiyaçları ve bunların giderilmesi, mesken, su ve hava ile ilgili tedbirler, sı-
cak ve soğuğa karşı yapılması gereken şeyler, yiyecek ve içecekler, kokular, uyku, cinsel ilişki, hamam, sağlıklı spor ve yeniden sıhhat kazanma konuları işlenmiştir (s. 2-268). İkinci bölümde ruh sağlığı için yararlı bilgilerle onu bozacak şeylere karşı tedbirlere yer verilmiş ve kaybedilen sağlığı yeniden kazanma yollan, bazı ruhî hastalıklar, korkuyu yenme, gam ve kederi, kalpte oluşan vesveseyi giderme gibi konular ele alınmıştır (s. 268-360). Ruh ve beden sağlığı arasındaki ilişkiye dikkat çeken Belhî. müziğin bedenî ve ruhî hastalıkların tedavisindeki önemine de işaret etmektedir.
Sabit b. Kurre de Kitâbü'z-Zahîre fi Hlmi't-tıb adlı eserine hıfzıssıhha hakkında genel bilgiler vererek başlar; değişik organlarla ilgili hastalıklardan ve çarelerinden söz ederken de yer yer onlarla ilgili hıfzıssıhha konularına temas eder. Meselâ kitabın üçüncü babının konusu saçın tabii haliyle korunması ve güçlenmesi için kullanılabilecek yağlar, saçta oluşan hastalıklar ve parazitlerdir (s. 21-30). Ali b. Abbas el-Mecûsî'nin Kâmİlü'ş-şmâ'htİ't-tıbbiyye adlı eserinin II. cildinin bir bölümü yine hıfzıssıhha konularına ayrılmıştır. Müellif burada, Ebû Zeyd'in yukarıda bahsedilen eserindeki konulara ek olarak hamile kadın, bebek, çocuk, genç ve yaşlılarla farklı yapıdaki insanlar için hıfzısıhhayı ve değişik tıp konularını incelemektedir (s. 2-112). İbn Sînâ. el-Kânûn fi't-tıb'da ve tıpla ilgili diğer eserlerinde birçok defa hıfzıssıhha konularına yer vermiştir. Ona göre sağlığın korunması bazı işlerde itidal ve bir kısım şeylerden kaçınma ile mümkündür. İbn Sînâ'mn Can-tica Avicenna adıyla Latince'ye de çevrilen tıbba dair recezlerinin bir bölümü ("el-Urcûze fi't-tıb", 80) yine hıfzıssıhha ile ilgilidir. Bu recezlerde mevsimlere göre gıda, hava, uyku konulan ile yine mevsimlere göre kara ve deniz yolculukları ve farklı yaşlarda sağlık tedbirleri üzerinde durulmuştur (s. 152-168, 195-206). Onun. yolculukta sağlık tedbirlerini konu ettiği Tedbİrü'l-müsâfirin adlı risalesi de (bk bibi.) hıfzıssıhha üzerinedir.
İbn Meymûn"un, melankoliye yakalanan Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin oğlu el-Meli-kü'1-Efdal Nûreddin AH için kaleme aldığı Makale fî tedbîri'ş-şıhha adlı eserinin konusu daha çok hıfzıssıhha ile ilgilidir. Eserin ilk bölümü, genel olarak insan sağlığının korunması İçin gerekli tedbirler hakkındadır. Câlînûs ve Hipokrat'ın hıfzıssıhhaya dair tavsiyelerine de yer verilen bu bölümde yemekten sakınma, dengeli
İbnü'n-Nefîs. İbn Sînâ'nın el-Kânûn'u-nun uygulama amaçlı bir özeti olan el-Mûcez İi't-tıb adlı eserinin girişinde hıf-zıssıhha hakkında genel bilgiler vermektedir. Müellif eserinde hastalıklardan söz ederken sebep ve tedavileri üzerinde durmakta, kitabın sonunda da saçın korunması, hastalıklar ve tedavileri, zehirlenmelere karşı çareler, haşarat ve zararlı hayvanları evden uzaklaştırmanın yollarına dair çeşitli bilgiler vermektedir. Rabat'ta Kral Hasan'ın Saray Kütüpha-nesi'nde (el-Hizânetü'1-Melikiyye) bulunan Muhammed b. Yûsuf b. Halsûn'un (Vll/ XIII. yüzyıl) Kitâbü'l-Ağziye ve hıfzı'ş-şıhha adlı eseri de hıfzıssıhhaya dairdir. Müellif eserinde tıbbı hıfzıssıhha ve hastalığın izâlesi olarak ikiye ayırır. Kitapta ceninin oluşması, organların görevleri, organlardan her birinin korunması, genel hıfzıssıhha konulan, mevsimlere göre alınacak tedbirler ve sağlıklı beslenme üzerinde durulmuştur IMuhammed el-Arabîel-Hattâbî. II. 11-23).
Hıfzıssıhha konusu daha birçok bilim adamı tarafından ele alınmıştır. İbn Rüşd'üne/-Küiİjyyâf/i'Hibadlı kitabının bir bölümü ile (s 315-340) Lisânüddin İbnü'l-Hatîb'in Nasri Sultanı Ganî- Billâh'a sunduğu el-Vüşûl U-hıfzı'ş-şıhha li'l-fuşûl adlı kitabın tamamı bu konu hakkındadır [a.g.e., II, 1 «9-243). Ebû Bekir er-Râzî'nin eserlerinde de konuya birçok vesile ile temas edilir.
İslâm ülkelerinde genel olarak hıfzıssıhha ile İlgili kurallar son asırlara kadar ih-tisab teşkilâtları tarafından uygulanmıştır. Muhtesibin en önemli görevi sağlık şartlarını temin etmesiydi: esnafı, özellikle gıda işiyle meşgul olanları denetler, çürük, bayat, kalitesiz ve temiz olmayan malların satılmasını engellerdi. Hisbeyle ilgili eserlerde teşkilâtın nasıl çalıştığına dair geniş bilgi bulunmaktadır. Meselâ
Şeyzerî'den öğrenildiğine göre \Nihâye-tü'r-rütbe.s. 22) muhtesibfırın binasının bu iş için uygun olup olmadığına bakar, fırıncılar hakkında defter tutar, hamur yoğrulan kapların, ekmek pişirilen yerlerin, örtülerin ve hamurkârların temiz olmasına dikkat ederdi. Ayrıca balıkçıların kullandıkları kapların temizliği ve sattıkları balıkların taze olup olmadığı her gün kontrol edilirdi {a.g.e., s. 'i'i).
Lİsânü 'l-'Arab, "nşb" md.; VVensinck, el-Mu'-cem, "svk", "ftr" md.leri; ei-Muuatta', "Sıfatü'n-nebî", 21; Müsned, I. 226. 237. 285, 307, 310, 337, 340; II, 263, 344, 366, 370, 383, 514, 537; 111, 100, 177,290.301,306,315.319,331,337, 366, 386, 394, 490, 514, 537; IV, 260; V, 79, 180, 271, 342, 343, 344, 363. 370, 372; VI, 309; Dârimî, "Mukaddime", 46, "Vudû"\ 2, "Kt'imc", 27. "Eşribe", 27; Buhârî. "Vudû'", 33. "Şavm". 27, 48, 49, "CezâJü'ş-şayd", 7, "Mc-vâkitü'ş-şalât", 39, "Bed'ü'I-halk", 15, 16. "Eişribe", 22, "Mcnâkıbü'l-enşâr". 32, "Mezâlim". 24. "Cihâd". 128, "Hibe", 35, "T'b", 30, "Rikak". 18. "frisam". 5. "Nikâh", 1; Müslim, "îmân", 58, "Kader", 34. "Taharet", 1,87,89. 91, 92, 93, "Mesâcİd", 57. "Zekât", 56, "Eşri-be", 134-136. "Müsâkât", 46; İbn Mâce. "Mukaddime", 10, "Taharet". 7,"Edeb". 7, "Edirne", 13, 22, "Eşribe", 24, "Zcbâ'ih", 11. "Zühd", 14, "Şıyâm", 22; Ebû Dâvûd. "Taharet", 38. 49. "Eşribe". 5, 16, 20, 22, "Et'ime". 24.49, 53. "letavvu'", 12, "Cihâd", 47, "Edcb". 13, 23;Tirmizî, "Et'imc", 11. 15, 24, 48, "Eşrİ-bc".3,"Edcb",7,41,"Dacavât".86;Nesâî. "Ta-hârer, 4, 37, "Eşribe", 25, "îmân", 16, "pahâ-yâ". 43. 44; Abdürrezzâk es-San'ânî. el-Muşan-nef, XI, 32; Ali b. Rabben et-Taberî. Fİrdeusü'l-hikme fi't-tıb (nşr M. Zübeyres-Sıddîkil. Berlin 1928, s. 97-120; Sabit b. Kurre, Kitâbü'z-Zahi-retı'ilmrt-Ub, Kahire 1928, s. 5-30; İbn Huzey-me. Sahih (nşr. M. Mustafa el-A7amî], Beyrut 1395/1975, I. 68; İbn Sînâ. Derü'l-medâri't-küüiyye 'ani'l-ebdâni'l-insâniyye (nşr. M. Zü-heyr el-Bâba. Min Mü'eliefâti İbn Sina et-(ıb-biyyeiynde). Halep 1984. s. 12-73; a.mlf., el-ürcüzefı'Hıbya.e. içinde), s. 80. 152-168, 195-206; a.mlf., Tedbİrü'l-miisâfirİn (trc. Hazmı Tura, nşr. Fuat Sezgin. Islamİc Medİcine içinde). Frankfurt 1996, XIII, 178-188; Ebü'l-Ferec İb-nü'l-Cevzî, Garibü.'1-hadİş(nşr. Abdülmutf Emîn Kalacî), Beyrut 1985, II. 174; Ahmed b. Yûsuf et-Tîfâşî. eş-Şifâ' fi'(-tıbbi't-müsned can Sey-yidi't-Muştafâ (nşr. Abdülmu'tî Emîn Kalacî), Beyrut 1988, s. 69-73, 79; Lü'lüe bint Salih b. Hüseyin. et-Vikâyetü'ş-şthhİyye 'alâ dav*i'l-Ki-tâb ue's-Sünne, Damman 1989, s. 15-80; İbnü'n-Nefîs. el-Mûcez ft't-tıb (nşr. Abdülkerîm el-Azbâvî). Kahire 1986, s. 55-66; Şeyzeri. Nihâ-yetü'r-rütbe fi talebi'i-hisbe (nşr Bâz el-Arînî). Kahire 1365/1946, s. 22, 33; Zehebî, et-T
52; Brockelmann, GAL SuppL, 1,415; R. K. Har-rison, "Healİng. Health". IDB, II, 541-548;Sami K. Hamarneh - Munawar A. Anees, Health Sciences İn Early İslam, Washington 1983,1, 113-198; Bedi N. Şehsuvaroğlu v.dğr, Türk Tıp Tarihi, Bursa 1984, s. 47; Ahmed Urve. el-Vikâye ue hıfzu'ş-şıhha 'İnde İbn S'mâ, Dımaşk 1986; M. Nâzım en-Nesîmî, et-Tıbbü'n-nebevîueciimü'l-hadiş, Beyrut 1987, II, 33-47, 390; Seyyid el-Cemîlî, et-İtcâzü't-Ubbİ fi'l-Kur'ân, Beyrut 1987. s. 137-144, 267-271; Muhammed el-Arabî el-Hattâbi. et-Tıb ue'l-eübbâ' fl'l-Endclüsi't-İstâ-miyye, Beyrut 1988, II, 11-23. 189-243; Ömer b, Mahmüd b. Abdullah, ct-Ttbbü'l-vikâ'i fi'l-İs-lâm, Devha 1990. s. 17-20; Abdülhay el-Kettâ-nî, et-Terâtibü't-idâriyye {Öze\).II, 210-223; Gü-nay Tümer - Abdurrahman Küçük. Dinler Tarihi, Ankara 1993, s. 156; Ali Rıza Karabulut. Tıbb-ı Nebevi Ansiklopedisi, Ankara 1994, M, 563-567; Ahmet Turhanoğlu, Hadislerde Koruyucu Hekimlik (yüksek lisans tezi, 1996. MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü), s. 18-62; Eli Davis. "Hygiene-, EJd., VIII, 1140-1141.
İKİ Nebi Bozkukt
Osmanlılarda Hıfzıssıhha. Osmanll-
lar'da genel halk sağlığına ilk dönemlerden itibaren önem verilmiştir. İlk Osmanlı kroniklerinde, özellikle savaşlardan sonra ortada kalan cesetlerin derhal gömülmesinin emredildiğine dair bazı bilgilere rastlanması çıkabilecek salgın hastalıklara karşı birtakım tedbirlerin alındığını gösterir. Öte yandan Osmanlı ordusu hakkında bilgi veren bazı yabancı seyyahlar da genel temizlik kurallarına nasıl titizlikle uyulduğunu anlatırlar. Meselâ Habs-burg elçilik heyetinin başında bulunan Busbeke. Osmanlı ordugâhında gübre yığınına veya süprüntülere rastlanmadığını, bunların ya yakılarak imha edildiğini ya da çukurlara gömüldüğünü belirtir [Türk Mektupları, s. 201). Fâtih Sultan Mehmed'e atfedilen bir vakıf kaydında temizlik konusunda alınan bazı tedbirlere dair bilgilere rastlanır (Yeni Türkiye, 1/ 5. s. 7|. Burada, İstanbul'un her sokağı için ikişer kişinin görevlendirilerek bunların kireç tozu veya kömür külüyle tükürükleri temizlemeleri, ayrıca ayın belli günlerinde kapı kapı dolaşıp evde hasta olup olmadığını araştırmaları ve bu görevlilerin ücretlerinin vakfedilen dükkânların kira gelirlerinden karşılanması gerektiği belirtilmiştir. Halk sağlığı açısından sokakların ve meydanların temiz tutulması gerekli görüldüğünden bu konuda da zaman zaman emirler yayımlandığı bilinmektedir. Meselâ 1539 tarihli bir yasaknâmede Edirne subaşısına sokakların temizlenmesi için talimat verilmiş, hiç kimsenin ev ve dükkânının önüne çöp dökmemesi, hamamların pis sularının so-kaklara akıtılmaması. bu amaçla yapılmış
319
HIFZISSIHHA
olan kanallar üzerine hela inşa edilmemesi, hayvan pisliklerinin ve leşlerinin toplatılması, çamaşır yıkanmış kirli, sabunlu suların yollara dökülmemesi için ikazda bulunulmuştur (Osmanlı Kanunnâmeleri, Vi, 540-542). Subaşı yanında "çöplük-başi" adlı bir görevli de mahallelerin süpürülmesine ve biriken çöplerin kaldırılmasına nezaret ediyordu. 1695 tarihli bir hükümde. İstanbul'un sokak ve mahallelerinin temizlenmesi için subaşı ve asesbaşıya gerekli önlemin alınması için talimat verilmiş, toplanan mezbelelerin denize dökülmesi, herkesin kendi evinin ve dükkânının önünü süpürmesi istenmiştir. Bu konuda esaslı bir nizamname ise 1719'da çıkarılmıştır. Buna göre çarşı ve sokaklardaki hayvan ölüleri, mezbele vb. pisliklerin ortadan kaldırılması için her mahalleye durumuna göre ikişer üçer süpürücü tayin edilmesi ve bunların ücretlerinin evlerdenve dükkânlardan toplanması, bu hususta kontrolün mahalle imamları tarafından yapılması karan alınmıştır {Mecelle-i ümûr-ı Bele-diyye, I, 956-958). İstanbul kadısına gönderilen 1813 tarihli bir diğer hükümde ise sokak ve mahalle aralarında biriken çöplerin "hastalığa bâdî" olması ihtimalinden söz edilerek bunların mahalle halkı ve esnafı tarafından kaldırılması için gerekli tedbirlerin alınması emredilmiştir (a.g.e., 1,959-960).
Sadece devletin değil halkın da hıfzıs-sıhha konusundaki bazı uygulamalarına dair örnekler vardır. Meselâ halkın başvurduğu koruyucu sağlık kurallarının önde gelenlerinden biri kan aldırma veya hacamattı; ancak bu alınan kanların sokaklara dökülmesi yasaktı. Devlet ise ih-tisab müessesesi kanalıyla uygulattığı bazı tedbirlerle genel sağlığın korunmasına nezaret ederdi. 1640 tarihli narh defterinde hamamcıların müşterilerine karşı dikkatli davranmaları, temiz ve kuru peştamal vermeleri, leğenleri kurnaların önüne koymamaları, berberlerin kalaysız kap kullanmamaları, usturalarının keskin olması, tıraş, hacamatve cerrahlıkta hizmet göreceklere beş yıldan önce icazet verilmemesi gibi konular yer almaktadır. Esnaf nizâmnâmelerinde de halk sağlığıyla ilgili hususlarda titiz davranıl-dığı ve ilgili esnafın bu bakımdan kontrol altında tutulduğu anlaşılmaktadır. Os-manlılar'da hayvan kesiminin mutlaka meskûn mahaller dışındaki sahalarda yapılması gerekiyordu; sokak ve mahalle aralarında hayvan kesimi yasaklanmıştı. Aşçı dükkânlarında kullanılan kap kaça-
ğın kalaylı ve temiz olmasına, bulaşıkların temiz su ile yıkanmasına, yemeklerin titizlikle pişirilmesine dikkat çekilir, pazarlarda satılan gıda maddelerinin sağlığa uygunluğu kontrol edilirdi. Yolların ve kaldırımların bakım ve onarımına nezaretle yükümlü olan muhtesib hasta-hekim ilişkilerini de düzenlerdi. Hamamların belli bir nizama bağlanmasına ve temizliğine özellikle ihtimam gösterilirdi. Sağlığa uygun olmayan meskenler zaman zaman padişahların hatt-ı hümâyunlarıy-la yıktırılırdı.
Hıfzısıhhanın Batı'da XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tıp ilminin ayrı bir dalı olarak ele alınması ve özellikle XIX. yüzyılda İngiltere ve Fransa gibi bazı ülkelerde halk sağlığını korumaya yönelik kanunlar çıkarılıp çeşitli komiteler kurulması Osmanlılar'ı da etkiledi. İlk defa. genel sağlığı korumaya ve salgın hastalıkları önlemeye çalışan II. Mahmud. geçici tedbirlerle yetinmeyerek devamlı bir sağlık teşkilâtı ile o dönemde hıfzıssıhha için büyük önem taşıyan karantina teşkilâtını kurdu (1838) ve mevcut sağlık kurumlarını modernleştirmeye başladı. Genel sağlığın temini için gerekli olan pek çok tedbir karantina nizamları arasında yer aldı. Çevreyi ve havayı kirleten pisliklerin ortadan kaldırılması, imalâthanelerin şehir dışına çıkarılması, gıda maddelerinin sağlıklı ve temiz olması, ağaçlandırma. mezarlıkların yerleşim yerlerinin dışında kurulması, ölü defninde mutlaka ruhsat alınması, mezarların belli bir derinliğe kadar kazılması gibi kuralların uygulanmasında hassas davranıldı ve cezaî müeyyideler getirildi. Ceza kanunnâmesinin 3. babına, "Yasak olan yerlere Ölü defnedenler, ettirenler ve ruhsat verenler bir aydan bir yıla kadar hapis ve bir adet yüzlük Osmanlı altınından on adet Osmanlı altınına kadar nakdî ceza ile cezalandırılır" hükmü ilâve edildi. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren hacca gidenlerin sayısındaki artışa paralel olarak Kızıldeniz sahillerinde ve Hicaz'da karantina ağı teşkil edilip Hindistan kaynaklı koleranın Hicaz üzerinden İslâm dünyasına yayılması büyük çapta engellendi.
Osmanlı Devleti 1851 yılında Paris'te toplanan I. Milletlerarası Sağlık Konferan-sı'na katıldı. Konferansta hekim delegeler, halk sağlığının korunması ve salgınların önlenmesi için gereken tedbirler hususunda "karantinistler"ve"hijyenistler" olarak iki gruba ayrıldı. Osmanlı Devleti, Fransa ve diğer Akdeniz ülkeleriyle birlik-
te karantinistler arasında yer aldı. Bunlar gemilerin, insanların ve emtianın tecrit edilmesini şart koşuyorlardı. Hıjyenist-lerin başında ise karantina uygulamalarından ticareti büyük zarar gören İngiltere geliyordu. Hijyenistler. İngiltere'de sağlık işlerine bakan General Board of Health'ın uyguladığı hijyen, temizlik, havalandırma, gemileri ve mallan dezenfekte etme tedbirlerini tesisi düşünülen yeni sağlık sisteminin temeli olarak görüyordu. Halk sağlığının muhafazası için bir hijyen sistemine ihtiyaç bulunduğu belirtilen konferansta hayvanîve nebatî artıkların, çöplerin, mezbahaların şehir ve köylerden uzaklaştırılması, pis suların kapalı lağımlarla akıtılması, her eve içilebilir temiz su sağlanması, baraka türü salaş yapıların ortadan kaldırılması ve yolların ıslahı gibi tedbirler tavsiye edilmiştir. Hijyenistlerin etkisinde kalan konferans her olaya karşı hıfzıssıhha tedbirlerinin alınmasını mecbur tutmuştur.
Osmanlılar'da karantina uygulamasının yanında yeni tıp dallarının gelişmesi, ancak bunların tıp eğitiminin müfredat programına girmesinden sonra oldu. Mekteb-i Tıbbiyye'de 1841-1842 öğretim yılında okutulan dersler arasında ilm-i hıfzıssıhhanın da yer aldığı görülmektedir. Hıfzıssıhhanın gelişmesinde çok önemli bir yeri olan bakteriyolojinin ülkedeki tarihi 1887'de başlar. M. Abdülha-mid'in emriyle Zeoros Paşa. Dersaâdet Dâülkelb ve Bakteriyoloji Ameliyathâne-si'ni kurarak çalışmaya başladı. 1893 yılında Maurice Nicolle ve Hasan Zühdü Nazif Bey tarafından Bakteriyoloji-i Şâhâne tesis edildi; gerek görüldüğü zaman karantina evlerinde de (tahaffuzhane) bakteriyoloji laboratuvarlan açıldı. Çiçek aşısı uygulamaları ise çok eski tarihlerden beri yapılmaktaydı. 1811 yılında tabip Şânîzâ-de Mehmed Atâullah Efendi'ninve 1847'-de İsmail Paşa'nın başarısız kalan aşı hazırlama müessesesi kurma teşebbüslerinden sonra B. C. Violi 1880'de özel bir çiçek aşısı hazırlama laboratuvarı açmayı başardı. Bir devlet müessesesi olan aşı evi ise (telkihhâne) 1892yılında Hüseyin Remzi Bey tarafından kuruldu. İstanbul'dan sonra Mekke, Basra, Şam. San'a. Bağdat, Musul, Erzincan, Sivas ve Manastır şehirlerinde de şubeleri açıldı. Tel-kihhânenin açılmasıyla daha önceleri ithal edilen aşılar burada hazırlandı. Bu müessese Haziran 1954'te kapatılarak yerine Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü kuruldu. Hıfzıssıhha hizmetlerinin en önemlilerinden olan dezenfeksi-
320
yon işlemi Osmanlılar'da yaygın biçimde uygulanmakta ve bu iş için tebhîr (tütsü-leme, etüvden geçirme) aletleri kullanılmaktaydı. Salgın ve bulaşıcı hastalık zamanlarında tebhîrhâneler önemli hizmetler yapıyordu; pek çok tahaffuzhanede de tebhîr aletleri mevcuttu. Bunların dışında 1893 büyük kolera salgını sırasında İstanbul'da belediyeye bağlı olarak faaliyet gösteren Üsküdar, Galata ve Gedik-paşa tebhîrhâneleri açılmıştır. Bu tebhîrhâneler 191 1 yılında Müessesât-ı Hayriy-ye-i Sıhhiyye Müdüriyeti'ne devredildi.
Türkiye Cumhuriyeti anayasasının 56. maddesi kişi ve çevre sağlığının korunmasıyla ilgilidir. Ayrıca kamu sağlığına dair iki temel yasa vardır; bunlardan biri 24 Nisan f 930 tarih ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, diğeri 7 Mayıs 1987 tarih ve 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Ka-nunu'dur.
BA. HH, nr. 51094; BA, İrade - Dahiliye, nr. 93014; BA. A.DVM, Mektûbî Kalemi, nr. 27 ] 1; BA. Şehremaneti iradeleri, nr. 12 Cemâziyelâ-hir 1311/8, 25 Receb 1311/4, 10 Şaban 1312/ 2, 22 Şaban 1314/6; BA. Sıhhiye iradeleri, nr. lBSafer 1311/1, 1 Rebîülevvel 1322/2, 14 Re-bîülevvel 1325/1; BA, Yıidız Sadâret Hususi Mâ-ruzatEvrakı, nr. 286/70, 310/81; Osmanlılarda Narh Müessesesi ue 1640 Tarihli Narh Defteri (haz. Mübahat S. Kütükoğlu), İstanbul 1983, s. 260-262; Osmanlı Kanunnâmeleri ue Hukukî Tahlilleri (haz. Ahmet Akgündiiz], İstanbul 1992, VI, 540-542; Busbecq. Türk Mektupları (trc. H.Cahit Yalçın), istanbul 1939, s. 201; lieu-sât-i Seruet-i Fünûn (13111,5. 18-19; Neusâl-i Â/îyet( 1316). 5.362-364;BesimÖmer, Nevsal-İ Tıbbî, istanbul 1320, s. 92-96; E. Caustner. Hıf-zissıhha(trc. Mehmed Fahri Paşa], İstanbul 1331, s. 161-166; Mecelle-i ümûr-ı Belediyye, \, 954-963; IV, 40; Süheyl Ünver, "Osmanlı Tababeti ve Tanzimat", Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 945-952; Bedi N. Şehsüvaroğlu, istanbul'da 500 Yıl-kk Sağlık Hayatımız, İstanbul 1953, s. 100-103; Emine Melek Atabek, 1851 'de Paris'te Toplanan I. Milletlerarası Sağlık Konferansı ue Türkler, İstanbul 1974, s. 9-19, 101; W. Mcneil. Pla-guesandPeoples, NewYork 1975,tür.yer.;Ziya Kazıcı, Osmanlıtar'da Ihtisab Müessesesi, İstanbul 1987, s. 103,105-106, 129,220, 222; Ekrem Kadri Unar, "Bakteriyoloji". Dünyada ue Türkiye'de 1850 Yılından Sonra Tıp Dallarındaki İlerlemelerin Tarihi, İstanbul 1988, s. 51-52; a.mlf.. "İnfeksiyonlar Bilimî", a.e., s. 241 -243; a.mlf.. "Tıp Parazitolojisi", a.e., s. 342; a.mlf.. Bulaşıcı Hastalıklarla Sauaş ue İslâm Dini, İstanbul 1989, s. 11,42,45; Emre Dölen, Tekstil Tarihi, İstanbul 1992, s. 53-54; Abdülazlz Bey, Osmanlı Adet, Merasim ue Tabirleri (haz. Kazım Ansan - Duygu Ansan Günay), İstanbul 1995, s. 349-350; Suraiya Faroqhi, Hacılar ue Sultan-far(trc. Gül Çağalı Güven), İstanbul 1995, s. 122; Gülden Sanyıldtz. "Karantina Meclisi'nin Kurutuşu ve Faaliyetleri", TTK Belleten, LVIIİ/222 (1994|. s. 351; "Fâtih'in Tababetle İlgili Vasiyetnamesi", Yeni Türkiye, 1/5, İstanbul 1995,
HILÂTÎ
L_
Ebû Abdillâh Sadrüddîn Muhammed
b. Abbâd b. Melik Dâd el-Hılâtî
(ö. 652/1254)
Hanefî fakihi.
J
Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Bitlis'in bir ilçesi olan Ahlat'a (Arapça eserlerde Hılât) nisbetle Hılâtî diye anılmaktadır. Cemâleddin Mahmûd b. Ah-med el-Hasîrî'den fıkıh okudu ve Şahîh-i Müslim'i dinledi. Kureşî'nİn Zebîdî, İbn Kutluboğa'nın İbnü'z-Zebîdî şeklinde kaydettiği bir âlimden de Şahîh-i BuhârTy'ı dinledi. Her iki kaynağın da adını belirtmediği bu âlim, Hanefî ve Hanbelî taba-kat kitaplarında Zebîdî veya İbnü'z'-Ze-bîdî diye anılan ve çeşitli şehirlerde Şahîh-i BuhârTyi okuttuğu kaydedilen Ebû Abdullah Hüseyin b. Mübarek ez-Zebîdî (ö 631/1234) olmalıdır. Her iki hocasının da Dımaşk, Halep ve Bağdat gibi ilim
HILAT1
merkezlerinde bulunduğu göz önüne alınırsa Hılâtî'nin ilim tahsili için bu şehirlere gitmiş olduğu düşünülebilir. Kahire'de Süyûftyye Medresesinde ders verdiği bilinen Hılâtî'nin talebelerinden sadece Mısır Hanefî kâdıtkudâtı Ahmed b. İbrahim es-Serûcî'nin adı zikredilmektedir. Hılâtî Receb 652'de (Eyiül 1254) vefat etti.
Eserleri. 1. Telhîşü'l-Câmi'i'l-kebîr. Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî'nin Hanefî mezhebinin ana kaynaklarından olan e!-Câmicu'l-kebîr"m\n muhtasarıdır. İstanbul kütüphanelerinde çok sayıda yazma nüshası bulunan (meselâ bk. Süley-maniye Ktp., Fâtih, nr. 1552, Hasan Hüsnü Paşa, nr. 5 ] 3; Esad Efendi, nr. 584; Lâleli, nr. 841; Ayasofya, nr. 1073; Yenicami, nr 378) eserin birçok şerhi yapılmıştır. Günümüze ulaşan önemli şerhleri arasında İbn Balaban'm Thhfetü '1-harîş fi şer-hi't-Telhîş, Mes'ûd b. Muhammed el-Gucdüvânfnin et-Tenvk şerhu Telhîşi'l-Câmi'i'I-kebîr, Bâbertî'nin Şerhu Tel-hîşi'l'Câmfi'I-kebîr adlı eserleriyle Sa'-deddinet-Teftâzânî ve Molla Fenârî'nin şerhleri zikredilebilir, reihjş'in bir kısmı Mevküfâtî Mehmed Efendi tarafından Türkçe'ye çevrilerek şerhedümiştir. Bu
321
HILATÎ
eserin bir nüshası Tercüme-i Telhîsü'l-CâmÜ'l-kebîr adıyla Süleymaniye Kütüphanesi'nde kayıtlıdır (Şehid Ali Paşa, nr. 719). Mevküfâtî tercümeye yazdığı mukaddimede eserin çok muhtasar olduğunu, bu sebeple bazı yerleri anlamakta güçlük çektiğini belirtmektedir (bk. vr. 2a). 2. Makşadü'l-Müsned. Ebû Hanîfe'-nin el-Müsned adlı eserinin muhtasarı olup Dârü'l-kütübi'l-Mısriyye'de bir nüshası bulunmaktadır (Hadis, nr. 440/2; bu eserlerin yazma nüshaları için bk. Brockel-mann, GAL, !, 178-179, 475; Suppi, I, 286, 290, 655; Sezgin, I, 416, 426-427). Kaynaklarda Hılâtî'nin Tcflîk hlâ Şahîhi Müslim adlı bir eserinden de söz edilmektedir.
BİBLİYOGRAFYA :
Hılâtî. Tercüme-i Tp.lhtsü't-Câmii'l-kebîr |trc. Mevküfâtî Mehmed Efendi). Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 719, vr. 2-; Kureşî. el-Cevâ-hİrü't-mudıyye.U, 123-124; III, 180-181; ibn Receb, ez-Zey! 'a/â Tabakâtİ'l-Hanâbile, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife), II, 188-189; İbn Tağrîber-dî, ed-Detîlü'ş-şâfîcate'l-Menrıeli'ş-şâlîlnşt. Fe-hîm Muhammed Şeltût). Kahire, ts. (Mektebe-tti'l-Hâncî), 11, 630; İbn Kutluboğa, Tâcû't-terâ-cİm.s. 62-63; Keşfü'z-zunûn,], 472-473, 558, 569; II, 1681; Leknevî, el-Feuâ'idü 't-behiyye, s. 13, 172-173; Brockelmann, GAL, 1, 178-179, 475; Suppi., 1, 286, 290, 655; HedtyyetüVâd-fîn, li, 125; Ziriklî, et-A'lâm, VII, 51; Kehhâle, Muccemü't-mü'elüfîn,X, 118;Sezgin. GAS.I, 416, 426-427; Ahmet özel. Hanefi Fıkıh Âlimleri, Ankara 1990, s. 66; Kârnûsü't-a'tâm, III,
!S!I Cengiz Kallek
r
HIMARİYYE
Allah'ın
günaha sebep olan şeyleri
yaratmayacağı görüşünden
hareketle şarabın ilâhî fiille değil
imalâtçısının fiiliyle meydana geldiğini
İleri süren Askerimükrem
Kaderîleri'nden bir gruba verilen ad
(bk. KADERİYYE).
HIMS
(bk. HUMUS).
HINNÂVÎZÂDE
J
(bk. KINAUZÂDE ALİ EFENDİ).
r
HINZIZ
~l
Birinci sınıf
Câhiliye şairlerine verilen ad (bk. TABAKÂTÜ'ş-ŞUARÂ).
L J
HIRABE
(bk. EŞKIYA).
HIRAKİ
L
Ebü'l-Kâsım Ömer b. Hüseyn
b. Abdillâh el-Hırakl el-Bagdâdî
(ö. 334/946)
Hanbelî fakihi.
Hıraki nisbesi, Arapça'da "elbise ve kumaş" anlamına gelen hırka (çoğulu hı-rak) ticaretinden gelmektedir. Babası Ebû Ali el-Hırakl de hocası Ebû Bekir el-Merrûzî'ye (ö. 275/888) yakınlığı sebebiyle "Merrûzî'nin halifesi" diye anılmış bir Hanbelî âlimi olup Merrûzî'ye sorduğu sorulara onun verdiği cevaplan derleyerek Kaşaşu men hecerehû Ahmed adıyla bir eser kaleme almıştır (İbn Tey-miyye, VII, 148).
Bağdat'ta tahsil gören Hıraki, Ebû Bekir el-Merrûzî'den başka Harb b. İsmail el-Kirmânî'den, Ahmed b. Hanbel'in oğullan Salih ile (ö. 266/880) Abdullah'ın da (ö. 290/903} talebeleri olan babasından ve Ebü'1-Fazl b. Abdüssemî" el-Hâşi-mî gibi pek çok âlimden ders aldı. Hıraki'-nin doğrudan Ahmed b. Hanbel'in oğullarından ders okuduğuna dair bazı müellifler tarafından kaydedilen bilgi (Sezgin, I, 512; İbnü'l-Mibred, neşredenin mukaddimesi, I, 88-89) klasik kaynaklarda verilen bu malumatla çelişmektedir. Aralarında Ebü'l-Hasan Abdülazîz b. Haris et-Temîmî. Ebû Muhammed Abdullah b. Osman es-Saffâr, İbn Batta el-Ükberî, Ebü'l-Hüseyin İbn Sem'ûn ve Ebû Bekir Hasan b. Yahya el-Mukrî gibi fakih ve mu-haddislerin bulunduğu birçok âlim de Hı-rakî'den ders almıştır.
Hıraki zamanında Büveyhîler'in hâkimiyeti altında bulunan Irak'ta Rafızîlik ve Mu'tezilîlik hâkim duruma gelmişti. Ce-mâziyelâhir 321'de (Haziran 933) yahut ertesi yıl, Emîr Ali b. Yılbak ve kâtibi Hasan b. Hârûn Bağdat'ta hutbe sırasında Muâviye ile oğlu Yezîd'e lanet edilmesini emrettiler. Yine aynı yıl Hanbelîler'in vaaz ve öğretimden menedilip bazılarının Basra'ya sürgüne gönderilmesi halkta büyük bir tedirginliğe yol açtı. 331 (943) yılında da sahabeye dil uzatma had safhaya varınca tüccarların pek çoğu hacılarla birlikte Mısır ve Şam'a hicret etti. Bu olaylar sebebiyle Hanbelîler'in Bağdat'ta kalması güçleşince Hıraki de Hanbelî mezhebinin kök salmaya başladığı Şam'a gitti.
Burada vefat eden Hıraki, Bâbüssagir Kab-ristanı'nda şehidlerin mezarları yakınına Cerrah Camii karşısına defnedildi. Kabri daha sonra ziyaretgâh hafine gelmiştir. İbn Batta, hocası Hıraki'nin Şam'daki kabrini ziyaret ettiğini açıkça ifade ettiğine göre onun Bağdat'ta öldüğü şeklindeki rivayet gerçeği yansıtmamaktadır.
Eserleri. Ebû Ya'lâ el-Ferrâ'nın belirttiğine göre Hıraki'nin pek çok eseri bulunmakla birlikte bunlar yaygınlık kazanmamıştır. Zira Bağdat'tan ayrılırken kitaplarını emanet bıraktığı dostunun evi yanmış ve bu yangından sadece el-Muhta-sar adı verilen eseri kurtulabilmiştir, el-Muhtaşar'm hac bölümünde Hacerüles-ved'in Karmatîler tarafından yerinden sökülmüş olduğunu ima eden, "Hacı Hace-rülesved'e gelir ve imkân bulursa -eğer yerinde ise- onu selâmlar ve öper" ifadesi, hiç değilse kitabın bu bölümünden itibaren sonuna kadar olan kısmının 317 (929) yılından sonra yazıldığını düşündürmektedir. Zira Hacerülesved, Karmatî lideri Ebû Tâhir el-Cennâbî tarafından bu tarihte yerinden sökülmüş ve ancak 339'da (950-51) tekrar yerine konulabil-miştir. Hıraki'nin özel bir İsim vermediği bu eser. mezhebin görüşlerini özlü biçimde ihtiva etmesi sebebiyle el-Muhtasar diye meşhur olmuştur. Hanbelî mezhebine dair ilk klasik fıkıh metnini teşkil eden kitabın bölümlerinin tertibinde Şafiî mez-hebiyle ilgili eserler esas alınmış ve bu tertip daha sonraki pek çok Hanbelî müellifi tarafından da benimsenmiştir. el-Muhta-şar, Muvaffakuddin İbn Kudâmeel-Mak-disî (ö. 620/1223) el-Mukniı\ yazıncaya kadar Hanbelîler'in yegâne muteber fıkıh metni olma Özelliğini korumuştur. İbn Kudâme'nın eseriyle birlikte el-Muhta-şar'm tertibi de terkedilmiştir.
el-Muhtaşar'm ihtiva ettiği 2300 meselenin tamamı doğrudan Ahmed b. Han-bel'e ait görüşler olmayıp bir kısmı onun görüşlerine dayanılarak Hıraki tarafından ortaya konan tahriclerdir. Hıraki'nin eserinde bunu belirtmemesi, bütün görüşlerin Ahmed b. Hanbel'e ait olduğunu ima edeceği gerekçesiyle tenkit edilmiştir. Gulâmü'l-Hallâl'in el-Muhtaşar'in bir nüshası üzerine, "Hıraki bana altmış meselede muhalefet etmiştir" dîye yazdığını kaydeden İbn Ebû Ya'lâ bunu araştırdığını ve aralarında doksan sekiz meselede ihtilâf bulunduğunu tesbit ettiğini belirtir [Tabakâtü'l-hanâbiie, II, 76-118). Hanbelî mezhebinde büyük öneme sahip olan el-Muhtaşar medreselerde okutulmuş, talebeler tarafından ezberlenmiş.
322
HIRAKİ
bazı âlimlerce manzum hale getirilmiş ve üzerine birçok şerh yazılmıştır.
İbnü'l-Mibred (İbn Abdülhâdî), hocası İz-zeddinel-Mısrî'nin(ö. 876/1471-72) ei-Muhtaşar'a ait 300 şerhin adını tesbit ettiğini söylediğini ve kendisinin de yirmiye yakın şerhi gördüğünü belirtir (ed-Dürrü'n-naki, 111. 873). M. Züheyr eş-Şâ-vîş tarafından neşredilen el-Muhtaşar'm (Dımaşk 1378/1959, 1964) günümüze ulaşan başlıca şerhleri şunlardır: 1. Ebû Ya"-lâ el-Ferrâ'nın (ö. 458/1066) şerhi. Eserin farklı nüshalara ait iki cildi Dımaşk Zâ-hiriyye Kütüphanesi'nde bulunmaktadır (nr. 2746, 2747). 772 (1370-71) yılında istinsah edilen bir nüshaya ait II. cilt 267 varak olup nikâh bölümünden başlayıp el-Muhtaşar'm da son kısmı olan üm-mü'1-veledlerin azat edilmesi bölümüyle sona ermektedir. 577'de (1181) istinsah edilen diğer bir nüshanın III. cildi ise 218 varaktır ve "Kitâbü Diyâtİ'n-nefs" ile başlayıp yine eserin sonuna kadar devam etmektedir. Eser. Mekke Ümmülkurâ Üni-versitesi'nde Suûd Abdullah er-Ravki tarafından neşre hazırlanmıştır (1407/ 1986). Z. İbnü'l-Bennâ el-Bağdâdî, el-Muknf fî şerhi Muhtaşari'l-Hiraki (1-IV. nşr. Abdülazîz b. Süleyman el-Baîmî, Riyad 1414/1993). 3. Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muğnî (nşr. M. Reşîd Rızâ, Kahire 1367/1947; nşr. Abdullah b. Ab-dülmuhsin et-Türkî, I-IX. Kahire 1406/ 1986, 1412/1992, 2. bs.; nşr. M. Salim Mu-haysin - Şa'bân M. İsmail, I-1X, Riyad, ts.; Kahire, ts. \eş-Şerhu'l-kebîrile birlikte|; 1-X1V |son iki cilt fihristtir], Beyrut 1392/ 1972, 1982, el-Muhtaşaf\n en meşhur şerhidir, bk. D/A, XIII. 19). 4. EbûTâlibAb-durrahman b. Ömer ed-Darîr, el-Vâzıh fî şerhi Muhtasarı Ebi'l-Kasım el-Hı-raki (I. cilt, Dublin Chester Beatty Ktp., nr. 4947 [Kitâbü'l-Muknfm naşirinin mukaddimesinde bu numara 3286 olarak ve-rilmektedirh !l. cilt, Halep Mektebetü'l-evkâfi'ş-şarkıyye, nr. 19950). Kaynaklarda Ebû Tâlib'e el-Kâfî fî şerhi'l-Hıraki adıyla bir başka şerh daha izafe edilmektedir. 5. Şemseddin ez-Zerkeşî. Şerhu 'z-Zerkeşî 'alâ Muhtaşari'l-Hıraki (nşr. Abdullah b. Abdurrahman el-Cebrîn, 1-VII, Riyad 1413/1993). Zerkeşî'nin bu esere dair tamamlanmamış ikinci bir şerhi daha vardır. Müellif, bu şerhini öncekinden ihtisar ederek "Kitâbü'l-Etcime"den "Bâbü'l-edâhTye kadar getirmiş, geri kalan kısmı bir başka Hanbelî âlimi tarafından tamamlanmıştır. Şerhin dörtte bir kadarı günümüze ulaşmış olup Abdullah b. Abdurrahman el-Cebrîn'in belirttiğine göre basıma hazırlanmaktadır (İbnü'l-
Mibred, neşredenin mukaddimesi, 1, 89). Muhammed b. Abdurrahman b. Hüseyin Âlü İsmail'in (ö. 1969), Hasiyetti Muh-taşari'1-İmâm Ebi'l-Kasım eî-Hıraki adıyla yayımlanan eseri (Riyad 1408/1988), klasik türde bir haşiye olmayıp sadece dipnotlarda bazı konular hakkında bilhassa el-Muğnî gibi kaynaklardan yapılan alıntılar aktarılmakta, ayrıca bankacılık gibi yeni bazı meseleler hakkındaki tartışmalar özetlenmektedir (s. 109-113; et-Muh-taşar üzerine yazılan diğer şerhler için bk. İbnü'l-Bennâ, neşredenin mukaddimesi, I. 64-74).
el-Muhtaşar, Ebû Muhammed Ca'fer b. Ahmed es-Serrâc, Ebû Ca'fer Mekkî b. Muhammed b. Hübeyre ve ed-Dürre-tü'1-yetîme ve'1-mahaccetü'I-müstaki-me (GAS'ta "mahacce" yerine yanlış olarak "mahabbe" ifadesi yer almaktadır, Berlin Königlichen Bibliothek, nr. 4511) adıyla Ebû Zekeriyyâ Yahya b. Yûsuf es-Sarsarî tarafından manzum hale getirilmiştir. Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Mevsilî ise el-Muhtaşar'm sadece ibadetler kısmını nazmetmiştir.
Ebü'1-Fazl Ahmed b. Nasrullah el-Kir-mânî et-Tüsterî el-Bağdâdî el-Muhtaşar ı ihtisar etmiş, İbnü'l-Mibred de eş-Şeğârü '1-bâsim li-tahrîci ehâdîşi Muhtasarı Ebi'l'Kâsım adlı eserinde kitaptaki hadislerin kaynaklarını göstermiştir. Ebü'l-Mehâsin Muhammed b. Abdülbâki el-Mecmaî el-Mevsılî Şerhu garibi elfâ-zi'1-Hırakîve İbnü'l-Mibred ed-Dürrü'n-nakî iî şerhi elfâzi'l-Hıraki (nşr. Rıdvan Muhtar b. Garbiyye, 1-111. Cidde 1411/ 1991) adlı eserlerinde el-Muhtaşar'öaki garip kelimeleri açıklamışlardır.
Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muhtaşar üzerine ilâvelerini ihtiva eden el-Hâdî CUmdetü'l-hâzim fı'l-mesâmi'z-ze-uâ'id 'an Muhtasarı Ebİ't-Kâstm (Beyrut, ts.]. bazı kaynaklarda tümdetü't-tâzim fî telhîşi'l-mesâ'ili'l-hâriciuue can Muhtasarı Ebi't-Kasım] adıyla bir eser kaleme almıştır. Ebû Zekeriyyâ Yahya b. Yûsuf es-Sarsari, İbn Kudâme'nin Zevâ'idü'1-kâfî Cale'l-Hıraki adındaki diğer bir eserini Vâsıtatü'l-^kdi'ş-şemîn ve 'umdetü'l-hâhzi'1-emîn adıyla manzum hale getirmiştir. Ebû Bekir b. Zeyd el-Cerâî de Gö-yetü'l-matlab iî ma'rifeti'l-mezheb'm-de (TSMK, 111. Ahmed, nr. 1131) el-Muh-taşar'a yapılan ilâveleri bir araya getirmiştir.
Fuat Sezgin. Hiraki'nin Fevâ'id adlı eserinden Ebü'l-Kasım el-Lâlekâî'nin (ö. 4İ8/1027) yaptığı seçmeleri ihtiva eden bir cüzün (Cüz3 fîhi feuâ'idü Ebi'l-Kasım 'Abdırrahman el-Hırakl) Zâhiriyye Kü-
tüphanesi'nde kayıtlı bulunduğunu (nr. 87/1) belirtir [GAS, I, 501}. Ancak klasik kaynaklarda böyle bir eserden söz edilmemesi bir yana, Hırakî'nin adı Ömer iken eserde müellifin adının Abdurrahman olarak verilmesi ve Lâlekârnin Şafiî mezhebine mensup olması gibi hususlar bu bilginin yanlışlığını ortaya koymaktadır. M. îsâ Sâlihiyye tarafından Ebü'l-Kâsım el-Hırakî'ye nisbet edilen (et-Mu'cemü'ş-şâmil, 11, 270) Müntehe'l-idrâk fî tak-sîmi'l-eflâk (nşr. Carlo Nallino, Roma 1934), Bahâeddin Ebû Muhammed Ab-dülcebbâr b. Muhammed el-Harakİ es-Sâ-bitî'ye (ö. 527/1132) aittir (Brockelmann, GAL, 1,624; SuppL, I, 863).
BİBLİYOGRAFYA :
Hatîb. Târthu Bağdâd, XI, 234-235; İbnü'l-Bennâ el-Bağdâdî. el-Mukni' fi şerhi Muhtaşa-ri't-Htrak't (nşr. Abdülazîz b. Süleyman el-Baîmî). Rİyad 1414/1993, neşredenin mukaddimesi, I, 27-79, ayrıca bk. I, 185-186;Şîrâzî. Tabakâtü't-fukahâ', Beyrut, ts. (Dârül-Kalem), s. 173-174; ibn Ebû Ya'lâ. Tabakâtü'l-Hanâbile. II, 45-47, 75-118; SenTânî. et-Ensâb, V, 91-93; İbn Asâ-kir. Târihu Dımaşk, XII, 702-703; İbnü'l-Cevzî. et-Muntazam, XIV, 49;a.mlf.. Menâtfitıü'l-İmâm Atımed b. Hanbe! (nşr. Abdullah b. Abdülmuh-sin et-Türkî -Ali Muhammed Ömer), Kahire 1399/1979, s.622; İbn Kudâme. el-Muğnî (Her-râs). I, 3; İbn Hallikân. Vefeyât, İM, 441; ibn Tey-miyye. Der'ü te<âruzi't-'akl oe'n-nakl (nşr M. Reşâd Salim). |Riyad| 1978, VII, 148;Zerkeşî. Şerhu'z-Zerkeşî catâ Muhtaşari't-Htrakİ (nşr Abdullah b. Abdurrahman el-Cebrîn), Riyad 1413/ 1993, neşredenin mukaddimesi, I, 41-48, 69-76, 89; İbn Kesîr. et-Bidâye, XI, 214; Zehebî, A'tâmü'n-nübelâ', XV, 363-364; İbn Tağrîber-dî. en-Mücûmü'z-zâhire, III, 289; İbn Müflih el-Makdisî, el-Makşadü 't-erşed (nşr. Abdurrahman b. Süleyman el-Useymîn), Riyad 1410/1990, !, 98, 296, 345; II, 298, 445; III, 41, 114; İbnü'l-Mibred, ed-Dürril'n-naki fi şerhi elfâzi'l-Hırakî (nşr. Rıdvan Muhtar b. Garbiyye), Cidde 1411/ 1991, neşredenin mukaddimesi, I, 85-97, ayrıca bk. II!, 872-874; Ebü'l-Yümn el-Uleymî, et-Menhecü'l-ahmed (nşr. M. Muhyiddin Abdül-hamîd). Beyrut 1403/1983, II, 61-63; Keşfü'z-zunûn, II, 1286, 1626; İbnü'l-İmâd. Şezerât, II, 336-337; Muhammed b. Sattı. Muhtasara 7a-bakâtİ'l-Hanâbile (nşr. Fevvâz Ahmed ez-Ze-merlî), Beyrut 1406/1986, s. 31; Abdülkâdİr Bedrân, et-Medhat ilâ mezhebi't-İmâm Ahmed b. Hanbei, Beyrut 1405/1985, s. 203, 209, 214-217. 221; Brockelmann. GAL, 1, 194,503,624; Suppl., 1, 311, 863; Ziriklî, el-A'lâm, V, 202; Kehhâle, Mu'cema'İ-mtfcUlftn, VII. 282-283; Sezgin, GAS, I, 501, 512-513; a.e. (Ar.). 1/3, s. 212, 235-236; M. Ebû Zehre. İbn Hanbei, Kahire 1981, s. 196-198; Abdülvehhâb İbrahim Ebû Süleyman. KUâbetü'l-bahşi't-ıitmî, Cidde 1403/1983, s. 368, 395; Sâlihiyye. el-Mu'ce-mü'ş-şâmit, II, 270; H. Laoust, "Le hanbalisme sous le califat de Bagdad", REI, XXVII (1959). s. 84; a.mlf.. "al-Hhiraki", £/2(ing), V, 9-10; Abdullah b. Süleyman b. Menî", "el-Muğnî H'bn Kudâme", ed-Dâre, İH/2, Riyad 1397/1977, s. 352-361; Ahmet Özel, "Fıkıh (Literatür!", DİA,
XIII. 19. m
İRİ Şükrü Özen
323
HIRÂMÎ AHMED PASA MESCİDİ
"1
HIRAMI AHMED PAŞA MESClDl (bk. SAVAKLAR MESCİDİ).
r
L
HIRÂMÎ AHMED PAŞA MESCİDİ
İstanbul'da
XVI. yüzyıl sonunda
kiliseden çevrilen bir mescid.
J
Fatih'in Çarşamba semtinde Fethiye Camii'nin yakınında küçük bir Bizans yapısıdır. Fethiye caddesinin kenarında Kol-tukçu ve Beyceğiz sokakları ile sınırlanan ufak bir meydanın ortasındadır.
Bu hıristiyan mabedinin Bizans dönemindeki Hagios (oannes Prodromos en to Trullo Kilisesi olduğu yolunda eskiden beri yerleşmiş bir görüş varsa da gerçek adı ve kesin yapım tarihi bilinmemektedir. İstanbul'un fethinin arkasından Fâtih Sultan Mehmed tarafından 1455'te Ortodoks patriğine Pammakaristos Manastır ve Kilisesi patrikhane olarak tahsis edildiğinde o zamana kadar burada barınan rahibelere de bu kilise verilmiş, böylece herhalde etrafında bulunan bazı binalarla burası bir kızlar manastırı kilisesi haline gelmiştir. Buraya o sırada "kubbe" anlamına gelen Trullos adının verilmesi, binanın tarihlendirilmesi hususunda bazı yanlış görüşlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bizans döneminin erken yüzyıllarında Quinisexte denilen büyük dinî toplantının 691 "de Trullos adı verilen bir yerde yapıldığı düşünülerek bu olay sonradan Ahmed Paşa Mescidi olan küçük kiliseye yakıştırılmak istenmiştir. Halbuki mevcut bina, mimari üslûbu bakımından fazla eski olmadığı gibi içinde yüzlerce metropolitin toplanmasına imkân vermeyecek ölçüde küçük bir yapıdır. Ayrıca Trullos denilen yerin bir kilise değil Bizans imparatorlarının "Büyük Saray"ının kubbeli salonlarından biri olduğu da bilinmektedir. Bu küçük kilisenin mimari
özellikleri yönünden XI-XII. yüzyıllarda inşa edilmiş olabileceği tahmin edilmektedir. Hagios loannes Prodromos en to Trullo adı da 1456'da burası bir kızlar manastırının merkezi olduğunda ortaya çıkmıştır.
Hagios loannes Prodromos Manastır ve Kilisesi fetihten sonra yaklaşık 150 yıl Or-todokslar'ın elinde kalmış ve yakınındaki Pammakaristos Manastırı'nın 1586'da patrikhâneliğine son verilip kilisesi Fethiye Camii olduğunda Hagios loannes Kilisesi de Hırâmî Ahmed Paşa tarafından mescide dönüştürülmüştür. Lakabı "Ha-râmî" olarak da okunan Ahmed Paşa Ay-vansarâyî tarafından. "Yeniçeri ağalığından defterdar olup ba'dehû vezâretle dahi hidemât-ı Devlet-i Atiyye'de iken şeş-cihet. sene 1008 Şevvalinde yirmi sekizinci günü rihlet edip Taksim karşısında bina eylediği mescidin mihrabı Önünde def-nolunmuştur... İstanbul'da dahi Fethiye kurbünde kiliseden münkalib bir mescidi vardır" cümleleriyle tanıtılmaktadır. Ayvansarâyî, bu vesile ile paşanın mezar taşındaki kitabenin de kopyasını verir: "Hırâmî Vezir Ahmed Paşa / Mustafâ-hulk u Alî-sîret/ Yirmi sekizinci günü Şevvalin / Kıldı izz ile rihlet. sene 1008". Siya-vuş Paşa'nın damadı olan Hırâmî Ahmed Paşa 28 Şevval 1008'de (12 Mayıs 1600) vefat ettiğinde Edirnekapı dışında Halic'e bakan yamaçta. İstanbul tarafı sularının taksim edildiği tesislere yakın bulunduğundan Savaklar Mescidi olarak adlandırılan ikinci hayratının hazîresine gömülmüştür (bk. SAVAKLAR MESCİDİ). Bu duruma göre günümüzde adını taşıyan mescid 1586 ile 1600 yılları arasında camiye çevrilmiş olmalıdır.
Türk dönemi boyunca İstanbul'un geçirdiği zelzele ve yangın felâketleri Ahmed Paşa Mescidi'nin üzerinde göründüğü kadarıyla fazla etkili(olmamıştır. Fakat mescid 1930'larda kadro dışı bırakıldığı için hızla harap olmaya başlamıştı. 1946'da son cemaat yeri görevi yapan ön holü (narteks kısmı) kısmen yıkılmış durumda bulunuyordu. Vakıflar İdaresi'nce 1966-1968 yıllarında İlban Öz'e pek başarılı sayılamayacak şekilde tamir ettirilerek yeniden ibadete açılmıştır.
Dıştan ön holü ve mihrap çıkıntısı ile uzunluğu 15 metreyi geçmeyen Hırâmî Ahmed Paşa Mescidi Bizans mimarisinde "kapalı haç planlı" yapılar tipindedir. Üç çapraz tonozla örtülü olan narteks bölümünü takip eden esas mekânda dört beşik tonoz dört sütun tarafından taşınıyordu. Bina mescide dönüştürüldüğünde
güney duvarı köşesine şevli olarak yapılan mihraba daha fazla görüntü sağlamak için bu sütunlar kaldırılmış ve binanın ana kubbesiyle bütün örtü sistemi uçları yan duvarlara saplanan, kalın ağaç kirişlere oturtulmuştu. Mescid yeniden onarılırken bu kirişler sökülmüş ve dört mermer sütunla korint üslûbunda başlıklar yerleştirilerek binanın iç mimarisi C. Gurlitt'in kitabında görülen eski biçimine sokulmuştur.
Yüksek kasnağı pencereli olan kubbede Bizans yapı sanatının özellikleri korunmuştur. Binanın doğu tarafında yarım yuvarlak çıkıntı halinde dışarıya taşan ortada bir büyük, iki yanda birer küçük apsis vardır. Mescid ihya edilirken evvelce örülmüş pencereler açılarak binanın aslî mimarisi belirtilmeye çalışılmıştır. Ancak dış duvarların taş ve tuğla örgüleriyle malzemeleri aslına uygun değildir.
Ahmed Paşa Mescidi cami haline getirilirken nedense kagir bir minare yapılmamıştır. Gerek A. G. Paspatis'in 1877'-de basılan kitabında Galanakis tarafından çizilen gravürden, gerekse C. Gurlitt ile A. van Millingen'in eserlerindeki fotoğraflardan anlaşıldığına göre narteksin güneybatı köşesinde şerefe çıkması olmayan, ezanın dört küçük pencereden okunduğu basit, ahşap minaresi mescid harap olmaya bırakıldığında ortadan kalkmıştır. Türk sanatı bakımından dikkate değer bir özellik, kubbenin iç yüzeyini dilimler halinde süsleyen yeşil ve kırmızı zemin üzerine işlenmiş bitki motiflerinden meydana gelen malakârî tekniğin-deki nakışlardır. Günümüze pek az Örneği gelebilen ve dikkatle korunması gereken bu süslemeye bu derecede iddiasız bir mescidde rastlanması şaşırtıcıdır. Eski resimlerde görülen mescidin etrafım çeviren duvardan günümüzde hiçbir iz kalmamıştır.
324
HIRBETÜ'I-BEYZÂ
BİBLİYOGAFYA :
Ayvansarâyî. Hadîkatü'l-ceuâmV, I, 38; a.e.: Camilerimiz Ansiklopedisi (haz. İhsan Erzi), İstanbul 1987, I, 72;a.mlf.. Vefeyât-ı Selâtin, s. 30-31; Konstantios. Constantiniade (trc M. R.|, istanbul 1846, s. 108; A. G. Paspatis. Byzantinai Metetai, İstanbul 1877, s. 303-304; C. Gurlitt, Die Baukunst Konstantinopels, Berlin 1908-1912, s. 40; J. Ebersolt, "Rapport sommaire sur une mission â Constantinople", Nouueltes ar-chives des missions scienüfıques, Paris 1911, s. 14; A. van Millingen, Byzantine Churches in Constantinople, London 1912, s. 2Û1-206; A. M. Schneider. Byzanz, Berlin 1936, s. 60; R. Ja-nin. Eglises et monasteres, Paris 1969, s. 441 -442; a.mlf., "Les eglises byzantines du precur-seur â Constantinople", Echos d'Orient,XXXVII, Paris 1938, s. 340-341;Semavi Eyice, İstanbul, pet'ıt guide â travers ies monuments byaznüns et turcs, İstanbul 1955, s. 63-64; a.mlf., "Les eglises byzantines d'Istanbul", Corsi di Studi Bizantine e Ravennati,X]\, Ravenna 1963, s. 295-296; a.mlf .."İstanbul Minareleri", Türk Sanatı Tarihi Araştırma oe incelemeleri, İstanbul 1963, 1, 163; a.mlf.. " Ahmed Paşa Mescidi", İSLA, I, 437-440; a.mlf.. "Hıramî Ahmed Paşa Mescidi", DBİst.A,N, 66-67;W. Müller-Wiener. Bitdtexİkon ztır Topographİe Istanbuls, Tübin-gen 1977, s. 144-146; Th. Mathevvs, The Byzantine Churches oflstanbui. A Photographİc Sur-ney, Pennsylvania 1976, s. 437-440.
İSİ Semavi Eyice
HIRÂŞ b. ÜMEYYE
L
Ebû Nadle
Hırâş b. Ümeyye
b. Rebîa el-Huzâî el-Kâ'bî
(ö. 60/680 [?])
Sahâbî.
J
Müreys? Gazvesi'nde, Hudeybiye Ant-laşması'nda, Hayber'in fethinde ve daha sonraki savaşlarda bulundu. Hz. Peygamber, Hudeybiye günü Hırâş'ı Sa'leb diye
bilinen devesine bindirip Mekke'ye elçi olarak gönderdi ve müslümanlann Mekke'ye umre için gelmekte olduklarını, yanlarında kurbanları bulunduğunu. Kabe'yi tavaf edip geri döneceklerini Mekkefiler'e bildirmesini söyledi. Ancak Kureyşliler [bir rivayette özellikle İkrime b. Ebû Cehil) ona çok kötü davrandılar. Devesini kesip kendisine eziyet ettiler; hatta onu öldürmek isteyenler olduysa da buna bir akrabası veya ehâbîş* engel oldu. Bunun üzerine Hırâş geri dönerek Resûl-i Ekrem'e durumu anlattı ve Kureyşliler'e daha itibarlı bir kimseyi (bir rivayete göre Osman b. Affân) göndermesini söyledi.
Hırâş zaman zaman Hz. Peygamber'in berberliğini de yapardı. Nitekim Hudey-biye'de antlaşma sağlanarak Kureyş temsilcileri ayrıldıktan sonra kurbanlar kesilip ihramdan çıkılacağı sırada Resûlullah'ı tıraş etmişti. Onun sadece umretü'l-ka-zâda Hz. Peygamber'in saçını kestiği de söylenmektedir. Mekke'nin fethinde bulunan Hırâş'ın fethin ikinci günü, kendisine eman verilmiş olan Cüneydib b. Ed-la'ı öldürmesine Resûl-i Ekrem çok üzüldü ve Hırâş'ı kınadı. Bazı rivayetlere göre Mekke'de kan dökülmesini bu hadise dolayısıyla irat ettiği bir hutbe ile yasaklamıştır. Hz. Peygamber'in, "Eğer bir kâfire karşılık bir mümini öldürecek olsaydım Hırâş'ı öldürürdüm" dediği nakledilmektedir (Vâkıdî, 11,845). Cüneydib'in diyeti Hırâş'ın kabilesi olan Huzâa'ya ödettirilmiştir.
Mekke ile Medine arasında Mekke'den bir konak uzaklıkta bulunan Bi'rü'l-Be-rûd'u Hırâş'ın kazdırıp etrafını çevirttiği belirtilmektedir. Medine'de yaşadığı bili-
nen Hırâş Muâviye'nin hilâfetinin sonlarında (60/680) vefat etmiştir.
BİBLİYOGRAFYA :
Müsned, IV, 324; Vâkıdî, el-Meğâz\,\\, 600, 616, 737, 843-845; III, 959; İbn SaU et-Taba-kât, II, 96-98;TŞberî. TârîhlEbü'l-Fazl), II, 631, 637; III, 62-63; İbn Ebû Hatim, el-Cerh oe't-ta1-dil, IH, 392; İbn Abdülber, ei-İstVâb, I, 427-428; İbn Beşküvâl. (javâmizü't-esrnâ'i'l-mübheme (nşr. İzzeddin Ali es-Seyyid - M. Kemaleddin İz-zeddin). Beyrut 1407/1987, II, 843-844; İbnü'l-Esîr. Ösdü'l-ğâbe, II, 125-126;a.mlf., ei-Kâmil, II, 203; Safedî. el-Vafı, XIII, 301; İbn Hacer. e(-İşâbe, I, 421-422; Diyarbekri. Târîhu'l-hamîs,
i
Asri Çubuklu
r
HIRBETU'l-BEYZA
İslâm öncesi doneme ait bir Arap kasrı.
J
Şam'ın 100 km. güneydoğusunda Suriye çölünün batısındaki bir vadinin yanındadır; Kasrü'l-ebyaz adıyla da tanınır. Mevcut kalıntılardan ve içinde yer aldığı mahal yönünden tahkimatlı bir şato olduğu anlaşılan yapı, ilk bakışta Emevî kasırlarının planlarına sahipmiş gibi görün-mekteyse de dikkatli bir inceleme sonunda onlardaki ihtişamın ve törenlere yönelik teşkilât Özelliklerinin bunda bulunmadığı ortaya çıkmaktadır. Emevî kasır-larındaki taht odası ve mescid gibi bölümlere rastlanmayan yapının bundan dolayı bir Emevî eseri olmadığı bellidir.
V veya VI. yüzyılda yapıldığı sanılan Hır-betü'l-beyzâ, 60 x 60 m. Ölçülerinde kare planlı bir yapı olup 43 x 43 m. ölçüsün-deki bir iç avlunun etrafına sıralanmış
525
HIRBETÜ'l-BEYZÂ
Hırbetü'l-beyzâ'nın duvarlarında kullanılmış olan bitkisel desenli taslardan biri
Çeşitli mekânlardan meydana gelmiştir. Emevî kasırları gibi köşelerinde yuvarlak ve doğu cephesi hariç dış duvarlarının orta kısımlarında yarım daire kesitli takviye kulelerine sahiptir. Doğu cephesinin ortasında giriş ve bunun iç taraftaki iki yanında nöbetçi odaları ve onların yanlarında da depo olması muhtemel uzun dikdörtgen salonlar yer almaktadır. Avlunun kuzey, batı ve güney taraflarında da çeşitli odalar bulunmaktadır.
Emevî kasırlarının yanında daha mütevazı bir teşkilâta sahip olan binanın onlardan daha uzun süreli iskâna ve gündelik kullanıma tâbi tutulduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda binanın bulunduğu bölgeyi ve yakınındaki bereketli vadiyi hâkimiyeti altında tutan bir derebeyinin şatosu olduğu tahmin edilmekte, Kuzey Suriye'ye has özellikler gösteren sınırlı iç tezyinatının Emevî eserlerindekilerin yanında çok mahallî ve sönük kalması da bu görüşü desteklemektedir.
BİBLİYOGRAFYA :
H. Gaube, Ein arabischerPalast in Süd-syr-İen: Hirbet-el Baida, Beirut 1974;a.m!f., "Khir-batal-Baydâ1", £/2(İng.),V, 10; E. Herzfeld. "Mshattâ, HiraandBâdiya", Jahrbuch der Kö-nigliche Preusisches Kunstsammlungen, XLIl (1921), s. 104-146; J. Sauvaget, "Remarques sur les monuments omeyyades", JA, CCXXXI (1939), s. 1-59. ı—ı
İKİ A. Engin Beksaç
r
ı_
HIRBETU'l-MEFCER
Filistin'de Emevîler'e ait saray kompleksi harabeleri.
~l
J
ölüdeniz yakınlarındaki su kaynaklarıyla ünlü Vâdinnüvey'ime'de yer alan ve birbirine bitişik saray, cami, hamam binalarından oluşan yapılar topluluğu VIII. yüz-
yılda İnşa edilmiş, fakat bazı yerleri tamamlanmadan yarım bırakılmıştır; taşıdığı ad "kaynak harabesi" anlamına gelir. Yıkıntılar arasında üzerinde Hişâm ismi bulunan bir taşa rastlanmasından dolayı Halife Hişâm b. Abdülmelik zamanında (724-743) veya hamamın çok değişik mimari ve tezyini özellikler arzetmesinden dolayı sefahate aşırı düşkünlüğü ve alışılmışın dışındaki davranışlarıyla tanınan II. Velîd zamanında (743-744) yapılmış olduğu düşünülmektedir. İnşaatın yarım kalması sarayın, saltanatı bir yıldan az süren ve isyan sonucu Öldürülen II. Velîd tarafından yaptırıldığı fikrini desteklemektedir.
Tarihî kaynaklarda hakkında herhangi bir bilgi bulunmayan harabeleri ilk tanıtanlar, XIX. yüzyılın sonlarında Palestin Exploration Fund adına bölgede incelemeler yapan yüzbaşı Ch. VVarren ile F. J. Bliss'tir. Asıl ilmî tanıtım ise 1935'ten 1948'e kadar R. W. Hamilton ve D. C. Ba-ramki idaresinde yürütülen kazılar vasıtasıyla olmuştur (bk. bibi.}.
Hırbetü'l-mefcer, bütün Emevî devri kasır ve sarayları arasında özellikle, sadece Kusayru Amre İle yakınlık gösteren hamam binasının değişik planı, mimari teşkilâtı ve eşine rastlanmayan zengin tezyinatı sebebiyle istisnaî bir yere sahiptir. Binaların üslûbu mahallî Suriye, Bizans ve Sâsânî tesirlerinin bir karışımı olarak dikkat çeker. Bizans'ın sürdürdüğü Roma geleneğine bağlanan mozaik tezyinatın yanında alçı kabartma ve heykellerle duvar resimlerinde görülen Sâsânî tesiri. Araplar'ın Emevî devrinde ortaya çıkan yeni sanat anlayışıyla ele alınarak çok ihtişamlı bir biçimde mimariye aksettirilmiştir.
Yapıların güney kısmında bulunan asıl saray, diğer Emevî saray ve kasırları gibi merkezî bir avlunun etrafına dizilmiş mekânlardan oluşmaktadır. Dış duvarları, kulelerle desteklenmiş sur duvarı şeklinde olan yaklaşık64 x 67 m. boyutlarındaki bu müstahkem bina iki katlı planlanmıştır; girişi doğuya açılan ve dışarıya doğru taşan bir taçkapıdandır. Güney tarafındaki beş odanın ortasına yerleştirilen mihraplı mekânın saray personelinin mescidi olduğu anlaşılmaktadır. Batı tarafındaki birbiriyle irtibatlı oda gruplarının önünde ve ortada merdivenle inilen serdâb {serinlik) bulunmaktadır.
Sarayın kuzeyinde yer alan ve bir ara kapıyla geçilen 23.60 x 17,10 m. boyutlarındaki caminin içinde yapılan kazılarda kemer sıralarına rastlanmıştır. Bina, ku-
zey tarafındaki yan yana yerleştirilmiş üç kapıyla dışarı açılmakta ve kapıların önünde, daha kuzeydeki hamamın ana girişinin de açıldığı camiyle aynı büyüklükte bir avlu bulunmaktadır. Caminin batısında, etrafı duvarlarla çevrili büyük avludan geçen üstü kapalı dehliz şeklindeki bir yol vasıtasıyla saray ve hamam arasında doğrudan irtibat kurulmuştur.
Hırbetü'l-mefcer"in en değişik binası olan hamam, yaklaşık 30 x 30 m. boyutlarında kare planlı büyük bir eğlence salonu ile ona bağlanan özel halvet, sıcaklık. soğukluk ve helalardan oluşmaktadır. Salonun batı ve kuzey duvarlarında içleri nişli apsis görünümünde üçer loca, doğu tarafında iki loca arasına yerleştirilen ve dışarıya ihtişamlı bir taçkapıyla açılan giriş, güneyde ise yine üç apsisin önüne yapılmış 20 m. uzunluğunda bir yüzme havuzu bulunmaktadır. Bu geniş mekânın üstü on altı payenin taşıdığı, yüksek bir kasnak üzerine oturtulmuş merkezî bir kubbe ile çevresine yerleştirilmiş kaburga ve beşik tonozlardan meydana geldiği sanılan bir örtü sistemiyle kapatılmıştır. Salonun kuzeybatısında yer alan yarım daire apsisli ve kubbeyle örtülü küçük mekânın halifenin özel halveti olduğu anlaşılmaktadır. Kuzeydoğu tarafında salonla irtibat halindeki helalar, halvetle helalar arasındaki kısımda da salondan geçilen ve dört ayrı bölümden oluşan asıl hamam yer almaktadır. Zengin tezyinatıyla göz alan salonun 8,45 m. genişliğindeki cümle kapısı, kemerle geçilen bir açıklık içinde bulunan basamaklarla caminin önündeki avluya açılmaktadır: açıklığın üstü pandantifler üzerinde yükselen bir kubbeyle örtülüdür. Üç binanın doğusunda, ortasında bir çeşme bulunan yaklaşık 135 m. uzunluğunda ve 53 m. eninde bü-
Hırbetü'l-mefcer'in planı
326
HIRBETÜ'l-MİNYE
Hırbetü'l-mefcer'in kus tasvirli frizinden bir detay
yük bir avlu yer almaktadır. Binaların inşasında kullanılan malzeme kemerler ve taşıyıcı kısımlarda tuğla, diğer yerlerde mermer ve kireç taşıdır.
Hırbetü'l-mefcer'in diğer Emevî eserleri dışında benzeri bulunmayan tezyinatı İslâm sanatının en değişik örneklerini sergilemektedir. Camiden başka bütün mekânların mozaik, duvar resmi, stuko kabartma ve heykel gibi zengin süslemelerle bezendiği görülmektedir. Özellikle eğlence salonu ile ona bağlı halvetin tabanındaki mozaikler bu sanat dalının en güzel örneklerindendir. Roma anlayışını aksettiren ve İslâm sanatında rakipsiz olan bu mozaikler Emevî sanatında da istisnaî bir yere sahiptir. Çok renkli mahallî malzemeyle yapılan mozaiklere geometrik ve bitkisel motifler hâkimdir. Salonun giriş kapısının karşısındaki apsisin içinde ve halvette bulunan mozaik panolar diğerlerinden farklı olup orta apsiste-kilerde, görkemli bir yarım rozetle birlikte svastikalar arasında yer alan bir meyve ve bıçak deseni, tamamen tasvirî bir anlayışla ele alınan halvettekinde ise meyveli bir ağacın bir tarafında iki gazal, diğer tarafında bir gazale saldıran aslan figürü ilgi çekmektedir. Salonun ortasına gelen kısımdaki mozaik rozet de bu tekniğin güzel bir örneğidir.
Duvar resimleri hamamın salonunda ve saray kısmının doğu tarafında bulunmakta olup çok tahribat görmüştür. Anlaşıldığı kadarıyla hamamda Bizans, sarayda ise Sâsânî tesiri daha fazladır. Yapılardaki en önemli tezyinî elemanlarından biri olan stuko heykel ve kabartmalar, özellikle eğlence salonunun değişik yerlerindeki kemer ve nişlerle cümle kapısının üzerinde bulunmaktadır. Daha ziyade dağ keçileri, gazaller ve av kuşlarından oluşan bu süs unsurları içinde belden yukarısı çıplak, peştamallı erkek ve kadın, özellik-
le ellerinde çiçek tutan dansöz heykelleri hayli değişik bir İntiba bırakır. İslâm sanatı için alışılmamış bir durum sergileyen bu heykellerle taçkapının üzerindeki orta nişte bulunan ve halifeyi temsil ettiği sanılan çift aslan kabartmalı bir kaideye basmış (eski Ön Asya tanrı heykelleri gibi ) kılıçlı ve uzun kaftanlı Sâsânî tarzı erkek heykeli çok dikkat çekicidir.
BİBLİYOGRAFYA:
D. C. Baramki, Guide to the Palace at Khirbat. al-Mafjar, Amman 1956; R. W. Hamilton, Khirbat al-Mafjar, Oxford 1959; a.mlf., "Wlıo Built Khirbat al-Mafjar?", Lcuante, I, Rome 1969, s. 61-67;C. Creswe!l, Early Muslini Ar-chitecture AD 622-750, Oxford 1969, s. 561-576; R. Ettinghausen, Fronı Byzantium to Sa-sanianlran and the. Islamic World, Leiden 1972, s. 17-65; G. Mitchell. Architecture of the Isia-nıic Wortd, London 1984, s. 236; Suut Kemal Yetkin. İslâm ülkelerinde Sanat, İstanbul 1984, s. 110-111; J. D. Hoag, İslam Weltgeschichte derArchitekture, Stuttgart 1986, s. 17-19; E. de Lorey, "L'hellenisme et l'orient dans les mo-sai'cjues des omaiyades". Al, I 11934], s. 23-45; D. C. Baramki, "Excavations at Khîrbet el-Mcf-jer", Quarterly Department of Antiçuities İn Palestine, V (I93V36), s. 132-138; VI (1936-37), s. 157-168; H. Stern. "Notes sur l'architecture des chateaux omeyyades", AI,X\-Xl\{ 1946), s. 72-96; O. Grabar, "The Umayyad Palace of Khirbat al-Mafjar", Archaeotogy, VIII/4, New York 1955, s. 228-235;R.W. Hamilton."Carved Stuccoes in Umayyad Architecrure", !raq, XV I!953}, s. 43-56; E. Baer, "Khirbat al-Mafdjar", E72(İng.].V, 10-17. m
İSSİ A. Engin Bf.ksaç
r
ı_
HIRBETÜ'l-MİNYE
Emevî kasırlarının erken örneklerinden biri.
Günümüzde İsrail sınırları içinde kalan Taberiye gölünün kuzeybatıstndadır. Yapının toprak altında kalan kısımları 1932, 1936 -1939 ve 19S9 yıllarında üç ayrı ilim heyeti tarafından yürütülen arkeolojik kazılarla ortaya çıkarılmış ve binanın tamamlanmadan kullanıldığı anlaşılmıştır. Kesin inşa tarihi tesbit edilememekte, daha sonraki bir onarım sırasında ana girişte devşirme malzeme olarak kullanılan bir kitabeden hareketle 1. Velîd devrinde (705-715) yapılmış olabileceği tahmin edilmektedir. Öte yandan bütün Emevî devri boyunca kullanıldığı anlaşılan binanın Ortaçağ'da Minye veya Aynü Minyetü Hişâm adıyla tanındığı bilinmekte ve bu durum. Halife Hişâm b. Abdül-melik'le de (724-743) arasında münasebet kurulduğunu göstermektedir. Kazılarda ele geçen buluntular, binanın muhtemelen kervansaray olarak Memlükler
devrinde de kullanıldığını ortaya çıkarmıştır.
Merkezî bir açık avlu etrafına sıralanmış değişik bölümlerden oluşan 66.40 x 73 x 72.30 m. boyutlarındaki bina dış yüzden, köşelere yerleştirilen yuvarlak kulelerle ve kuzey, güney ve batı cephelerinin orta kısımlarına yapılan yarım kulelerle tahkim edilmiştir. 1,40 m. kalınlığında ve kuvvetli ihtimalle mazgallı olan duvarlar bazalt bir taban üzerine kireç taşından yapılmıştır; yaklaşık 4.SO m. yükseklikteki bazı kısımları halen ayaktadır.
Hırbetü'l-Minye, plan şeması ve iç teşkilâtı itibariyle diğer Emevî kasırlarından daha basit ve sade bir mimariye sahiptir. Burada karşılaşılan bazı mimari Özelliklerin ve iç teşkilâtın başka binalarda değişik ve geliştirilmiş biçimlerde kullanıldığı görülmekte, buradan bu binanın diğerlerinden daha eski olduğu ve onlara örnek teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Binanın onu diğer Emevî kasırlarından ayıran en önemli ve farklı tarafı ana giriş kısmıdır. Doğu cephesinin ortasında yer alan ve karşıdan bakıldığında büyük bir yuvarlak kule görünümü veren elips biçiminde plana sahip bu bölüm, içeride binadan 3,70 m. dışarı taşmış ve pandantifler üzerinde yükselen, kornişler ve rozetlerle süslü bir kubbeyle örtülmüş 6 mz'lik bir kapalı mekân meydana getirmektedir. Kubbeli bir eyvan şeklinde düzenlenen bu mekân, kuzey ve güneyinde yer alan ap-sisvari nişlerle yanlara doğru genişletilmiştir. Bu bölümden 11.50 m. uzunluğundaki bir antreyle avluya geçilmektedir.
Yapılan arkeolojik çalışmalarla, bina planının merkezini teşkil eden avlunun
Hırbetü'l-minye'nin planı
327
HIRBETÜ'İ-MİNYE
etrafında bir revakın bulunduğu tesbit edilmiştir. Bu revakın arkasında değişik Ölçülerde çeşitli bölümler yer almakta, bunlardan kuzeyde bulunanların daha çok gündelik hayata, güneydekilerin İse resmî tören ve kabullere tahsis edildiği anlaşılmaktadır. Güneydoğu köşesinde yer alan 13.10 x 19,42 m. ölçülerindeki mekân mesciddir. Üç yatay neften teşekkül etmiş ana planıyla bu mescid büyük Eme-vî camilerine benzer bir düzene sahiptir. Biri avluya, biri doğrudan bina dışına, biri de bitişiğindeki salona açılan üç kapısı vardır. Güneyde, mescidin bitişiğindeki salonun yanında yer alan ve diğer tarafında çeşitli bölümler bulunan 20 mE'lik merkezî salonun resmî kabuller için olması muhtemeldir. Avludan üç kapıyla girilen bu büyük salon yanlardakiler dar. ortadaki geniş üç dikey neften meydana gelmiştir. Caminin tezyinatının sade olmasına karşılık bu salonla ona bağlanan ve batı yönünü kaplayan bölümlerin çok zengin ve gösterişli biçimde bezendikleri görülmektedir. Arkeolojik çalışmalarla ortaya konan sonuçlara göre alt kısımları mermer kaplama olan duvarlar ve zemin zengin mozaiklerle süslüdür. Diğer bir önemli Emevî kasrı olan Hırbetü'l-mef-cer'inkilerle birlikte bu zemin mozaikleri, Helenistik tesirler taşıyan ve erken İslâm sanatının tekâmülünü gösteren en önemli tezyini elemanlar arasında yer almaktadır. Geometrik motiflerin hâkim olduğu bu muhteşem mozaiklerin dokuma ve halı sanatlarıyla irtibat halinde bulunması, hatta halıları taklit etmesi özellikle dikkat çekicidir. Bu durum, göçebe Arap anlayış ve zevkiyle şehirli yeni hayat tarzının birbirine intibak edişini gösteren güzel bir örnektir. En zengin zemin mozaiklerinin, avlunun batısına gelen merkezî bir oda ile ona bağlı olan bölümlerde yer aldığı görülmekte ve bu durum, batı tarafındaki odaların bina teşkilâtında büyük bir önem taşıdığını göstermektedir. Bina yakınlarında bir de hamam kalıntısına rastlanmıştır.
BİBLİYOGRAFYA :
K. A. C. Cresvrell, A Short Account ofEarly Müslim Architecture, Harmondsıvorth 1958, s. 82-84; a.mlf.. Eady Müslim Architecture, Oxford 1969, s. 381-389; 0. Grabar, İslâm Sanatının Oluşumu (trc. Nuran Yavuz). İstanbul 1988, tür.yer.; H. Stern. "Notes sur l'architec-ture des châteaux omeyyades", Al, XI-XII (1946). s. 72-97;A. M.Schneider, "Hirbetal-Minya am See Genesareth", Annales archûo-logiquesdeSyrie,l\, Dımaşk 1952, s. 23-45; E. Baer, "Khirbet al-Minya". El2 (fng.). V, 17.
İKİ A. Engin Beksaç
r
ı_
HIRİSTİYANLIK
Hz. isa'nın peygamberi olduğu ilâhî din.
I. GİRİŞ II. TARİH
III. KUTSAL METİNLER ve DİNÎ LİTERATÜR IV HIRİSTİYAN İNANÇLARI V. MÂBED ve İBADET VI. MEZHEPLER ve TARİKATLAR VII. HIRİSTİYANLIK
ve DİĞER DİNLER VIII. İSLÂM KAYNAKLARINA GÖRE
HIRİSTİYANLIK IX. LİTERATÜR
1
J
I. GİRİŞ
2 milyara yaklaşan nüfusuyla mensuplarının sayısı bakımından dünyanın en büyük dini olan Hıristiyanlık bugün Katolik. Ortodoks ve Protestan kiliselerinden teşekkül eden üç büyük mezheple daha küçük çaptaki birçok mezhep veya tarikattan meydana gelen çeşitli cemaatlere ayrılmış durumdadır. Doktrinel kaynaklan göz önüne alınırsa Hıristiyanlık her şeyden önce îsâ Mesîh anlayışı üzerine te-mellenen bir inanca sahiptir. Ana fikri Yeni Ahid'de (Ahd-i Cedîd) bulunan bu inanca göre îsâ Mesîh hem tanrının oğlu hem de insanlığın kurtarıcısıdır. Tanrı insanlığı günahtan kurtarmak üzere "biricik oğlunu" yeryüzüne göndermiştir. îsâ Mesîh. "ilâhî planı" yürürlüğe koyacak şekilde insanlığı kurtarışının sembolü olarak önce çarmıha gerilmiş, sonra da "ölülerden kıyam ederek" Baba'nın yanındaki yerini almıştır. Hıristiyan inancının merkezinde bulunan bu doktrin, hıristiyan teolojisi içerisinde İşlenerek değişik görüşlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bununla birlikte Hz. îsâ ve onun getirdiğine inanılan mesaj, bütün hıristiyanları birbirine bağlayan ortak bir bağ olarak varlığını sürdürmektedir.
İslâmî literatürde hıristiyanlar için Nas-rânî (çoğulu nasârâ). Mesîhî (çoğulu Me-sîhiyyûn) ve İsevî, Hıristiyanlık için de Nasrâniyye ve Mesîhiyye adlan kullanılmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de hıristiyanları ifade eden ve on dört yerde geçen nasârâ kelimesinin menşei ve anlamına dair çeşitli yorumlar vardır. Kelimenin. Hz. îsa'nın yardım talebine havarilerin olumlu cevap vermeleri sebebiyle (Âl-i İmrân 3/52; es-Saf 61/14), "yardım etmek" anlamındaki nasr kökünden geldiği veya Hz. îsâ'nın memleketi olan Nasıra (Nazareth)
şehrine nisbet edildiği belirtilmektedir. Öte yandan Nasoraeanism hareketiyle veya Nazıri denilen, Hz. Yahya'nın da dahil olduğu kendini tanrıya adayan münzevi gruplarla da bağlantı kurulmaktadır. Hz. îsa'nın Mesîh oluşu sebebiyle hıristiyan-lara "ona tâbi olan" anlamında Mesîhî, bizzat Hz. isa'ya nisbetle îsevî de denilmektedir.
Bu dinin mensupları Batı dillerinde Christian, Türkçe'de Hristiyan (Hıristiyan) şeklinde adlandırılır. Yeni Ahid'de Hristiyan (Christianos) adı Resullerin İşleri (11/26, 26/28) ve Petrus'un (Pierre) Birinci Mektubu'nda(4/16) olmak üzere yalnızca üç yerde geçmektedir. Korintoslular'a İkinci Mektup'ta ise (12/2] kapalı bir referans vardır. Resullerin İşleri'ndeki bir anlatım (26/28), Filistin Kaysâriye Kralı II. Herod Agrippa ile Pavlus arasında geçen bir diyalogdur. Burada Agrippa yahudiler-ce suçlanan Pavlus'u muhakeme eder görünmektedir. Pavlus'un muhakemesi 60 yılı civarında olduğuna göre bu adın kullanılışı bu tarihten önce yaygın olmalıdır. Resullerin İşleri'ndeki diğer ifade (11/26). tarih vermeden (muhtemelen 43 veya 44) hıristiyan adının ilk defa Antakya'da kullanıldığını belirtir. Petrus'un Birinci Mek-tubu"ndaki ifade ise Petrus 60 yıllarında öldüğüne göre bu tarihten önceye ait olmalıdır. Burada, hıristiyan diye adlandırılanların Mesih'e bağlılıkları sebebiyle zulüm gördüklerine işaret edilirken aynı zamanda bu olayların bir hayli geç vuku bulduğuna da bir imada bulunulmaktadır. Yeni Ahid'de kelime Grekçe "Christos yanlısı" anlamında Christianos şeklinde geçmektedir. Christos, İbrânîce'de "kutsal yağ sürülmüş, yağlanmış" anlamına gelen Maşi'ah'ın Grekçe çevirisi olup Latince'ye Christus, günümüz Batı dillerine Christ olarak intikal etmiştir. Ahd-i Atîk'-te Maşi'ah (Mesîh) kelimesi, ileride gelecek olan "Yahve'nin kutsanmışını veya "krarını ifade ederken bunun Grekçe'deki karşılığı olan Christos Ahd-İ Cedîd'-de Hz. îsâ'ya tahsis edilmiştir. Grekçe Christos ve Latince ianos ekinden oluşan Christianos (Latince Christianus) kelimesi daha sonra halk dilinde Chrestianus şeklini almış, Fransızca'daki Chrestiens (günümüz Fransızca'sında Chretien) buradan kaynaklanmıştır.
Christianos adının Antakya'daki putperestler (Gentile) tarafından verilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bunlar Christos'u unvan değil özel isim olarak almışlar ve Christos'a mensup olanlara bu adı vermişlerdir. Fakat kelimenin Latince köken-
328
HIRİSTİYANLIK
li bir ekle birleştirilmesi terimin Romalı yetkililerce kullanıldığını düşündürmektedir. Revised Standard Version'daki (R. S. V.) alışılmış çeviri yerine daha doğru bir tercüme olan, "Şâkirdler resmî olarak hı-ristiyan adını aldılar" (Resullerin İşleri, 11/26) ifadesi göz önüne alınırsa buradaki hukukî terimler resmî olarak kelimenin ilk defa Romalı yetkililerce kullanıldığını gösterir {DB2, s. 1 38). Romalılar'ın daha ziyade hukuki bir kavram olarak kullandıkları Christİanos kelimesine daha sonraları halk tarafından aşağılayıcı bir anlam yüklenmiş olmalıdır. Kelime II. yüzyılda dinî bir muhteva taşıyarak yaygınlık kazanmaya başlar ve kilise babalarından Ignatius'un fö. 107) mektuplarında, ayrıca Martyr Polycarp ve Didache gibi ilk edebî-dinî ürünlerle Tacitus, Suetonius ve Pliny gibi tarihçilerin eserlerinde yer alır.
Öte yandan Romalılar veya Gentileler'İn (yahudilerin dışındaki milletler) Grekçe'de "iyilik, doğruluk, cömertlik" anlamına gelen chrestos ile christosu karıştırmış veya birbirinin yerine kullanmış olmaları da muhtemeldir (Bauer, s. 886; DB2, s. 139). Çünkü Helenistik Grekçe'de "e" ve "i", "ee" şeklinde telaffuz ediliyor ve sık sık karıştırılıyordu {IDB, l, 571). Ayrıca kilise babalarının bu iki kelimeyi harf oyunu yaparak birbiri yerine kullandıkları bilinmektedir. Ya'küb'un mektubundaki (2/7) İfadenin böyle bir oyuna işaret ettiği düşünülebilir. Tarihçi Suetonius da hı-ristiyanları Chrestos (iyiler) diye zikreder (DB2, s. 139). Bu durumda Christian kelimesinin "Mesih yanlıları" anlamında I. yüzyılın sonuna doğru kullanılmaya başlandığı söylenebilir.
Hz. îsâ döneminde bu yeni din üyelerinin kendileri için kullandığı kelimeler ise şu şekilde sıralanabilir: 1. "Şâkirdler" (Grekçe mathates, İbrânîce talmid. Latince discipulus; IDB, I. 845). Geç Yahudilik'-te Talmud öğrenenlere "talmidim" (şâkirdler) denilmekteydi. Talmud (Sanhedrin 43a) îsâ'nın beştalmidiminden bahseder. Talmid, "herhangi bir lider veya harekete bağlı olan kişiler" anlamında da kullanılır (Yuhanna, 9/28; Matta, 22/!6; Mar-kos, 2/18); genel olarak da Mesîh'e inananları ima eder (Resullerin İşleri, 6/1-2, 7; 9/10,26; 11/26; 15/10; I6/l24/5).Bazan "on ikiler"den birini veya birkaçını anlatmak için de kullanılır (Luka, 9/54; Matta, 10/1; 11/1; 20/17; Yuhanna, 6/8; 12/4). 2. "Kardeşler" (Grekçe adelfoi, İbrânîce ahut). Mektuplarda yer yer rastlanırsa da (Koloseliler'e Mektup, 1/2) Resullerin İş-
leri'nde sıkça kullanılır (l/l5; 15/25). Fert olarak "hıristiyan kardeş"i ima eder(Ro-malılara Mektup, 16/23). 3. "Azizler" veya "Mukaddesler" (Grekçe hagios, ieros, semnos, İbrânîce kds). Bu terim Yahudi-lik'ten olduğu gibi alınmıştır. İnsanların Tann'ya adanmışlığını ima eder (Korin-toslular'a Birinci Mektup, 7/14; Resullerin İşleri, 9/13, 32, 4I; 26/10, 18). Pavlus. Gentile menşeli mühtedileri bu şekilde adlandırır (Korintosluiar'a Birinci Mektup, 1/2; 6/1, 2; Korintoslulara İkinci Mektup, l/l; Efesoslular'a Mektup, 1/1; Fiüpi-liler'e Mektup, l/l; krş. İbrânîler'e Mektup, 3/1; Vahiy, 22/21). Mukaddesler ibaresi özellikle Kudüs cemaatine yöneltilmiş gibi görünmektedir (Korintosluiar'a Birinci Mektup, 16/1; Korintoslular'a İkinci Mektup, 8/4; 9/1; Romalılar'a Mektup, 1 5/ 26; Galatyalılar'a Mektup, 2/10). 4. "İnananlar" (Grekçe pistis, İbrânîce emim). Terimin anlamı açık değildir. Dinî inanç veya ahlâkî fazilete sahip olanları ima eder (Resullerin İşleri, 2/44; 5/14; Efesoslular'a Mektup, 1/1; Koloseliler'e Mektup, 1/2). 5. "Seçilmişler" (Grekçe eklektoi, İbrânîce bhr]. Nadiren kullanılmış olup (Ti-tus, 1/1; Petrus'un Birinci Mektubu, 1/2) apokaliptik bir mahiyet taşır (Markos, 13/ 20, 22; Matta, 24/22). 6. "Çağırılmışlar" (Grekçe kaletoi, İbrânîce kara). Kelimenin tam olarak neyi ima ettiği belli değilse de büyük ihtimalle cemaat üyelerinin adlandırılmasında kullanılmıştır (Romalılar'a Mektup, 1/6, 7; Koloseliler'e Birinci Mektup, l/2; Yuhanna, 1/16; 3/1). 7. "Kilise" (Grekçe ekklesia, İbrânîce kahal). Topluluğun bütününü ifade etmekte olup I. yüzyıldan sonra yaygınlaşmıştır. 8. "Fakirler" (Grekçe patokoi. ibrânîce eviyon). Yahudi menşeli İlk hıristiyanlara verilen bir isim olmalıdır (Luka, 6/20; Romalılar'a Mektup, 15/26; Galatyalılar'a Mektup, 2/İ0; Resullerin İşleri, 4/35). 9. "Dost" (Grekçe fidoi, İbrânîce re'a, ahav). Yahudilerin taktığı bir isim olması muhtemeldir (Luka, 12/4; Yuhanna, 15/13-15). 10. "Nâsıralılar". Tekil olarak Yeni Ahid'de Hz. îsâ için birçok defa kullanılan kelime çoğul şekliyle sadece bir yerde (Resullerin İşleri, 24/5} hı-ristiyanları ifade etmektedir. 11. "Celile-liler" (Markos, 14/70). Gentileler tarafından kullanılır. Resullerin İşleri'nde(2/7) hıristiyanların Celile'den gelen havariler olduğu söylenir. Epiktetos hıristiyanlan Celileliler olarak adlandırır.
II. TARİH
A) Hıristiyanlığın Doğduğu Zemin. 1.
Yahudilik. Hıristiyanlığın ortaya çıktığı Filistin, milâttan önce I. yüzyıldan itibaren
hızlı bir şekilde Helenleşme'ye başlamıştı. Münzevi bir hayat sürerek Ortodoks yahudi inancına bağlı kalmayı hedefleyen mezhepler bile bu gücün etkisinden kurtulamamışlardı. Ancak bu Helenleşme'-yi sadece bir Grekleşme olarak düşünmemek gerekir: çünkü Helenistik kültür Anadolu'dan Hindistan'a kadar uzanan geniş coğrafyanın bir sentezidir. Bundan dolayı Hıristiyanlık öncesi Kumran cemaati gibi münzevi yahudi grupları bu kültürel sentezin etkisini yansıtır. Hıristiyanlığın hemen öncesinde yahudi ülkesi olan Filistin de bu anlamda Helenleşmiş bulunuyordu.
Bu dönemde Yahudilik, gerek ibadet şekli gerekse inanç çeşitliliği açısından Helenistik senkretizmin getirdiği bütün etkileri yansıtır. îsâ'dan önceki I. yüzyıl Yahudiliği bu etkileri geniş bir mezhepler prizmasında yansıtmıştır. Hıristiyanlığın hemen öncesindeki İsrâiloğulları'nın mensup olduğu bu mezhepler Yahudilik için olduğu kadar onların arasında veya etki alanında doğan ve gelişen Hıristiyanlık için de önemlidir. Bu mezhepler şunlardır: Ferîsîlik (Peruşim "ayrılanlar"). Milâttan önce 1 65-160 civarında Haşmoni isyanından bir müddet sonra ortaya çıkan bu mezhep, Tevrat ve yahudi ritüellerinin gözlenmesine özel bir önem veren daha önceki Hasidim mezhebinin devamıdır. Şifahî geleneği ön plana çıkaran Ferisîler meleklere iman, ölümden sonra dirilme, ruhun ölümsüzlüğü gibi düşünceleri benimsiyorlardı. Yeni Ahid'de Ferîsîler'e çok sayıda atıf vardır (Matta, 3/7; 16/6- 15/1; Luka, 18/9). Yahudi kökenli ilk hıristiyan-lardan büyük bir kısmının Ferisîler'den geldiği düşünülmektedir. Sadûkilik (Ze-dukim [Zadok kişi adından türetilmiştir]). Milâttan önce 200'lerde kurulmuştur. Genellikle zengin ve aristokrat yahudilerden oluşan Sadûkiler tapınak görevlerinde ve Sanhedrin'de hâkim durumdaydılar. Bedenen dirilmeye, meleklere, ruhun ölümsüzlüğüne ve Tevrat dışındaki geleneklere inanmıyorlardı. Sadûkiler Yeni Ahid'de sıkça anılır (Resullerin İşleri, 4/15; 5/17; Matta, 3/7). Zealot (Kannaim "savaşçılar"). Milâttan sonra6 yılında kurulan bu mezhep, Romalılar'a karşı yahudilerin bağımsızlığını isteyen fanatik ve savaşçı bir harekettir. Hz. îsâ'nın şâkirdlerinden biri olan Gayyur Simun'un bir Zealot olduğu düşünülmektedir. Öte yandan Markos (15/27) ve Yuhanna'da( 19/18) çarmıha gerilme olayında îsâ'nın her iki tarafında çarmıha gerilen kişiler Lestai diye anılır; "haydut" anlamındaki bu kelime Zealot-
329
HIRİSTİYANLIK
lar için de kullanılmıştır [EJd., XVI, 950). EssenîHk. Bunlar hakkındaki temel bilgiler yakın zamanlara kadar sadece Josep-hus ve Philo gibi yazarlara dayanıyordu. 1945'lerde Lut gölü civarında yaşayan bazı münzevi gruplara ait yazılı metinlerin keşfedilmesi Essenîler hakkındaki bilgileri genişletmiştir. Yan gnostik ve münzevi bir hareket olan Essenî mezhebinin Hıristiyanlığa ciddi bir etkisinin olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle ilk kilisenin ör-gütienmesiyle Essenîler'in örgütlenme biçimi arasında benzerlikler vardır. Öte yandan Vaftizci Yahya'nın Essenîler'le ilişkisinin bulunduğu düşünülmektedir. He-rodcular. Roma idaresini destekleyen ve Herod'un krallığını savunan bürokratik gruplardır. Dinî olmaktan çok siyasî bir hareketi temsil eden Herodcular, Yahudiliği Helenistik kültürle kaynaştırmayı amaç edinmişlerdi. Hıristiyanlığın ortaya çıktığı dönemde onun şekillenmesine katkıda bulunan en önemli unsurlar konumundaki bu mezheplerin yanında aynı dönemlerde Hıristiyanlığı etkilemesi muhtemel çok sayıda Mesîhî hareket ortaya çıkmıştır. Bütün bu etkilere rağmen ilk Hıristiyanlık, doktrinin merkezine Hz. îsâ'-yı alarak bu mezheplerin dışında bir İnanç sistemi geliştirmiştir.
2. Diğer Kültürler. Hıristiyanlığın doğduğu coğrafyada Yahudilik dışında birbiriyle ilişkili başlıca dört kültürel model mevcuttu. Grek, Roma, Helenistik ve Pagan (politeist = çok tanrılı) kültürleri olarak adlandırılabilecek bu kültürler Hıristiyanlığın yayıldığı coğrafyada yaşıyordu. Bölgede şehirli bir medeniyet kurmuş olan Grek kültürünün temel hâkimiyeti felsefe alanında kendini göstermiştir. Milâttan önce I. yüzyıldan itibaren Yeni Ef-lâtuncu felsefenin çatısı altında birleşmiş olan Aristocu, stoacı, Epikurosçu ve septik düşünceler bütün Grek hayatını etkisi altında tutuyordu. Bazı hıristiyan doktrinlerinin formüle edilmesinde bu felsefelerin büyük katkısı olmuştur. Aynı dönemde siyasî olarak bölgeyi hâkimiyeti altında bulunduran Roma İmparatorluğu'-nun dinî ve felsefî bakımdan bu coğrafya üzerinde etkin bir rol oynadığı söylenemez. Geleneksel Roma dini umuma ait bir kült mahiyetindeydi ve şahsî niteliği yoktu. Romalı idareciler, imparatoru tan-nlaştiran evrensel bir din kurmak istemiş-lerse de hiçbir zaman başarılı olamamışlar, fakat diğer dinlere karşı daima hoşgörülü davranmışlardır. Grek, Roma, Pagan ve Doğu kültlerinin sentezinden oluşan Helenistik kültürün en belirgin izi sanat-
ta ve dinî alanda görülebilir. Helenistik din Attis, Kibele, Mithra gibi Doğu ve Ortadoğu kaynaklı ilâhlar etrafında oluşmuş mistik bir yapıya sahipti. Bu dinlerin temel inançlarından olan. ölen ve yeniden dirilen tanrılarla kurtuluş doktrini Hıristiyanlık'taki bazı kavramlara tesir etmiştir. Ortadoğu bölgesinin yerli halklarının oluşturduğu, çoğu semitik kökenli paganların dinî sistemleri de Hıristiyanlığın ortaya çıktığı sırada mevcuttu. Attis ve Kibele ile İlgili inançlar esas olarak büyük oranda pagan topluluklara aitti. Bununla birlikte Helenistik kültürün etkisiyle pagan dinî sistemleri gnostik bir karaktere bürünmüştü.
B) Hıristiyanlığın Doğuşu. 1. Hz. Isa.
İnciller'deki dolaylı referanslar esas alınırsa ilk Hıristiyanlık adını alabilecek öğretinin büyük oranda Filistinli bir yahudi olan Hz. îsâ'nm şahsiyeti etrafında geliştiği ve onun sonraki teologların çok defa dışladığı tarihî bir şahsiyete sahip olduğu görülür. Burada Hz. îsâ'nın tarihî yönünün vurgulanması önemlidir, çünkü pek çok hıristiyan grubunu îsâ'nın tanrı olduğu fikrine götüren yol onun tarihselliği problemiyle ilgili olmuştur. Hz. İsa'nın şahsiyeti konusunda İnciller ile Yeni Ahid'in diğer kitapları arasında belli bir farklılık var-
dır. Dört İncil'in hepsi Hz. îsâ ile ilgili olarak tamamıyla tarihî bir portre çizer. Buna göre Filistinli îsâ bir yahudi olarak doğmuş, yahudi geleneklerine göre büyümüş ve mesîhliğini ileri sürüp yahudi inançlarına hakaret ettiği gerekçesiyle Romalı ve yahudi iş birlikçilerce öldürülmüştür. Öte yandan Pavlus'un fikirleriyle başlayan ve gnostik çevrelerce oldukça tutulan îsâ ise tarih Ötesi bir figür olarak tasvir edilir. Hz. îsâ'nın doğumuna dair en erken yazılı referans olarak Pavlus'un Galatya-lılar'a Mektubu'ndaki (4/4, 5) ifadelerden başlayarak Yeni Ahid'in diğer kitapları tarih Ötesi îsâ figürünü pekiştirir. Bu, îsâ'nın ilâhlığı inancına giden yolda oldukça önemli bir süreçtir. İnciller'de. Mektup-lar'da ve Resullerin İşleri'nde Hz. îsâ'nın çocukluğuyla ilgili ayrıntılı bilgilere rastlanmaz: onun bir din kurucusu olarak tarih ve inanç sahnesine çıkışı tebliğe başlaması İle devreye sokulur. Hz. îsâ. Hıristiyanlık adıyla anılacak dinî öğretinin tebliğine yaklaşıkotuz yaşlarında başlar; toplam tebliğ süresi üçyıldır(Yuhanna, 2/İ3; 6/4; 11/55}. Otuz üç yaşlarında yahudile-rin baskısı sonucu Romalı yetkililerce idama mahkûm edilir. Çarmıha gerilmek suretiyle idam edilen îsâ, kilisenin tarihsel-liğinden vazgeçmediği bir konu olarak üç gün sonra dirilir ve şâkirdlere görünür.
İnciller'de Hz. îsâ'nın tebliğinin ana konusu tam olarak belli değildir. Onun me-sîh olarak kabul edilişinin ölümünden sonra vuku bulduğunu söyleyen bilim adamları vardır. Yahudiliğe has bir peygamber olarak kabul edildiği (Yuhanna, 4/19) görüşü ise daha sağlamdır. 50 yıllarından itibaren güçlenen Pavtusçu Gentile kilisesi Hz. îsâ'nın kendini mesîh olarak ilân ettiği görüşündedir. Bu konuda eldeki tek açık bilgi, Yahya ve îsâ'nın misyonları ara-
330
HIRİSTİYANLIK
sındaki ilişkiden anlaşıldığına göre Hz. îsâ'nın tebliğinin Hz. Yahyâ'mnKi gibi ıslaha yönelik bir hareket olduğudur. Bununla birlikte Hz. îsâ'nın mesajında güçlü bir eskatolojik ima vardır. Tanrı krallığının (melekût) kurulacağı zamanın gelmiş olduğu inancı onun tebliğinin önemli bir parçasını teşkil etmektedir (Markos, 1/3 5). Ancak bu inancın onun öğretisinin temellerinden biri olması, Hz. îsâ'nın hiç olmazsa Yahya hayatta iken beklenen mesîh olarak kabul edildiğine bir delil teşkil etmez. Bu sahnede îsâ yalnızca apokaliptik literatürü tekrarlamaktadır. Bu yönden bakıldığında Yahya hareketiyle îsâ'nın hareketi arasında hiçbir fark yoktur. Kilisenin orijinal mesaj konusundaki geleneksel yorumu ise Hz. îsâ'nın beklenen mesîh olduğudur. Kiliseye göre mesîhî nitelikteki insanoğlu unvanı da Hz. îsâ'daki bu fonksiyona atıf yapar. Bu durumda Hz. îsâ'nın öğretisi Yahudiliğin revizyonundan ibaret olmayıp daha evrensel bir olguyu (Tanrı krallığını) gündeme getirir. Bununla birlikte resmî kilise görüşü, Hz. îsâ'nın mesajını yalnızca Tanrı krallığının kuruluş müjdesiyle sınırlamanın doğru olmayacağı şeklindedir. Onun mesajı, aynı zamanda yahudi şeriatının ikmal ve tashihini Öngören yeni akidelerin kabulünü de kapsamaktadır. Hz. îsâ'nın kültle ilgili olarak yeni sunduğu temel doktrinlerden biri tapınağın yorumlanmasıyla alâkalıdır. îsâ için tapınak çok fazla önemli değildir (Yu-
Hz. Meryem'e isa'nın doğacağı müjdesinin verilmesini resmeden bir ikona (Ohri Millî Müzesi)
hanna, 4/21). Her ne kadar Kumran topluluğu, Mûsâ zamanındaki "çadır ve çöl ibadeti"ni tapınak ibadetine tercih etmişse de ikisi arasındaki farklılığı vurgulayanlar hıristiyanlar olmuştur.
Hz. îsâ'ya ilk inananların yeni öğretide Yahudilikten başka bir inanç biçimi buldukları söylenemez. Bu öğretinin Genti-leler için cazip yönü, yeni bir dinî eylem olmaktan ziyade sosyal yanı güçlü revizyonist bir hareket oluşudur. İlk hıristiyan-ların özellikle fakir kitlelerden çıkması bu görüşü teyit eder. Hareketin örgütlenme biçimi, mahiyeti ve mensuplarının sayısı hakkındaki bilgiler İncİller'deki dolaylı referanslara dayanmaktadır. Buna göre ilk inananlar topluluğunun İdarecisi pozisyonunda "on ikiler" adını alan bir grubun olduğu bilinmektedir. İdari teşkilâtın on ikilik bölümlenmesi yahudi kültürüne yabancı değildir ve İsrail'in on iki kabilesini temsil eder. İnciller'in ilk inananların sayısı hakkında verdiği binli rakamlar ise inanç güdüsüyle yazılmıştır ve doğru olmaması bu anlamda mazur görülebilir.
Büyük ihtimalle ilk Hıristiyanlık, mesîhî beklentiyi en çok dile getiren fakir kişilerce tasvip edilmiştir. Öte yandan Hz. îsâ'nın ölümünden sonra kabrine gelen kişilerin yalnızca kadınlar olması (Matta, 28/1; Markos, 16/1; Luka, 24/1; Yuharına, 20/1) tarihçilerin iki farklı görüş ileri sürmesine yol açmıştır. Bunlardan ilki erkeklerin korkup kaçtıkları şeklindedir; ikinci görüş ise erken Hıristiyanlığın sosyal yapısını yansıtır. Buna göre alışılmış yahudi tavrından bir hayli farklı olarak ilk cemaatte kadınlar erkeklerle aynı statüye sahipti. Öyle anlaşılıyor ki İlk Hıristiyanlık, Örgütlenme biçiminde kendine has birtakım özelliklere sahip olmakla birlikte inanç açısından değerlendirildiğinde Yahudiliğin dışına çıkmamıştır. İnciller'de anlatıldığı üzere Hz. îsâ'nın bazan sebt gibi kesin yahudi emirlerini göz ardı etmesi bile onu Yahudiliğin dışına yerleştirmeye yetmeyecektir.
2. Havariler Dönemi. Gerek Resullerin İşleri gerekse Yeni Ahid'deki mektuplardan edinilen bilgiler, havariler döneminin Pavlus öncesi ve Pavlusçu dönem şeklinde ikiye ayrılmasını gerektirmektedir. Pavlus öncesi dönemin yapısı Resullerin İşleri'nin ilk bölümlerinde canlı bir şekilde tasvir edilmektedir. Pavlus'un mektuplarında da bu konuda bilgi vardır. Bu dönemde yeni hareketin merkezinin Kudüs olduğu anlaşılmaktadır. Hz. îsâ'nın ölümünden sonra dağılan şâkirdler tekrar bir araya gelmişler, dinî hayat bakımın-
dan Yahudiliği sürdürmüşlerdir. Onları diğer yahudilerden ayıran temel unsur ise Hz. îsâ'nın mesîh olduğu inancıdır. Bu dönemde bir hıristiyan kilisesinden bahsedilmez. Bununla birlikte Stephan'ın (İste-fanos) öldürülmesinden de anlaşılacağı üzere bu cemaatin yahuditer ve Romalı-lar'la arası iyi değildir.
3. Pavlus. Pavlusçu döneme dair en önemli bilgiler yine Resullerin İşleri'nin son kısımlanyla Pavlus'un mektuplarında yer alır. Pavlus'un yeni dine girişi kilise tarihinde bir dönüm noktasıdır. Onun Hıristiyanlığa girişinden önce bu din Filistin dışına yayılmış bulunuyordu. Ancak Hıristiyanlığı Gentile coğrafyasında yayan esas kişi Pavlus olmuştur. Pavlus'un yeni dinde bulduğu tek şey yalnızca mesîhî bir umut değildi; belki daha önemlisi, yahudi şeriatından kopan yeni bir dine zemin hazırlamaktı. Bunu gerçekleştirmenin tek yolu da yeni dini evrensel bir mesaj çerçevesinde yorumlamaktı. Pavlus'un aniden hıristiyan olması kilise tarafından ilâhî planın bir parçası olarak yorumlanmıştır. Onun Hıristiyanlığı seçişinin arkasındaki sebebin karanlıkta kalması bu yorumu desteklemiş olmalıdır.
Resullerin İşlerİ'ne göre Pavlus "Kilik-ya'da Tarsus'ta" doğmuştur(22/3). İbrânî-ce adı Saul'dür. Kendisi Benjamin kabilesinden olduğunu söyler (Romalılar'a Mektup, 1 1/1; Filipililer'e Mektup, 3/5). Çadır imalâtçısı veya dericidir (Resullerin İşleri, 18/3; Korintoslular'a Birinci Mektup, 4/ 12). Jerome'ye göre ailesi Celile'de Gisca-la'da yerleşmiştir (EJd.,xm, 190). Pavlus'un mektuplarının dili o zaman konuşulan basit Grekçe'dir. Kudüs'teki dinleyicilerine yaptığı konuşmalarda olduğu gibi bazan Ârâmîce'yi de kullanmıştır (Resullerin İşleri, 21/40). Resullerinİşleri'nde-ki anlatımlara göre (9/1-4; Galatyalılar'a Mektup. 1/13) Pavlus başlangıçta hıristi-yanlara zulmeden bir pozisyondadır. Onun Hz. îsâ'yi bizzat gördüğüne dair hiçbir delil yoktur. Ancak Stephan'ın öldürülüşünde bulunuşuna bakılırsa havarilerle tanıştığı ve hıristiyan doktrinini bildiği kesindir. Pavlus'un nasıl hıristiyan olduğu mitolojik anlatımlarla karanlıklaştırılmıştır. Resullerin İşleri'ndeki geleneksel açıklamaya göre Şam'a giderken gerçekleşen rü'yette Hz. îsâ tarafından ikaz edilmesi üzerine bu dini benimsemiştir. Pavlus bu rü'yeti, diğer havarilere görünen yeniden dirilmiş îsâ ile mukayese eder ve hayalden ziyade gerçek olarak yorumlar (Korintoslular'a Birinci Mektup, 15/3-8). OnunHlris-tiyanlığı seçişinden sonra Arabistan'a git-
331
HIRİSTİYANLIK
tiği anlaşılmaktadır (Galatyahlar'a Mektup, 1/17). Arabistan dönüşünde Kudüs'e gelmiş ve önce Petrus (Sİmun Petrus). ardından da Ya'kûb'la tanışmıştır.
Pavlus'un yeni öğretiyi vazetmek üzere en az üç yolculuk yaptığı bilinmektedir. Yaklaşık47-48yıllarındaki ilkseyaha-tine Kıbrıs'tan başladı, Anadolu'da çeşitli yerleri dolaşarak Kudüs'e geldi (Resullerin işleri, Bap 13-14). İkinci misyon faaliyeti Suriye'deki kiliselerden başlayarak Anadolu, Makedonya ve Yunanistan'daki kiliseleri içine alacak şekilde devam etti ve Antakya'da sona erdi. Bu seyahati yaklaşık 49-52 yılları arasında yapmış olmalıdır (Resullerin İşieri, 15/36; 18/22). Üçüncü seyahat özellikle Efes'e ve burası merkez alınarak Balkan kiliselerine yapılmıştır. Yaklaşık 52'de başlayan bu seyahat 57'de sona ermiştir (Resullerin İşleri, 18/ 23; 21/26). Pavlus'un daha sonra Kudüs'te Gentileler'le olan münasebeti dolayısıyla yahudilerce suçlandığı. Roma vatandaşı olduğu için Roma mahkemelerine intikal eden davasıyla ilgili olarak Roma'ya gittiği bilinmektedir. Resullerin İşleri'n-deki muğlak bir ifadeye bakılarak burada öldüğü söylenebilir (28/30).
Pavlus'un doktriniyle ilgili temel görüşler, özellikle ona ait olduğu tesbit edilen otantik mektuplarda (Romalılara, Korin-toslular'a, Galatyalılar'a, Filipililer'e, Ko-loseliler'e; Selâniklilere, Filemon'a) bulunur. Pavlus'a otantikliği tartışmalı başka mektuplar da isnat edilmektedir. Hıristiyanlığı kabul edişinden sonra Pavlus'un üzerinde durduğu iki temel konu vardır: Yahudi geleneğinin ilgası ve îsâ'-nın mesîhliği. Onun yahudi şeriatına bağlı göründüğü noktalar ise bu doktrinleri yorumlamada kullandığı İbranî terminolojisinden gelir. Pavlus mesîhlik inancını kabul ederek evrenselci bir doktrini benimsemiştir. Yahudi şeriatının yerine, "Tanrı'nın izzeti" ve Tanrı'nın herkese ulaşabileceği kavramını koyarak bu evrensel mesajı desteklemiş görünür. Kilise tarihinde Pavlus'un önemi, İsrâüoğulları'na has bir dinden evrensel mesajı olan bir dine geçişteki bu noktada yatmaktadır. Pavlus'la birlikte kilise evrenselci bir mesajı benimsemiştir. Hıristiyanlığın Genti-le topraklarında hızla yayılmasına vesile olan teolojik doktrin budur. Bu tarihten sonra Hıristiyanlık hem coğrafya hem de doktrin olarak Filistin dışına taşacaktır.
C) Hıristiyanlığın İlk Dönemleri (30-
313). Hz. İsa'dan sonra Hıristiyanlık yahudi olmayanlar arasında da yayıldı: bu da iki ayrı grubun, yahudi menşeli hıristiyan lar-
la putperest menşeli hıristiyanların oluşmasıyla neticelendi. "Yahudi menşeli hı-ristiyanlar" tabiri geniş anlamda, gerek Kudüs ve Filistin'de gerekse Diaspora'da yaşayan yahudi ırkından gelen hıristiyan-ları, dar anlamda ise özellikle Kudüs ve Filistin kiliselerine mensup hıristiyanlan İfade eder. Bunlar, Hz. îsâ'nın mesajını benimseyen ve onun İsrail Krallığı'nı tesis için yeniden gelmesini bekleyen, ancak Tevrat'ı kabul edip yahudi şeriatı üzere yaşayan hıristiyanlardı. "Putperest menşeli hıristiyaniar" tabiri ise yahudile-rin dışında başka ırk ve dinlere mensupken hıristiyan olanları ifade etmektedir. Liderliğini Pavlus'un yaptığı bu hareketin mensupları, Kudüs Havariler Konsili kararlarıyla bazı kuralların dışında yahudi şeriatından muaf tutulmuştur.
Helenistik eğilimli Pavlusçu Hıristiyanlık Gentile topraklarında hızla yayılmaya devam etti. Kudüs'te yahudi kökenine bağlı hıristiyan cemaat varlığını bir müddet daha sürdürdü. Bu cemaatin başında. İnciller'de îsâ'nın kardeşi olarak geçen (Matta, 13/55; Markos, 6/3) Ya'küb (Jacques) bulunuyordu. Ya'küb liderliğindeki yahudi -hıristiyanlar 57'de yahudile-rin Romalılar'a karşı başlattığı isyana ve 66'da Romalılar'layahudiler arasında patlak veren savaşa katılmamışlardır. Kudüs'ün 70 yılında Romalılar'ın eline geçmesinden kısa bir müddet önce yahudi-ler Ya'küb'u öldürdüler (/DS, [], 793). Ya'-küb'a bağlı hıristiyanlar Ürdün'deki Pella şehrine çekildiler. Havariler döneminin sonunda birçok gruba bölünen bu cemaat, Ebioniler (Ebionites "fakirler") adı altında yaklaşık VI. yüzyıla kadar varlığını sürdürdü. Kilisenin uydurma ilân ettiği pek çok gelenekte Ebioniler'in derin izleri vardır. Ebioniler'in elindeki İnciller kanonik înciller'den oldukça farklı olup erken Hıristiyanlık düşüncesini yansıtır.
Hıristiyanlığın asıl gelişmesi Avrupa coğrafyasında oldu; Pavlus'un liderliğini yaptığı Gentile Hıristiyanlığı, milâttan sonra I. yüzyılın ortalarından İtibaren Avrupa'da köylü ve köleler arasında hızla yayılmaya başladı. Bunun sebebi, Hıristiyanlıktaki kurtuluş doktrininin ezilen bu sınıfların ilgisini çekmesiydi. Öte yandan milâttan Önce III. yüzyıldan beri Avrupa'-daki halklar arasında yaygınlaşmaya başlayan Doğu'nun sır dinleri, yeniden dirilen îsâ motifini kullanan Hıristiyanlığın benimsenmesini kolaylaştırdı. Üst sınıflardan Hıristiyanlığı kabul edenler ise Roma vatandaşı olma avantajlarını kullanarak yeni dinin yayılmasında öncü rolünü üst-
lendiler. Bütün bu gelişmelere rağmen Hıristiyanlık IV. yüzyıla kadar bir yer altı hareketi olma özelliğini sürdürdü.
Yaygın olarak kabul edilmeye başlandığı dönemden itibaren kardeşlik ve eşitlik söylemiyle Roma İmparatorluğu'nun sosyal yapısını altüst etme eğilimine giren Hıristiyanlık, ilk büyük zulmü Neron'un tahtta bulunduğu süre içinde (54-68) gördü. Neron ile başlayan nefret ve zulüm kampanyaları Hıristiyanlığı daha da güçlendirdi. Hıristiyanlık Neron döneminden İtibaren örgütlü bir hareket haline dönüştü. 81 yılından sonra Roma tahtına oturan Titus Flavius Domitian, yahudilerle birlikte hıristiyan la ra karşı yok etme operasyonunu hızlandırdı. Yeni Ahid'dekİ Vahiy kitabının bu dönemdeki hıristiyanlan teselliye yönelik bir mesaj olarak yazıldığı kabul edilmektedir.
249'da Roma imparatoru olan Decius, resmî devlet kültünü güçlendirmek amacıyla bütün hıristiyanlardan imparator adına kurban sunmalarını istedi. 2S0'de Roma Piskoposu Fabian öldürüldü. Hıristiyanların zorla Roma dinine döndürülme işlemi kısmen başarıya ulaştı ve bazı cemaatler putperest oldular veya öyle gö-ründüler. 284-305 yılları arasında imparatorluk yapan Diocletian baskıcı politikayı sürdüren dört ferman yayımladı. Bu fermanlardan ilki kiliselerin ve kutsal yazıların yakılmasını, diğerleri, din adamlarını ve inanan herkesin kontrol altına alınmasını temin edecek emirleri içeriyordu. Rivayete göre Circîs imparatoru tek Allah'a İnanmaya davet etmiş, bu sebeple de işkencelere mâruz kalmıştır (bk. CİRCÎS). Diocletian'dan sonra tahta geçen Galerius döneminde son defa şiddetli zulümlere mâruz kalan hıristiyanlar Galeri-us'tan sonra imparator olan Konstantin ile birlikte rahatlama dönemine girdi.
D) Konstantİn'den Büyük Gregory'ye Kadarki Dönem (ÎV-VI. yüzyıl]. Hıristiyan olan ve Hıristiyanlığı devlet himayesine alan İlk Roma imparatoru Konstantin'd ir {Flavius Valerius Aurelius Constantinus). 306'-da imparator ilân edilen Konstantin, 313 yılında yayımladığı Milan fermanı ile topraklarında yaşayan hıristiyanlara hürriyet verdi. Konstantin'İn Hıristiyanlığı niçin tercih ettiği bilinmemektedir. Euse-bius ve Lactantius'a göre 312'de Maxen-tius ile yaptığı savaştan önce gördüğü bir rüyada îsâ ona bu savaştan galip çıkacağını müjdelemiştir. Kilise, onun Hıristiyanlığı seçişindeki en önemli faktör olarak bu rüyayı kabul eder. Bununla birlikte İstanbul'u Yeni Roma ilân eden Konstan-
332
HIRİSTİYANLIK
tin'in, topraklarında hızla yayılan ve güçlü bir hale gelen hıristiyan nüfusu siyasî hedefleri için kullanma niyeti taşıdığı ihtimali göz ardı edilemez. Çünkü IV. yüzyılda Güney Avrupa'nın, Anadolu'nun ve Kuzey Afrika'nın büyük bir kısmı hıristiyan olmuştu. Öte yandan bu yüzyıldan itibaren kuzeyden güneye doğru inmeye başlayan Germenik kabilelerin tehdidi imparatorluğu birleştirecek bir güçle önlenebilirdi ve bu noktada putperestliğe savaş açan Hıristiyanlığın önemi tartışılamazdı. İmparatorluğun doğu sınırını teşkil eden Ermeniler arasında Büyük Gregory'nin sürdürdüğü faaliyetlerle hıristiyan nüfusu hızla arttı: Ermeni Kralı Tridates de Hıristiyanlığı ilk kabul eden kral oldu. Konstantin'in Hıristiyanlığı himayesine alması ile birlikte imparatorluğa doğudan gelen tehdit bir müddet için ertelenmiş görünüyordu. Konstantin İstanbul'u Doğu Roma İmparatorluğu'nun başşehri yapınca İstanbul da önemli kilise merkezleri arasına girmiş oldu.
Batı topraklarında kuzeyden gelen Got istilâları Piskopos Ulfilas'ın (ö. 381) sayesinde önlendiği gibi Gotlar'ın büyük bir kısmı da hıristiyan oldu. Ulfilas, Kitâb-ı Mukaddes'i Gotça'ya çevirerek Gotça'yı yazı dili haline getirdi. Bu gelişmelerden hareketle, IV. yüzyılda Konstantin'den başlamak üzere Roma imparatorlarının Hıristiyanlık'ta pragmatik olarak kullanabilecekleri bir güç buldukları tahmin edilebilir. Bununla birlikte kilise geleneğinin kabul ettiği üzere Konstantin'in samimi yönelişinin de dikkate alınması gerekir.
Hıristiyanlığı Roma Devleti'nin resmî dini olarak tanıyan ilk imparator I. Theo-dosios'tur. 380'de vaftiz olan Theodosios, Ariusçuluk gibi heretik akımlara da cephe alarak imparatorluk topraklarında Hıristiyanlığı homojen bir duruma getirmek İstedi. Aynı kurumlaşma eğilimi torunu II. Theodosios döneminde de sürdü. Konstantin'den başlayarak II. Theodo-sios'un 450'deki Ölümüne kadar geçen süre İçinde gerek Batı gerekse Doğu Roma topraklarında Hıristiyanlığın resmiyete kavuşması ile ortaya çıkan çok sayıda mezhebe karşı mücadeleler ana meseleyi teşkil etmiştir. Konstantin'den Papa I. Gregory'ye kadar geçen süre Hıristiyanlığın hızla yayılmaya başladığı bir dönem olarak bilinir. Bu süreç aynı zamanda, çoğu mezhep çatışmalarına yönelik Hıristiyanlık içi birtakım gelişmelerin de habercisidir.
Barbar akınları sonucunda imparatorluğun batı topraklarının tehlikeye girme-
si üzerine IV. yüzyıldan itibaren Roma'nın Doğu ve Batı olarak iki ana coğrafyaya ayrılması bir anlamda Hıristiyanlığın kaderini de belirlemiştir. Bu tarihten sonra Ba-tı'daki Hıristiyanlık Latin kökenine bağlı kalıp Avrupa coğrafyasını şekillendirmiş, Doğu Hıristiyanlığı ise İstanbul merkez olmak üzere Grek mirasına sahip çıkarak Anadolu coğrafyasındaki Hıristiyanlığı oluşturmuştur. IV. yüzyıl aynı zamanda, devlet himayesinden faydalanan mahallî kiliselerin entelektüel açıdan gelişmesine ve mezhep kavgalarına yol açacak hizipleşmelere de kaynaklık etmiştir.
VI. yüzyıla gelindiğinde Avrupa Hıris-tiyanlığfnın kaderi açısından son derece önemli bir dizi olay yaşanmıştır. III. yüzyıldan beri zaman zaman kuzeyden gelen barbar kabileleri V. yüzyılda Roma'yı yıkmışlar ve Hıristiyanlığın yetki merkezinin dağılmasına sebep olmuşlardır. Bununla birlikte kilisenin yeni merkezler bulma ve kendini koruma amacıyla barbar kabileleri hıristiyanlaştırma çabalan, misyon faaliyetinin kuzeydeki işgalci halklar arasına kaymasına yol açmıştır. Sonuçta V. yüzyıldan itibaren kuzeyli kabileler hızla hıristiyan olmuştur. Böylece hıristiyan nüfusun çok az olduğu kuzey topraklarında üç ulus Hıristiyanlık'la tanışmıştır. Bunlar, uzun bir zamandan beri Roma İmparatorluğu'nun tesir alanı dışında kalan ve Rahip Patrick'İn sayesinde hıristiyan olan Keltler. Fransa'da Kral Clo-vis'in 496'da vaftiz edilmesiyle hıristiyan-laşan Alman kökenli Frank kabileleri ve daha kuzeyde İngilizler'dir. Öte yandan aynı dönemde Kuzey Afrika'daki Berberi kabileleri de hıristîyan olmuştur.
Kilisenin bundan böyle siyasî bir güce sahip olması ve topraklarını genişletmesi yalnızca hıristiyan etkisinin yayılması olarak değerlendirilmemelidir. Bu coğrafî gelişme ve iç problemlere paralel olarak kilisenin bazı hukukî müesseselerin temelini attığı da görülecektir. Yeni ortaya çıkmaya başlayan bu tip kurumların varlık sebebi büyük oranda mezhepler arasındaki kavganın yol açtığı karışık durumdur. Kilise tarihinde ciddi anlamda etkin olacak bu kurumların başında, özellikle heretik sayılan gruplara karşı bir tedbir niteliğindeki engizisyon mahkemeleri gelmektedir. Engizisyon mahkemeleri her ne kadar Ortaçağ'dan itibaren yaygınlaş-tıysa da Hıristiyanlığın erken dönemlerinde karşı fikirleri sindirici bir güç olarak sıkça kullanıldı (bk. ENGİZİSYON). XIX. yüzyıla kadar varlığını sürdüren bu kurumun yanında sapkınlığı önlemek amacıy-
la işletilmeye başlanan bir başka cezalandırma sistemi aforozdur. Sapkınlığı kiliseden tamamen silmeyi amaç edinen aforoz, cemaatten sürekli ya da belli bir müddet için dışlanmayı gerektiriyordu. Erken dönemlerde temeli atılan aforoz cezası Ortaçağ'da katı bir şekilde sürdü
(bk. AFOROZ).
E) Ortaçağ Dönemi (604-1500). Papa I.
Gregory'den (ö. 604) Charlemagne'a (ö. 814) kadar olan dönem, Germenik kabileler arasında kilisenin kurumsallaşması ve Doğu'da İslâm fetihlerinin yol açtığı sorunlarla uğraşmakla geçmiştir. Bu olayların sonunda bir yandan Hıristiyanlık Avrupa'da birleştirici bir rol oynamış ve Roma kurumlarının Ortaçağ'a taşınmasına katkıda bulunmuş, öte yandan Akdeniz ticaret yollarının müslümanlarca kapatılması üzerine güneydeki Hıristiyanlık kültürü Kuzey Avrupa ülkelerine kaymıştır.
Dış baskıların Avrupa Hıristiyanlığı İçin bütünüyle olumsuz olduğu söylenemez. Yeni tarihî şartlar Kral Charlemagne'm ortaya çıkmasına yol açmış, papanın 800'-de Franklar'ın kralı Charlemagne'ı imparator olarak tanıması Avrupa'da Doğu'-dakine benzer bir gelişmeye katkıda bulunmuş ve devletle kilise birleşmiştir. Bu ortak güç kuzey halklarının hıristiyanlaş-tırılmasında önemli bir rol üstlenmiştir. Hıristiyanlık, bugünkü Ortodoks sınırlarına denk düşen Doğu dünyasında putperestler arasında özellikle iki kardeş misyoner (Kril, ö. 869, Methodius, ö. 855) tarafından yayıldı. Bu misyoner faaliyetinin yürütülmesi sırasında bir anlamda Doğu-Batı çatışmasına zemin hazırlayacak anlaşmazlıklar da vuku bulmuştur.
Bulgar Kralı Boris'in ülkesindeki nüfusu hıristiyanlaştırmak üzere Franklar'dan yardım İstemesi. İstanbul'da oturan Bizans İmparatoru III. Leon tarafından tepkiyle karşılandı. İmparator. Boris'in bu talebine karşı çıkarak Slav bölgelerinde yaşayan halkların kendileri tarafından hıris-tiyanlaştırılması gerektiğini İleri sürdü. Bu sırada Moravya prensi de aynı faaliyeti Doğu'daki misyonerlerden istedi. İmparator, Balkan halklarının hıristiyanlaştı-rılması için Kril ve Methodius kardeşleri seçti. Kril, Glagolitık yazı denilen ve bugünkü Slav dillerinin yazıldığı alfabeyi oluşturan bir yazı icat etti. Kutsal yazılar bu dile çevrildi. Batı'nın bütün topraklarda uyguladığı Latince İbadet (litürji) zorunluluğu Doğu misyonerleri tarafından ortadan kaldırılınca Doğu'nun merkezi olan İstanbul'un Slavlar'ı hıristiyanlaştırmasi kolaylaştı ve sonuçta İstanbul kilisesinin
333
HIRİSTİYANLIK
hıristiyanlaştırma faaliyeti XI, yüzyılda tamamlandı.
Bizans İmparatorluğu, erken Ortaçağ'-da bir yandan dış meselelerle uğraşırken bir yandan da içteki bunalımlarla meşgul olmak zorunda katmıştı. 643te İskenderiye'nin müslümanların eline geçmesinden sonra imparatorluk ciddi bir çöküş sürecine girdi. Kısmen bu çöküş sebebiyle ilişkili olarak Doğu kilisesi, "ikonoklazm" denilen ve 730'dan 843'e kadar süren bir problemle uğraşmak zorunda kaldı. Bizans topraklarında VI. yüzyıldan beri önem kazanan ikonlara saygı VIII. yüzyılın başından itibaren yoğun bir şekilde yaygınlaştı. İmparator III. Leon ikon tapınımını önlemek için 730'da bir emirname yayımladı. 74S'te V. Konstantinos bu emirnameyi teyit etti; onun 753'te topladığı konsil ikonlara saygıyı yasakladı. Ancak şiddetli protestolar sonucunda İznik'te toplanan VII. Ekümenik Konsil (787) ikon tapını-mıyla ilgili yasağı kaldırdı. İmparatorun ikon tapınımını tehdit edici olarak kabul etmesinin en önemli sebeplerinden biri, ikoniarın sık sık mahallî azizleri temsil edecek kadar yaygınlaşmasıyla devleti birbirine bağlayan Evharistiya (ekmek -şarap âyini) ve haç sembolizminin Önemini kaybetmesi, bunun sonucunda da merkezî gücün sarsılmış olmasıdır.
Daha doğuda Asya'da Hıristiyanlık özellikle Nestûrîler aracılığıyla yayılmaktaydı. Hıristiyanlık 635'te Çin'e ulaşmıştı. 823 yılından önce Çin'de David adında bir metropolitin gösterdiği faaliyetler ayrıntılı olarak bilinmektedir. Çin Hıristiyanlığı büyük ölçüde manastırlar çevresinde geliştiği için İnziva ağırlıklıdır. 845"te Taoist Kral Wu Tsung'un iktidara gelmesiyle Hıristiyanlık Çin'de giderek zayıflamaya başladı. Hıristiyanlığın Asya'da esas yayılım süreci XVI. yüzyıldan itibaren Katolik misyonerlerin etkisiyle olacaktır.
XI. yüzyıldan XIII. yüzyılın sonuna kadar olan dönemde Hıristiyanlık biri Ortodoks ve Katolik kiliselerinin ayrılması, diğeri Haçlı seferleri olmak üzere iki önemli meseleyle karşılaşmıştır. Bizans topraklarındaki kilisenin Ortodoks kilisesi adıyla Roma kilisesinden ayrılmasına sebep olan başlıca olaylar şu şekilde sıralanabilir: a) Farklı kültürel zeminler. Bizans topraklarının çevrelediği coğrafya Helenistik dönemden beri Latin Avrupa'dan uzak kalmış ve Grek mirası üzerinde yapılanmıştır. Başta Anadolu olmak üzere Grek etkisindeki Ortadoğu coğrafyasında ibadet dilinin Grekçe olması Latin litürjisi ile yeterince ayrılık meydana getiriyordu. Kilise
IV. yüzyıldan beri bu ayırımı gidermeye uğ-raştıysa da başarıya ulaşamamıştır, b) Do-ğu'da devletin kiliseyi kontrolü. Konstan-tin'le başlayan bir gelenek olarak Bizans'ta imparatorlar kilisenin geleceğini yönlendirmeye çalışmışlardır. Özellikle ikonoklazm problemleri sırasında imparatorların halkın ikonlara saygı göstermesine karşı önlem almaları Roma'daki kilisenin tepkisine yol açmış, Roma bu olayı devletin kiliseye müdahalesi olarak yorumlamıştır, c) Charlemagne'ın papa tarafından imparator ilân edilmesi. Papa III, Le-on'un 800 yılında Charlemagne'ı Hıristiyanlığın kralı İlân etmesi Bizans'ı rahatsız etmiştir. Çünkü Charlemagne'ın hıris-tiyan misyonerliğini üstlenmesi, kuzey halklarının Roma tarafından hıristiyanlaş-tırılması anlamına geliyordu, d) Slav halklarına yönelik misyon faaliyeti konusunda Batı ve Doğu kiliseleri arasında anlaşmazlığın ortaya çıkması üzerine İstanbul Patriği Photios. Latin inanç ve uygulamalarından bazılarını itham eden bir kilise beyanı yayımlamış, bu beyan İki kilise arasındaki anlaşmazlığın iyice su yüzüne çıkmasına sebep olmuştur. Ayrıca Photios. Roma'nın bekârlığı ön plana çıkarmasını kilisedeki Maniheist etkiye bağlayarak eleştirmiştir (heterodoks bir hıristiyan grup olan Maniciler, kilisenin idarecisi durumundaki rahiplerin evlenmemesi gerektiğini ileri sürüyorlardı), e) Daha geç bir ayrılık sebebi de XI. yüzyılın ortasında papanın. Güney İtalya'daki Grek kilise geleneklerini zorla Latin leştir rne'ye çalışması sonucunda ortaya çıktı. Roma'nın bu tavrı üzerine İstanbul Patriği Michae! Ceru-larius İstanbul'daki Latin kiliselerini kapattı. Cardinal Humbert de İtalya'dan gelerek İstanbul'daki Ayasofya sunağına bir aforoznâme bıraktı (16 Haziran 1054). Bu beyanname Patrik Cerularius'u, Greklerin Rûhulkudüs doktrinini ve Grek rahiplerinin evlenmesini aforoz ediyordu. 1054 yılı. Katolik ve Ortodoks kiliselerinin ayrılışına işaret eden önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten itibaren Ortodoks kilisesi XIV-XV. yüzyıllara kadar Bizans İmparatorluğu tarafından temsil edildi; İstanbul'un Türkler tarafından fethedilme-sinden sonra ise aynı misyonu devam ettiren ülke "üçüncü Roma" sıfatıyla Rusya olmuştur (bk. fener rum ortodoks
PATRİKHÂNESİ)
Ortaçağ Hıristiyanlığı'nın ve Avrupa'nın Ortadoğu'ya kadar uzanan geniş coğrafyadaki değişik kültürlerin karşılaştığı ikinci problem Haçlı seferlerinin yol açtığı sıkıntılarla ilişkili olmuştur. Bununla birlik-
te bu sıkıntılı sonuçlar. Avrupa'da XI. yüzyıldan başlayarak gelişen feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş sürecini hızlandırmıştır. Haçlı seferleri sırasında erkek gücünün büyük zayiat vermesi, tarıma dayalı Avrupa ekonomisinde makineye dayanan yeni bir güce geçişe de vesile olmuştur. Makinenin insanın yerini alması yarı köleci feodal toplumun da bitişi anlamına geliyordu. Bu süreç aynı zamanda, içe kapalı htristiyan teolojisinden dış dünyaya açılan ve bir müddet sonra Rönesans ile birleşerek Avrupa Hıristiyanlığı'nın görünüşünü de değiştirecek olan yeni bir sürece de işaret eder.
Haçlı seferlerinin Ortadoğu'dan başlayarak Avrupa Hıristiyanlığı'na getirdiği yeni dinî hareketlerin başında, kısmen bunalımlı bir ruh haletinin temsil ettiği manastır hayatı gelir. Manastır hayatı bir anlamda merkezî otoritenin dağılması ve kilisenin kırsal alana çekilmesiyle sonuçlanmış, bu şekilde otoriteden uzak çok sayıda dinî cemaat türemiştir. Öte yandan Avrupa'daki manastırlar çevresinde gelişen yeni dinî hareketler, Maniheizm gibi çoğu Ortadoğu kökenli gnostik görüşlerin etkisiyle farklı teolojileri de geliştirdi. Bunların en klasik örneği, özellikle Balkan-lar'dan Avrupa'nın içlerine kadar yayılan Bogomil ve Cathari hareketidir.
XII. yüzyıldaki heretik hareketlerin içinde en Önemli olanlardan biri VValdoculuk diye bilinen harekettir. Kurucusu Peter VValdo'ya nisbetle bu adla anılan hareket 1176'da ortaya çıkmaya başladı. Waldo önce münzevi bir hayat sürerek papanın sevgisini kazandıysa da bu durum bir müddet sonra değişti. Lyons fakirleri olarak şöhret yapan VValdoculuk kısa bir zamanda mezhep haline dönüştü. Papalığın otoritesini tanımayan VValdocular, yalnızca bir sosyal hareket olarak kalmayıp İrlandalı teolog John Scotus Eriugena'-nın fikirlerinden de etkilenerek teolojik açıdan yeni düşünceler geliştirdiler. Gönüllü misyonerlerin aracılığıyla Batı Avrupa'da hızla yayılan harekete karşı Papa VIII. Innocent bir Haçlı seferi düzenledi. Kilise bu heretik gruplara karşı başta engizisyon mahkemeleri olmak üzere çeşitli önlemler aldıysa da tamamen başarılı olamadı. Reform sırasında Calvinciler'e destek veren VValdocular, XIX. yüzyılda Uruguay ve Arjantin gibi Güney Amerika ülkelerine yerleştiler.
XIV. yüzyılın başlarına gelindiğinde o güne kadar Hıristiyanlığın gelişimine katkıda bulunan üç önemli unsurun değişime uğradığı görülür. Her şeyden önce bu
334
HIRİSTİYANLIK
tarihte kilise, hem coğrafî hem de papalık olarak şahsî otoritesini ve merkezî gücünü kaybetmiştir. Papalığın güvenlik gerekçesiyle 1309'da Avignon'a taşınması kaybolan merkeziyetçiliğin en önemli işaretlerinden biridir. İkinci olarak kilisenin öngördüğü teolojik açıklamaların heretik-lerce reddedilmesi geleneksel Katolik akidelerinin yaygınlaşmasına set çekmiştir. Bu anlamda heretik akımlar, kabul edilen yaygın görüşlerin alternatif fikirler üretmesine yol açmıştır. Dönemin ürünleri olan Fransisken ve Dominiken gibi Katolik tarikatlarını bu bağlam içinde düşünmek gerekir. Son olarak millî hareketlerin güçlenmesi, mahallî kiliselerin kurulmasına ve kilisenin litürji gibi konularda maddî otoritesini kaybetmesine sebep olmuştur. Öte yandan Hıristiyanlığın Doğu sınırını temsil eden Bizans'ın VII. yüzyıldan itibaren başlayan ve XI. yüzyılda yoğunlaşan İslâm fetihleriyle uğraşması Doğu hıristiyan kültürünün yavaş yavaş Slav topraklarına, Kiev'e taşınmasına yol açtı. 1453'te İstanbul'un fethinden sonra Ortodoks kilisesinin Moskova'ya naklini hazırlayan politik zemin bu kayış süreciyle yakından ilişkilidir. Kısmen Bizans, kısmen Roma'nın kontrolünde olan Kuzey Afrika'da Hıristiyanlık güçlü olmakla birlikte VII. yüzyıldan itibaren gerçekleştirilen İslâm fetihleri dolayısıyla bölgeden büyük oranda çekilmiştir.
XV. yüzyıla kadar bütün hızıyla devam eden heretik akımlar reformun oluşmasına zemin hazırlaması bakımından önemli olmuştur. Bu hareketlerin sonucunda Avrupa'da millî kiliseler ortaya çıkmış, en azından halk düzeyinde Latince'nin hâkimiyetini sürdürmesi azalmıştır. Heretik hareketlerin şiddetinin güneyden kuzeye doğru çıktıkça artması, aynı zamanda
kilise kültürünün heretik de olsa yaygınlaşması anlamına geliyordu.
F) Modem Çağlar. 1. Reform ve Protestanlık. Latince reformatio (yenileştirme) tabiri, XVI. yüzyıldan itibaren Ortaçağ'-daki kullanımın ötesinde değişik bir anlama büründü. Bu yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren reformatio kelimesi biri kilisenin ıslahı, diğeri yeni kiliselerin kuruluşuna yol açan dinî politik ortam olmak üzere iki yönlü bir anlam kazandı. Çok defa reform ile birlikte kullanılan Protestan kelimesi ise daha özelleşmiş bir anlam taşır ve papalığa baş kaldıran protestocu kiliseleri ifade eder (bk. Protestanlık).
Kilise ile ilgili bir ıslah eylemi olmanın Ötesinde, bugünkü Avrupa coğrafyasını belirleyecek politik bir misyonla da yüklü olan reform hareketi Hıristiyanlık tarihinde dönüm noktalarından birini oluşturur. Hıristiyan coğrafyası bu hareketin gelişmesine paralel olarak şekillenmiştir. Reform hareketi. XII. yüzyıldan beri yenileşmeye ihtiyaç gösteren Avrupa Hıristiyanlığının klasik sınırlarını aşma teşebbüsünün bir sonucu olarak görülmelidir. XII. yüzyıldan sonra Hıristiyanlığın yeni başlayan kapitalist sürece adapte olamaması neticesinde V. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar devam eden feodal yapı ile hıristiyan düşüncesi arasındaki denge bozuldu. Bu bozulmanın ilk ürünleri VVyclif ve Hus gibi XIV. yüzyıl heretiklerinin hareketleriyle takip edilebilir. Geç Ortaçağ heretik hareketleri, bir anlamda hıristiyan teolojisi ve Avrupa kapitalizmi arasındaki sürtüşmenin hem politik hem de dinî yansımasıdır. Reform hareketinin yöneldiği ana hedeflerden biri olarak papalığın yetkisini sınırlayan ilk teşebbüsler bu tip heretik akımlarla ilgilidir. Öte yandan XV. yüzyılın sonu aynı zamanda millî devlet anlayışı-
na geçişe işaret eder. Bu döneme kadar hânedantarca yönetilen Avrupa devletleri, gelişen milliyetçilik şuuru ile etnik uluslar halinde toparlanmaya başlamıştı. Hanedan idaresinden millî devlet fikrine geçiş papalığın yetkisinden de uzaklaşmak anlamına geliyordu. Reformun Germen topraklarında gelişmiş olması, bir anlamda öteden beri hanedanlık karşıtı hareketleri besleyen Almanya ile Latin Avrupa arasındaki hâkimiyet mücadelesinin de dinî kisve altında tezahür etmesidir. Bundan dolayı reform hareketinin altında politik bir zeminin bulunduğu unutulmamalıdır.
Reformizmin oluşturduğu yeni ortama katkıda bulunan bir başka unsur da Osmanlı Devleti'nin Avrupa coğrafyasında ilerleyişidir. Katolik kilisesinin Osmanlı tehdidi karşısındaki kaygı ve zaafını far-keden Protestanlar, Luther'in Türkler hakkındaki olumsuz kanaatlerine rağmen bu kaos ortamından faydalanma yoluna gitmişlerdir. Roma da Luther ve Türkler'i "deccâl'in ordusu" tabiriyle aynîleştirerek her iki hareketin kendisine etki açısından birlikteliğini vurgulamıştır.
Reform hareketinin başlatıcıları yahut ilk Protestanlar olarak genellikle Martin Luther (ö. 1546), UlrichZwingli(ö. !53l) ve Jean Calvin (ö 1564) gösterilir. Her ne kadar uzun süreli geri planında birtakım sosyopolitik sebepler yatıyorsa da her üç kurucu için meselenin gerçek sebebi sosyal değil teolojiktir. Onlara göre kilise organizasyonu modern Avrupa insanını ku-caklayamadığı için çökmüş, teolojik açıklamalar yetersiz kalmış ve Hıristiyanlık aslî mesajından uzaklaştırılmıştır; reformcuların asıl amacı da kilisenin aslî mesajına geri dönmesini sağlamaktır. Daha sonraları Kitâb-ı Mukaddes yorumu (herme-
HIRİSTİYANLIK
nötik) çalışmalarına kaynaklık edecek şekilde bir zemin hazırlayacak olan bu dönüşün iki temel yolu vardır: Kutsal kitabın herkes tarafından anlaşılmasını sağlamak ve papanın otoritesini yahut bu otoritenin biçimlendirdiği geleneği reddetmek. Böylece bütün reformcular, ruhban sınıfının rehberliğini dışlayıp merkezî otoriteden uzak kalan daha orijinal bir örgütlenme biçimi olarak savundukları pastoral kilise anlayışına yönelmişlerdir. Otorite, kilisenin ve rehber din adamlarının elinden alınarak kutsal kitabın aracısız anlaşılmasına ve imana devredilmiştir. Kutsal kitabın anlaşılması için geleneğe ihtiyaç yoktur; herkes kutsal metni anlayabilecek kapasiteye sahiptir; bu kapasiteye ulaşmanın tek şartı ise imandır. Reformcular insan ve Tanrı arasındaki ilişkide ibadet, hayır işlemek, iyilik yahut kötülük yapmaktan ziyade imanlı olmayı ön plana çıkardılar: endüljansı ve Evharisti-ya ile vaftiz dışındaki sakramentleri kutsal kitapta olmadığı düşüncesiyle reddettiler.
Katolik kilisesine muhalefet ve kutsal metnin anlaşılmasında aracı mekanizmaların kaldırılması konusunda bütün reformcular görüş birliği içerisinde olmuşlardır. Ancak seküler anlayış söz konusu olduğunda bütün Protestanlar'in üzerinde ittifak etmekte zorlandıkları pek çok problemin mevcut olduğu görülmektedir. Luther kaynaklı baş kaldın eylemi mahallî prenslere karşı statükocu olmayı sürdürmüştür. Devlet ve kilise arasında yaptığı ayırım aynı zamanda Luther'i. her iki gücün yeri geldiğinde ittifak içerisine girmesi gerektiği şeklinde bir fikre götürmüştür (Bainton, s. 187, 188). Bununla birlikte yüzyıllar sonra Marksistler'in ilk öncülerinden biri olarak kabul edecekleri Protestan Thomas Müntzer (ö. 1525), Alman köylü ayaklanmalarını organize ederek resmî otoritelere karşı halkın yanında yer almıştır. Müntzer aynı zamanda. Luther'in Kitâb-ı Mukaddes'i ön plana çıkarmasına karşılık Rûhulkudüs'ün inayetini önemseyerek teolojik açıdan da Luthercilik'ten uzaklaşmıştır. Müntzer'in başlattığı devrimci Protestan geleneği sonraları pek çok radikal mezhep içerisinde varlığını sürdürmüştür.
Protestanlık hareketi özellikle Kuzey ve Orta Avrupa ülkelerinde hızla yayıldı. Katolik kilisesince tehlikeli görülen bu durum, 1618-1648 yıllarında vuku bulan Otuzyıl savaşlarının patlak vermesine yol açtı. Bu savaşlar sonunda Katolik kilisesi kaybettiği bazı topraklan geri aldı. 1648'-
de Vestfalya'da imzalanan anlaşma ile sona eren bu savaşların ardından bugünkü Avrupa coğrafyasının da temeli atılmış oldu. XVI-XVIl. yüzyıldan itibaren çok sayıda alt gruplara ayrılan Protestan kiliseleri Ortodokslarla da ilgilendi. Lutherciler İstanbul Patriği II. Jeremiah ile ilişki kurdular. İstanbul Patriği Cyril Lucaris Cal-vinci görüşlerden etkilendi ve Protestan-iar'la temasa geçti. Fakat bu ilişkiler olumlu sonuçlar elde etmeye yetmedi. 1672'-de Kudüs Ortodoks sinodu Protestanlar'ı heretiklikle suçladı (Chadwick, s. 360).
Katolik kilisesi, Protestanlık tehlikesinin bütün Avrupa'yı sarmasından endişelenerek kilise içerisinde ıslahat hareketi yapmaya girişti. Bu amaçla toplanan Trent Konsili yalnızca imanın kâfi gelmeyeceği, sakramentlerin sayısının yedi olduğu, Latince Vulgat'ın tek kanonik kutsal metin sayıldığı gibi temel inançlardan vazgeç-mediyse de endüljansın iptali, piskoposların yetkilerinin sınırlandırılması ve kilise organizasyonu gibi konularda reformcularla benzer görüşler geliştirmek suretiyle uzlaşma yanlısı bir tutum ortaya koydu. Bununla birlikte Katolikler papanın bütün Hıristiyanlığın lideri olduğu fikrinden vazgeçmediler. Sonuç olarak karşı reform hareketi Protestanlığı asimile etme hususunda başarısız kaldı ve her İki mezhebin birbirinden daha çok ayrılmasına sebep oldu. Fakat bu gelişmenin Cizvitler gibi birtakım teşkilâtların örgütlenmesine imkân vererek Katolik Hıristiyanlığın Asya ve Amerika'da güçlenmesine etki yaptığı söylenebilir.
2. Avrupa Dışındaki Hıristiyan Coğrafyası. XVI. yüzyıldan İtibaren Afrika, Asya ve Amerika'da sürdürülen misyon faaliyetleri, İstanbul'un Türkler'ce fethinden sonra Ortodoks kilisesinin Rusya'ya taşınması, Avrupa dışındaki hıristiyan coğrafyasını belirleyen en önemli olgulardır, özellikle Cizvitler'in önderliğinde Hıristiyanlık Doğu Asya gibi dünyanın pek çok uzak bölgesine taşınmaya başlandı. Bununla birlikte İslâmiyet'in yayılışı sonucunda Anadolu ve Balkanlar başta olmak üzere bazı bölgelerin elden çıkması üzerine kilise yeni misyon teknikleri geliştirdi. Bu yeni durum, kilisenin daha örgütlü misyoner teşkilâtları kurmasına ve daha entelektüel misyonerler yetiştirmesine yol açtı. Akdeniz ticaretinin müslümanlarca kapatılması sonucunda yeni rotalara yönelen Avrupalı denizcilerin keşifleri, kilisenin misyonerlik yapacak yeni bölgelerle karşılaşmasına zemin hazırladı. Bu bölgeleri keşfe çıkan seyyahlar yalnızca Katolik din
adamları olmamıştır, özellikle Güneydoğu Asya'da başarılı olan gruplar Protestanlar arasından çıkmıştır.
Aynı dönemlerde hıristiyan coğrafyasının ve kültürünün gelişmesine yön veren ikinci olgu Bizans kültürünün Anadolu'dan Rusya'ya doğru kaymasıdır. IX. yüzyıldan 1240'taki Moğol istilâsına kadar olan sürede Rusya topraklarında kilise gittikçe güçleniyordu. Rusya dahil Slav ülkelerindeki en güçlü kilise Kiev kilisesi idi. 1453'te Osmanlılar'ın İstanbul'u fethinden sonra Ortodoksluğun fiilî merkezi problemi yeniden gündeme geldi. Hıristiyanlığın yayılması konusunda daha önceki fonksiyonunu hatırlayan Rusya kilisesi. Ortodoks kültürünün ve fiilî merkezinin Moskova olduğunu ileri sürdü. Moskova 1589 yılında, "üçüncü Roma" sıfatıyla eski hıristiyan patrikliklerine eş bir otorite ile yeni Ortodoks kilisesinin merkezi ilân edildi. Böylece İstanbul patrikliği sembolik değerini korumakla birlikte Moskova fiilî planda Ortodoks kültürünün temsilcisi oldu.
3. Modern Dönem Hıristiyanlığını Hazırlayan Şartlar. Siyasî coğrafyayı içeren bir genelleme yapmak gerekirse, Hıristiyanlığın modern dönemlere giriş sürecinin başlangıcını Vestfatya Antlaşması'na 11648) kadar çıkarmak mümkündür. Bu antlaşma sonrasında sağlanan huzurla birlikte din savaşları sona ermiş ve Avrupa Hıristiyanlığfnın bugünkü siyasî-dinî coğrafyasını belirleyen sınırlara ulaşılmıştır. Avrupa'da kilisenin ve hıristiyan grupların statüleri büyük oranda bu dönemdeki düzenlemelere dayanır. Avrupa'nın güneyinde Katolik devletler, kuzeyinde Protestan devletler hâkimdir; Doğu coğrafyası ise en erken dönemlerden beri Ortodoks Özelliğini korumaktadır.
XVI. yüzyıldan itibaren Avrupa dışında hızla genişleyen hıristlyan coğrafyasının ve organizasyonunun kaderi de Avrupa'-daki mücadelenin kaderini takip etmiş, merkezdeki kavgalar kolonilerdeki güç dengesini şekillendirmiştir. Her şeye rağmen yeni dünyalardaki kolonilerde güçlü taraf büyük oranda, misyon tecrübesi daha eskiye uzanan Katoliklik olmuş. Pro-testanlar'ın ciddi misyon faaliyetleri ancak XVII. yüzyıldan sonra başlamış, Ortodoks faaliyetleri İse genellikle Rusya ve Balkan topraklarıyla sınırlı kalmıştır; Ortodokslar, XIX. yüzyıldan sonra Asya'dan başlayarak misyon faaliyetine girişmişlerdir.
XX. yüzyılın başından itibaren, özellikle Fransız İhtİlâli'nden sonra laikleşme
336
HIRİSTİYANLIK
sürecine giren toplumlarda Hıristiyanlığın siyasî tarihinden bahsedilmesini gerektirecek bir iktidarının kalmadığı görülmektedir. Kiiise ve devletin birbirinden bütünüyle ayrılması kiliseyi siyasî etkinliğinden uzaklaştırmış veya en azından kilisenin tek başına belirleyiciliği sona ermiştir. Modern dönemlerde Hıristiyanlığın tarihi daha çok entelektüel seviyede meydana gelen gelişmelerin tarihidir. Bundan böyle kilise ilişkili olduğu toplumlara ancak dolaylı bir etkide bulunacak ve sadece tarihsel konjonktürün gerektirdiği dengelerin sağlanmasına katkı yapabilecektir.
XX. yüzyıla doğru Hıristiyanlığın gelişimiyle ilgili olarak üç ayrı ilişki biçimi önem kazanmıştır ve bu ilişkiler aynı zamanda modern dönemlerdeki Hıristiyanlığın temelini Oluşturmuştur, a) Kilise ve Devlet Arasındaki İlişki. Kilisenin devletle olan siyasî münasebeti, hemen hemen hiçbir dönemde tamamen uzlaşmaya dayalı olmamıştır. 1075te Vll. Gregory'nin. imparator ve kralların kilise üzerinde hiçbir yetkisinin olmadığını ilân edip 1122'de Concordat of Worms sonuçlarının bu fikri teyit ettiği döneme kadar sivil otoriteler genellikle kiliseye hâkim durumdaydı. XI-XIV. yüzyıllar arasındaki dönemde Mesih milletlerin tek hâkim gücü olarak kabul edilmiştir. Fakat XIV. yüzyıldan itibaren sivil iktidar yeniden hâkimiyet kurmuş ve Fransız İhtilâli bu hâkimiyeti pekiştirmede önemli rol oynamıştır. Kilise ile devlet arasındaki ilişkinin son şeklini aldığı XX. yüzyılda artık kilise devletin dışında bir kurumdur, ne ona eşittir ne de ondan üstün veya aşağıdır. XX. yüzyılda kilise ve devlet arasındaki münasebete dair geliştirilen tezler ise büyük oranda modern hukuk anlayışı üzerine temellendirilmiş-tir. b) Kilise ve Modernizm. Hıristiyanlık klasik anlamda modernizm problemiyle iki defa karşı karşıya gelmiştir. Bunlardan ilki XVI ve XVII. yüzyıllardaki bilimsel dönüşüme, ikincisi XIX. yüzyıldaki endüstri devrimine ve onunla ilişkili olarak gelişen sosyal olaylara denk düşer, özellikle bu ikinci dönemde endüstri devrimi ve ona paralel olarak gelişen liberalizm ve komünizmin yarattığı sosyokültürel şartlar kiliseyi geniş Ölçüde İlgilendirmiştir. Kilise, endüstri devriminin sonucu olarak ortaya çıkan fakir işçi sınıfı arasında komünizmin güç kazanmasını Güney Amerika'da olduğu gibi liberal teoloji yorumlarıyla önlemeye çalıştıysa da tam anlamıyla başarılı olamamıştır. Endüstri devriminin ardından kilisenin ilgilenmek zo-
runda kaldığı ikinci problem de pozitivizmin gelişmesine karşı alınacak Önlemler oldu. 1. Vatikan Konsili'nde (1869) pozitivizmi tamamen dışlayan bir tutum sergileyen kilise XX. yüzyılın başından itibaren daha ılımlı bir tutum benimsedi ve bazı liberal kararlarla modernizmin etkisini hafifletmeye çalıştı, c) Kilise ve Milliyetçilik Hareketleri. Fransız ve Amerikan ihtilâlinin gündeme getirdiği iki siyasî söylem milliyetçi hareketler ve ulusların selfdeterminasyon hakkı olmuştur. Milliyetçilik hareketleri kilisenin, bağımsızlığını kazanan yeni ulusların örgütlenme sistemi problemini ve yeni kiliselerle ilişkileri konusunu gündeme getirdi. Bunun sonucunda kilise geleneksel misyonerlik anlayışını değiştirmek zorunda kaldı. Kilisenin dinî çoğulculuk (pluralizm) problemiyle uğraşmasını zorunlu kılan sebeplerden biri de budur.
4. XX. Yüzyılda Hıristiyanlık. XX. yüzyılda kilisenin karşılaştığı yeni problemler, I ve II. Dünya savaşları sonucunda ortaya çıkan yeni durumdan emperyalizm ve modernizmin bir başka adı olan globa-lizme kadar çok geniş bir olaylar kuşağının neticesinde ortaya çıkmıştır. XX. yüzyıl, kilisenin teolojiden örülmüş fildişi kulesinden inme ve gerçeklerle fizikî mücadeleye girme dönemidir. Modernizm problemi diğer dinî görüşlerin de yüzleşmek zorunda kaldığı bir meseledir. Fakat modernizmin getirdiği sosyal ve teknik alt yapı kurumlarının Hıristiyanlığı ciddi anlamda etkilediği düşünülürse bu problemin Hıristiyanlık için bir başka anlam ifade ettiği anlaşılmış olur. Ayrıca Hıristiyanlığın modernizme tepki yelpazesi muhafazakârından liberaline kadar geniş bir kuşağı içine alır. Bununla birlikte burada eklenmesi gereken Önemli bir nokta, Hıristiyanlık'ta modernizme tepkinin şiddetini belirleyen şeyin zihniyetten çok gelenek olduğudur. Gelenek ortadan kalktığında hıristiyan düşüncesinin modernizme teslim olması kolaylaşacaktır.
Hıristiyanlığın XX. yüzyıldaki tarihi üç sosyal olay çerçevesinde gelişen bir mücadelenin tarihidir. Bu üç olay kilisenin daha önce yaşamadığı tecrübelerle doludur ve bu tecrübelerin yol açtığı hadiseler, kilisenin kendi için anlamını değiştirmese bile başkaları için değiştirmiş görünmektedir (bk. AVRUB*\[Dinl).
a) Kilise ve Komünizm. I ve II. Dünya savaşlarının görünür iki önemli sonucu vardır. Bunlardan biri Almanya, Rusya, Avusturya ve Osmanlı Devleti gibi hanedan imparatorluklarının çöküşü, diğeri.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra komünizmin Avrupa'yı daha önce Naziler'den, ardından da kapitalizmden kurtaracak bir kahraman haline getirilişidir. Komünizmin Avrupa'dan Çin'e kadar uzanan geniş coğrafyasında tıkalı kalan kilise Marksist pratiği hiçbir zaman benimsememiştir. Bununla birlikte komünizmin sona ermesinden itibaren geride kalan dağınık hıristiyan nüfus, modern Hıristiyanlık'ta bazı dengelerin yeniden düzenlenmesine yol açmıştır.
Marksist rejimler hâkim oldukları hıristiyan ülkelerde din yerine bilim, sanat ve siyasî ritüelleri koymayı amaç edindiler. Hükümetler bu uygulamalarında özellikle sanat ve spor etkinliklerinden faydalanmak istediler. Şehirde yaşayan orta halli ve zengin kesimler bu faaliyetlerden et-kilendilerse de kırsal kesimdeki halk kiliseden kopmadı. î970'lere gelindiğinde komünist ülkelerde hıristiyan kiliseleri hâlâ mevcuttu. Kilisenin yok edilememesinin sonucunda mahallî idareler yeni formüller aramaya başladılar. Bunlardan biri devletin kiliseleri kontrolü altına alıp bölme çabalarıydı. Stalin, 1943'te Nazi-ler'e karşı Ortodoks Metropoliti Sergerİ ile bu tip faaliyetlere öncülük eden bir anlaşmayı imzalamıştır. Kilise ve devlet arasında bu tür ilişkileri düzenleyen en önemli kurum KGB olmuştur. Bu konuda en ciddi taktik, kilisenin cihanşümul (eküme-nik) örgütlenmesinin önüne geçmek İçin mahallî kiliselerin kurulması idi. Rejim bu kiliseleri kurmada başarılı olduysa da bölme taktikleri hiçbir zaman sonuç vermedi, fakat bu olumsuz girişimlerin görünen siyasî neticesi Ortodoks dünyasında ortaya çıkan millî kiliseler olmuştur.
Marksist ülkelerde hıristiyan düşüncesinin ve kurumlarının bağımsızlığını kazanması Gorbaçov'la birlikte zirvesine ulaşmıştır. Demokratların bu konudaki ilk faaliyetleri, görevlerinden uzaklaştırılan din adamlarının görevlerine iade edilmesidir. Bu faaliyetleri, Marksist rejimlerin genellikle müzeye çevirdiği kiliselerin eski fonksiyonlarına dönmesi takip etti. Değişim dönemindeki son adım ise Bal-tık ülkelerinde olduğu gibi Christmas'ın tatil olarak kutlanmasıdır. Aralık 1989'da Gorbaçov'un Roma'da papayı ziyareti bu sürecin resmen kabul edilişinin ilânı olmuştur. Doğu blokundaki bu gelişmelerin yanında komünizm dünyanın diğer ülkelerinde de etkisini gösterdi. Batı Avrupa'da özellikle Fransa'da bazı din adamları Hıristiyanlık'la komünizmin arasında bir sentez yapmaya çalıştılar. Dominiken
337
HIRİSTİYANLIK
din adamı M. D. Chenu, Thomas Aquİnas*-ta işçi ahlâkına dair veriler buldu. Kilise iie sosyalizmi buluşturan kurumlar ise büyük oranda sendikalar olmuştur.
Kilisenin komünizme karşı tavrı, I. Vatikan Konsili'nden II. Vatikan Konsili'ne kadar uzanan geniş bir süreçte şekillenmiştir. XI. Pius'un ateizmi açıkça suçlamasına karşılık 11. Vatikan Konsili, Doğu blokunda kalan hıristiyanlara zarar verir düşüncesiyle bu hususta açık tavır almaktan çekinmiştir. Bununla birlikte ateizm ile komünizmi özdeş gören kilisenin Marksist fikirleri benimsemesi asla düşünülemezdi.
b) Kilise Geleneğindekİ Değişimler.
Kilise geleneğindeki çağdaş değişmeler, büyük oranda modernizm karşısında takınılan tavır çerçevesinde gerçekleşmiştir. Özellikle kitlesel göçler ve işçi olarak çeşitli ülkelere giden nüfusun getirdiği yeni şartlar kilisede pluralızm fikrinin yoğunlaşmasına yol açtı. 1950-1960 arasında eski tarz ibadet usullerinin yeni göçmen kitlelerin oluşturduğu çok kültürlü sosyal yapıya hitap etmediği görüldü. Bu durum karşısında Katolik kilisesi Protes-tanlık'tan esinlenerek esnek bir litürji sistemi kurmaya çalıştı. Globalizmin yol açtığı aynı olaylar Protestanlar'! da uğraştırırken komünist rejim altındaki Ortodoks kiliseleri bu yeniliklerden her zaman uzak kaldılar. Katolik kiliseleri ibadet dilini serbest bıraktı. Buna göre mahallî kiliseler Latin diliyle yapılan litürjilerine kendi dillerinde yapılan litürjileri ekleyebileceklerdi. Bu serbestliğin misyonerlik faaliyetlerine olumlu anlamda etkisi oldu. Katolikler Protestanlar'a daha kolay ulaşabilmek İçin İbrânîce Eski Ahid versiyonunu onayladılar: laiklerin dinî işlere katılabileceği bazı düzenlemeler de yapıldı. Bütün bu kolaylaştırıcı yeniliklere rağmen Katolik kilisesi denetleyici merkezî gücünü sürdürebilmek için din adamlarının tayini işlemini geleneklere bağlı bir şekilde yerine getirdi.
1955-1980 yılları arasında Protestan-lar'ın yaptığı yenileştirme hareketlerinin başında, Kitâb-ı Mukaddes'e dipnotlarla da olsa yorum mahiyetinde bazı açıklamaların konulması olmuştur. Gençler için Good News Bİble türünden kolay versiyonlar hazırlandı. O güne kadar Protestanlık'-ta oldukça önemli yer tutan sosyal etkinlikler daha modern hale getirildi, özellikle Alman Protestanları modern müzikten oldukça faydalandı. Danimarka'da Luther kilisesinde kadın pastör seçilmesi de bu yeniliklere eklenebilir. Gelenekteki bu ge-
lişmelere paralel olarak hıristiyan teolo-jik düşünce biçimi de değişti. I ve 11. Dünya savaşlarından itibaren Hıristiyanlığın teolojik problemlerinin merkezine îsâ'nın ulûhiyyeti ve dinî âyinlerden (sakrament) ziyade "Tann-evren ilişkisi" probleminin oturduğu görülmektedir. Dünya savaşlarının yol açtığı felâketler, hıristiyan teolojisinde Tanrı ve İnsan arasındaki ilişkinin uzak olduğu fikrinin gelişmesine yol açtı; bu düşüncenin sonucunda ilâhî kurtuluş ve sevinç kavramlarından ziyade Tanrı'ya mutlak bağlılık kavramı önem kazandı.
Hıristiyanlığın teolojik anlamda bu yeni fonksiyonundan başka üstlendiği bir görev de global sosyal bir kurum olmasıyla ilgilidir. Buna göre kilise dinî yapı olmanın dışında modern hayatta fonksiyonu olan bir güçtür. İsviçre'de. Fransa'da, Kuzey Protestan ülkelerinde ve Amerika'da devlet ve din arasında belli bir ayırım varsa da İspanya, Portekiz, İtalya, İrlanda gibi ülkelerde Hıristiyanlık hâlâ devletin resmî dini durumundadır. Diğer ülkelerde de kilisenin devlet ve siyaset üzerinde farklı düzey ve biçimlerde etkili olduğu görülmektedir. Meselâ Amerika'da din adamları 1960'tan beri politikayı ciddi anlamda yönlendirmektedir. Marksist rejimlerin hâlâ egemen olduğu ülkelerde kilise ile Batılı devletler arasında iş birliği yapılmaktadır. XX. yüzyılın başında dinin temellerini aramaya koyuldukları için sosyal aktiviteyi dışlayan Evangelik kiliseler, 1960'lardan itibaren sosyal faaliyetler ve sosyal katılım kavramına önem vererek misyon alanında sosyal yapıları devreye sokmuşlardır. Bütün bu gelişmeler kilisenin yeni görev alanını tayin ederken aynı zamanda onun yeni anlamını da belirlemektedir. Bununla birlikte kilisenin geleneksel iç dinamikleri İşlevlerini dogmadan sosyal bir örgütlenmeye doğru kaydırırken Hıristiyanlığın aslî mânasından herhangi bir unsuru tahrip etmemektedir. Şüphesiz bunun temel sebebi kilisenin yüzyıllar boyunca oluşturduğu güçlü organizasyon sistemidir.
c) Kilisenin Yeni Fonksiyonu. Kilisenin
modern dünyadaki fonksiyonunun klasik çağlardaki fonksiyonundan farklı olduğu görülmektedir. Bu farklılık, yalnızca kilisenin işlevi bakımından değişmiş olmasından kaynaklanmamakta, Hıristiyanlığa modern dönemlerde bir din olarak yeni bir tanım getirilmesi de bu değişimin sebeplerinden birini oluşturmaktadır Her şeyden önce Hıristiyanlığın modern dönemlerdeki tanımı, onun teolojik alt ya-
pısındaki birtakım fikirlerden kaynaklanmaktadır. Bu teolojik temel fikirler Hıristiyanlığın şu üç yönünü vurgulamaktadır: Bir kurtuluş aracı olarak Hıristiyanlık, Tan-n'nın mesajı olarak Hıristiyanlık ve insan-laşan bir tanrının eylemi olarak Hıristiyanlık. Hıristiyanlığın tarihi boyunca bunların her biri vurgulanmakla birlikte, geleneksel dönemlerde hıristiyan dininin bir hıristiyana göre tanımı yapılırken özellikle son iki anlayış üzerinde durulmuştur. Modern dönemlerde Hıristiyanlık tanımının yapılmasında üzerinde durulan temel fikir ilk anlayış, yani kurtuluş aracı olarak Hıristiyanlık'tır. XX. yüzyılda kurtuluş kavramının öne çıkarılmasının İki sebebi vardır : Savaşlar ve felâketlerle dolu bir dünyaya ümit vermek, modern hayatın getirdiği çoğulculuğa hitap edebilmek. Böylece her şeyden önce Hıristiyanlığın temel hedefinin insanın kurtuluşunu sağlamak olduğu vurgulanmıştır; kilisenin yeni fonksiyonu da bu kurtuluşu esas alan kavramlar üzerine temellenmiştir.
BİBLİYOGRAFYA :
R. H. Bainton. HerelStand: a Life of Martin Luther, Mew York 1950; G. Johnston, "Brother-hood", IDB, I, 468-469; F. D. Gealy, "Christian", a.e-, I, 571-572; P. Parker. "Disciple". a.e., 1, 845; W. A. Beardslee. "James", a.e., II, 790-794; F. C. Grant, "Jesus Christ", a.e., II, 869-896; A. C. Purdy, "Pauİ the Apostle", a.e.,III, 681-704; O.A. Pİper. -Christian", DB*.s. 137-139;a.mlf., "Christianity", a.e., s. 139; J. G. Davies. The Early Christian Church, London 1965; The Documents ofVatican II, London 1966; P. Ete Labrİoile, The History and Literatüre of Christianity (trc H. Wilson), London 1968; J. N. Hill-garth, The Conüersion of Western Europe, New York 1969; D. F. Wright "Constantine the Great", The Nem International Dictionary ofttıe Christian Church (ed. |. D. Douglas),Michigan 1974, s. 255, 256; R. G. Clouse. "Münzer, Tlıomas", a.e., s. 684; a.mlf., "Wycliffe, John", a.e., s. 1064,1065;M. Grant. SaintPaut, London 1976; W. Ullmann, MedieualPoliticat Thought,Lon-don 1975; H. Bettenson, Documents of the Christian Church, Oxford 1977; W. Bauer, A Greek-Engtish Lexicon of the New Testament (trc. W. F. Arndt - F. W Gingrich), London 1979; J. Pelikan. Jesus Through the Centuries, New York 1987; a.mlf.,"Christianity: an Overview", ER, III, 348-362; D. Christie- Murray, A History ofHeresy, Oxford 1989, s. 21-32,96-122,213-226; G. R. Cragg. The Church and theAgeof Reason, London 1990; R. W. Southern. The Mİddle Ages, London 1990; O. Chadwick, The Reformation, London 1990; a.mlf.. The Christian Church in the Cotd War, London 1993; J. M. Hussey. The Orthodox Church in the Byzan-tine Empire, New York 1991; A. S. Atiya. A History ofEastern Christianity, New York 1991; H. Chadwick, The Early Church, London 1993; H. KOng, Christianity (trc. I- Bowden), London 1995; Mehmet Aydın. Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ankara 1995; D. Flusser, "Paul of Tarsus", EJd.,Xİ\\, 190-192; S. G. F.
338
HIRİSTİYANLIK
Brandon, "Zealots", a.e, XVI, 947-950; R. M. Mackintosh, "Christians", EREJM, 573-576; A. E. Garvie."Christianity", a.e., 111, 579-600; E. H. Minns, "Russian Church", a.e.. X, 867-875; K. Cragg, "Christianity: in the Middle East", ER, III, 362-368; H. J. Hilterbrand. "Reforma-tion", a.e., XII, 244-254; T. P. Halton, "Christianity and Hellenism", Neıu Catholic Encyctope-dia, Washington 1981, III, 653, 654; F. Schro-eder. "Paul, Apostle, St.", a.e., XI, 1-12.
Un Kürşat Demirci
III. KUTSAL METİNLER ve DİNÎ LİTERATÜR
A) Kitâb-ı Mukaddes. Hıristiyanlığın kutsal kitabı (Kitâb-ı Mukaddes, Bible) Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd'den oluşmaktadır. Yahudilerin kutsal kitabı olan Ahd-i Atîk, hıristiyanlarca Kitâb-ı Mukaddesin ilk bölümünü teşkil etmekte, Ahd-i Ce-dîd ise yahudiler tarafından kabul edilmemektedir. Hıristiyanlar, bir başka dinin kutsal kitabına kendi kitapları içinde yer veren tek örnektir. Bütün hıristiyan mezhepleri prensip olarak Ahd-i Atîk'i (Tanah) teşkil eden kitapları kabul etmektedir. Ancak Ahd-i Atîk'in İbrânîce'si ile Grekçe tercümesi arasında metin farklılıkları söz konusu olup Hıristiyanların benimsediği metin Grekçe olanıdır. İskenderiye yahu-dilerine ait olan bu nüshada yahudi kano-nundaki kitaplara yapılan ilâveler dışında Katolikler'in "deuterocanonique" kabul ettikleri kitaplar da vardır, ancak bunlar yahudiler ve Protestanlar'ca kabul edilmemektedir (bk. AHD-i ATÎK).
Sadece hıristiyanlar tarafından kutsal sayılan Ahd-i Cedîd dört İncil İle Resullerin İşleri. Pavlus'un (St. Paul) Mektupları (14), Genel (Katolik) Mektuplar (7) ve Yu-hanna'nın Vahyi şeklinde gruplandınlan yirmi yedi kitaptan (bölüm) oluşmaktadır. I ve N. yüzyıllara ait olan bu farklı türdeki yazılar ilk kilisenin Mesîh olan îsâ ile ilgili tecrübe, anlayış ve yorumundan ibarettir. Kilise bu kitapları kendi öğretisi için temel kaynak olarak kabul etmiş, daha birçok mektup ve kitap bulunmasına rağmen Doğu ve Batı kiliseleri IV. yüzyılda kutsal yazılar listesini yirmi yedi metinle dondurmuştur.
Hıristiyan inancına göre Hz. îsâ ne yazmış ne de yazdırmıştır. îsâ ve havariler döneminde (m.s. 70'e kadar) hıristiyanlar Yahudilik'ten miras aldıkları kutsal yazılar koleksiyonunu kullanmışlardır; bu dönemde henüz Ahd-i Cedîd söz konusu değildir. İlk hıristiyanlar, yazılı metinlerden çok şifahî geleneğe önem verdikleri için îsâ Mesih'in sözlerini başlangıçta yazıya aktarmamışlar, uzun süre şifahî olarak nakletmişlerdir. İlk nesil hıristiyanla-nn gittikçe azalması ve Hıristiyanlığı benimseyenlerin zamanla çoğalması neticesinde Hz. îsâ'nın sözlerini yazıya aktarma zarureti doğmuş, bu sebeple İndiler kaleme alınmıştır. Ahd-i Cedîd külliyatı içinde ilkyazılanlar Pavlus'un Mektupları, en son yazılanlar ise Yuhanna'ya ait olanlardır. Bu külliyatla ilgili liste çalışmaları II. yüzyılın ortalarında başlamış, IV. yüzyılda sona ermiş, Trent Konsili de (8 Nisan 1546) yirmi yedi metinden oluşan bir listeyi tasdik ve ilân etmiştir. Külliyat içinde Hz. îsâ'nın hayatinin, faaliyet ve tebliğinin nakledildiği İndiler kilisece dört olarak belirlenmiştir (bk. İNCİL). Bu İnciller'-
de Hz. îsâ'nın hayat hikâyesi verilmekte, hıristiyan teolojisi ve bazı temel inanç esasları ise daha çok Pavlus'un mektuplarında yer almaktadır.
Ahd-i Cedîd'İ teşkil eden ve kanonik sayılan kitapların dışında kalan metinler kilise tarafından sahte (apokrif) kabul edilmektedir. Ahd-i Cedîd gibi apokrifler de İndiler, Resullerin İşleri, Mektuplar ve Vahiy türü eserlerden oluşmaktadır. Apokrif kitapların hemen tamamı havariler veya şâkirdler adına ve genel olarak liste tesbit faaliyetinden (kanonizasyon) önce Ahd-i Cedîd metinleri taklit edilerek yazılmıştır. Sahte sayılan İnciller'e örnek olarak İbrânîler, Ebioniler veya On İki Havari, Nâsıralılar. Mısırlılar, Peter, Thomas, Matthias, Philippe, Judas. Barthelemy, Barnabas, Basilide, Marcion İncili ve Ya'-küb'un Protevangile'i (DBS, 1,471-483); Resullerin İşleri türündeki apokrif eserlere örnek olarak Yuhanna'nın. Pavlus'un. Peter'in. Thomas'ın, Andre'nin, Barna-bas'ın, Thaddee'nin, Philippe'İn İşleri adlı kitaplar zikredilebilir. Korintoslular'a Üçüncü Mektup, Laodiceeliler'e, İskende-riyeliler'e Mektup Mektupiar'a; Peter, Pavlus, Philippe, Thomas ve bakire Meryem'e nisbet edilen ve Yuhanna'nın Vah-yi'ne benzeyen eserler de Vahiy türü yazılara örnek gösterilebilir. Didache, Keryg-ma of Peter gibi Ahd-i Cedîd tarzına benzemeyen apokrifler de vardır.
Ahd-i Cedîd'in vahiy ve ilham mahsulü oluşuna gelince, Hıristiyanlık genel olarak Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd'in ilham edildiğini kabul etmekle birlikte zaman zaman lafzen dikte edilmişliği hususunda farklı görüşler öne sürülmüştür. En eski zamandan beri Hıristiyanlık dünyası hem Ahd-İ Atîk'in hem de Ahd-i Cedîd'in
340
HIRİSTİYANLIK
Rûhulkudüs'ün işi. dolayısıyla Tann'nın bir faaliyeti olduğu konusunda hemfikirdir. Pavlus kutsal yazıların Tanrı tarafından ilham edildiğini belirtir (Timoteos'a İkinci Mektup, 3/16). Kilise babalarına göre kutsal yazılar yanılmazdır. Ahd-İ Atîk'in ve Ahd-i Cedîd'in Tanrı tarafından yazıldığı hususu Florence (1441) ve Trent (1546J konsilierinde teyit edildi. XVIII ve XIX. yüzyıllarda ilmî tenkit yöntemi çerçevesinde yürütülen çalışmalar, Kitâb-ı Mukaddesin ilhama dayalı ve vahiy mahsulü olduğu kanaatini sarstı. Buna rağmen I. Vatikan Konsili kutsal yazıların Rûhulkudüs'ün ilhamı altında kaleme alındığını teyit etti. Papa XIII. Leo "Providen-tissimus Deus" adlı genelgesinde (1893), kutsal kitabın insanları araç olarak kullanan Rûhulkudüs tarafından ilham edildiğini ve bundan dolayı hatadan uzak olduğunu ilân etti. Böylece Katolik kilisesine göre kutsal kitapların gerçek yazarı Tan-n'dır (Neıv Cathotic Encyclopedia, (1, 383). Kutsal kitap yazarlarının T^nn'nm bir aracı olarak görülmesi kilisenin Saint Thomastan bu yana benimsediği bir husustu; ancak XVIII ve XIX. yüzyıllarda rasyonalizm ve pozitivizmin de etkisiyle kutsal metinlerin ilâhî kaynaklı ve ilham mahsulü oluşu ciddi anlamda tartışıldı (bk.
AHD-i CEDÎD).
XVI. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar geçen sürede Protestan teologlar, kutsal kitabın ilham sonucu kaleme alındığı görüşünü kesin olarak kabul ettilerse de XIX. yüzyıldan itibaren liberal Protestanlar kutsal kitabın ilâhî ilhamla yazıldığı görüşünü reddetmişlerdir. Onlara göre Kitâb-ı Mukaddes yalnızca yazarların dinî şevklerini yansıtıyordu. Muhafazakâr Protestanlar ise Kitâb-ı Mukaddes'in Tann'nın insanlara verdiği tek araç olduğu fikrini sürdürdüler, fakat onlara göre sadece bizzat yazarlar ilham altında idiler, yoksa onların yazıları ilham edilmiş değildir; zira Kİtâb-ı Mukaddes'te İnsanî hatalar mevcuttur. XX. yüzyılda bazı fundamen-talist mezhepler hariç Kitâb-ı Mukaddes'in yanılmaz olduğu inancı genellikle terkedilmiştir {a.g.e., II, 384-386).
B) Gelenek (Tradition). Kitâb-ı Mukaddes'in yanında özelikle Katolik kilisesinde geleneğin önemli bir yeri vardır. "Dinî konularla ilgili olup Kitâb-ı Mukaddes'te bulunmayan bilginin nakledilmesi" anlamındaki gelenek, bütün vahyedilmiş dinler içinde belki de en çok Hıristiyanlık'ta söz konusudur. Bu anlamda Hıristiyanlık en gelenekçi olan, geleneği doktrinle ilgili gerçeğin kriteri yapan dindir. Hıristiyan-
lıkta, Mesîh hakkındaki bilgilerle bunların teolojik açıdan önemi ve hıristiyan hayatı için kullanımını içeren apostolik (havarilere ait) öğreti gelenek olarak nitelendirilir (Korintoslular'a Birinci Mektup. 11/ 2; Selâniklüer'e İkinci Mektup, 2/15),
Katolik kilisesine göre Hz. îsâ Tann'dan mesaj almış, havariler de bu mesajı îsâ'-dan alıp insanlara aktarmıştır. İlk hıristiyan toplulukları oluştuğunda İncil henüz yazılmamıştı ve hıristiyanlar. Hz. îsâ'nın şifahî öğretisine gelenek de denilen havarilerin nakilleriyle bağlanıyorlardı. Pavlus, talebesi Timoteos'a duyduklarını iyi hıfzedip sadık adamlara emanet etmesini öğütlemişti (Timoteos'a İkinci Mektup, 1/13-14; II/2). Böylece yeni dinin kurucusuna bağlanan bir zincir oluşmuştur. Aynı kiliseye göre gelenek, kutsal yazıların naklini ve hıristiyan vahyini yansıtan gelenekle (verbal tradition) kurtuluş bahşeden kilisenin hayat ve faaliyetini İfade eden gelenek (real tradition) olmak üzere ikiye ayrılır. Şifahî gelenek İndiler de dahil olmak üzere yazılı metinlerden önce ortaya çıkmıştır. Kutsal kitap bir geleneğin sonucu meydana gelmiştir. Katolik İnancında menşelerine göre ilâhî, apostolik ve kiliseye ait olmak üzere üç çeşit gelenek söz konusudur. Tanrı veya Mesîh ilâhî geleneği başlatmıştır. Rûhulkudüs'ün ilhamı altında havariler apostolik geleneği, havariler sonrası kilise de kilise geleneğini oluşturmuştur.
Gelenek ve kutsal metin arasındaki ilişki kilise tarihinde önemli bir tartışma konusudur. Katolik kilisesi, kutsal metnin yanında geleneğin de dinî otorite oluşunu kabul etmektedir. Rûhulkudüs'ün yardımıyla ilk dönem kilisesinden bu yana gelenek bir yasa olarak varlığını sürdürmektedir. Trent Konsili'nde hıristiyan doktrinin (vahiy) yazılı kitaplarda ve şifahî gelenekte bulunduğu kabul edilmiştir (a.g.e., XIV, 225-228). I. Vatikan Konsili vahyin kısmen yazılı, kısmen de yazısız gelenekte bulunduğundan bahsetmiş, daha sonra bu yazılmamış gelenek kilisenin dini algılayış biçimiyle özdeşleştirilmiştir. II. Vatikan Konsili, kutsal kitap ve gelenek arasındaki geleneksel anlam farklılığını vahyin iki değil sadece bir kaynağı olduğunu belirterek halletmeye çalışmıştır. Buna göre kutsal kitap ve gelenek tek bir vahyi ihtiva etmektedir.
Ortodoks kilisesine göre gelenek kavramı Kitâb-ı Mukaddes, akîde, ekümenik konsil kararlan, kilise babalarının yazıları, kanonlar, ibadet, dua kitapları ve ikonlan içine alan bir bütünü ifade eder. Kitâb-ı
Mukaddes geleneğin sadece bir kısmını temsil eder. Geçmişten gelen her şeyin aynı değerde olmadığını düşünen Ortodokslar, geleneği oluşturan Kitâb-t Mukaddes ve yedi ekümenik konsil kararlarının yanılmazlığını, otoritesini ve değişmezliğini kesin olarak kabul ederler. Ortodoks kilisesine göre gelenek Rûhulkudüs'ün sürekli yön verdiği canlı bir modeldir. Bir başka ifadeyle Rûhulkudüs aracılığı ile Mesih'le yakınlaşmaktır.
Diğer taraftan kilise babalan, özellikle de Nazianzuslu Gregoire (Gregory of Na-zianzus. ö. 389), Basil (ö. 379) ve John Chrysostom'un (ö. 407) yorumlan litürji-yi oluşturan söz ve jestler, kilise hukukuyla ilgili düzenleme ve kurallarla ikonlar geleneği oluşturmaktadır (Ware, s. 205-214). Reformcular, havarilere ait gelenekle havariler sonrasının geleneğini birbirinden ayırarak birinciyi ilâhî vahiy ile (Ti mo-teos'a Birinci Mektup, 5/18; Petrus'un İkinci Mektubu, 3/15), ikinciyi ise beşerî öğretiyle özdeşleştirdiler. İkinci anlamdaki gelenek ancak birinciyi bozmadığı oranda kabul edilebilir (Well, s. 982). Luther'in sadece kutsal metinlerin mutlak üstünlüğünü kabul etmesine, bunun dışındaki bütün geleneklerin beşerî olduğunu söylemesine rağmen Protestanlıkta bütün gelenekler atılmadı ve eski konsillerin kararlarına saygı gösterildi; kilise babaları Zwingli ve Calvin tarafından zikredildi; fakat bütün bunlar kutsal yazılara uygunluk oranında muteber sayıldı.
C) Kİtâb-ı Mukaddes Tefsirleri. HirİStİ-yan dinî literatürü içerisinde Kitâb-ı Mukaddes tefsirlerinin önemli bir yeri vardır. II. yüzyıldan itibaren kilise babalarına ait (patristik) literatür içerisinde ortaya çıkmaya başlayan tefsir faaliyetleri hem Eski Ahid hem de Yeni Ahid üzerine yapılan yorumları kapsar. Yeni Ahid içerisinde Eski Ahid'e yapılan referanslarda ilk hıristiyanların tefsir çalışmaiannı bulmak mümkündür. Hıristiyanlığın ortaya çıkışını yahudi dünyasında meşrulaştırma arzusunun bir sonucu olarak Yeni Ahid yazarları Eski Ahid'i sembolik bir dille yorumlamaya çalışmışlardır. Bu noktada Yeni Ahid yazarlarının Philo'nun alegorik tefsir metoduna benzer bir yol takip ettiği açıktır. Fakat onların bu yorumlan oldukça özeldir ve bir tefsir biliminin kuruluşuna kaynaklık ettiği söylenemez.
Patristik literatür içerisinde ilk tefsir Çalışmaları, I. yüzyılın sonlarında yazılan Clement'in birinci mektubu İle {First Clem-ent) başlar. Burada Eski Ahid ahlâkî perspektiften yorumlanmaya çalışılmaktadır.
341
HIRİSTİYANLIK
Erken dönemlere ait olmakla birlikte yazarı bilinmeyen, fakat kilise tarafından Barnabas'a isnat edildiği için Barnabas'ın Mektubu (Epistle ofBarnabas) diye anılan başka bir metin, yahudi şeriatının geçersizliğini göstermek üzere Eski Ahid üzerine alegorik yorumlar yapar. II. yüzyılda Marcion'un Luka, Pavlus'un Mektupları (Timoteos'a Birinci ve İkinci mektuplar ile Titus'a Mektup) üzerine yazdığı ve halen kayıp olan tefsiri Antitheses adını taşıyordu. Gnostik hıristiyanlann Kitâb-ı Mukaddes üzerine çeşitli tefsirler yaptığı bilinmektedir. Origen, gnostik kökenli Valentinus'un öğrencilerinden olan Herac-leon'un Yuhanna üzerine yazdığı tefsirlerden çeşitli iktibaslar yapar. Basilides'in Exegetica başlığını taşıyan bir İncil tefsiri vardı. Nag Hammadi metinleri arasında da tefsir mahiyetinde çalışmalar bulunmuştur. Justin Martyr, II. yüzyılda alegorik bir yorumla Eski Ahid'de îsâ ile ilgili olarak düşündüğü kehanetleri değerlendirmiştir.
Bilimsel anlamda Kitâb-ı Mukaddes tefsirinin ilk kurucusu Origen'dir. Onun Scho-ha adlı eserinde Tevrat'ın ilk dört kitabı, İşaya, Vaiz, Mezmurlar. Matta, Yuhanna, Galatyalılar'a Mektup ve Vahiy üzerine yorumlar yer alır. Ayrıca Neşîdeler Neşîde-si'ne tefsir yazdığı bilinmektedir. Origen, aynı kitapları ve diğer pek çok Kitâb-ı Mukaddes bölümünü çeşitli tefsir kitaplarında ve vaazlarında da yorumlamıştır. Kendisinden öncekilerden farklı olarak Origen fikirlerini hermenötik (kutsal kitap yorumu) üzerine kurmuştur. Bunun en açık örnekleri De Principiis adlı eserinin dördüncü kitabında görülmektedir. Pla-ton'un beden, can ve ruh ayırımını (New Catholic Encyclopedia, II, 499) kutsal metinlere uyarlayan Origen'e göre Kitâb-ı Mukaddes bedenî, yani ilk bakışta taşıdığı literal ve tarihî anlam, kendisinin uygulamada genellikle dikkate almadığı fizikî veya ahlâkî anlam, Kitâb-ı Mukaddes'ten gelen diğer bütün anlamları ihtiva eden ruhî (sembolik) anlam olmak üzere üç şekilde anlaşılabilir. Origen ayrıca, Kitâb-ı Mukaddes yazarının nadiren de olsa tarihî veya literal anlam konusunda hataya düşebileceğini kabul eder ve bu hatalı anlamların reddedilmesi gerektiğini söyler.
IH. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlayan üç hıristiyan okulu Kitâb-ı Mukaddes üzerine çeşitli tefsirler yapmıştır. Klasik hıristiyan tefsir geleneği bir anlamda bu üç okulun geliştirdiği görüşlerin
devamı niteliğindedir, a) İskenderiye Okulu. İlk hıristiyan teoloji okulu olup Panta-
enus tarafından kurulduğu kabul edilmektedir. Bu zat hakkında fazla bilgi yoktur. Onun yerine geçen İskenderiyeli Clem-ent(ö. 220) Philo'nun alegorik metodundan etkilenmiş, kutsal kitabın üç ayrı anlam ihtiva ettiğini (literal, ahlâkî ve alegorik) ileri sürmüştür. Stromateis, Paida-gogos ve Protrepticos adlı eserleri Kitâb-ı Mukaddes tefsiri açısından zengin materyaller vermektedir. İskenderiye Piskoposu Saint Dionysius'un Vaiz ve Luka üzerine tefsirler yazdığı bilinmektedir. Uzun yıllar İskenderiye okulunun başkanlığını yapan Kör Didymus da Eski ve Yeni Ahid hakkında yorumlar yapmıştır, b) Kapadokya Okulu. Origen ve İskenderiye okulundan etkilenen Kapadokyalı kilise babaları arasında en önemlileri Aziz Basil, Nazianzuslu Gregory ve Nyssalı Gregory'-dir. Kapadokya okulu literal ve alegorik bakış arasında kalmışsa da çoğunlukla alegorik metoda meyletme eğilimi içinde olmuştur, c) Antakya Okulu. III. yüzyılın SO-nunda Aziz Lucian tarafından kurulmuştur. İskenderiyeliler'in görüşlerine zıt olarak literal ve tarihî tefsir geleneğini geliştiren okulun en önemli temsilcileri Aziz Eustathius, Tarsuslu Diodore. Aziz John Chrysostom ve Mopsuestialı Theodore, Cyrli Theodoret ve Suriyeli Ephraem'dir.
Hem Antakya hem de İskenderiye'nin tefsir metotları Batı'da Latin babalan arasında takipçiler bulmuştur. Batı'ya teolo-jik Latince'yi kazandıran Tertullian, kutsal metinler hakkında tefsir yazmamasına rağmen yazılarında bazı metinleri literal olarak yorumlamıştır. Romalı Aziz Hİppolytus İskenderiye etkisi altında pek çok Grekçe tefsir kaleme almıştır. Pettau-lu Victorinus çeşitli tefsirler yapmış olmakla birlikte bunlardan sadece Vahiy tefsiri günümüze kadar gelmiştir. Ori-gen'in tesiri altında kalarak tefsir yapan önemli bir isim de Aziz Hilary'dir. Aziz Ambrose'un, herhangi bir tefsir yazmamakla birlikte Eski ve Yeni Ahid'İn çeşitli kitapları hakkında vaazlarında alegorik yorumlarda bulunduğu bilinmektedir. Kitâb-ı Mukaddes çalışmalarının babası sayılan Aziz Jerome eseri Latince'ye tercüme etmiş, ayrıca Eski ve Yeni Ahid'in çeşitli kitaplarına tefsirler yazmıştır. Batı'da hıristiyan teolojisinin gerçek anlamda kurucusu olan Aziz Augustine, vaazlarında alegorik ve mistik yorumları kullanırken teolojik yazılarında literal tefsir metodunu benimsemiş, Tekvîn'in bazı ilk bölümlerini dört defa tefsir etmiştir. Onun Tekvîn üzerine yaptığı en önemli tefsir De Genesi ad Litteram'öır. Confes-
sions'un son üç bölümünde de yaratılış bahsini alegorik olarak yorumlamıştır. Bunların dışında çok sayıda tefsir çalışması vardır. Latin kilise babalan içinde tefsir yapan kişiler arasında Peter Chrysologus ve Cassiodorus zikredilebilir.
Ortaçağ tefsirleri genel olarak ilki Vll. yüzyılın ortalarından XIII. yüzyılın sonlarına kadar manastır tefsirleri, ikincisi de XII. yüzyıl sonlarından XVI. yüzyıla kadar skolastik tefsir olmak üzere iki dönemde incelenebilir. İlk dönem tefsirleri çoğunlukla halkı yetiştirmeyi ön planda tuttukları ve bu dönemdeki din adamları Kitâb-ı Mukaddes'in asıl dilini bilmedikleri için ortaya ilmî sayılabilecek tefsirler çıkmamıştır. Bu dönem tefsirleri ağırlıklı olarak Origen'in alegorik bakışını benimsemiştir.
XII. yüzyılın sonlarında tefsir ayrı bir disiplin ve teoloji de bağımsız bir ilim olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemin öncü yorumcusu Laonlu Anselm'dir. Onun Glossa Oi-dinaria adlı eseri bu yüzyılın en etkili tefsiri olmuştur. XII. yüzyıldaki diğer tefsir çalışmalarının en önemlileri Peter Lom-bard'ın Majör Giossatura'sı, Peter Co-mestor'un Historia Scholastica's\ ve St. Vıctorlu Richard'm eserleridir.
XIII. yüzyılın ünlü müfessirieri Stephan Langton, Cremonalı Raymond, Saint Bo-naventure, Albertus Magnus ve Thomas Aquinas'tır. Fakat şüphesiz bu dönemin en önemli yorumcusu Eyub, Mezmur-lar'm ilk elli bölümü, Yeremya 1 -42 arası, Yuhanna, Pavlus'un mektupları ve Matta üzerine yorumlan bulunan Thomas Aqui-nas'tır. XIV. yüzyılda kayda değer tefsir çalışmalarının yapıldığı söylenemez. Bu dönemin üç önemli yazarı Dominiken Me-ister Eckhart, Nicholas Trevet ve Lyrali Fransisken Nicholas'tır. Eckhart Tekvîn üzerine biri literal, diğeri alegorik iki tefsir yazmıştır. Ayrıca Çıkış, Hikmet, Siraci-de ve Korintoslular'a Birinci Mektup ile Yuhanna üzerine şerhleri vardır. Lyralı Nicholas'm en iyi bilinen çalışması olan Postillae perpetuae in vetus et novum Testamentum geniş etki yapmıştır. XV. yüzyılın sonunda skolastik tefsirin çöküşü ve alegorik yorumlara dönüş Jean Ger-son ve Carthusianlı Denis'in çalışmalarına yansımıştır.
XVI. yüzyılda Grekçe ve İbrânîce bilgisinin artması ile birlikte Kitâb-ı Mukaddes tefsirlerinde önemli değişiklikler vuku bulmuştur. Bu yenilikler reformcu müfessirieri derinden etkilemiş, özellikle aydınlan-macı sayılabilecek Erasmus'un Kitâb-ı Mukaddes'e filolojik yaklaşımları bu dönem tefsircilerin çoğunda tesirini göster-
342
HIRİSTİYANLIK
mistir. Bu yüzyılda Lorenzo Valla Yeni Ahid üzerine tenkidî yorumlar yapmıştır. Kon-rad Pellikan'ın Commentaria Bibliorum adlı çalışması da filolojik tefsire giriş mahiyetinde bir eserdir. Martin Luther'in bilinen tek tefsir çalışması Galatyalilar'a Mektup'un tefsiridir.
XVIII. yüzyıldan itibaren tefsir çalışmaları büyük oranda aydınlanmacı felsefenin bakış açısını yansıtır. Öte yandan Ric-hard Simon ile birlikte filolojik bilgi kullanılarak Kitâb-ı Mukaddesin tarihî açıdan değerlendirilmesi tenkitçi bir bakışın ortaya çıkmasına yol açmıştır. XIX. yüzyılın sonuna kadar yapılan tefsir çalışmalarında ağırlıklı metot filoloji olmuş, nihayet XX. yüzyıldan itibaren hıristiyan tefsir çalışmaları bağımsız bir disiplin olmaktan ziyade tarih ve teolojik araştırmaların bir alt dalı haline gelmiştir.
D) Patristik Literatür. Genel Olarak
"patristik literatür" ifadesi, erken hıristiyan babalarının (bk.ÂBÂ) yaptığı çalışmaların bütününü anlatmak için kullanılır ve I. yüzyıldan VIII-IX. yüzyıllara kadar uzanır. Patristik literatürün bitiş sınırını daha örgütlü kurumların oluşturduğu felsefî mahiyette çalışmalar belirler. Patristik literatürde de felsefî unsurlar bulunmakla birlikte bu döneme ait eserlerin asıl amacı doğrudan felsefe yapmak değil Hıristiyanlığı savunmaktır. Patristik literatürün yazıldığı şartlar bir yandan yahudi-lerin, öte yandan gnostiklerin oluşturduğu bir arka plana dayanır; kilise babaları da gerek bilgi gerekse üslûp açısından bu mirasın etkisi altında kalmışlardır. Bu literatür içinde kaleme alınan eserlerin genel karakteri öğretici ve savunmacı bir mahiyete sahip olmasıdır. İlk patristik eserler Didache, Barnabas'ın Mektubu ve Hermas'ın Çobanı gibi Yeni Ahid'in kano-nizasyonu sırasında kaleme alınan öğretici mahiyetteki çalışmalardır. Clement'in birinci mektubu, Antakyalı Ignatius'un yedi mektubu, İzmirli Polycarp'ın Filipi-liler'e Mektubu ve Polycarp'ın Şehâdeti (Martyr Polycarp). Papias'ın İnciller'le ilgili fragmenleri ve Clement'in ikinci mektubu gibi diğer eserler aynı mahiyettedir ve aynı döneme tarihlendirilir.
Yaklaşık II. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık içerisinde güç kazanan gnostik grupların kendi literatürlerini oluşturmaya başladığı bilinmektedir. Bu tip çalışmaları ilk defa yapanlar Basilides ve Valentinus'-tur. Ortodoks babalan bu tip eserleri şiddetle eleştirmiştir. Bu döneme ait gnostik çerçeveli birkaç eserden en kayda değeri Pistis Sophia İle Apocryphon Jo-
hannis'tk. Pistis, yeniden dirilen tsâ ile müridleri arasındaki dialogu içerir, konusu düşüş ve kurtuluştur. Apocryphon Johannis'm konusu da şer ve ondan kurtuluş yoludur. Mısır'da Nil üzerinde Nag Hamadi'de bulunan metinler de gnostik hıristiyan literatürünü yansıtır.
Ortodoks literatürü ancak 11 ve 111. yüzyıldan sonra yeniden canlanır. Bu literatürün ilk örnekleri çoğunlukla gnostik gruplara reddiye mahiyetindeki müdafaa-nâmelerdir {apoloji). Quadratus'un 124 yılı civarında yazdığı apoloji Ortodoks literatürün ilk ürünü olarak bilinmektedir. Justin'in Yahudiliğe karşı Hıristiyanlığı savunduğu Ttypho ile Dialog'u da oldukça önemlidir. Gnostiklere en ağır eleştiri Irenaeus'un Adversus Haereses adlı eserinde ortaya konmuştur. Hippolytus da gnostikleri eleştirir. Tertullian'm Apo-logy'si ise putperestlere karşı ağır bir eleştiri olarak klasikleşmiştir.
M. yüzyıldan IV. yüzyıla kadar olan süreçte Hıristiyanlığın entelektüel merkezi İskenderiye'de odaklanır. Eflâtuncu tesirler taşıyan ve mistik yanı ağır basan görüşleriyle bu okulun gerçek kurucusu Clement, Stromateis adlı eserinde yahu-di-hıristiyan mirası ile orta Platonizm'in bir sentezini yapar. Fakat bu okulun en Önemli İsmi şüphesiz Origen'dir. Tefsirleri ve vaazları yanında pagan filozof Cel-sus'a karşı yazdığı reddiye (Contra Celsus) en önemli çalışmasıdır. Aynı dönemde Kuzey Afrika'da Latin hıristiyan kültürü gelişmeye başlar. Bunların ilk önemli temsilcisi olan Novatian De Trinit at e'sinde gnostik kökenli fikirleri eleştirir. Dönemin diğer önemli İki ismi Cyprian ile Lactan-tius'tur.
IV ve V. yüzyıllar arasında meydana getirilen patristik literatür mezhep çaüşma-larıyla ilgilidir. Dönemin önemli eserleri arasında, aslında bir tarihçi olarak bilinen ve İznik kararlarına karşı Ariusçu eğilimi olan Eusebius'un Historia ecclesiasti-ca'sı kayda değer bir çalışmadır. Aynı yazar, çeşitli tefsir çalışmaları ve Ankaralı Marcellus'a karşı polemik kitapları da yazmıştır. Onun etkisi Kudüslü Cyrîl'in Ca~ teeheses'inâe ortaya çıkar. Daha tutucu kanatta, İznik akidesini benimseyen At-hanasius'un Apologia Contra Arianos adlı polemiği önemlidir. Athanasius'a ait başka polemik kitapları da vardır. Teslîsin formüle edilmesine önemli katkıları olan üç Kapadokyalı baba da çeşitli eserler kaleme almışlardır. Basil'in Ariusçuluğa karşı yazdığı .Adversus Eunomium ve De Spiritu Sancto adlı çalışmalarıyla Nyssa-
It Gregory'nin Sermo Catecheticus ve Nazianzuslu Gregory'nin Theological Addresses'ı meşhurdur.
Kilisede 111. yüzyıldan itibaren Doğu'dan gelen manastır hayatı etkili olmaya başlamıştır. Manastır hayatının Mısır'daki kurucusu olan Anthony ve Ammonas'ın Koptça yazdıkları eserlerin Grek ve Latince tercümelerinin bir kısmı günümüze ulaşmıştır. Evagrius Ponticus da geniş bir külliyat bırakan münzevilerdendir. Manastır çevrelerinden Athanasius'un yazdığı Vita Antonii gibi biyografik eserler de vardır. Mısır manastır ruhunu yansıtan önemli eserlerden biri V. yüzyıl civarında derlenmiş olan Babaların Söyleşileri adlı eserdir. V. yüzyılın İlk yarısında İskenderiye okulunun yanında, fakat ona zıt olarak Antakya okulu parladı. İskenderiye okulunun bâtını yapısına karşılık Antakya okulu Kitâb-ı Mukaddes'i literal anlamda yorumluyordu. Antakya okulunun gerçek kurucusu olan Tarsuslu Diodo-re'ye ait pek çok çalışma vardır.
IV. yüzyıla doğru gelişen bir başka literatür Urfa ve Nusaybin merkezli Süryânî hıristiyan literatürdür. İlk büyük Süryânî babası Aphraates'ten günümüze yirmi üç çalışma kalmıştır. Diğer önemli isim Suriyeli Ephraem'dir. Ona ait çok sayıda eser arasında tefsirler, ilâhiler ve apoloji-ler de bulunmaktadır. Ephraem'in ölümünden sonra Urfa okulu İbas'ın katkısıyla Antakya okulunun anlayışına yaklaştı. Urfa Piskoposu Rabbula ise Antakya teolojisinden ziyade İskenderiye teolojisine kaydı. Onun çok sayıda mektubu ve ilâhi-siyle Nestorius'a karşı bir vaazı ve çevirileri vardır. Yine Urfalı bir yazar olan Nar-ses Nesturi kilisesinin önemli teologlarından biri olup içinde tefsir ve vaazlarla ilâhîlerin de bulunduğu çok sayıda eser yazmış, ancak bunlar günümüze ulaşmamıştır. V. yüzyılın ikinci yansında Urfa'da çalışan Mabbuğlu Philoxenus ise bir mono-fizittir ve ona ait on üç vaaz ile Kitâb-ı Mu-kaddes'in Süryânîce tercümesinin gözden geçirilmiş bir çevirisi bilinmektedir.
428'den İtibaren Doğu'da ve Batı'da ağırlık kazanan Kristolojik (îsâ merkezli) tartışmalara paralel olarak patristik lite-rai çalışmalar da genellikle Nestûrîler ve Kadıköy Konsili taraftarları arasında îsâ*-nın kişiliği konusunda yapılan tartışmalardan oluşmuştur. Aynı dönemde Latin literatürü Grek literatüründen daha geri idi. IV, yüzyıldaki en önemli isim. astroloji eserleri ve apolojileri de bulunan Julius Fırmicus Maternus'tur. Patristik dönem Avrupa'sında ilk önemli çalışmaları ya-
343
HIRİSTİYANLIK
panlardan biri Poitiersli Hilary'dir. Diğer önemli İsimlerden Milanlı Ambrosa iyi bir hatip ve apolojistti. Jerome ise Kitâb-ı Mukaddes uzmanı olup Kitâb-ı Mukad-des'i Latince'ye tercüme etmiş, ayrıca çok sayıda polemik kaleme almıştır. Fakat bu dönemin en önemli filozofu şüphesiz Augustine'dir; onun en İyi bilinen eserleri olan Confessiones ile De Civitate Dei hıristiyan teolojisinin en meşhur klasikleridir. VI. yüzyıl Latin patristik literatürünün nihaî safhası olup bu dönemin en önemli şahsiyetleri filozof ve devlet adamı Boethius ile yazar, edebiyatçı, filozof Cassidorus ve güçlü bir şair olan Ve-nantius Fortunatustur.
Patristik literatür Grek dünyasında daha uzun sürmekle birlikte V. yüzyılın ikinci yarısından sonra Doğu'da bir durgunluk başladı. Buna rağmen teoloji alanında Bizanslı Leontius kayda değer çalışmalar yapmıştır. VII ve VİN. yüzyıllardan itibaren Doğu Hıristiyanlığı'nda patristik literatürün son iki ismi, kendisine mistik ağırlıklı eserler atfedilen Dionysius Are-opagite ile İslâm coğrafyasında yaşamış olan Yuhannâ ed-Dımaşkî'dir. Yuhannâ'-nın en önemli eserlerinden biri Pege gnö-seös'tur (hikmet kaynağı). Öç bölüme ayrılan bu eserin ilk bölümü felsefe, ikinci bölümü heretikler, üçüncü bölümü Ortodoks imanıyla ilgilidir. İslâm'a yönelik eleştiriler kitabın ikinci bölümünde yer alır. Ayrıca onun hıristiyan inancına yönelik, heretik hıristiyan mezheplerini eleştiri mahiyetinde kaleme aldığı çok sayıda çalışmasının olduğu bilinmektedir.
E) Patristik Dönem Sonrası Dînî Literatür. Patristik dönem sonrasında literatür önceki dönemin yoğun apolojetik havasından kurtuldu; bunun en önemli sebebi, Hıristiyanlığın artık tehdit unsuru olarak gördüğü diğer dinleri saf dışı bırakmış olmasıdır. Bu dönemin en belirgin özelliği, artık basit ilmihal kitaplarına gerek kalmadığı düşüncesiyle felsefî çalışmalara ağırlık verilmesidir. Fakat bu çalışmaların temel amacı objektif felsefî gerçeğe ulaşmak olmayıp hıristiyan dogmalarını sabitleştirmektir, öte yandan, aslında patristik filozoflarca başlatılan sürecin de bir devamı olarak bu literatür gittikçe Grek düşüncesinin hâkimiyetine giren bir havaya bürünmüştür. Patristik dönem sonrasının hıristiyan düşüncesi, Augustine'in kalıcı tesiriyle uzun bir süre Yeni Eflâtuncu felsefenin etkisinde gelişti. Fakat XII ve XIII. yüzyıllardan itibaren Aristo ağırlıklı Arapça metinlerin Latince'ye çevrilmesi Bati'da Aristocu fikirlerin yayılmasına sebep oldu.
Patristik dönemle Ortaçağ literatürünü birleştiren çalışmaların ilk örneklerinden biri, İngiliz kökenli keşiş Bede'nin VII ve VIII. yüzyıllar arasına tarihlendirilen Historia Ecclesiastîca Gentis Anglo-rum adlı eseridir. Bede'nin bundan başka tabiat tarihi, kronoloji, tercümeler ve tefsire kadar uzanan çeşitli eserleri vardır. Bede'nin öğrencisi olan Alcuin çok sayıda tefsir ve dogmatik esere sahiptir. "Caroline minuscule" denilen el yazısı sistemini geliştirerek kutsal yazıların kolay yazılmasına katkıda bulunmuştur. Alcu-in'in öğrencilerinden Rabanus Maurus da dualar, gramer, vaazlar, martiroloji(şe-hidler bilimi) ve keşişler için çeşitli kılavuzlar yazmıştır. Daha çok teknik mahiyette ve pratik kılavuzlar türündeki bu dönem çalışmalarına ait ilk felsefî ve te-olojikeser İrlandalı John S. Erigena'nın De Divisione Nerturae'sıdır. Yazar bu kitabında Tanrı'nın tabiat içerisindeki konumunu ele alır; canlıların Tann'dan Yeni Eflâtuncu bir bakışla nasıl sudur ettiği konusunu işler. Ayrıca onun Yuhanna İncili üzerine bir tefsiriyle çeşitli felsefî eserleri mevcuttur. XI. yüzyılın en önemli filozofu olarak Canterbury Başpiskoposu An-selm'in reformist mahiyetteki Cur Deus Homo, De Conceptu virginali et pac-cato originali, De Processione Spiri-tus Sancti adlarını taşıyan üç eseri oldukça önemlidir. XII. yüzyılda din ve politika arasında ilişkiler kurmaya çalışan Salzbu-rili John'un Policraticus'u din ve devlet işleri arasındaki münasebetle ilgilidir. Onun mantık ve metafiziğe dair Metal-ogicon adlı önemli eseri yanında tarih konusunda eserler yazdığı da bilinmektedir.
XIII. yüzyıldan itibaren hıristiyan literatürüne hâkim olan tek isim Ortaçağ'ın en büyük filozofu Aquinalı Thomas'tır. İtalyan kökenli Dominiken rahibi olan bu düşünürün en önemli iki eserinden biri misyonerler için kılavuz mahiyetindeki Summa Contra Gentile, diğeri Aristocu perspektiften teolojik bir çalışma olan Summa TheoJogiae'dır. Aynı zamanda kutsal kitaba ve Aristo'ya yazdığı şerhler de Önemlidir. Aquinalı Thomas, bir anlamda hıristiyan Batı literatürünün hem zirvesine hem de düşüşünün başlangıcına işaret eder. Nitekim ondan sonra reform hareketine kadar olan süreçte Katolik fikriyatında iç ve dış problemler sebebiyle durgunluk süreci başlamış. XV ve XVI. yüzyıllardan itibaren yeni hıristiyan literatürü büyük oranda reformcu din adamlarının tekeline girmiştir.
Katolik düşüncesi ve Rönesans hümanizmi arasında yer alan Erasmus reform hareketine katkıda bulunan, fakat aynı zamanda onu eleştiren bir isim olarak önemlidir. Erasmus'un, gününün din anlayışını eleştiren hiciv ağırlıklı iki çalışması olan Moriae Encomium ve Colloquia iamiliana klasikleşmiş eserlerdendir. Ayrıca Kitâb-ı Mukaddes ve kilise babalarının yazılarıyla ilgili çeşitli eserlerinin olduğu da bilinmektedir.
Reform hareketinin büyük ismi Martin Luther'in çok sayıda çalışması vardır. Başta bu çalışmalar olmak üzere reform literatürü Katolik dogmalarının eleştirisine ve reform inancının savunulmasına adanmıştır. Luther'in klasikleşmiş eserleri Hıristiyanlığın müdafaasını yaptığı Von der Freiheit eines Chnstenmenschen, Katolik doktrinlerini eleştirdiği ve sakra-mentlerin sayısını ikiye indirdiği De Cap-tivitate Babylonica ecclesia praeludi-um, papalığı eleştirdiği On the Papacy at Rome, ilmihal mahiyetindeki Von den guten Werken gibi eserlerdir. Ayrıca vaazlar, Kitâb-ı Mukaddes tefsirleri ve polemikleri içeren çok sayıda çalışması vardır. Reform hareketinin diğer önemli ismi olan Jean Calvin'İn Protestanlığı savunduğu Christianae Religionis Institutio adlı kitabı da klasikleşmiş bir eserdir.
XVII. yüzyıldan sonra Katolik kilisesi Aydınlanma sürecine paralel olarak içe kapanma dönemine girer. Hıristiyan literatüründe bu durgunluğun ilerleyişini görmek mümkündür. Kilisenin misyon faaliyeti yeni çalışmaları ancak ilmihal çerçevesinde üretir. Hıristiyan teolojisinin yeni literatürü XX. yüzyılın ortalarından itibaren görülmeye başlar. Bu literatür, genellikle globalizmin getirdiği çok kültürlülükte Hıristiyanlığın yerini tesbit etmeye yöneliktir ve bundan dolayı da büyük oranda diyalog kavramının felsefîleştiril-mesine ağırlık vermiştir.
F) Mistik Yazılar. Hıristiyan literatüründe mistik çalışmalar büyük oranda X. yüzyıldan sonraki döneme tekabül eder. 0 güne kadar kilisede hâkim olan rasyonel felsefenin artık yeterli olmaması şeklinde tezahür eden kendi iç dinamikleri dışında mistik literatürün gelişmesinin X. yüzyıl sonrasına denk düşmesi iki dış sebeple ilişkilidir. Bunlardan biri, bu tarihte Avrupa'da feodal toplumun çöküşüyle birlikte gelen sıkıntılı bir atmosferin yarattığı karışıklıklardır. Kilisenin merkezî otoritesini sarsan pek çok heterodoks tarikatın ortaya çıkışının aynı döneme rastlaması bir tesadüf değildir. İkinci önemli
344
HIRİSTİYANLIK
sebep, özellikle XIV. yüzyıldan İtibaren İslâm ve kısmen yahudi mistisizminin katkısında aranmalıdır. Avrupa Hiristiyanlı-ğı'na bu kanal herhalde her iki mistik kültürün yoğunlaştığı İspanya aracılığıyla açılmıştı. Mistik literatürün temel konusu Tanrı'nın yüceliği, insanın O'nun karşısındaki aczi, fakat îsâ ile birleşme suretiyle T&nn'ya yakınlaşma çabasıdır. Mistik literatürde zengin imajlar vardır ve bunlar çok defa îsâ etrafında oluşmuştur. İyi bilinen örneklerden ilki Doğu'dan çıkar. X-XI. yüzyıllar arasında yaşayan Ermeni mistiği Narekli Gregory, temel eseri Matean Oghbergowt'unda (Ağıt kitabı) İnsanın Tann'ya olan bağımlılığını şiirsel bir ifadeyle dile getirir. Ayrıca Neşî-deler Neşîdesi'ne yaptığı yorumlan içeren bir de tefsir kitabı vardır.
XI ve XIII. yüzyıllar arasında yaşayan Avrupa Hıristiyanlığımın üç büyük mistiğinden ilki Claivauxlu Bernard'dır. Teolog olan ve reformcu mahiyette fikirleri bulunan Bernard çoğu îsâ sevgisini İşleyen mistik eserler kaleme almıştır. Onun tefsir mahiyetinde çalışmalar yaptığı da bilinmektedir. İkinci önemli mistik Güneşe İlâhi, Tembihler ve Ahid adlı kitapları ile tanınan Assisili Francis. son isim ise Alman mistiği Meister Eckhart'tır. Ona ait 110 vaaz, on sekiz risale ve altmış parçadan oluşan broşür günümüze ulaşmıştır.
XIV. yüzyılda yazarı bilinmeyen, fakat mistik çevrelerde oldukça etkili olan The Cloud of Unknov/ing adlı bir kitap ortaya çıkar. İngilizce yazılmış olan bu eserin kaynağı genellikle Dionysius Areopa-gite'nin Theologia Mystica adlı eserine kadar çıkarılmaktadır. XIV ve XV. yüzyılın kesişme noktasında ortaya çıkan en önemli mistik Thomas A Kempis'tir. Bir Alman mistiği olan Kempis'in çok sayıda şiir, vaaz ve risalesi vardır. En önemli eseri ise De imitatione Christi et contemptu omnium vanitatum mundi'dir.
XVI. yüzyılın iki büyük mistiğinden ilki İspanyol John of the Cross'tur. En önemli eserleri Noche obscura del alma (Ruhun karanlık gecesi). Cântica espiritual (Manevî ilâhî) ve Liama de amor vîva (Aşkın canlı alevi) adlarım taşımaktadır. Diğeri İse Avilalı Teresa'dır. İspanyol kökenli olan bu kadın mistiğin en tanınmış eseri rahibelere öğütleri içeren, mistik ağırlıklı, mükemmellik yoluna ve ibadete adanmış bir hayatı temsil eden The Interior castle'-dir {Bâtınî kale). XVII. yüzyılın son önemli mistiği Lutherciler arasından çıkan Ja-kob Boehme'dir. İki önemli eseri Şafa-
ğm Başlangıcı ve Mesîhe Giden YoV-da îsâ'ya olan bağlılığı vecd ifadeleri içinde dile getirir.
XVII ve XVIII. yüzyıllardan başlayarak hıristiyan mistik literatüründe bir zayıflama görülür. Bu dönemde Fransız Mada-me Guyon ve Emanuel Svvedenborg gibi bazı önemli mistikler çıkmışsa da bunların çalışmaları zayıf imajlarla doludur ve psikolojik olmaktan ziyade felsefîdir. XIX. yüzyıldan itibaren hıristiyan mistisizminde teosofistlerin etkisi görülürse de bu tarihten sonra mistik literatür gittikçe fakirleşmiş ve XX. yüzyılda neredeyse tamamen kaybolmuştur.
BİBLİYOGRAFYA :
E. Amann. "Apocryphes du Nouveau", DBS, [, 471-483; M. M. Parvis. "Text, N. T.", IDB, IV, 594-614; R. G. Clouse. "Alcuin of York", The New International Dictionary of the Christİan Church (ed. |. D. Douglas), Michigan 1974, s. 23; R. E. Nixon, "Bede", a.e., s. 115-116;G. L.Carey. "Gregory of Nazianzus", a.e., s. 435; a.mlf.. "Gregory of Nyssa", a.e., s. 435, 436; D. F. Well. "Tradition", a.e., s. 982; T. Ware, The Ort-hodox Church, London 1976; G. M. Dreves. "Hymns (Latin Christian]", ERE, VII, 16-25;J. T. Forestell. "Bİble, ÎI (Inspiration)", Hew Cat-hoüc Encyclopedia, Washington 1981, II, 381-386; T. A. Collins. "Bible, VI, History of Exege-sis", a.e., II, 496-507; J. A. Fichtner. "Tradition", a.e., XIV, 225-228; F. W. Danker. "Biblical Exe-gecise", ER, II, 142-152; N. M. Sama. "Biblical Literatüre, Hebrew Scriptures", a.e., II, 152-173; J. H. Charlesworth, "Biblical Literatüre, ApocryphaandPseııdepigrapha", a.e., II, 173-183; R. F. Collins. "Biblical Literatüre, New Tes-tament", a.e., II, 183-202; J. J. O'Meara, "Eriu-gene, John Scottus". a.e., V, 146-147.
IffiJ Mehmet Aydın
IV. HIRİSTİYAN İNANÇLARI
A) İnanç Esaslarının Teşekkülü. HlIİStİ-
yan literatüründe inanç kavramının karşılığı olarak kullanılan temel kelime dogmadır; buna yakın anlamda confessio ve fıdes kelimeleri de kullanılır. İlk hıristiyan-lar dogma terimini, "ilâhî vahiy yoluyla gelen ve kilise tarafından doğru olarak tanımlanan öğreti" anlamında kullandılar. Kilisenin (Protestanlık hariç) dogma ifadesinden anladığı şey kökeni ilâhî olduğu için değiştirilemeyecek inançlar bütünüdür. Bu öğretilerin hıristiyanların kurtuluşu için hayatî önem arzettiğine inanılmakta, bunlardan birinden ayrılmanın hem kurtuluş hem de kilisenin hayatiyeti için tehlikeli olduğu kabul edilmektedir.
Kilise geleneğine göre dogmaların kökeni Yeni Ahid'de bulunur. Bununla birlikte dogmaların oluşumunda kökeni Yeni Ahid'e çıkan kavramları şerheden gele-
neğin rolü de önemlidir. Burada gelenek kavramı, kilise babalarının inançlarından konsil kararlarına kadar geniş bir çerçeveyi ifade eder. öyle ki gelenek de bizzat dogmanın kaynağı haline dönüşebilmektedir (yk. bk.). Roma kilisesi dogmaları kesin bir şekilde belirleyip tesbit etmiştir. Ortodoks kilisesinde dogmalar bu kesinlikte belirlenmiş değilse de dogmalara kaynak teşkil eden geleneğin sınırları daha geniş tutulmuştur. Modern dönemde Adolf von Harnack'ın başını çektiği liberal Protestanlık ise klasik dogmaların oluşumunu kilisenin Helenleşme'siyle açıklamış ve bu yüzden onları reddetmiştir.
Tarihî açıdan bakıldığında hıristiyan dogmalarının oluşumu. Yeni Ahid külliyatının ortaya çıkışından itibaren çevredeki sosyokültürel şartların etkisi göz önüne alınmadan doğru olarak değerlendirilemez. Hıristiyan inancının Yeni Ahid'e has otantik kaynaklarından başka Yahudilik ve Grek-Roma kültürüne kadar uzanan farklı kaynaklan da mevcuttur. Bu kaynakların hepsi dogmaların tesbit edilmesinde ayrı ayrı roller üstlenmiştir. Meselâ Pavlus'un mektuplarında görülen Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin Roma hukuk terminolojisi çerçevesinde ele alınışı dönemin geçerli hukuk literatürünün etkisini yansıtır. Öte yandan teslîsin formüle edilmesinde Yeni Eflâtuncu felsefenin etkisi açıktır. Böylece dogmaların tesbit edilmesi sürecinde dinî kaynaklardan başka felsefî ve kültürel telakkiler de etkili olmuş, fakat yine de kilise dogmaların oluşumunu tamamen ilâhî irade ve ilhamın etkisinde gerçekleşen bir gelişme olarak kabul etmiştir. Protestanlık hariç kilisenin bugün resmen benimsediği dogmalar hıristiyan inancının temeli olarak görülmüştür.
Hıristiyan inanç ve doktrinleri Kitâb-ı Mukaddes Öncesi havari inançlarına, bu İnançların belirlediği kutsal yazılara ve konsil kararlarına dayanmaktadır. Başlangıç yıllarında hıristiyanların Tevrat dışında kutsal kitapları yoktu. Zamanla Pav-lus, İncil yazarları. Petrus ve diğerleri Hz. îsâ ile ilgili şahit oldukları veya duydukları şeyleri yazmaya koyuldular; Önce Pavlus'un mektupları, daha sonra da İnciller kaleme alındı. Bu yazılar inananlarca Tanrı tarafından ilham edilmiş bilgiler, iman esasları olarak kabul edildi. Hıristiyanlığın bugünkü inançları, Pavlus tarafından kaleme alınan ve İnciller'den önce hıristi-yanlar arasında yayılan mektuplar vasıtasıyla ortaya konmuş, daha sonra bu esaslara uyan İnciller kutsal kabul edilmiştir.
S45
HIRİSTİYANLIK
Hıristiyanlık'ta inanç esaslarıyla ilgili en eski çalışma "Havarilerin İnanç Esasları" denilen metindir. Temel doktrini ifade eden ve IV. yüzyılda ortaya çıkmasına rağmen on iki havariye nisbet edilen bu âmentü, kabul edildiğine göre, hıristiyan kutsal kitabından önce gelmiş, ona önderlik yapmış ve onu belirlemiştir.
Petrus'un, Hz. îsâ'nın semaya urûcun-dan on gün sonra Pentekost bayramı esnasında "kutsal ruh"un inişinin ardından yaptığı vaaz hıristiyan inancının ilk şeklinin özetini içermektedir. Bu vaazında Petrus şöyle demektedir: "Bu isa'yı Allah kıyam ettirdi ve biz hepimiz bunun şahitleriyiz. İmdi Allah'ın sağ eliyle yükseltilmiş. Baha'dan Rûhulkudüs vaadini almış olup sizin bu gördüğünüzü ve işittiğinizi döktü ... İmdi bütün İsrail evi gerçekten bilsin ki kendisini haça gerdiğiniz bu îsâ'-yı Allah hem Rab hem Mesîh etmiştir" (Resullerin İşleri, 2/32-36). Petrus'un bu vaazından da anlaşılacağı gibi havariler, Tann'nın ölülerden dirilterek Rab ve Mesîh yaptığı îsâ'ya inanıyorlardı; diğer bir ifadeyle hıristiyan inanç ve doktrininin özünü Tann'nın Mesîh'te bedenleşmesi teşkil ediyor ve diğer dinlerden farklı olarak Hıristiyanlık, kurucusunun yani kişi olarak îsâ'nın etrafında örülen bir inanç sistemi üzerine temelleniyordu. Hıristiyan inanç esasları Hz. îsâ tarafından değil daha sonra gelen din âlimleri tarafından oluşturulduğu için bu esaslar ve açıklamaları ancak kutsal yazılara uydukları sürece geçerlidir.
Havarilerin İnanç Esaslan'ndan sonra bu alandaki çalışmalar devam etmiş, hıristiyan doktrin ve dogması böylece tarih içinde ortaya çıkmıştır. Batı kiliselerinin özellikle benimsediği, vaftiz esnasında kullanılan Havarilerin İnanç Esasları dışında Hıristiyanlığın temel akidesi ilk dört ekümenik konsilde belirlenmiştir. I. İznik (325), I. İstanbul (381), Efes (431) ve Kadıköy (451) konsillerinde belirlenen inanç esasları hem Roma Katolik hem Protestan hem de Ortodoks kiliselerince kabul görmektedir. Üç büyük hıristiyan mezhebi bu konsillerde netleştiği şekilde Hz. îsâ'nın tabiatı, faaliyetleri ve teslîs inancı hususunda müttefiktir. Bununla birlikte Protestanlar daha sonralan inanç esaslarıyla İlgili olarak yalnızca kendilerini bağlayan çeşitli kararlar almışlardır.
Havarilerin İnanç Esasları üç bölüm ve on iki maddeden oluşmaktadır. I. Bölüm: 1. Göğün ve yerin yaratıcısı kâdir-i mutlak baba Tanrı'ya; II. Bölüm: 2.0'nun biricik oğlu Rab îsâ Mesîh'e; 3. O'nun kut-
sal ruhtan olduğuna, bakire Meryem'den doğduğuna; 4. Pontius Pilatus zamanında ıstırap çektiğine, çarmıha gerildiğine, öldüğüne ve gömüldüğüne; S. Ölüler diyarına indiğine, üçüncü gün ölüler arasından dirildiğine; 6. Göklere yükseldiğine, Tann'nin, kâdir-i mutlak babanın sağına oturduğuna; 7. Oradan ölüleri ve dirileri yargılamak üzere ineceğine; IH. Bölüm: 8. Kutsal ruha; 9. Kutsal evrensel kiliseye, azizlerin birliğine; 10. Günahların bağışlanacağına; 11. Bedenin dirileceğine: 12. Ebedî hayata inanırım. Havarilerin imanının bir Özeti olarak kabul edildiği için "Havarilerin İman Esasları" diye adlandırılan bu âmentü Roma kilisesinde eskiden beri vaftiz esnasında tekrarlanan ilkelerdir. Bu âmentünün Önemi, havarilerin ilki olan Petrus'un ikamet ettiği Roma kilisesinin koruduğu esaslar olmasından ileri gelir.
Hıristiyanlık'ta ayrıca bundan daha ayrıntılı olan "İznik- İstanbul İman Esasları" adlı bir âmentü bulunmakta olup şu esaslardan oluşur: 1. Göğün ve yerin, görünen ve görünmeyen kâinatın yaratıcısı, kâdir-i mutlak baba olan tek bir Tanrı'ya; 2. Bütün asırlardan önce babadan doğan, Tann'nın biricik oğlu, tek bir Rab îsâ Mesîh'e, O'nun Tanrı olduğuna, Tann'dan doğduğuna, nur olduğuna, nurdan doğduğuna, gerçek Tanrı olduğuna, gerçek Tanrı'dan doğduğuna, tevlid edildiğine, yaratılmadığına, baba ile aynı tabiatta olduğuna, her şeyin O'nun vasıtasıyla yapıldığına, biz insanlar ve bizim kurtuluşumuz için semadan indiğine; 3. Kutsal ruh vasıtasıyla bakire Meryem'de bedenleş-tiğine ve insan olduğuna; 4. Bizim için Pontius Pilatus zamanında çarmıha gerildiğine, ıstırap çektiğine, mezara konduğuna; 5. Kutsal yazılara uygun olarak üçüncü gün dirildiğine; 6. Ve göğe yükseldiğine, babanın sağ tarafına oturduğuna; 7. ölüleri ve dirileri yargılamak üzere ihtişam içinde geri geleceğine ve saltanatına son olmayacağına; 8. Rab olan ve hayat veren kutsal ruha, onun baba ve oğuldan neşet ettiğine, baba ve oğulla birlikte aynı tapınma ve ihtişama lâyık olduğuna, peygamberler vasıtasıyla konuştuğuna; 9. Kiliseye, birliğine, kutsallığına, evrensel (catholique) ve havarilere ait (apostolique) oluşuna inanırım; 10. Günahların affı için bir tek vaftizi kabul ederim; 11. ölülerin dirilmesini; 12. Ve gelecek dünyayı beklerim. İznik ve İstanbul ekümenik konsillerinde tesbit edilen bu esaslar Doğu'nun ve Batı'nın bütün büyük kiliselerinde ortaktır (Catechisme de l'Ğgtise
catholique, s. 52). Hıristiyan inanç esaslarının özünü baba Tanrı, oğul Tanrı ve Rû-hulkudüs'ten müteşekkil teslîs inancı oluşturmaktadır.
B) Tanrı İnancı. Hıristiyan teologlan Hıristiyanlığı monoteist bir din olarak görmektedir. Baba, oğul, Rûhulkudüsten oluşan klasik teslîs doktrini de monoteist bakış açısından yorumlanmaktadır. Bununla birlikte bu üç kavrama başvurmadan Hıristiyanlık'taki Tanrı inancını açıklamak imkânsızdır. Fakat kilise her halükârda Tanrı kavramını bir sır olarak kabul etmekte ve bu konudaki açıklamaları daha çok sembolik bir dille yorumlamaktadır.
Erken dönemlerde Hıristiyanlığın Tanrı inancı yahudi inançlarını yansıtmaktaydı. Yeni Ahid, İbrânîce kutsal metindeki Tanrı için kullanılan Elohim kelimesini Grekçe Theos olarak çeviren Yetmişler tercümesini (Eski Ahid'in Yunanca tercümesi) takip etmektedir. Tanrı için kullanılan ikinci kelime. Özellikle Yuhanna İncili'nde "baba" anlamına gelen Ârâmîce Abba'dır. îsâ'nın bizzat kullanmış olması muhtemel olan bu kelimeyi İncil yazarları Grekçe'ye Pater şeklinde çevirmişlerdir; Tanrı için bazan da "efendi" anlamında Kurios (Kyrios) kelimesi kullanılmıştır.
Yeni Ahid'deki Tanrı tasviri genel yahudi anlayışından farklı değildir. O iyilik, hakikat ve hikmetin kendisidir (Markos, 10/ 18; Romalılar'a Mektup, 3/5; 16/27). Gökler âlemi O'nun tahtıdır; O ebedî olarak kutsaldır; yeryüzündeki her şeyi O kontrol eder (Matta, 5/34; 23/22; Romalılar'a Mektup, 9/5, 14). Oyaratıcıdır ve hiçbir şey O'nun bilgisinin dışında değildir (Matta, 6/30; 10/29; 19/4; Markos, 13/19; Luka, 12/ 24; Resullerin işleri, 4/24; 17/24; Roma-lılar'a Mektup, 1/18; Efesliler'e Mektup, 3/9; Timoteos'a Birinci Mektup, 4/3; Petrus'un Birinci Mektubu, 4/19; Vahiy, 4/11). Yaratıcı olarak 0 yaratılmışlardan ayrı olsa bile (Romalılar'a Mektup, 1/25) onlarda mündemiçtir (Efesliler'e Mektup, 4/6). Bu durumda Yeni Ahid'de ne îsâ'nın Tanrı olduğuna dair ne de teslîs formülasyo-nuna ait bir iz vardır. Pavlus Korintoslu-lar'a Birinci Mektupta (12/4-6) ruh, rab ve Tanrı arasında bir ilişki kurarsa da bu teslîs anlamına gelmez. Öte yandan Mat-ta'da (28/19) ortaya çıkan baba, oğul, ruh üçlüsü de yine teslîs düşüncesini yansıtmaz; yalnızca Gentile misyonu için gerekli bir düzenlemenin ifadesidir.
İlk dönemde kilisedeki yahudi kökenli Tanrı inancı, yaklaşık I. yüzyılın sonuna doğru Yeni Eflâtuncu felsefenin etkisi ve Gentile topraklarında yaşayan Yunan- Ro-
346
HIRİSTİYANLIK
ma kökenli insanları hiristiyanlaştırma amacının sonucunda şekil değiştirmeye başladı. Böylece Tanrı kavramı biri teslîs, diğeri Tann'nin enkarnasyonu olarak Isâ figürü ile ilişkilendirildi. Kilisenin sır olarak kabul ettiği her iki kavramın Hıristiyanlığa ne zaman ve nasıl girdiği açık değildir. Teslîs anlayışı ile îsâ'nın tanrı olarak kabul edilişinin eş zamanda mı yoksa farklı zamanlarda mı birleştirildiği konusu da karanlıktır. Pavius'taki üçlü formü-lasyon (Korintoslular'a İkinci Mektup, 13/ 14) teslîse atıf yapmaz.
Geleneksel İzaha göre teslîs baba. oğul ve Rûhukudüs olmak üzere üç unsurdan oluşmaktadır. Babanın görevi sevgisi dolayısıyla İnsanlığı yaratmak, oğulun görevi insanlığı kurtarmak, Rûhulkudüs'ün görevi ise insanlara inayet bahşetmektir. Birbiriyle bağlantılı çalışan her üç unsur tek bir Tann'yı (Godhead) oluşturmaktadır. Burada önemli olan nokta oğulun aynı zamanda îsâ olmasıdır. Teslîs sürecinin oluşumunu açıklayabilecek akla en yakın fikir, bu formülasyonun "econornic" teslîs-ten (baba, oğul ve Rûhulkudüs'ün fonksiyonel ayırımı) "essential" teslîse (baba, oğul ve Rûhulkudüs'ün birbirlerinden yapısal olarak ayrılması) doğru bir kayış sonucunda gerçekleştiğini kabul etmek olacaktır (bk. TESLÎS).
C) Hz. îsâ ve Kristolojik Problemler. Hıristiyanlık'ta Tanrı fikri Kristolojik problemlerle iç içe karmaşık bir durum arzet-mektedir. Bunun en önemli sebebi oğul îsâ'nm aynı zamanda tanrı oluşudur. îsâ'-ya tanrılık isnadının teslîs fikrinin kabulünden önce mi yoksa sonra mı olduğu konusu yeterince açık değildir. Fakat Yu-hanna İncili'nde kelâm ve Tanrı fikrinin iç İçe olduğuna bakılırsa isa'nın tanrısal konuma yükseltilişi daha önce olmuştur. Tanrı'nın bedenleşmiş olabileceği fikrine ait en erken metinlerden biri Fılipililer'e Mektup'ta (2/6-11) görülür. Burada îsâ'nın varlık öncesi (preexistent) yönü vurgulanmaktadır. Muhtemelen îsâ'nın İlk önce preexistent bir varlığının olduğu kabul edilmişti; fakat buradan enkarnasyon fikrine nasıl geçildiği açık değildir. Enkarnasyon fikrine ilham kaynağı olduğu ileri sürülen, Yuhanna İncili'nde logosun beden-lenmiş Tanrı anlamına geliyor olması zayıf bir ihtimaldir; çünkü Yuhanna İncili gnostiktir ve gnostisizm maddeye olumsuz anlamlar ve nitelikler yüklediği için onun hiçbir zaman insan-tanrı telakkisine götürecek bir fikir öne sürmesi beklenemez. Bu noktada da Yuhanna İncili'nin
sadece preexistent bir îsâ'yı kabul ettiğini düşünmek gerekir. Her halükârda îsâ'nın Tanrı'nın ezelî ve ebedî kelâmı (logos) olarak kabul edilişi onun tanrılaştınlma-sına giden kapıyı aralamıştır. Buna göre îsâ tanrı olarak yeryüzüne inmiş ve insanlar arasında dolaşmıştır.
IV. yüzyıla gelindiğinde kilise teslîse dayalı bir Tanrı anlayışını ve îsâ'nın da Tan-n'dan bir parça olarak yeryüzünde cisim-leşmiş olduğunu tamamen kabul etmişti. Kilise teslis fikrinin politeizme götürmesini engellemek için teslîsteki üç unsurun mahiyetini, onların birliğinden oluşan tek Tanrı'nın mahiyetinden ayırt etme ihtiyacını duydu. Buna göre Tann'da hem tek bir tabiat {mia ousia) hem de üç kişilik (treis hupostaseis) mevcuttur.
Şüphesiz Hıristiyanlık'ta Tanrı fikrinin oluşum sürecinde yalnızca dış etkenlerin rolü olmamıştır: aynı zamanda İnciller'-de îsâ'ya atfedilen bazı ibarelerin bu sürecin gerçekleşmesine katkıda bulunduğu kesindir. Meselâ İnciller'de îsâ Tanrı'-ya sürekli olarak "babam" şeklinde hitap etmektedir ki onun düşüncesinde en azından Tanrı ve insan arasında mistik bir yakınlığın kurulduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Pavlus'un îsâ'yı ikinci Âdem, son Âdem (Korintoslular'a Birinci Mektup, 15/45) ve "topraktan yapılmamış biri" olarak takdim etmesi (Korintoslular'a Birinci Mektup, 15/47), onun tanrılaştırmasına giden yolların çeşitliliği hakkında bir fikir vermektedir.
îsâ'nın erken dönemlerden itibaren Tanrı'nın enkarnasyonu olarak kabul edilmesi, onun yeryüzünde yaşarken bedene bürünmesi dolayısıyla İnsanî özelliğinin mi yoksa ilâhî özelliğinin mi ağır bastığı tartışmasını gündeme getirdi ve bu tartışmaların sonucunda genel olarak üç grupta toplanabilecek fikirler üretildi. Bunlardan ilki, bugünkü hıristiyan dünyasının büyük oranda ittifakla savunduğu îsâ'da hem insanlık hem de ilâhlık unsurlarının eş oranda bulunduğu fikridir (dyot-heletism). Bu genel eğilimin dışında yer alan ve monofizit olarak adlandırılan görüşe göre îsâ'da bulunan insanlık unsuru ilâhlık unsurunun içinde erimiştir ve bundan dolayı îsâ'daki tek unsur Hanlıktır (monothelitism). "Subordionist" olarak adlandırılabilecek gruplar ise îsâ'da ilâhlık unsurunun bulunmadığı ve yalnızca insanlık unsurunun bulunduğu fikrini kabul etmişlerdir. Bu konuda çıkan Kristolojik tartışmalar kilisede bölünmeye sebep olacak kadar mezhep kavgalarına yol açmıştır (bk. ÎSÂ).
D) Mesîh İnancı. Hıristiyanlığa göre îsâ yalnızca tanrı değil aynı zamanda Mesîh'-tir. Bu anlamıyla Mesîhlik inancı, daha önce Yahudilik'te yaygınca kabul gören anlayıştan bir hayli farklıdır. Buna göre Mesîh, yeryüzünün sonuna doğru Dâvûd soyundan dünyaya gelecek ve ilâhî krallığı başlatacak olan bir kraldır. İlk hıristi-yanlar Hz. îsâ'yı Mesîh olarak kabul etmiş ve yeryüzünün sonunun geldiğine inanmışlardı. Fakat îsâ'nın ölümünden itibaren beklenen kıyametin vuku bulmaması neticesinde Mesih'in ikinci gelişi doktrini benimsenmiş ve kıyametin gelecekteki bir tarihte gerçekleşeceği kabul edilmiştir (bk. MESÎH).
E) Şer Problemi ve Şeytan. Hıristiyanlık öncesi yahudi düşüncesinde şer meselesi genellikle doğru yoldan veya Tanrı'-dan sapma ile ilişkilendirilmiş, fakat hayrı temsil eden Tanrı'nın karşısına ikinci derecede bir güç olarak konmamıştır. Çok açık olmamakla birlikte Yahudilik şerrin kökenini günah kavramıyla İrtibatlandır-mıştir. Bununla birlikte Hıristiyanlık şerri şeytanın bir fonksiyonu olarak kabul etmiş ve tamamen olmasa bile kişileştir-miştir (Petrus'un Birinci Mektubu, 5/8-9; Yuhanna'nın Birinci Mektubu, 5/19; Vahiy, 2/9-10). Fakat şeytanın gücü Tanrı tarafından sınırlandırılmıştır ve onun kendi başına herhangi bir gücü yoktur (Matta, 12/26-28; Luka, 11/18-20; Yuhanna, 12/31).
III. yüzyıldan itibaren gnostisizm ve Ma-nişeizm'in etkisiyle birlikte şeytan ve Tanrı arasındaki zıtlık artarak vurgulanmıştır. Şeytanın Tanrı'nın rakibi olarak yeryüzündeki kötülüklerin kaynağını teşkil etmesi ve kurtuluşun şeytanın planını bozmakla elde edilebileceği inancı reformcular tarafından açık bir şekilde formüle edilmiştir. Aydınlanman hıristiyan teologlar ise şeytanın kişilik olarak varlığını kabul eden geleneksel hıristiyan düşüncesini reddederek şeytanı soyut bir kavram biçiminde düşünmüşlerdir.
Yeni Ahid'de "diabolis" (devil) ve "sate-nas" şeklinde geçen şeytan tabiat üstü Özelliklere sahip bir varlıktır; insanları aldatır, kışkırtır ve doğru yoldan sapmalarına sebep olur (Matta, 4/1; 13/39; Luka, 4/1; 8/12; Yuhanna, 13/2; Resullerin İşleri, 10/38; Efesoslular'a Mektup, 4/27; 6/11; Timoteos'a Birinci Mektup, 3/6-7). Onun idaresine giren kişi şeytan veya şeytanın çocuğu olarak adlandırılır (Yuhanna, 6/70; 8/44). Ölümün gücü onun elindedir (ibrâ-nîler'e Mektup, 2/14). O her ne kadar bu dünyanın kralı ise de Mesîh onu yenecek-
347
HIRİSTİYANLIK
tir (Matta, 25/31; Yahuda'nın Mektubu, 9; Vahiy, 2/10; 12/9). Hıristiyan ahlâkında şeytanın fonksiyonu geniş bir alana yayılmıştır. Buna göre şeytan günah, tarih ve kurtuluş kavramlarını ilişkilendiren bir rol oynamaktadır. İlâhî planın bir parçası olarak şeytan günaha sebebiyet vermiş, günah şerri oluşturmuş, şer tarihî süreci başlatmış, kurtuluş ise bu süreci tersine çevirerek Mesîh aracılığıyla önce tarihi, şer ve günahı, son olarak da şeytanı yenerek insanı ilâhî konumuna geri getirmiştir. Bu ahlâkî formül aynı zamanda hıristiyan teodisesinin temelini oluşturmaktadır.
F) Âhirete İlişkin İnançlar. Kurtuluş
kavramına yaptığı vurguya paralel olarak ölümden sonraki hayatın tasviriyle çok fazla ilgilenmeyen Hıristiyanlık, bu konuda daha ziyade yahudi düşüncesine has ilâhî krallığın kurulması ve Mesîh'in hâkimiyeti inancı üzerinde durmuştur. Buna göre insanların Tanrı tarafından yargılanışından önce yeryüzünde kıyamet kopacak ve Mesîh'in idaresinde ilâhî krallık kurulacaktır. Kurtuluşa ermiş olanlar veya hıristiyanlar sonsuz bir ilâhî hayata maz-har olacaklar, günahkârlar ise cehenneme gideceklerdir (bk. âhir zaman: ce-
HENNEM; CENNET). BİBLİYOGRAFYA :
J. A. O'brien, ünderstanding the Cathotic Faİth, New York 1959; S. E. Johnson. "Christ", /DB, I, 563-571 ;P. L. Hammer. "Devli", a.e.. I, 838; S. J. DeVries."Evil", a.e.r II, 182-183; T. H. Gaster, "Satan", a.e., IV, 224-228; E. Benz, The Eastern Orthodox Chıırch (trc. R.-C. Winston), Mew York 1963, s. 20-40; Catechism of the Cathotic Church, London 1994; G. O'Collins. "Jesus", ER, VIII, 15-28; A. Sharma, "Satan", a.e., XIII, 81-84; C. M. La Cugna. "Ttinity", a.e., XV, 53-
57- rrı
mi MehmetAydın
V. MÂBED ve İBADET
Hıristiyanlığın ilk zamanlarında gerek mâbed şekli gerekse ibadetin nasıl yapıldığı konusundaki bilgiler sınırlıdır, somut tarihî veriler II. yüzyıldan önceye gitmez. Bununla birlikte özellikle Yeni Ahid'deki bazı ifadeler dolaylı da olsa birtakım bilgilerin elde edilmesine yardımcı olmaktadır. Her şeyden önce ibadet ve ibadet mekânı olarak ilk hıristiyanların yahudi geleneğini takip ettiği bilinmektedir. Resullerin İşleri'ndeki (2/46) ifade, ilk hıristiyanların ibadet tarzlarının yahudi geleneğine sıkıca bağlı olduğunu kanıtlar. 1. yüzyılın sonuna doğru tedricî bir şekilde gelişmekte olan yahudi-hıristiyan çekişmesinin hızlanması, hıristiyanların kendilerine ait bir ibadet sistemi geliştirmeleriy-
San Marko Kilisesi - Venedik / İtalya
le sonuçlanır. Fakat bu kopuşa rağmen hıristiyanlar yahudi ibadet şekillerini ter-ketmemişlerse de içerik olarak tamamen değiştirilmiştir. Tapınağın îsâ'nın bedenine ve bir putperestin Yahudiliğe girişinde yapılan vaftizin hıristiyan vaftizine dönüşmesi eski tarzın yeni içeriğine verilebilecek iki örnektir. Bu dönüşümün en önemli sebebi, şüphesiz yeni doğan Hıristiyanlığın Gentile (yahudi olmayanlar) topraklarında yayılmasının kolaylaştınl-masıydı. Kilise açısından değerlendirildiğinde hıristiyan teologlar bu Helenieş-me'yi hiç de garip görmediler; onlar için Helenleşme, vahyin tekâmülü prensibinden hareketle ilâhî bir planın parçasını teşkil ediyordu.
A) Mâbcd. Hıristiyan âleminin büyük bir çoğunluğu ibadet mekânı olarak Türkçe'de kilise denilen mimari mekânları kullanmaktadır. Kilise kelimesi Yeni Ahid'-de Grekçe formda ekklesia olarak geçer ve iki ayrı anlam taşır. Bunlardan ilki ibadetlerin yapılacağı yer ve cemaattir {Resullerin İşleri, 11/26; Romalılar'a Mektup, 16/5; 12/5; Korintoslular'a Birinci Mektup, 11/18; 14/4, 5, 19, 28, 34. 35; Koloseliİer'e Mektup, 4/15). Buna göre kilise hıristiyan imanını benimseyenlerin meydana getirdiği topluluğu, dinî cemaati belirtmektedir. İkinci anlamı ise daha çok hıristiyan geleneğinin bütününü ifade eder, bu durumda kilise ve Hıristiyanlık birbirinin yerine kullanılabilen kavramlardır. Grekçe ekklesia kelimesi İbrânîce'de kanalın (sinagog) tam karşılığıdır. Ârâmîce'si keha-la, kenistadır. İlk hıristiyanlar ibadet yeri olarak sinagoga gidiyorlardı. Fakat Hz. îsâ'nın semaya urûcundan sonra vuku bulan olaylar neticesinde hıristiyan cemaat yavaş yavaş kendine ait değişik toplanma yerleri oluşturdu. Yaklaşık 80 yılında yahudilerin hıristiyanlan sinagoglara sok-
mama karan almasından sonra hıristiyanlar kendilerine ait mekânlarda ibadet etmeye başladılar. Bu ilk toplanma yerleri büyük oranda özel evlerdi. Ayrı bir mimari mekân olarak ilk kilise Suriye'deki Dura Europos'ta bulunmuştur {III. yüzyılın ilk yarısı). Hıristiyanlar Milan fermanı ile (313) açıkça ibadet yapma imkânına kavuşunca çok sayıda bağımsız kilise binası inşa etmeye başladılar. Mimari bir unsur olarak kilise putperest Roma bazilikasından esinlenilerek yapılmış. Batı kilisesi uzun bazilika tipine sadık kalırken Doğu kilisesi merkezî plana önem vererek kubbeli bazilika tipini kullanmıştır. Kilise mimarisi zamanla zemin planı açısından bazilika tipini koruduysa da gerek iç gerekse dış planında büyük değişikliklere uğramıştır.
İbadet fonksiyonu açısından kilise esas olarak "apsis" ve "nave" (navos) denilen iki bölüme ayrılır. Kilise içerisinde ibadet yapılırken yönelinen mekâna apsis denir ve genellikle girişin tam karşısında bulunur. "Altar" adını alan ve kilisenin en kutsal kısmı olan sunak buradadır. Altar bir anlamda Hz. îsâ'nın kurban oluşunun sembolüdür. Bir masa şeklinde olan alta-ra yalnızca yetkili din adamları yaklaşabilir. Evharistiya sakramenti, üzerine çarmıha gerilmiş îsâ figürü konulan altar üzerinde icra edilir. Vaftiz kurnaları, vaazın yapıldığı kürsü ve çarmıha gerilmiş îsâ motifi de apsiste bulunur. Kilisenin fonksiyon açısından ikinci önemli kısmı ibadet için gelenlere ayrılmış olan nave bölümüdür. Nave, genellikle sütunlar veya çeşitli türden bölmelerle üç ana parçaya ayrılmıştır. Kiliselerde altar naveye hâkim olacak şekilde inşa edilmiştir; nave hiçbir zaman altarın etkisini gölgeleyecek şekilde yapılmaz. Nave "narteks" denilen bir geçişle giriş kısmına bağlanır. Erken
Trabzon Ayasofyası
348
HIRİSTİYANLIK
Bizans dönemine ait Sümela Manastırı - Trabzon
dönemlerde kiliseye yeni dahil olanlar ibadet için ancak narteKse kadar girebilirlerdi.
B) İbadet (ütürji). Batı dillerinde ibadet karşılığında kullanılan liturgy (Iiturgie), Grekçe "umuma ait faaliyet" anlamına gelen leitourgiadan türetilmiştir. Bu kelime Hıristiyanlık'ta toplu halde yapılan ibadetleri ve âyinleri belirtmek için kullanılır. İbadet esnasında cemaat, Tfcnrı'nın be-denleşmiş hali olarak düşünülen kilisede Tanrı adına ve O'nun için hizmet görürler. İbadetlerin daha iyi yapılabilmesi için kutsal kitabın kusursuz okunup anlaşılmasına katkıda bulunduğu düşüncesiyle Rû-hulkudüs'e önemli bir yer verilir. Bugün Doğu. Roma Katolik, Lutherci, Anglikan, Reform ve Puriten litürji olmak üzere altı çeşit litürji vardır. Bunların arasında, ibadet sırasında kullanılan dilden din adamlarının giydiği özel elbiselere kadar bir dizi fark bulunmaktadır.
Hıristiyanlıkta genel olarak sakrament-lerin yanında günlük, haftalık ve yıllık olmak üzere dört çeşit ibadet vardır. Sak-ramentler. Latince'de "and, yemin, bağ" anlamında sacramentumdan gelen sac-rament "dinî âyin" demektir. II. Vatikan Konsili'nin "Kutsal İbadetler Yasası"nda sakramentlerin amacının insanı kutsallaştırmak olduğu açıklanmıştır. Sakra-mentler, bizzat Hz. îsâ tarafından tesis edilen kurumlara ve onun yaşamış olduğu tecrübelere kilise aracılığıyla katılmak anlamına gelir ve iman etmenin işareti sayılır. Ortodoks ve Katolikler'e göre sakramentlerin sayısı yedidir: Vaftiz, Evha-ristiya, kuvvetlendirme, evlilik töreni, ruhbanlık sırrı, günah itirafı ve tövbe, hasta yağı. Protestanlar ise sadece vaftizle Evharistiya'yı kabul ederler. Quakerler gibi bazı küçük Protestan grupları sakramentlerin iman akîdesi olduğuna inan-
mazlar, öte yandan kilise tarafından bazı manevî kazançlar sağlamak amacıyla belirlenen ve "sakramentar adı verilen, yukarıdakilere göre daha düşük derecedeki kutsal eylemler de vardır. Özellikle Katolik kilisesinde Önem taşıyan sakramentalle-rin başında kutsama, dua etme ve ölümle ilgili törenler gelir (bk. CENAZE; dua).
a) Vaftiz (Baptism). Baptİsm kelimesi Grekçe'de "suya daldırmak" anlamında baptismadan gelir. Hıristiyan geleneğine göre (Baptist mezhebi hariç) her hıristi-yan bebek ya bütünüyle suya sokularak veya üzerine su serpilerek vaftiz edilir. Vaftiz günahlardan temizlenmenin, Hıristiyanlığa girişin simgesidir. Bunun için çocuklar ve Hıristiyanlığı din olarak seçen yetişkinler bu dine vaftizle kabul edilir. Vaftiz geleneğinin Hıristiyanlık öncesi Ya-hudilik'te de yaygın olduğu bilinmektedir. Yeni Ahid'de geçen Vaftizci Yahya bu geleneğin bir ifadesidir. Resullerin İşleri'n-de (2/38,41, 19/4) vaftiz Rûhulkudüs'ün insana inayeti ve insanın tövbe edişiyle ilişkilendirilir. İnciller'de ise Yahya'nın yaptığı vaftiz türü tövbe ile irtibatlandınla-bilirse de esasta Tanrı krallığıyla ilgilidir (Matta, 3/1-i 7, 11/2-15). Yuhanna'ya göre (4/21 Hz. îsâ hiçbir zaman vaftiz etmemiştir. Korintoslular'a Birinci Mektup (1/ 10-18) göz önüne alınırsa Pavlus vaftizi temel bir âyin olarak görmez. Katolik kilisesi vaftiz sakramentinin menşeini Hz. îsâ'nın dirildikten sonra verdiği, "Gidin ve bütün milletleri Baba. Oğul, Rûhulku-düs adına vaftiz edin" emriyle ilişkilendirin Matta, 28/19-20). Vaftiz sırasında bebek üç defa suya sokulur yahut üzerine üç kere su serpilir. Bu esnada rahip Katolik litürjisinde, "Seni Baba, Oğul, Rûhul-kudüs adına vaftiz ediyorum"; Doğu litürjisinde. "Tanrı'nın hizmetçisi. Baba, Oğul. Rûhulkudüs adına vaftiz ediliyorsun" ifadesini kullanır. Vaftiz edilen kişi kutsal yağla yağlanır, saçları haç şeklinde kesilir ve vaftiz kurnası etrafında rahibin eşliğinde üç defa döndürülür. Seremoni Yeni Ahid'den okunan parçalarla (Romalılara Mektup, 6/3-11; Matta, 28/16-20) sona erer. Protestanlar vaftiz sakramentini kabul ederlerse de Calvinci ve Zvvinglici çevrelerde vaftizin önemi azalmış. Quaker-ler'de ise tamamen reddedilmiştir.
b) Evharistiya (Eucharist = ekmek-şarap âyini). Latince'de missa (mass, messe) şeklinde geçen evharistiya, kilisenin kutladığı en eski sakrament olarak hıristiyan ibadetinin temelini teşkil eder. Bu sakra-mentin bir fenomen olarak temel unsuru yemekte ortaya çıkar. Hz. tsâ şâkirdle-
riyie yediği "son akşam yemeğpnde onlara bir parça ekmek ve şarap vererek ekmeğin kendi bedeni, şarabın da kendi kanı olduğunu söyler (Matta, 26/26-29; Mar-kos, 14/22-25; Luka, 22/14-20). İşte bunu yâdetmek üzere rahip kutsadığı şarabı ve ekmeği litürjik yemekte bulunanlara verir; böylece temsilî bir yemek yenilmiş olur. Menşei Yeni Ahid'e çıkarılan bu sakrament, Hz. îsâ'nın ölmeden önce havâ-rileriyle paylaştığı son akşam yemeğini anma ve tekrarlama anlamı taşıyor görülse de erken kilisede bu âyin Mesîh tarafından başlatılacak ilâhî kıratlığı sembolize etmekteydi. Mesîhî ziyafet sofrası geleneğinin daha önceleri Yahudilikte de bulunduğu göz önüne alınırsa (Mezmur-lar, 23/5; İşaya, 25/6; Tsefenya, 1/7; Enoch, 62/14) kilisede biryahudi etkisinden bahsetmek mümkün görünmektedir. Bugün kilise bu sembolik açıklamanın yanında Evharistiya âyininin aynı zamanda Hz. îsâ'nın yeniden dirilmesini de temsil ettiğini ileri sürer. Evharistiya'nın icrasında inananların birlikte sembolik yemek yemesi ve bu yemeğe eşlik eden âyinlerin yerine getirilmesi şeklinde iki ana süreç vardır. Kiliselerde icra edilen bu âyin daima piskoposlarca veya onu temsil eden bir rahip tarafından idare edilir. Katolikler "mass" dedikleri bu âyini her gün. Ortodokslar pazar günü, Protestanlar ise yılın bazı dönemlerinde Kutlarlar (ayrıca bk. ÂYİN).
c) Kuvvetlendirme (Confirmation). Kişinin kiliseye kabulü, imanın teyit edilmesi ve güçlendirilmesi amacını taşıdığı için böyle adlandırılan bu sakramentin kökeni Resullerin İşleri'ndeki bazı ifadelere dayandırılır (8/14-17; 19/1-7). Buradaki anlatım esas alınırsa sakramentin aslı Rûhulkudüs'ün inayet bahşetmesi için dua etmeye dayanır. Kuvvetlendirme esasta vaftiz töreninden hemen sonra yapılmaktaydı. Trent Konsili ise çocuğun ancak akıl çağına geldikten sonra "güçlendirilebile-ceği" fikrini kabul etti; bu yaş Hıristiyanlık'ta yedidir. Bu sakramentle kişi, yetişkin bir hıristiyan olarak üstlendiği toplumsal sorumluluğu taşımaya çağrılmaktadır. Açılış duasından sonra görevli din adamı (piskopos, onun olmadığı durumlarda rahip) yüzünü adaylara döner, ellerini onlara doğru uzatır ve T^nn'nın Rû-hulkudüs'ü onlara göndermesi için dua eder. Adayların alnına haç çıkarılarak okunmuş yağ sürülür.
d) Tövbe (Penitence). Doğu ve Batı kiliselerinde bir sakrament olarak kabul edilen tövbe "işlenen günahlar karşısında
349
HIRİSTİYANLIK
Tanrı'dan mağfiret dileme" anlamına gelir. Katolik kilisesi, hasta yağlama ile birlikte tövbeyi de "iyileştirici" sakrament olarak gösterir. Tövbe, hatalar için af dileme ile birlikte tövbe eden kişinin kiliseye yeniden katılması anlamına da gelir. Kökeni Yeni Ahid'deki metinlere çıkarılsa bile (Matta, 6/12; Luka, 11/4) son şeklini yüzyıllar içerisinde alan bu sakramentin uygulanmasına ait en erken referanslar Didache, I. Clement ve Hermas'm Ço-ban'ında bulunur. "Günah çıkarma" diye de bilinen bu sakrament tövbe etmek ve bağışlanmak şeklinde iki ayrı aşamayı içerir. Başlangıçta kamu Önünde yapılan tövbe yani günah ikrarı zamanla kilisede özel kabinlerde yerine getirilmeye başlandı. Tövbe etme aşamasından sonra, tövbenin kabul edilip günahın bağışlanması sürecini içeren ve bir yetkili gözetiminde yapılan bağışlama işlemi gelir. Batı'da piskopos. Doğu'da piskoposun görevlendirdiği yetkili Hz. îsâ adına bağışlama işlemini gerçekleştirir. Bizzat Hz. îsâ adına havarilere bağışlama yetkisi verilmiştir: "Göklerin me-lekûtu anahtarlarını sana vereceğim: yeryüzünde bağışlayacağın her şey göklerde bağışlanmış olur ve yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde çözülmüş olur" (Matta, 16/19). Lateran Konsili'nde (1215} şahsî tövbenin yılda hiç olmazsa bir defa yapılması gerektiği kararlaştırıldı. Trent Konsili. tövbe sakramentinin vaftiz sonrası günahların affı için zorunlu olduğunu ileri sürdü. Oruç, dua ve sadaka vermek gibi tövbe de bir ön hazırlıkla gerçekleştirilir; geleneğe göre bunun için en uygun gün cumadır.
e) Evlilik (Matrimony) Töreni. Dünyaya yeni bir hıristiyan gelmesine imkân verecek bir müessese olmasından dolayı evlilik kilise tarafından sakrament seviyesine çıkarılmıştır. Böyle bir evlilikten doğan çocuk yeni bir hıristiyan ailenin oluşmasını temin ederek îsâ Mesih'in yeryüzündeki varlığının devamına katkıda bulunacaktır. Ayrıca Katolik kilisesi, îsâ'nın Ca-na'daki düğüne katlısını onun evliliği kut-sayışı olarak yorumlar. Latin âyinlerinde evlilik geleneksel olarak Evharistiya sırasında icra edilir. Böylece eşler, aralarında gerçekleştirdikleri bedensel birliğe îsâ Mesih'i de dahil etmiş olurlar. Rahip gözetiminde kilisede icra edilen evlilik töreni kutsal kitaptan okunan parçalar, tarafların birbirlerini eş olarak kabulü ve rahibin de bu evliliği kabul ettiğine dair beyanı ile sona erer. Hıristiyanlık'ta evliliğin hayat boyu süren bir taahhüt olduğu kabul edilir. Bu sebeple Katolik ve Ermeni
kiliseleri boşanmaya kesinlikle izin vermezler: Ortodoks kiliselerinde ise boşanma belirli şartlara bağlanmıştır.
f) Ruhbanlık (Order). Din adamlarının tayini, görevlendirilmesi ve fonksiyonlarının belirlenmesine yönelik olan kutsal ruhbanlık sakramenti, hıristiyan tebliğinin îsâ tarafından havarilere devredilmesi geleneğine kadar çıkarılır. Böylece bu geleneği devralan kutsal din adamları Hıristiyanlığın varlığını "zamanın sonuna kadar" devam ettirirler. Evlilikle birlikte kutsal ruhbanlık sakramenti başkalarının kurtuluşuna yönelik sakramentier olarak değerlendirilir ve bir anlamda bu iki sakrament hıristiyan dininin toplumsal yönünü vurgular. Ruhbanlık sırrının Yeni Ahid'deki zeminine delil olarak Mesih'in insan ve Tanrı arasında ara bulucu pozisyonu gösterilir. Kilisenin başı olan Mesîh yetkilerini havarilere, havariler de din adamlarına aktarır. Mesîh'in temsilcisi olarak seçilen din görevlileri üç rütbe altında toplanabilir. 1. Piskopos (Bishop). Üç temel rütbeden en büyüğüdür. Antak-yalı Ignatius'un İfadesine göre piskopos "babanın canlı sureti gibidir". Piskoposlar görev bölgesinin en önemli yetkilileri olup buralarda dini öğreten, âyinleri yöneten ve dinî hizmetler veren yüksek rütbeli din adamlarıdır. 2. Rahip veya Papaz (Priest). Piskoposların altında bir statüye sahip olan rahipler, piskoposların yetkilerini devrettiği konularda dinî görevleri yerine getirirler. 3. Diyakos (Deacon, Diacre = papaz yardımcısı). Diyakosluk, daha çok kutsal kitap okuma veya ikinci derecede hizmetlerle ilgili bir makam olup rahipliğe geçişte önemli bir basamak kabul edilir. Ruhbanlık sakramenti büyük bir kilisede pazar günü uygulanır. Diyako-sun tayinini yalnızca piskopos, rahibinki-ni piskopos ve görevli rahipler, piskoposun tayinini de özel seçilen üç piskopos yapar. Tayin âyininin temel şekli görevli din adamının elini uzatarak adayı kutsamasından oluşur: daha sonra kutsal kitaptan parçalar okunur.
g) Hasta Yağlanması (Unction). Hıristiyan bir mümin hastalandığında veya ölümü yaklaştığında rahip tarafından okunmuş yağ ile meshedilir ve onun için şifa dilenir. Bu sakramentin temeli. Yeni Ahid'de îsâ'nın insanları tedavi edişi ve bu geleneği havarilere devredişine kadar götürülür (Markos, 6/7-13; Ya'kûb'un Mektubu, 5/14). Hasta yağlama işini ancak piskoposlar ve rahipler yapabilir. Grek Ortodoks kiliselerinde bu âyine "euche-laion" (dualı yağ) adı verilir.
Günlük İbadetler. Yeni Ahid'de günlük ibadet saatlerine ait en açık referans Resullerin İşleri'nde (3/1; 10/9) yer alır. Burada ibadet saatleri olarak üçüncü (terce: sabah dokuz), altıncı (sext: öğlen on iki) ve dokuzuncu (none: öğleden sonra üç) saatlerden bahsedilir. Aynı ibadet vakitleri Didache'de de bulunur, öyle anlaşılıyor ki ilk hıristiyanlar Mezmurlar'daki (55/17) emre uygun olarak her gün üç defa ibadet etmekteydiler. Bu ibadet ayakta (Matta, 6/5; Markos, 11/25; Luka, 18/11) veya diz çökerek (Luka, 22/41; Resullerin İşleri, 7/60), baş öne eğilip eller yukan doğru kaldırılarak (Timoteos'a Birinci Mektup, 2/8) yapılırdı. IV. yüzyıldan itibaren manastır hayatının yaygınlaşmasıyla birlikte ibadet saatleri daha düzenli bir hale getirildi ve Mezmurlar'daki (119/164) ifadeden esinlenerek günlük ibadet vakitleri yediye çıkarıldı.
Katolikler'de halen uygulanmakta olan -terce, sext, none dahil olmak üzere- yedi kanonik ibadet vakti vardır. Bunlardan matins en uzun ibadet vakti olup sabaha karşı veya gece yarısı başlar ve yaklaşık iki saat sürer. Başta 95. Mezmur olmak üzere Kitâb-ı Mukaddes'ten çeşitli kısımların okunduğu âyin bir rahip idaresinde cemaatle icra edilir. Bu ibadet vakti II. Vatikan Konsili'nde kolaylaştırılmıştır. Lauds âyini gün doğumu vaktinde matins ile birleştirilerek yapılır. 148 ve 150. mezmurlarla Luka'daki (1/68-79) Benedictus okunur. Vespers âyini akşam vakti yapılır ve Kitâb-ı Mukaddes'ten çeşitli parçalar okunur. Compline ise günün son ibadet vakti olup Petrus'un Birinci Mektubu ile (5/8-9) başlar ve Mezmurlar ile Yeni Ahid'den okunan diğer parçalarla tamamlanır.
Ortodoks kilisesinde İbadet vakti Katolik kilisesindekine oldukça benzer; vakitlerin sıralanması şu şekildedir: Akşam vakti altı civarında başlayan vespers, akşam dokuzda compline, Katolikler'de olmayan bir ibadet vakti olarak saat on ikide başlayan gece ibadeti, laudsa denk düşen ve sabah saat altıda icra edilen ilk saat, sabah yedide matins, dokuzda terce, öğlen on ikide sext ve öğleden sonra üçte none.
Protestan kiliselerinde günlük ibadet vakitleri Katolik ve Ortodokslar'daki kadar çok ve önemli değildir. Anglikan kilisesindeki yedi vakit günlük ibadet sabah ve akşam olmak üzere iki genel vakte indirilmiştir. Lutherci kiliselerde yalnızca pazar günleri ibadet yapılır; reform kiliseleriyle presbyterian kiliselerde ise günlük ibadet yalnızca dinî okullarda ve kurum-
350
HIRİSTİYANLIK
larda yerine getirilmek üzere sabah ve akşam vakitleriyle sınırlandırılmıştır.
Haftalık İbadetler. Haftalık temel İbadet îsâ'nın yeniden dirilişini kutlamak üzere pazar günü kilisede yapılır. Bu ibadet, kutsal kitaptan parçaların okunması ve Evharistiya âyininin icra edilmesi şeklinde gerçekleştirilir.
Yıllık İbadetler, Bayramlar ve Önemli Günler. Hıristiyanlık'ta yıllık ibadetler daha çok bayram türünden yapılan kutlamaları kapsar. Bu bayramların kaynağı günlük veya haftalık ibadetlerde olduğu gibi Yeni Ahid'e kadar uzanır. Ekseri hıris-tiyan mezhebinin ittifakla kabul ettiği iki önemli bayram Noel (Christmas) ve Pas-kalya'dır (Easter). Ayrıca çeşitli mezheplerin kendi geleneklerine göre kutladıkları özel günleri mevcuttur(bk. bayram). Hz. îsâ'nın doğum kutlamalarını ifade eden Christmas, eski İngilizce'de "îsâ âyini" anlamında "Christes maesse"den gelir. Bu gün için kullanılan diğer kelimeler Latince'de "doğum" anlamında "nativitas"tan türetilen nativity ve Fransızca'da "doğum günü" anlamına gelen "noel"dir. Katolik. Ortodoks ve Protestan mezhepleri Christ-mas'ı 2S Aralık'ta, Ermeniler 6 Ocakta kutlamaktadır. Doğu kiliselerinde IV. yüzyıla kadar îsâ'nın doğumu ile îsâ'nın tanrı olarak yeryüzünde görünüşünü ifade eden Epifani kutlamaları bir arada 6 Ocak'ta icra ediliyordu. IV. yüzyılda bu kutlamalar, belki yaygın yerel pagan dinlerinin aynı tarihlere denk düşen bayramlarını asimi-le etmek amacıyla 25 Aralık'a alındı; Ermeni kilisesi ise eski geleneği sürdürerek 6 Ocak tarihini kabul etti. Bir kısmında eski pagan Avrupa geleneklerinden izlerin görüldüğü bugünkü Christmas kutlamaları hem evde hem kilisede yapılmaktadır. Kilisede toplu halde yapılan kutlamalarda ekmek-şarap âyini icra edilir, kutsal kitaptan bölümler okunur. Evde yapılan kutlamalarda ise üç folklorik temel unsur vardır: Eski İskandinav geleneklerinden alınan ve "yule kütüğü" denilen odunların yakılması, Kelt ve Töton-lar'da ebedî hayatı sembolize eden çam ağacına hediyeler asılması, IV. yüzyılda Anadolu'da yaşayan Saint Nicholas ile ir-tibatlandırılan Santa Clause (Noel Baba) imajı. Pek çok hıristiyan bugün neşe içinde bu kutlamaları yapıyorsa da Puriten ve Calvinciler Christmas'ı kutlamazlar. Hatta 1642'de Cromvvell döneminde Pu-ritenler İngiltere'deki kutlamaları yasaklamışlardı (ayrıca bk. NOEL).
Hz. îsâ'nın öldükten sonra yeniden dirilmesini yâdetmek üzere kurumlaştırman
kutsal bir gün veya bayramın adı olarak İbrânîce'de Pesah, Grekçe'de Pesah'tan gelen Paskalya (Passover). İngilizce'de ise Norveççe'de bahar mevsimini ifade eden Eostur'dan geçmiş olan Easter kelimeleri kullanılır. Başlangıçta yahudi paskalyası ile birlikte Nisan ayının 14'ünde kutlanan bu gün, İznik Konsili'nde bahar ekinoksunu takip eden ilk dolunaydan sonraki ilk pazar olarak tesbit edilmiştir. Kutlama cumartesi akşamından başlar, pazarın erken saatlerine kadar sürer. Bir gün önceden oruç tutulur. Cumartesi günü her yer ışıklarla donatılır. Paskalya'mn en önemli folklorik sembolü yumurtadır. Yumurtanın kabuğunun kırılışı mezardan çıkan îsâ'yı semboiize ederek yeni bir hayata başlayışı ima eder. Muhtemelen Hıristiyanlık öncesi bir âdet olarak insanlar birbirine boyalı yumurta hediye eder, özel yiyecekler hazırlar, ziyaretlere giderler.
Bu iki bayramın dışında Epifani (Epiph-ani) denilen ve Hz. îsâ'nın müneccimler tarafından temsil edilen Gentileler'e ilk görünmesiyle Ürdün nehrinde Hanlığının işareti olarak vaftiz olmasını sembolize eden bir bayram daha kutlanmaktadır. Epifani kutlamalarına dair en erken referanslar İl. yüzyılda İskenderiyeli Clem-ent'in verdiği bilgilerden gelir. Doğu topraklarında kökleşen bu bayram 6 Ocak'ta Hz. îsâ'nın doğumu ile birlikte kutlanıyordu. Batı kilisesi de aynı tarihi kabul etti. Özellikle kilisede yapılan kutlamalarda, bu bayrama kaynaklık eden İncil parçalarından anlatımlar dramatize edilerek tiyatro şeklinde oynanır. Yaygın kutlama şekillerinden biri de hediyeleşmedir.
Bunlardan başka çeşitli kiliselerin kendilerine göre belirlediği ikinci derecede kutsal günler de vardır. Hz. îsâ'nın semaya urûcu (ascension day, Paskalya'dan sonraki beşinci perşembe), îsâ'nın şekil değiştirmesi (transfiguration, 6 Ağustos), haçın bulunuşu (invention of the Cross, 3 Mayıs), Haç yortusu (exaltation of the Cross, 14 Eylül). Hz. Yahya (John the Bap-tist, 24 Haziran) gibi çeşitli adlarla anılan bu günler çoğunlukla Hz. îsâ, Hz. Meryem, azizler ve haçla ilgili geleneklerden oluşur.
Oruç. Mevcut İnciller'e bakılırsa Hz. îsâ'dan intikal eden oruç diye bir ibadet yoktur. Ancak onun tuttuğu oruç, herhalde yahudilerin geleneksel olarak kabul ettiği kefaret orucu idi (bk. oruç). II. yüzyıldan itibaren İlk hıristiyanların çarşamba ve cuma günleri oruç tuttukları bilinmektedir. Çarşamba orucu îsâ'nın yahu-dilerce ele veriliş günü, cuma orucu ise
çarmıha gerilme günüyle ilişkilendirilmiş-tir. Bu dönemlerde uygulanan bir başka oruç türü de vaftiz edilecek adayların bir veya iki gün Önceden tuttukları oruçtur. Hıristiyan geleneğinde en önemli oruç. kaynaklara göre IV. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan Lent (Advent) orucudur. Paskalya'dan kırk gün önce başlayan bu oruç aslında Lent adını alan tövbe günlerinin bir bölümünü oluşturur. Hz. îsâ'nın çölde kırk gün boyunca tuttuğu orucun hâtırasını yaşatmak üzere tutulan Lent orucu başlangıçta oldukça katı kuralları içermekteydi; bugün ise yalnızca bazı yiyecek türlerinden uzak durmak suretiyle tutulmaktadır.
Hac. Kilisede kutsal mekânları ziyaret etme geleneği oldukça eskiye dayanır. İlk dönemlerde temel hac mekânları Kudüs ve çevresindeki yerlerden ibaretti, IV. yüzyıldan itibaren bunlara şehidlerin ve azizlerin mekânları da eklenmiştir. Hz. Meryem'le ilgili mekânlar da önemli hac yerlerindendir (bk. HAC).
C) Din Adamları, özellikle reform kaynaklı bazı kiliseler ibadet için özel din adamlarının varlığını gerekli görmezken ekseri kiliseler, kökenini Yeni Ahid'e çıkardıkları din görevlilerini kilisenin mevcudiyeti için zorunlu sayar. Katolik ve Ortodoks kiliselerine göre din adamlarının görevleri ve hiyerarşisi İlk havarilerden günümüze kadar değiştirilmeden gelmiştir; bugünkü hiyerarşi de dünyevî kurallara göre belirlenmiş olmayıp luro Divİ-no'ya (ilâhî karar) dayanır. Protestanlar ise din adamlarının kutsiyetine inanmazlar. Onlara göre Yeni Ahid'de birtakım görevlilerden bahsediliyorsa da tarihî şartların gerektirdiği durumlara göre bu görevlileri değiştirme imkânı her zaman vardır. Bununla birlikte Protestan kiliselerinin bir kısmı (Calvinciler, İsveç Luther-ciliği ve Anglikan kilisesi), geleneksel din görevlileri anlayışını herhangi bir kutsiyet atfetmeden uygulamaktadır.
Kilise içerisinde en az II. yüzyıldan başlayarak piskoposluk, rahiplik ve diyakos-luk şeklinde üç temel din adamı hiyerarşisi oluşmuştur. Zamanla kilisede ortaya çıkan yeni ihtiyaçtan karşılamak üzere daha başka görevler de ihdas edildi, fakat bunların hiçbiri sakramentlerle ilişkilen-dirilmedi. Katolik kilisesinde Ortaçağ'-da din adamları hiyerarşisinde dört küçük sınıf (porter, lector, exorcist, acolyte) ve dört büyük sınıf (subdeacon.deacon, priest, bishop) şeklinde bir düzenleme vardı. 1972'de Papa VI. Paul, "Ministeria Cjuaedam" adlı genelgesinde yayımladığı
351
HIRİSTİYANLIK
Saint Antoine Katolik Kilisesi'nde yapılan âyinden bir gö-rünüs - Beyoğlu / İstanbul
apostolik kararla subdeacon, porter ve exorcîst görevlerini ilga etti. Lector ve acolytelerin ise önemini azalttı; yalnızca üç büyük din adamı hiyerarşisi tanıdığını Üân etti. Bunlar piskoposluk, rahiplik ve diyakosluktur.
Burada dikkat edilmesi gereken noktalardan biri, üç grubun aynı zamanda belli bir coğrafî alana yönelik olarak üstlendiği idarî fonksiyonlardır. Buna göre kilise hiyerarşisinde piskoposlar dinî ibadetle ilgili en yüksek derecedeki görevlerinin yanında belli bir coğrafî bölgede bulunan kiliselerin de idarî âmiri pozisyonundadır. Üst dereceli piskoposların idaresinde bulunan bölge "diocese" adını alır: dioce-se bölgeleri bir şehirden birkaç şehire kadar geniş bir coğrafyayı içerebilir. Dioce-seleri oluşturan daha alt coğrafî bölünmeler "parish" (paroisse) olarak adlandırılır: parishlerin idaresi ya üst dereceli rahiplerin veya piskoposların sorumluluğundadır. Diocese ve parish arasında birkaç parishi içine alan "deanery" bölgeleri varsa da bunların diğer ikisi kadar fonksiyonu yoktur. Misyonerlik yapılan bölgelerde, başlarında yine piskoposların bulunduğu idarî bölünmeler ise "vicariates" ve "apos-tolic prefectures" adını alır [Neuj Catholic Encyclopedia, X. 1017).
Katolik kilisesinde temel hiyerarşinin en üstünde bulunan piskopos, bölgesinin hem dinî işlerinden hem de kiliselerin idaresinden sorumludur. Üniversite seviyesinde ilahiyat eğitimi almak, bekâr olmak ve otuz yaşından aşağı bulunmamak gibi şartlan taşıması gereken piskoposlar, bizzat papanın onayı ile rahipler arasından üst düzeyde piskoposların tayiniyle seçilir. Piskoposlardan sonra gelen rahipler kiliselerdeki temel görevleri yapar;
yetkilerini piskoposlardan alırlar ve onların yardımcıları mahiyetindedir. Rahipler piskoposlar tarafından diyakoslar arasından seçilir ve tayin edilir. Rahiplik İçin bekâr olmak, ilahiyat eğitimi almak ve en az yirmi dört yaşında bulunmak şarttır. Diyakoslar kilisede sakramentleri İdare etme dışındaki genel işleri görürler ve rahiplerin yardımcısı pozisyonundadırlar. II. Vatikan Konsili'nden sonra evli erkekler geçici olarak diyakosluğa tayin edildi-lerse de aslında bekâr ve en az yirmi iki yaşında olmaları gerekmektedir. II. Vatikan Konsili'nden sonra Katolik kilisesinde diyakosluk hiyerarşisi daha çok önem kazanmıştır. Bunlara parish veya dioce-selerde vaftiz ve Evharistiya sakrament-lerini idare etmek görevi bile verilmiştir.
Piskoposların üzerinde yer alan papalık kurumu temel bir hiyerarşi olmaktan ziyade idarî bir görev mahiyetindedir. Papa bütün kiliselerin başı, îsâ'nın Petrus aracılığıyla vekili ve Roma piskoposudur. Kardinal adı verilen din adamları ise yüksek dereceli piskoposlardan oluşur ve bir anlamda kilisenin en üst düzeydeki genel kurulunun temsilcileridir (bk. R\PA).
Ortodoks kilisesinde de temel din adamları hiyerarşisi piskopos, rahip ve diyakos-lardır. Aynı zamanda subdeacon ve okuyucular da kilise hizmetlilerinden sayılır. Görevleri ve sorumlulukları Katolik kilise-sininkiyle aynı olan Ortodoks din adamları iki gruba ayrılır: Evli din adamlarının oluşturduğu "beyazlar grubu ve bekârların oluşturduğu "karalar" grubu. Karalar grubu manastırlarda yaşar; piskopos olacak rahibin bu gruptan seçilmesi zorunludur. Ortodoks rahipler evlendiklerinde piskopos olma şansını kaybederler; ancak eşleri ölürse piskopos olma hakkını yeniden elde ederler (Ware, s. 297,298}. En alt düzeydeki diyakosluk rahipliğe geçiş aşaması olsa bile sürekli diyakos kalmak Doğu kilisesinde az rastlanır bir olay değildir. Diyakos olmak için en az yirmi beş: rahip ve piskopos olmak için otuz yaşında bulunmak gereklidir {a.g.e., s. 299). Ortodokslar arasında yetkileri en geniş piskoposlara patrik ve metropolitan unvanları verilir.
Diğerlerinden farklı olarak Protestan-lar'dan Calvinci kiliselerde kökeni Yeni Ahid'e kadar çıkarılan, fakat görevleri tarihî şartlarda yeniden belirlenen ve kutsallık arzetmeyen dört sınıf vardır: Sakramentleri idare eden ve vaazdan sorumlu pastor, doktrinleri öğretmekle yükümlü doctor, disiplin sağlamakla görevli pres-
byter, hasta ve fakirlere yardım eden de-acon. Lutherci kiliselerde ise herhangi bir hiyerarşi yoktur. Bununla birlikte İsveç'teki Lutherci kilisede hem piskopos hem de rahip unvanı kullanılmaktadır. Angli-kanlar'da geleneksel üçlü ayırım korunmuştur, din adamlarının kutsallığı mefhumu da diğer Protestanlar'dan daha belirgindir. Piskoposların kraliyet tarafından tayin edildiği ve Lordlar kamarasında yer aldığı Anglikan kiliselerinin Amerikan ve Kanada'daki cemaatlerinde kadınların üç gruptan herhangi birine girmesi mümkündür. Diyakoslar için yaş sınırı yirmi üç, rahipler için yirmi dört, piskoposlar için otuzdur (Molland, s. 166).
Din adamlarından ziyade karızmatik inayetin önemli olduğu pentekostal gruplarda din adamları hiyerarşisi önemli bir yere sahip değildir. Methodistlerde güçlü bir din adamları organizasyonu mevcutsa da hiyerarşi anlayışı yoktur. 1956'da Ame-rika'daki presbyterian ve methodist kiliseler, bütün din adamlığı haklarını kabul ederek kadınların dinî görevlere tayin edilmesini onayladı. Kilisedeki idarî işleri genellikle yaşlıların yaptığı Quakerler"de de din adamları hiyerarşisi yoktur.
Daha çok kırsal kesimlerde yaygınlaşan ve inziva hayatına ağırlık veren manastırlardaki din adamlarının örgütlenmesi diğerlerinden farklıdır. Manastırlarda yaşayan keşişlerin (monk) dinî ve seküler me-selelerdeki âmiri "abbot" (baba) adını alan rahiptir. Kırsal alandaki otoritesi piskopo-sunkinden daha güçlü olan abbot otuz yaşını doldurmuş, en az on yıl deneyimli keşişler arasından ve onlar tarafından seçilir; bekâr olmak zorundadır ve yöresindeki piskoposa değil doğrudan doğruya papaya bağlıdır. Manastırlarda yaşayan rahibelerin (nun) idarî ve dinî açıdan âmiri de "abbess" adını alan başrahibedir. Ab-besslik için kırk yaşında, bekâr ve en az on yıl deneyimli olmak gerekir. Abbessler, abbotlardan farklı olarak herhangi bir sakramenti yönetme yetkisine sahip değildirler. Abbot ve abbesslerin görevleri genellikle ömür boyu devam eder, fakat modern zamanlarda daha kısa süreli de olabilmektedir.
Hıristiyan din adamlarının gerek iitürji sırasında gerekse gündelik hayatlarında dinî amaçla kullandıkları oldukça değişik kıyafetler ve eşyalar mevcuttur. Bununla birlikte kilisenin erken dönemlerinde âyini idare eden din görevlisinin özel bir giysi türü yoktu. Hıristiyanlar, ibadetlerini sinagoglarda yaptıkları dönemde muh-
352
HIRİSTİYANLIK
XVI. yüzyıl Moskova Metropolitanı Dionvslus'un dinî kıyafeti (State Armoury in the Moscou) Kremlin, Mosco* 1969, re. 74).
temelen yahudi geleneğine göre giyiniyorlardı. Sinagog ve kilisenin birbirinden farklılaşması ve Gentile kilisesinin doğması sonucunda din adamlarının da mahallî dinî kıyafetler giymeye başladığı düşünülebilir. Kilisede din adamlarına ait Özel tip kıyafetler ancak V. yüzyıldan sonra ortaya çıkmış ve XII. yüzyılda nihaî şeklini alacak tarzda gelişmiştir. Katolik kilisesi II. Vatikan Konsili'nden sonra daha sade bir kıyafete yönelirken Ortodokslar geleneksel tarzlarını bugüne kadar sürdürmüşler, Protestanlar ise daha basit giysileri tercih etmişlerdir. Kiliseye gelen laiklerin özel bir dinî kıyafeti yoktur; yalnızca mümkün olduğu kadar sade giyinmeleri istenmiştir (Matta, 6/25-34; Efesliler'e Mektup, 6/11-17). Kadınların ise kilisede başlarım örttükleri ve takı takmadıkları bilinmektedir (Petrus'un Birinci Mektubu, 3/ 3-4; Korintoslular'a Birinci Mektup. 11/ 5,6).
Katolik rahipler litürji sırasında temel olarak "alb" {uzun kollu, beyaz, ketenden elbise), "amice" (boynu kuşatan, beyaz ketenden boyunluk), "cincture" (albı belden saran, beyaz, keten kuşak) ve "cha-suble" (bu giysilerin hepsinin üzerine giyilen kollan açık, beyaz, keten, dış giysi) adını alan kıyafetleri giyerler; sol kola maniple (aşağı doğru sarkan ince uzun kuşak) takılır. Diyakosların giydiği dış elbise ise "dalmatic" adını alır. Piskoposlar litürji ve hıass dışındaki bazı hizmetlerde (meselâ cenaze) "miter" adını alan başlık giyerler.
Katolik manastırlarındaki elbiseler ise oldukça basittir. Farklılık renklerdeki vurgularla gösterilir. Benedictine manastırlarında giyilen dış giysi siyah iken Fran-siskenler'de önceleri gri. daha sonra kahverengi olmuştur. Dominikenler'in dış giysisi siyahtır. Rahibelerin giysileri de aynı sadeliktedir; yalnızca onların başlarını
örtmeleri gerekmektedir. Rahip ve keşişlerin başın tepesini traş etme geleneği îsâ'nın başına konulan dikenli tacı temsil eder. "Tonsure" adını alan bu gelenek Or-todokslar'da bugün daha çok saç kısaltılarak icra edilmektedir. Piskoposlar boyunlarına, üzerinde Isâ ya da Meryem iko-nu bulunan yuvarlak bir madalyon (pana-gia) takarlar. Bazan litürji sırasında piskoposlar göğüslerinde bir haç taşırlar. Ortodoks rahipler ve piskoposlar âyin sırasında "sticharion" denilen beyaz renkte, ipekten yapılmış dar elbise giyerler; alt düzeydeki görevlilerde bu elbise daha geniştir.
Protestan din adamları XVII. yüzyıldan itibaren geleneksel kıyafetler yerine cüb-be giymeyi tercih etmişlerdir. Cübbeler-genellikle basit ve siyah renkte uzun kıyafetlerdir. Mormonlar, Christian Scien-tist ve Seventh day Adventist gibi kiliseler özel giysileri bütünüyle reddederler. Kiliselerde din adamlarının ellerinde taşıdıkları ve âyin amacıyla kullandıkları başka eşyalar da vardır. Buniann başında Roma. Anglikan ve bazı Lutherci kiliselerde piskoposların kullandığı "crosier" adı verilen baston gelir. Ucu yılan şeklinde kıvrık olan bu baston "iyi çoban" îsâ'yı sembolize eder. Doğu piskoposları "bakteria" denilen tepesi haç şeklinde veya iki yılan başının karşı karşıya geldiği bir asâ taşırlar. Haç figürü îsâ'nın çarmıha gerilişinin bir sembolü olarak pek çok kilisede yaygınca kullanılmaktadır (bk. haç).
BİBLİYOGRAFYA :
H. Davies. Christian Worsfıip, Oxford 1946, s. 53-82; The Holy Communion (ed. H. Martin), London 1947; C. Dunlop. Anglican Public Worship, London 1953; Dua Kitabı: Roma İbadet Usulü Hülâsası (trc. |. Descuffi). İzmir 1960; E. Molland. Christendom, London 1961;R. Her-bert. Introducing Anglican Bellefs, Westmin-ster 1962, s. 67-75; Cathoticismied. G. Brantl), New York 1962; M. H. Shepherd. "Agape", IDB, I, 53, 54; a.mlf., "Lord's Supper", a.e., III, 158-162; C. C. Richardson, "Lord's Day", a.e., III, 151 -154; T. Ware. The Orthodox Church, London 1964, s. 281-304; D. Ufoodard. Our Sepa-reted Brethern, London 1968; M. Ward, Protes-tant Christian Churctıes, London 1970; Creeds oftheChurches[ed.\. H. Leith). Oxford 1973; G. Hubbard, Quaker by Conuincement, London 1974, s. 164-203; N. S. Pollard, "Abbess", The Nem International Dictionary of the Christian Church {ed.}. D. Douglas). Michigan 1974, s. l;a.mlf.,''Abbot",a.e.,s. 2;P.Tbon. "Bishop", a.e., s. 133, 134; G. A. Catherall, "Cardinal", a.e., s. 192; J. Taylor. "Christmas", a.e., s. 223; R. S. Wallace. "Communion, Holy", a.e., s. 244-245; J. W. Charley. "Deacon", a.e., s. 285; C. G. Singer, "Easter", a.e., s. 322; S. S. Smalley, "Epiphany", a.e., s. 346; C. C. Smith. "Metropolitan", a.e., s. 656; a.mlf., "Patricarch", a.e..
s. 752; W. E. Mills. "Priest", a.e., s. 802; Mehmet Aydın, Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ankara 1995, s. 65-77; W. Bassett, "Catholic Church Organizatİon", EAm., VI, 44-46; E. N. West. "Costume Ecclesiastical", a.e., VIII, 52-55; R. G. Parsons, " Sacraments (Christian, Eastern)", ERE, X, 902, 903; P. Volk, "Ab-bot", New Cathotic EVıct/cfoped/a, Washington 1981, I, 8, 9; C. Smith, "Christmas and Its Cyde", a.e., III, 655-660; a.mlf., "Epiphany, feast of", a.e., V, 480, 481; P. Salmon. "Divine Office, Roman", a.e, IV, 917-920; P. M. J. Clancy, "Fast and Abstinence", a.e., V, 847-850; J. H. Miller. "Liturgi", a.e., VII, 928-936; a.mlf., "Mass, Roman", a.e., IX, 414-426; H. A. Rein-hold, "Lİturgy, Allegorical Interpretation of", a.e., VII], 937-938; R. X. Redmond. "Liturgy, Historical Development of", a.e., VIII, 938-939; F. A. Brunner, "Liturgy, Structural Elements of", a.e., VIII, 939-942; J. Pascher. "Matins", a.e., IX, 463-464; R. Matzerath. "Ministry, Pro-testant", a.e., IX, 871-873; C. Riepe, "Parish", a.e., X, 1017-1019; J. R. Quinn, "Sacraments, Theology of, a.e., XII, 806-813; G. E. Schidel. "Vespers", a.e., XIV, 630, 631; J. F. Baldovin, "Christmas", ER, III, 460-461; a.mlf.. "Easter", a.e, IV, 557-558; M. K. Hellwig. "Sacrament (Christian Sacraments]", a.e., XII, 504-511.
İSI Mehmet Aydın
VI. MEZHEPLER ve TARİKATLAR
Her dinde olduğu gibi Hıristiyanlık'ta da görüş, yorum ve uygulama farklılıkları sebebiyle çeşitli mezhepler (eglise, confessi-on, communion, secte) ve tarikatlar (orders) ortaya çıkmıştır.
A) Mezhepler. Günümüz Batı dillerinde genellikle mezhep karşılığında yaygın olarak kullanılan ve Latince "izlemek" anlamında sequlden gelensect kelimesi, herhangi bir ana gruptan kopan alt grupların oluşturdukları örgütlenmeleri ifade eder. Grekçe "tercih etmek" mânasındaki haireo fiilinden türeyen heresy ise (sapkın) ana dinî grubun kendisinden kopan alt grubu nitelendirmek üzere kullandığı aşağılayıcı bir terimdir. Kelime daha çok Katolik çevrelerde bu mezhebin dışındaki mezhepleri belirtmek üzere kullanılır.
Hıristiyan dünyası Katolik, Ortodoks ve Protestan (reformcu) kiliseler olmak üzere üç ana mezhebe bölünmüş, bunlar da kendi aralarında daha alt mezheplere veya cemaatlere ayrılmıştır, özellikle reformcu kiliselerde görüleceği üzere bir alt grubun, bazı hallerde ana kilisenin diğer gruplarıyla çok az bir ortak paydaya sahip olması sık rastlanan bir durum olup bunun en önemli sebebi, reformcu kiliselerde merkez ve çevre arasındaki ilişkinin en alt düzeye inmiş olmasıdır. Buna karşılık Katolik ve Ortodoks kiliselerde merkez ve çevre kiliselerin münasebetleri da-
353
HIRİSTİYANLIK
ha yoğun olduğundan alt mezhep ve cemaatler arasındaki farklar reformcular-daki kadar belirgin değildir. Günümüzde hıristiyan nüfusunun yaklaşık% 50'si Katolik, % 30'u Protestan. % 17'si Ortodoks, % 3'ü de diğer gruplardan oluşmaktadır.
Hıristiyanlık'ta mezhep tanımının ayrı bir örgütlenme ve kimlik anlamına gelmesi yönünden sosyolojik boyutları, farklı bir Hıristiyanlık yorumunu öngörmesi bakımından da teolojik boyutları vardır. "Bir mezhep diğerine göre ne kadar hıristi-yandır?" sorusuna kesin bir cevap verilemediği için mezheplerin birbirlerine bakışını tam olarak tesbit etmek güçtür. Bununla birlikte kiliselerin ekümenikyaklaşımı, marjinal gruplar dışındaki kiliselerin tamamen dışlanmasını engellemiştir. Mormonlar veya Yahova Şahitleri gibi uç gruplar İse kilisenin bu serbestliğinden faydalanamayacak kadar sapkın görülmüş ve Hıristiyanlık dışı kabul edilmiştir.
Günümüzde sayı ve tarihî yapı bakımından en büyük mezhep Katolikliktir. Katolik kilisesi merkeziyetçi, dogmatik ve geleneği ön plana çıkaran yapısıyla diğer kiliselerden farklı bir tutum sergiler. Özellikle Latin dünyasında şekillenmiş olan Katoliklik, bir anlamda Roma İmparator-luğu'nun başından beri tercih ettiği Hıristiyanlık yorumunun devamı mahiyetindedir. Bu ölçülere göre tarihî açıdan ikinci büyük mezhep olan Ortodoksluk, teolojik açıdan Katoliklikten çok farklı olmamakla birlikte geleneğin yorumlanması bakımından ondan ayrılmaktadır. Katolik kilisesinde, merkeziyetçi güçle sağlanan geniş coğrafya birliklerinin oluşturduğu homojenlik anlayışına dayalı bir gelenek yorumunun hâkim olmasına karşılık Or-todoksluk'ta gelenek daha etnik ve lokal bir anlam taşır. Genelde reformcu, özelde Protestan kiliseleri ise Katolik kilisesinin dinî merkeziyetçi yapısına karşı bir baş kaldın eylemi olarak ihtilâlci sosyal hareketlerin bütün özelliklerini taşır. İbadetlerin basitleştirilmesi, merkezî otoritenin reddi, ferdî sorumluluğun ön plana çıkarılması ve ilk kiliseye dönüş gibi kavramlar Protestanlığın temel karakteris-tiklerindendir. Protestanlığı teolojik konularda diğerlerinden ayıran unsurlar bu özelliklerin uzantısı mahiyetindedir.
Hıristiyanlıkta erken dönemlerden itibaren ortaya çıkmaya başlayan mezhep ayırımları, kurulu kilisenin kendisini evrensel ilân ettiği IV. yüzyıla kadar basit teolojik tartışmaların sonucunda türeyen
hizipleşmeler olarak algılandı. IV. yüzyıldan sonra Konstantin'in belli bir hıristiyan yorumunu kabul etmesiyle birlikte bu teolojik tartışmalar siyasî bir alana doğru kaydı. Bu noktadan bakıldığında hıristiyan mezheplerinin oluşum sürecinde teolojik tartışmalarla siyasî çıkarların iç içe geçtiğini görmek güç olmayacaktır.
Kilise içerisindeki ilk hizipleşmeler, ilk önce Hıristiyanlığın yahudi ve Gentile yorumlan arasındaki farklılıklardan doğdu. Buna göre kilise yahudi şeriatına mı, yoksa Gentile topraklarında gelişen ve liderliğini Pavlus'un yaptığı Helenistik- Hıristiyanlık yorumuna mı bağlı kalacaktı? Kilisenin tercihi İkinciden yana oldu ve bu şekilde yahudi şeriatına bağlı kalan grup varlığını ancak kısa bir müddet sürdüre-bildi. Hıristiyanlığın ilk asrında ve Hz. îsâ'-dan hemen sonra ortaya çıkan ilk ayrılıklar, bu yeni din mensuplarının yahudi şeriatına tâbi olup olmaması meselesinden kaynaklandı. İlk havariler konsili, yahudi-lerin dışındaki milletlere mensup olup Hıristiyanlığı kabul edenleri, bazı kurallar dışında (Resullerin İşleri, 15/28-29), yahudi şeriatından muaf tutuyordu. Yahudi menşeli hıristiyanlar ise (Judâo-chretiens) Mûsâ şeriatının geçersiz (mensuh) kılınmasını kabul etmiyor, kendileri bu şeriata göre yaşıyorlardı. Fakat bunların bir kısmı yahudi şeriatının sadece yahudi menşeli hıristiyanlar için şart ve geçerli olduğunu savunurken ikinci grup (Juda'ı-sants, Judaizers) putperest iken hıristiyan olanların da şeriatla yükümlü olduğunu ileri sürüyordu.
Yahudi menşeli hıristiyanlar. 70 yılında Kudüs'ün Romalılar tarafından yıkılmasından önce Pella'ya gittiler, TVajan döneminde (98-117) tekrar Yahuda'ya döndüler, ancak Kudüs'te etkinlikleri azaldı. Havariler dönemi sonunda yahudi menşeli hıristiyanlar pek çok mezhebe ayrıldı. Bu hareketin her iki grubu, sadece yahudi şeriatının uygulanmasında değil Hz. îsâ'-nın mahiyeti konusunda da farklı düşünüyordu. Nisbeten ılımlı olan ilk grup, Hz. îsâ'nm kutsal ruh vasıtasıyla bakire Meryem'den doğduğunu kabul ederken sonraları Ebioniler adını alacak olan Judaî-santlar Hz. îsâ'yı normal bir İnsan sayıyor, ayrıca Pavlus'un mektuplarını da reddediyorlardı. Heretik (râfizî) sayılan gruplardan Elkasiler de şeriatın ve sünnetin uygulanmasına senkretizm ve riyazet karıştırarak kendilerini hem gnostiklere hem de Essenîler'e yaklaştırıyorlardı. Bunların ılımlı olanları daha sonra Nâsıralılar (Na-zareens) diye adlandırıldı. Ebioniler here-
tik sayılırken Nâsıralılar Ortodoks kabul ediliyordu.
Kilisenin Helenleşme hızına paralel olarak şeriatın (Tevrat'ın) farklı açılardan yorumlanması tartışmaları teolojik tartışmalara geçişi de hızlandırdı. Yaklaşık I. yüzyılın sonlarına doğru vuku bulan bu hadise sonucunda gnostik fikirlerin Hıristiyanlığı etkisi altına almasıyla gnostik Hıristiyanlık olarak adlandırılabilecek bir yorum ortaya çıktı. Hıristiyanlık içerisinde ayrı bir mezhep oluşturacak şekilde gelişen gnostik hareketlerde özellikle Eflâ-tuncu felsefenin etkisi olmuştur. Basili-des (II. yüzyıl) ve Valentinus (II. yüzyıl) sayesinde gnostik Hıristiyanlık Roma İmpa-ratorluğu'nun özellikle doğu kesiminde hızla yayıldı. Tam anlamıyla gnostik sayılmayan, fakat pek çok noktada onlarla doktrin birliği içinde olan Marcion'un başlattığı hareket de bu çerçevede ele alınabilir (bk. MERKÜNİYYE). Kilisede aynı yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan diğer hiziplerin başında sofuca bir hayata dönüşü öngören Anadolu menşeli Montanizm gelir.
II. yüzyılın başından itibaren ortaya çıkan îsâ'nın tabiatıyla ilgili Kristolojik (Christologie) tartışmalar giderek artan ihtilâflara sebep olmuş, nihayet IV. yüzyıldan başlayarak kilisenin bütünlüğünü sarsacak önemli bölünmelere yol açmıştır. Daha ilk günlerden itibaren îsâ'nın kimliği meselesi gündeme gelmiş, 11. yüzyılda Mesih'in tabiatı ve baba ile ilişkileri, oğu-lun ulûhiyyetiyle Tann'nın birliğinin nasıl uzlaştınlacağı tartışılmıştır. Bu konuyu tartışanların başında Monarşianlar gelmektedir. Bunlar Tann'nın birliği üzerinde ısrarla durmakta; bir kısmı, îsâ'nın bakire Meryem'den kutsal ruhun müdahalesiyle mucizevî bir şekilde doğmakla birlikte yalnızca bir insan olduğunu, diğerleri ise babanın bizzat oğulda tezahür ettiğini kabul etmektedir. Samsatlı Paul ve Sabellius bu İki görüşün temsilcileridir.
IV. yüzyıl, Hıristiyanlık tarihinde uzun yıllar sürecek olan büyük tartışmaların ortaya çıktığı dönemdir. Bu asırda başlayan tartışmaları teslisle (trinitarisme), îsâ Mesih'le ve insanla ilgili (ilk durumu, aslî günahın sonuçları) tartışmalar olmak üzere üç grupta ele almak mümkündür. Teslîse dair tartışmalar sonucunda zuhur eden Kristolojik problemlerle ilgili olarak ortaya çıkan temel mezheplerin başında Arianizm ve Apollinarianizm gelmektedir. Arianizm İskenderiye'de papaz olan Arius (ö. 336) tarafından kurulmuş, Kristolojik meseleler konusunda kiliseyi
354
HIRİSTİYANLIK
bir hayli sarsmışsa da fazla sürmemiştir. Arius, Kitâb-ı Mukaddes'i literal olarak yorumlayan Antakya ekolünün takipçisidir. Genellikle Arianizm teslîsi kabul etmeyen (subordinationist) ekol olarak bilinir. Buna göre Mesîh, Tanrı ile aynı özden ve O'nun oğlu olmayıp yalnızca bir insan ve Tanrı ile insanlar arasında bir aracıdır. Arius'un savunduğu bu fikirler İznik Kon-sili'nce (325) reddedilerek kendisi aforoz edildi ve Mesih'in Tanrı ile aynı özden olduğu şeklindeki klasik telakki temel akî-de olarak kabul edildi. Bu tepkiye rağmen Konstantin'in 337'de ölümünden sonra oğlu Konstantius Arianizm'i benimsedi; böylece mezhep, VI. yüzyıla kadar imparatorluğun özellikle batı bölgesindeki barbarlar arasında kabul gördü. Bugün modern dünyada Arianizm'in temsilcisi bulunmamakta, fakat Yahova Şahitleri'nin Kristolojik görüşleri Arianizm'inkine oldukça benzemektedir. IV. yüzyılın ikinci yarısında, tesitsin bir rüknü sayılan kutsal ruhla ilgili tartışmalar çerçevesinde Makedanius ve Marathonius taraftarları kutsal ruhun ulûhiyyetine karşı çıkarak Ariusçu bir görüşe yaklaştılar.
Liderleri Donatus sebebiyle Donatizm adını alan bir başka şizmatik (i'tizâlî) hareket Kuzey Afrika'da IV. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu hareket oldukça riyâzetçi bir tavır sergilemiş ve sakramentlerin tesirinin bu sakramentleri yapan kişinin içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeye bağlı olduğunu savunmuştur. Laodicea Piskoposu Apollinarius'un (ö. 390) öğretisinin adı olan Apollinarianizm {Bülünârisiyye} kiliseye göre ilk büyük Kristolojik sapkınlıktı. Bunlar Hz. îsâ'nın tam bir tanrılık kazandığını, ancak tam bir insanlığı oluşturmadığını, Mesîh'in vücuduyla kelâmın doğrudan birleşerek onun ruhunun yerini aldığını iddia ediyorlardı.
Arianizm'in ortaya çıkışından bir müddet sonra Nestorianizm olarak bilinen mezhep yüzünden kilise yeni bir karışıklık içerisine girdi. IV. yüzyılda ortaya çıkan bu mezhebin kurucusu olan Nestorius, îsâ'da tanrılık ve insanlık unsurlarının birbirine karışmadan bulunduğunu ve yeryüzünde yaşarken îsâ'da baskın olan unsurun insanlık olduğunu ileri sürdü. Böylece Meryem'i de Theotokos (tanrı taşıyan) değil, anthropotokos (insan taşıyan) olarak nitelendirdi. Nestorianism'in görüşleri de Efes Konsili'nde (431) reddedilerek kendisi aforoz edildi. Nestûrîlik bugün az da olsa Türkiye'nin güneydoğusunda varlığını korumaktadır (bk. NES-TÛRÎLER).
Nestorianizm, kendisine bir tepki olarak doğan monofızitizmi {monophysitism, monophysisme) ortaya çıkararak kiliseyi yeni bir problemin içine itti. İskenderiye patriği Cyril (ö. 444) Efes Konsİli aracılığı ile Nestorius'u aforoz etti ve îsâ'da yalnızca ilâhtık unsurunun bulunduğunu ileri sürdü. Cyril'in fikirleriyle ortaya çıkan mo-nofizitizm, çeşitli aşamalar geçirdikten sonra bugünkü şekline I. lustinianos idaresinde (527-565) geldi, lustinianos mo-nofızitizme sempatiyle baktıysa da Kadıköy kararlarından vazgeçmedi; onun ömrünün sonuna doğru monofızitizme karşı cephe aldığı bilinmektedir. İrnparato-riçe I. Theodora ise monofızitizmi destekleyenlerin başında gelmiştir. Monofizit hareketin esas misyoneri Urfa Piskoposu Jacob Baradaeus'tur (]acques Baradai, Süryânîce Yakub Bar-Addai, Arapça'da Ya'kübel-Berdaî). Baradai, 542 yılından 578 deki ölümüne kadar süren misyon faaliyetleriyle monofizitizmi Anadolu ve Ortadoğu'da yaymış olup bu katkılarından dolayı Suriyeli monofizitler Ya'kübî adını alır. Monofizit kilise özellikle Suriye, Kıbtî kilisesi adıyla Mısır ve Habeş kilisesi adıyla da Habeşistan'da yayılmıştır (bk. ya1-
KÜBİLER)
Yeni teolojik fikirler üretmekten ziyade çeşitli İnançları senkretikbir şekilde telif etmeye dayanan Ermeni kilisesi III. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktı. Coğrafî olarak piskoposluk merkezlerinden uzak olması dolayısıyla Ermeni kilisesi, konsil-ler veya toplantılarda alınan pek çok karardan yeterince haberdar olamamış, neticede farklı zamanlarda farklı kararları uygulamak durumunda kalmıştır. Ermeni kilisesindeki eklektik yapının arkasında yatan en önemli sebep budur. Bir millet olarak Hıristiyanlığı topluca kabul eden iik kitle Ermeniler'dir. 301 yılında vuku bulan bu olay, öncelikle kilisenin geleneksel kurucusu Aziz Gregory'nin {Gregoire, Grigor) misyon faaliyetleri sayesinde gerçekleşmiştir. Ekümenik konsillerden ilk üçünü (İznik, İstanbul ve Efes) kabul eden Ermeni kilisesi Kadıköy Konsİlİ'nİ tanımaz, diğer konsiller hakkında da bir fikir beyan etmez. Bu kilise doktrin açısından da eklektiktir. Rûhulkudüs'ün nereden Çıktığı konusunda Ortodoks görüşle paraleldir ve FİHoque'u reddeder. Öte yandan îsâ'nın tek tabiatına (ilâhî tabiat) inandığı için monofızittir. Ârafı kabul etmemekle Katoliklikten ayrılır; fakat Ölülere dua etme konusunda Katolik ve Ermeni kiliseleri arasında herhangi bir fark yoktur. Ermeni kilisesi sakramentlerin
yedisini de kabul etmekle birlikte hastaya yağ sürme sakramentini uygulamaz. Bu kilise. 1198'den beri Katolik dünyasıyla ilişkiye geçmesi sonucunda Katolik Ermeni kilisesi ve Gregoryen Ermeni kilisesi olarak ikiye bölündü. XIX. yüzyıldan itibaren misyoner faaliyetleri sonucunda Protestan Ermeni kilisesi adıyla bağımsız bir kilise daha ortaya çıktı.
V. yüzyılın başlarında zuhur eden bir başka hareket, antropolojik tartışmaları içeren Pelajianizm'dir. Pelage ve Celestius adlı iki keşiş aslî günahı inkâr ederek insanın kendi kurtuluşunu sağlayacak iyilik yapma gücüne sahip olduğunu ileri sürdü. Augustin'in mücadele ettiği bu hareket aforoz edildi ve VI. yüzyılda ortadan kalktı.
Kökleri V. yüzyıldaki Kristolojik problemlere uzanan bir başka önemli mezhep, 423 yılı civarında ölen Suriyeli Keşiş Maron'un kurduğu Mârûnîlik'tir. îsâ'da bulunan insanî ve ilâhî iradenin ayrılamayacak şekilde birbirine karışmış olarak bulunduğunu kabul etmeleri dolayısıyla aslında monotelit olan Mârûnîler Haçlı seferlerinden sonra Roma ile temas kurmaya başladılar. 1445'te Floransa Konsili'n-den itibaren ilişkiler ilerletildi ve Mârûnîler zamanla monotelit fikirden vazgeçerek Katolik dogmalarını benimsediler. Mârûnîlik Doğu'daki en önemli Uniat (yerel litür[ileri sürdürmekle birlikte Katolik doktrinini benimseyenler) kilisesidir. Bugün çoğu Lübnan, Kıbrıs, Mısır, Suriye, Filistin ve Amerika'da yaşayan yaklaşık 1.500.000 Mârûnî tamamen Katolik'tir.
Constantine-Sylvanus'un kurduğu Pa-ulicians (Pauliciens, İslâmî kaynaklarda Beylekânî -» Beyâlike) hareketi, VII. yüzyılda Doğu Roma sınırlarında Mezopotamya ve Kuzey Suriye'de ortaya çıktı. Temel görüşleri düalisttir; iyi ve kötü diye iki tanrının varlığını savunurlar. Ahd-i Atîk'i ve Ahd-i Cedîd'İn bazı bölümlerini kabul etmezler. Pavlus'a çok değer vermeleri sebebiyle bu adı alan hareket mensupları İmparator V. Konstantinos tarafından himaye edilmiştir. İmparatoriçe II. Theodora döneminde büyük zulüm gören hareket mensuplarından 100.000 kadarı öldürülmüştür. Balkanlar'da bir süre daha bağımsız olarak, ardından da Bogomil, Cathar ve Albigenler içinde varlıklarını devam ettirmişlerdir. Her ne kadar bir mezhep olmasa bile Kadıköy Konsili'nin (451) kararlarına bağlı kalan ve Katolikliği benimseyen gruplar da Melkit adıyla bilinmektedir. Melkitler Mârûnîler gi-
355
HIRİSTİYANLIK
bi Uniat kilisesi olarak telakki edilir (bk.
MELKÂİYYE).
VII. yüzyılda ortaya çıkan bir başka he-retik hareket, Hz. İsa'da iki tabiat (ilâhtık ve insanlık) kabul etmekle beraber sadece bir tek irade olduğunu ileri süren monothelitizmdir. Bu hareket monofızi-tizmle Ortodoks Hıristiyanlığını uzlaştırmak için ortaya çıkmış, ancak İstanbul Konsİli'nde (680) Hz. îsâ'da iki irade olduğu kabul edilerek tek iradenin mevcudiyetini öne sürdüğü için reddedilmiştir.
VIII. yüzyılda İspanya'da zuhur eden Adoptianizm'in önderi olan İbledo Başpiskoposu Elipandus, îsâ'nın insan ve Tanrı yönlerini ayırt etmeyi amaçlamış, insan olarak tsâ'dan "Tanrı'nın evlât edindiği oğlu" diye söz etmiş. îsâ'nın insanlığını Tanrı'nın oğlu olan isa'dan yani îsâ'nın tanrılığından ayırmıştır. îsâ ilâh olarak Tanrı'nın tabii oğlu, insan olarak ise evlât edinilmiş oğuldur. Bu hareket, temsilciliğini Samsatlı Paul'ün yaptığı dinamik Mo-narşiyanizm hareketine kadar çıkmaktadır ve 798'de Papa III. Leon'un topladığı konsilde yasaklanmıştır.
Kökeni sosyal bir olgu olarak Grek ve Latin kültürleri arasındaki mücadeleye kadar çıkarılsa da en azından görünüş itibariyle teolojik problemlerin yol açtığı bir başka ayırım Ortodoksluktur. 1054 yılında İstanbul patrikliğiyle Roma piskoposluğunun birbirlerini karşılıklı olarak reddetmesi, kilisenin Bat dünyasında kalan Katolik kilisesi ve Doğu coğrafyasında kalan Ortodoks kilisesi şeklinde ikiye bölünmesiyle sonuçlandı.
Bu tarihten itibaren XVI. yüzyılda ortaya çıkan reform hareketine kadar olan zaman içinde Hıristiyanlık'ta Kristolojik problemlerin yol açtığı mezhep bölünmeleri yerine daha çok kilisenin pratik hayatta yozlaşmasına karşı çıkan kırsal kökenli bazı heretik hareketlerin güç kazandığı görülmektedir. Sebepleri genellikle sosyal problemlere bağlı olan bu halk hareketleri daha çok manastırlar etrafında örgütlenmiştir. Bogomil, Albigen, Waldo ve Cathar hareketleri bunların tipik örnekleridir. Haçlı seferlerinin yol açtığı ekonomik ve sosyal sonuçlar bu hareketlerin hızlanmasına ve çeşitlenmesine yol açmıştır.
Bogomilizm XI. yüzyılın başlarında Bulgaristan'da ortaya çıkmış ve Doğu Ortodoks kilisesince heretik sayılmıştır. Düa-list olan fırkaya göre Tanrı'nın iki oğlu vardır. Dünyanın ve insanın yaratılışı ile insana ruh verilişi büyük oğul Satanaîl'e
tevdi edilmiş, fakat o Tanrı'ya baş kaldırmıştır. İnsanlığı şeytanın esaretinden kurtarmak için Tanrı ikinci oğlu isa'yı insan suretinde dünyaya göndermiştir. îsâ şeytana karşı zafer kazandıktan sonra semaya dönmüş, geride gerçek hıristiyanlar olan Bogomiller'e yardım etmek üzere kutsal ruhu bırakmıştır. Ahd-i Cedîd'i kabul eden Bogomiller Ahd-i Atîk'in bazı kısımlarını şeytanın eseri diye reddettikleri gibi evliliği ve et yemeyi de reddederler. Ayrıca resimlere tazimi putperestlik sayar. Katolikler'in kiliselerini kötü ruhların mâbedleri olarak görürler.
Cathar (Cathari), XII. yüzyılda ortaya çıkan ve Güney Fransa'da Albigen diye adlandırılan heretik bir harekettir. "Saf, temiz" anlamında Grekçe katharoiden gelen Cathari. daha önce St. Augustin tarafından Maniheist bir gruba verilmiş isimdi. Catharlar'ın menşei tam olarak bilinmemekle beraber muhtemelen Pauli-cians ve Bogomiller'e bağlanmaktadır. Doktrinleri düalist, üniversalist, Docetist ve tenasühe dayalı unsurlar taşıması sebebiyle Maniheizm ve gnostisizme benzemektedir. Catharlar arasında canlı öldürmek ve et yemek yasaktı. Sakrament-leri kabul etmiyor, ayrıca savaşa ve her türlü cinsel ilişkiye karşı çıkıyorlardı. Kilise bu hareketi reddetmiş. Papa III. Inno-cent onlara baskı uygulanmasına karar vermiş ve onun çağrısıyla toplanan ordu CatharlarTa yirmi yıl mücadele etmiş, nihayet engizisyon tarafından tamamen ortadan kaldırılmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan (1176) bir başka hareket de kurucusu Peter VValdo'ya nisbetle Waldo-culuk (Vaudois) diye anılan mezheptir.
Gerek sosyal gerekse teolojik sebeplere dayalı olarak XV. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Protestan hareketi, kilisenin Ortodoksluk'tan sonraki ikinci büyük bölünmesine yol açmıştır. Orta ve Kuzey Avrupa'da başlayan bu hareket, XIV. yüzyıldan beri yoğunlaşan reformcu taleplerin bir sonucu olarak görülebilir. Bugün dünya hıristiyan nüfusunun önemli bir kısmı Protestan mezhebine mensuptur. Her ne kadar Protestan kilisesi kendi içinde radikal kanattan liberal kanada kadar geniş bir yelpaze halinde bulunuyorsa da geleneksel dogmalara ve kilisenin merkezîleşmesine karşı olması açısından homojen bir karakter arzeder.
XVI. yüzyılda reform hareketinin ortaya çıkışıyla birlikte Katolik kilisesine tepki olarak doğan ve genelde Protestanlık adı altında anılan çeşitli kilise ve mezhepler Lutheran kiliseler, reforme kiliseler ve
Anglikanizm şeklinde üç gruba ayrılabilir. Lutheran kiliseler. Martin Luther'in ve takipçilerinin benimsediği inançlara bağlı kalanların oluşturduğu kiliselerdir. Reforme kiliseler. Jean Calvin'in yorumunu benimseyen hıristiyanların meydana getirdiği kiliseler olup bunlar İngilizce konuşulan ülkelerde Presbyterian kiliseler olarak adlandırılır. XVI. yüzyılda reform hareketinden sonra İngiltere'de ortaya çıkmış bir mezhep olan Anglikanizm, Anglikan Birliği (Anglican Communion) kiliseleri tarafından benimsenen doktrin ve uygulama sistemi olup Roma Katolikliği ile Calvinist Protestanlık arasında uzlaştırman bir yol takip etmektedir. 1660'ta II. Charles'ın restorasyonundan itibaren Anglikan kilisesi tamamen İngiltere'ye has bir kilise olma özelliğine bürünmüştür.
XVI. yüzyılda ortaya çıkan diğer mezheplerin başlıcalan şunlardır: Anabaptist-ler. Küçük çocukların vaftiz edilmesine karşı çıktığı İçin bu ismi alan bir Protestan mezhebidir. Hareketin menşei Tho-mas Münstzer'e dayanır. Ondan sonra bu hareketi Menno Simons Hollanda'da organize etmiştir. XVII ve XVIII. yüzyıllarda iyice gelişen mezhep Mennonites adını aldı. Anabaptistler çocukların vaftiz edilmesi yanında sadakat yeminini, askerlik hizmetini, resmî görevleri, devlete vergi Ödemeyi, yargıç karşısına çıkmayı da reddederler; boşanmayı ise ancak zina gerekçesine dayalı olarak kabul ederler. İmanı idrak edecek yaşa gelen büyüklerin vaftiz olmasını ise şart koşarlar. Soci-nianizm. İspanyol fizikçisi Michael Ser-vetus ile Lelio Sozzini ve yeğeni Paustos Sozzini tarafından ileri sürülen tes-lîs karşıtı bir hareket olup modern Unita-rianizm'in öncüsüdür. Hareketin İngiltere temsilcisi John Biddle'dir. Hıristiyanlığın aslında bulunmadığı gerekçesiyle tes-lîs doktrinine karşı ilk yüzyılda başlayan tevhid hareketi Arius'un fikirleriyle iyice belirginleşmiş, ancak Hz. îsâ'nın ulûhiy-yetini ve teslisi kabul etmeyen bu görüş İznik Konsİli'nde (325) reddedilmişti. Bugün hâlâ mevcut olan Unitarianlar'ın çoğu Amerika'da yaşamaktadır. Erastia-nizm. İsviçreli doktor Thomas Erastus tarafından kurulan heretik bir mezheptir. Seküler güçlerin kiliseye hâkim olması gerektiğini ve kilisenin onlan aforoz edemeyeceğini, dinî hayatın düzenlenmesinde bu güçlerin mutlak yetkisini ileri sürmektedir. Arminianizm. Hollanda Calvinizmi içerisindeki bölünmelerden biri olan ve mutlak kader doktrinine karşı Jacob Ar-
356
HIRİSTİYANLIK
minius tarafından ileri sürülen görüşe verilen addır. Bunlar 1610'da Hollanda Devletime görüşlerini açıklayan bir beyanname (remonstrantia) vermişler, bu sebeple Remontrant diye de adlandırılmışlardır. Arminianizm Calvin'in sert determinizmine karşı çıkmakta, Tanrı'nın hükümranlığının insanın hür iradesiyle bağdaştığını. Mesih'in haç üzerinde bütün insanlar için kendini feda ettiğini ileri sürmektedir. Puritanizm. Kiliseyi. Kitâb-ı Mukad-des'te olmayan obje ve uygulamalardan arındırarak Hıristiyanlığı Kitâb-ı Mukad-des'e uygun hale getirmeyi hedefleyen İngiliz Protestan hareketinin adıdır. Bazı puritenler, Presbyterian geleneği izlerken bazıları da birtakım ıslahatla İngiliz kilisesini benimsemişlerdir.
XVII. yüzyılda ortaya çıkan dinî grupların başlıcaları da şunlardır: Jansenizm. Cornelius Jansen tarafından başlatılan hareketin adıdır. XVII ve XVIII. yüzyıllarda Roma Katolik kilisesinden doğan bu radikal Augustinci hareketin görüşleri. Papa X. Innocent tarafından 1653'te he-retik damgasıyla mahkûm edilmiştir. İrade hürriyetini reddeden Jansenizm kader inancını katı bir şekilde yorumlamıştır. Pietizm. Philipp Jakob Spener liderliğinde Protestanlar arasında ortaya çıkan, XVIII. yüzyılda da gelişmesini sürdüren hareket iyi işlerle kutsal bir hayat sürmeyi ve gerçek Hıristiyanlığı yaşamayı hedefler. Quakerler. George Fox tarafından başlatılan bir harekettir. Fox, Anglikan kilisesinden beklediğini bulamayınca 1652 yılında kısaca Dostlar diye anılan "Hakikat Dostları Cemİyeti"ni (Society of Friends) kurmuştur. Bu hareket ilk Hıristiyanlığın manevî ve sade şekline dönmeyi, hiçbir aracı olmaksızın dogmalarla, resmî âyin ve törenlere ihtiyaç duymaksızın, sessizlik ve dinleme halinde Tanrı ile temas kurmayı prensip olarak benimsemiştir. Bunlara. Tann kelâmı karşısında titremelerinden dolayı Quakers (titreyenler) adının verildiği ifade edilmektedir. BatTda Aydınlanma çağının ve rasyonalizmin hâkim olduğu XVIII. yüzyılda, bir yandan serbest düşünce de denilen deizm vahyin yerine aklın bildirdiği bir Tanrı inancını vazederek tabii dini savunurken öte yandan yeni mezheplerin doğuşu da sürmüştür. Universalizm. 1750'lerde ortaya çıkmıştır. Gnostisizm, Anabaptizm ve mistisizmin karışımıdır; teslisi ve düşüş inancını reddetmekte, herkesin sonuçta kurtulacağına inanmaktadır. Metodizm. XVIII. yüzyılda Protestan ilâhiyatçı John Vvesley'in öğretileriyle ortaya çıkan bir mezheptir.
VVesley ve arkadaşları Anglikan kilisesi bünyesinde Oxford Üniversitesinde bir manevî hayat metodu vazederek dinî bir uyanışı başlattılar. Dua ve oruçlarında yeni bir yol tutmaları, Oxford Hapishane-si'ndeki tutukluları düzenli olarak ziyaret etmeleri, yoksul çocukların eğitim ve öğretimlerini üstlenmeleri, dinî günler gibi özel zamanlarda metodik bir düzen takip etmeleri sebebiyle Metodistler diye adlandırılmışlardır. XIX. yüzyılda ortaya çıkan önemli hareketlerden biri, 1831'de VVilliam Miller tarafından Amerika'da başlatılan Adventizm'dir. îsâ'nın ikinci gelişini umutla bekleyen bu grup îsâ'nın 1843'-te geleceğini, bu gerçekleşmeyince de 1844'te geleceğini ilân etmişti. Hz. îsâ'nın ikinci geliş tarihi ve ruhun ölümsüzlüğü konusunda ileri sürülen çeşitli görüşler mezhep içinde hizipleşmeye yol açmıştır. Bugün en aktif olanlar Yedinci Gün Adventistleri'dir. Bunlar ruhun öldüğüne, yalnız âdil olanların ve hakkı kabul edenlerin (yani kendilerinin) öldükten sonra dirileceğine inanırlar. İbadet günü olarak pazar yerine cumartesiyi kabul eder ve bu günün yasaklarına uyar, et yemekten. kahve. çay. tütün ve alkolden kaçınırlar. Mormonlar. Joseph Smith tarafından 1830'da New York'ta kurulmuş dinî bir hareketin mensuplarına verilen addır. Onlara göre İncil Tanrı'nm sözü olduğu gibi Smith'in yazdığı Mormon kitabı da Tann'nın sözüdür. îsâ 1000 yıllık bir saltanat sürecek, ona inananlar kurtulacaktır. Yahova Şahitleri. Charles Taze Rus-sell (ö. 1916) tarafından kurulan senk-retist Mesîhî harekettir. Bunlar, îsâ'nın ikinci gelişinin vuku bulduğuna ve onun 1914'te gökte Tanrfmn krallığını başlattığına inanırlar. Onlara göre mukaddes kitap Tann'nın sözüdür. Tanrı tektir ve ismi Yahova'dır. îsâ'da ilâhî tabiat yoktur. Yeryüzü asla imha ve yok edilmeyecektir. Cehennem yoktur. Gerçek din Yahova Şa-hitleri'nin inancıdır.
Ortodoks kilisesi hem coğrafî hem de etnik olarak belli bir alanda sınırlı kaldığı için ciddi bir bölünme problemi yaşamamış, ayrıca Ortodokslar'da kiliselerin bağımsız şekilde örgütlenmesi de bölünmeyi en aza indirmiştir. Protestanlık hareketinin doğmasından sonra Katolik kilisesinin de ciddi bir bölünmeye mâruz kaldığı söylenemez. Bunun teK istisnası, Almanya'da ortaya çıkan Old Catholic Church hareketidir. 1870'te I. Vatikan Konsili'nde papanın yanılmazlığı doktrininin kabulünü reddederek Katolik kilisesinden ayrılan Old Catholic Church özellikle Alman-
ya, İsviçre, Filipinler. Avusturya, Hollanda, Polonya ve Kuzey Amerika'da örgütlenmiştir. Litürji konusunda da Katolik kilisesinden ayrılan Old Catholic Church, Meryem'in aslî günahtan âri (immaculate conception) olduğu doktrinini benimsemez. Mezhebin 1957'deki mensupları 3S0.000 civarındaydı.
B) Tarikatlar. Hıristiyanlığın tarihî sürecinde merkezden kopan özel örgütlenmeler olmaları açısından mezheplerle benzeşen diğer alt cemaat grupları tarikatlardır. Hıristiyan tarikatları, mensubu bulundukları mezheplerin bütün dogmalarını kabul etmekle birlikte pratikte bazı farklılıkların oluşmasına imkân verecek düzenlemeler de yapmışlardır. Hıristiyan tarikatlarının Ortodoks olanları Benedic-tenler'den beri kırsal kökenli misyoner hareketleri olma özelliğini sürdürmüştür. Fakat bu tip tarikatlar, Ortaçağ'da Avrupa'da teşekkül eden tarikatlardan farklı olarak daha çok manastır örgütlenmeleri şeklinde görülmelidir. Gerçek anlamıyla tarikatlar, XIII. yüzyıldan sonra Avrupa'nın bunalımlı dönemlerinde kırsal kesimde merkezî otoriteye karşı baş kaldın sonucu türeyen heterodoks örgütlenmeler şeklinde doğmuştur. Hatta kilisenin bu isyan hareketini bastırmak için oluşturduğu özel cemaatler bile kırsal kesimlerdeki heterodoks tarikatlarının modellerini örnek almışlardı.
Kilisece heretik ilân edilen hareketlerin sebep olduğu kargaşayı Önlemek üzere XIII. yüzyıldan itibaren Katolik doktrini çevresinde gelişen çeşitli tarikatların ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlardan biri, Kastilyalı Piskopos Dominic'in 1216'da kurduğu Dominiken tarikatıdır. Augustinci görüşleri benimseyen bu tarikat manastır hayatını Öngören bir örgütlenme tarzına sahipti. Misyonerlik konusunda bir hayli başarılı olan Dominiken tarikatı halen varlığını sürdürmektedir. Aynı yüzyıl içerisinde ortaya çıkan Katolik Fransis-ken tarikatı 1 Z09'da Assisili Francis tarafından kuruldu. Fakirliği ve inziva hayatını benimseyen, manastırlar çevresinde örgütlenen Fransisken tarikatı da günümüzde yaşamaktadır. Bu iki tarikat, reformculuğa karşı Katolik geleneğini muhafaza etmek üzere Ignatius Loyola tarafından kurulan Cizvit tarikatına da zemin hazırlamıştır (bk. Cizvitler). Aynı amaçla kurulan bir başka tarikat da kökleri XII. yüzyıla kadar uzanan, fakat 1539'-dan sonra ıslah edilen Carmeh tarikatıdır. Bunlardan başka 1533te Cremonalı bir doktor olan Antonio Maria Zaccaria ve ar-
357
HIRİSTİYANLIK
kadaşlan tarafından Milan'da misyonerlik amacına yönelik olarak kurulan ve günümüzde varlığını sürdüren Barnabi tarikatı, Francis de Sales'in {ö. 1622) karşı reformcu olarak kurduğu, misyonerlik faaliyetlerine de katkıları olan Vısitation Or-der, Giovanni Bosco'nun özellikle misyonerlik yapmak üzere 1841'de Turin'de kurduğu ve halen yaşayan Salesialılar Katolik tarikatları içerisinde en büyük olanlardandır. XIX ve XX. yüzyıllardan itibaren Protestan ülkelerinde de bazı tarikatların kurulmaya başlandığı görülmektedir. Richard M. Benson tarafından 1865'-te kurulan monastik karakterli Society of Saint John the Evangelist (Covvley Fathers) bu tip tarikatların içerisinde en kayda değer olanıdır. Tarikat bugün özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Avustralya gibi ülkelerde faaliyetlerine devam etmektedir.
BİBLİYOGRAFYA :
D. Woodard, Our Separated Brethern, Lon-don 1968; H. D. Mc Donald, "Monothelites", The Neıv International Dictionary of the Chris-Üan Church[ed. [. D. Douglas), Michigan 1974, s. 673, 674; a.mlf., "Montanism", a.e., s. 674; D. Christie-Murray, A Hİstory of Heresy, Ox-ford 1989; Mehmet Aydın, Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ankara 1995; a.mlf.. "Hıristiyanlık'ta Tesiis Doktrini ve Hıristiyan İ'tizalleri", AÜ İlahiyat Fakültesi İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, sy. 5, Ankara 1982, s. 141-156; Günay Tümer - Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1997, s. 299-326; C. A. Scott. -Paulicians". ERE, IX, 695-698; W. M. Clow. "Socinianism", a.e., XI, 650-654; C. Kannen-giesser. "Arianism". ER, 1,405,406; T. Nersoyan, "Armenİan Church", a.e.. I, 413-417; K. Ru-dolph, "Heresy. An OvervieW, a.e., VI, 269-275; R. L. VVilken. "Marcionism", a.e., !X, 196; W. H. C. Frend, "Monophysitism", a.e., X, 66-68; N. D. Mitchell, "Religious Orders: Christian Religious Orders", a.e., XII, 308-312; N. T. Am-merman, "Schism-An Overvievv", a.e., XIII, 98-102; M. HU!. "Sect", a.e, XIII, 154-159; T. F. Sable. "Uniate Churches", a.e., XV, 138-141.
ffil Mehmet Aydın
VII. HIRİSTİYANLIK ve DİĞER DİNLER A) Hıristiyanlık ve Kurtuluş Kavramı.
Hıristiyanlığın temel öğretisini Hz. îsâ'nın kurtarıcılığı oluşturur. İnsanlığın kurtuluşu için kendini feda eden îsâ kurtuluşun merkezidir. Geleneksel öğretiye göre insanlar kurtuluşa erebilmek için ona inanmak ve bugün onun bedenini temsil eden kiliseye intisap etmek zorundadır. Kilise babalan bunu, "Kilise dışında kurtuluş yoktur" (Extra ecclesiam nulla salus) ifadesiyle formülleştirip bir dogma haline getirmişlerdir. Bu dogmaya göre Hıristiyanlık'ta doğru yolu temsil ettiği iddia-
sında bulunan Katolik kilisesinin dışında hiçbir din, hatta Ortodoks ve Protestan kiliseleri gibi diğer hıristiyan kiliseleri bile insanı kurtuluşa ulaştıramaz. II. Vatikan Konsili'ne (1962-1965} kadar bu yaklaşım Katolik kilisesinin diğer din ve mezheplere karşı katı tutumunu ifade eder. Bu son konsilde ise Hıristiyanlık dışında başka dinlerin varlığı kabul edilmiş, bunların bazı olumlu değerler taşıdıklarından ve insanların kurtuluşuna yardımcı olduklarından söz edilmiştir. Bununla birlikte yine kilise kurtuluşun evrensel aracısı olarak görülmüş ve bu sebeple misyonerliğe daha çağdaş metotlarla devam edilmesi benimsenmiştir. Öte yandan Katolik kilisesi II. Vatikan Konsili'nden sonra diyalogdan söz etmeye başlamıştır.
Kilise, XV. yüzyılın ortalarına kadar dinî İnancın muhtelif şekillerinden bahsetmeyi gerekli görmemiştir. Bunun sebebi, kilisenin, Yahudilik de dahil olmak üzere, Hıristiyanlık'tan başka hiçbir dini geçerli saymamasidır. Sadece Akdeniz çevresindeki ülkelerden ibaret bir dünyadan haberdar olan kilise, bu dünya insanlarının İncil'i tanımamaları için hiçbir sebebin bulunmadığına inanmış, kilise dışında kalanların ebedî olarak cehennemde kalacaklarını ilân etmiştir. XV. yüzyıldan itibaren gerçekleşen coğrafî keşifler sonunda dünyanın daha büyük olduğu ortaya çıkınca İncil'in mesajının ulaşamadığı sayısız putperest topluluklarla karşılaşan hıristiyan teologların vicdanları bütün bu insanları cehennemlik ilân etmekten rahatsız olmuş, İncil'le tanışmayan toplulukların konumu hıristiyan teologları arasında ciddi tartışmalara yol açmıştır. Ancak bu tartışmalar hıristiyanların genelini etkilememiş ve bir gün bütün dünyanın hıristiyan-laşacağı inancı devam etmiştir. XIX. yüzyılın ikinci yansından itibaren hıristiyan dünyasının güçlenmesi ve siyasî-askerî başarıların kazanılması bu inancın yakın bir zamanda gerçekleşeceği umudunu arttırmıştır. Fakat bu durum II. Dünya Savaşfndan sonra tersine dönmüştür. 1949 devriminden sonra Çin'de uyanış ve gelişme süreci başladı; 1947 yılında bağımsızlığını kazanan Hindistan kültürel açıdan bütün hıristiyan dünyasını önemli ölçüde etkiledi. 1948'de yahudiler, Kato-likler'in inancının tam aksini gerçekleştirerek kutsal topraklarda bağımsız İsrail Devleti'ni kurdular. İslâm dünyasında da hızla güçlenen bir uyanış başladı ve Batı toplumunda da İslâm'a duyulan ilgi giderek arttı. Sonuç olarak koloni sisteminin çöküşü, iletişimdeki devrim, plüralist top-
lumun doğuşu gibi gelişmeler, Hıristiyanlık'tan başka dinlerin de tarihte hatırlanmaya değer manevî başarılar elde etmiş olduklarını ortaya koydu ve hıristiyanlan bu dinler konusunda düşünmeye şevketti. Nihayet birçok hıristiyan teologu, başka dinlere mensup kişilerin kendi dinî gelenekleri içinde kurtuluşa erebileceğini söylemeye başladı.
B) Hıristiyanlık ve Diğer Dinler. 1. Temel Yaklaşımlar. Hıristiyan teologlar Hıristiyanlık dışı dinler konusunda üç farklı yaklaşım sergilemektedir, a) Dışlayıcı (exclusivist) Yaklaşım. Tanrı hakkındaki gerçek bilgi ve tecrübeyi Hıristiyanlık'la sınırlandırır. Diğer dinlerle ilgili değerlendirmenin temel ölçüsü kilisedir. Kurtuluşun merkezine kiliseyi yerleştirdiği için bu yaklaşıma bazan kilise - merkezci yaklaşım da denilir. Dinler hakkındaki bu katı anlayışın modern dönemde fikir babası Protestan teolog Kari Barth'tır. Ona göre insan Tanrı'yı kendiliğinden bilemez; ancak Tanrı'nın vahiy ile bildirmesi sonucunda insan 0'nu tanıyabilir. Vahiy sadece Yeni Ahid'den ibaret olduğu için de Hıristiyanlık dışında gerçek Tanrı bilgisi yoktur. Dinler hakkındaki gerçek bilginin tek kaynağı Tanrı olduğundan Hıristiyanlık dışındaki dinler hakkında bilgi edinmek için karşılaştırmalı çalışmalar, felsefî açıklamalar ve benzeri arayışlar gereksizdir. Bir hıristiyan başka hiçbir dinî gelenekle irtibat kurmaya çalışmamalıdır. "Kilise dışında kurtuluş yoktur" ifadesiyle formüle edilen bu yaklaşım 2000 yıl boyunca resmî inancı teşkil etmiştir. Bugün Ortodoks ve Protestan kiliseleri bu yaklaşımı hâlâ sürdürmektedir. II. Vatikan Kon-sili sırasında Katolikler arasında bu yaklaşım taraftarları azınlık durumuna düşmüşlerdir, b) Çoğulcu (plüralist) Yaklaşım. Bütün dinleri Tanrı'ya götüren eşit vasıtalar olarak görür, Hıristiyanlığı da Tanrı'ya ulaştıran diğer dinlerle aynı statüde değerlendirir; fakat bu anlayışa göre de Hıristiyanlık biraz daha emin bir yoldur. Hint asıllı Katolik teolog Raimundo Pa-nikkar çoğulcu yaklaşım için "paralelizm" tabirini kullanır. Buna göre dinler doğruya ulaşmak için aynı hedefe yönelmişse bu durumda dinlerin birbirinden üstün ya da aşağı olduğunu söylemek anlamsızdır. Her din insanı gerçeğe ulaştırmakta eşit değere sahiptir. Dışlayıcı yaklaşım kurtuluşu kiliseye bağlarken John Hick ve Paul F. Knitter gibi daha başka önemli isimlerin de savunduğu çoğulcu yaklaşım kurtuluşun temel noktasına Tann'yı koymuştur. Hıristiyan teologlar arasında ço-
358
HIRİSTİYANLIK
ğulcu yaklaşımın savunucuları azınlıktadır, c) Kapsayıcı (inclusivist) Yaklaşım. Tan-
n'nın evrensel kurtuluş iradesi aksiyomunu, kurtuluşun îsâ Mesîh ve onun kilisesi aracılığıyla sağlanabileceği aksiyomuyla uzlaştırmaya çalışmaktadır. "Tamamlayıcı teoloji" de denilen bu yaklaşıma göre Hıristiyanlık dışı dinlerde Tann'ya götüren işaretler, doğrular ve manevî zenginlikler vardır. Fakat bunlar insanlığı tam kurtuluşa ulaştırma bakımından eksiktir, îsâ Mesîh bunları tamamlar ve mükemmel hale getirir. R. C. Zaehner'e göre îsâ'-nın. "Zannetmeyin ki ben şeriatı ya da peygamberleri yıkmaya geldim; yıkmaya değil tamamlamaya geldim" (Matta, 5/ 17) şeklindeki sözünün anlamı sadece İsrail diniyle sınırlı değildir. îsâ, Tevrat ve Eski Ahid peygamberlerinin sözleriyle birlikte Ârî ırkın kitaplarını, peygamberlerini de tamamlamak için gelmiştir. Kapsayıcı yaklaşımın en önemli temsilcilerinden biri olan Kari Rahner bu yaklaşımı daha değişik bir teoriyle açıklamıştır. Ona göre Hıristiyanlık dışı dinlere mensup olanlar aslında gizli birer hıristiyandır. Rahner, "isimsiz hıristiyanlar teorisi" adını verdiği bu tezinde ilk önce Tann'nın bütün insanlığın kurtuluşunu irade ettiğini. Tann'nın bir şeyi irade etmesinin ise o şeyin gerçekleşmesi için yeter sebep olduğunu ifade etmiştir. Rahner'in tezine göre, Hıristiyanlık dışı dinlere mensup olanların kurtuluşu îsâ Mesîh'e bağlıdır. îsâ Mesîh şu anda gizli olarak onların arasındadır ve onlar farkında olmadan îsâ Mesih'in gözetimi altında Tann'ya yönelmektedirler. Böylece Rahner, bütün insanların gerçekte birer hıristiyan olduğunu iddia etmektedir.
2. Kilise Babalarının Görüşleri. Hıristiyanlığın diğer dinlere bakışı konusunda fikir beyan eden ilk kilise babası Aziz Jus-tin'dir (ö. 163). Justin, îsâ'dan önceki ya-hudilerin kurtuluşunun mümkün olduğunu belirtmiş ve bu görüşünü "hikmet, kelâm, akıl" anlamlarında kullandığı "logos" kavramıyla temellendirmiştir. Buna göre logos doğrultusunda hareket etmiş olan herkes kurtulur; bunlar her ne kadar başka adlarla anılsalar da gerçekte hıristiyandırlar. îsâ Mesîh de logosun bir enkarnasyonudur. II. yüzyılda Aziz Irena-eus, III. yüzyılda Origen ve Clement de îsâ'dan önce yaşamış olanların kurtuluşundan söz etmişlerdir; buna paralel olarak ilk yüzyıllardan itibaren îsâ'dan sonra yaşayanlar için kilisenin dışında kurtuluşun olmadığı ileri sürülmüştür. Aziz Ig-natius (ö. 107), bid'at ehlinin peşinden
gidenlerle hıristiyan öğretisinin dışında bir öğretiyi takip edenlerin mutluluğa erişemeyeceğini belirtir; Aziz Irenaeus ve Origen gibi ilk dönem kilise babaları da îsâ'dan sonra yaşayanların kurtulabilmeleri için kiliseye dahil olmaları gerektiğini vurgular. Kilise dışında kalanların kurtulamayacağını bir doktrin haline getiren kişi Kartaca Piskoposu Aziz Cyprianus (ö. 258} olmuş, kilisedeki bölünmeler karşısında, "Kilise dışında kurtuluş yoktur" dogmasını formüle etmiştir. Bunun yanında, azınlık durumunda ve baskı altında oldukları için bu dönemdeki kilise babaları yahudilerle putperestler hakkında bir görüş beyan etmekten çekinmişler; ancak IV. yüzyılda Hıristiyanlık Roma'nın resmî dini olup güç kazanınca, "Kilise dışında kurtuluş yoktur" öğretisinin şâmil olduğu alana putperestler ve yahudiler de dahil edilmiştir. Nitekim Aziz Augus-tine (ö. 430). ayrılıkçı hiristiyanların yanında yahudilerin ve putperestlerin de kurtuluştan uzak olduklarını belirtmiş, daha da İleri giderek İncil'in mesajını duyma imkânı bulamadığı için Hıristiyanlık'tan uzak kalanları da kurtuluşun dışında tutmuş ve bu tutum daha sonra dogma haline getirilmiştir. Zaman zaman bazı teologlar tarafından farklı görüşler ileri sürülmüş olsa da Katolik kilisesinin bu konudaki resmî İnancı II. Vatikan Konsili'ne kadar aynı çizgide devam etmiş, bütün papalar, "Kilise dışında kurtuluş yoktur" öğretisinin önemini hatırlatmışlar, kilise babalan da sık sık bu öğretiyi tekrarlamışlardır.
3. H. Vatikan Konsili. Katolik kilisesinde bir dönüm noktası sayılması gereken II. Vatikan Konsili'nde, diğer kiliselerle birlikte dünyanın öteki dinlerine daha açık ve pozitif bir yaklaşım gösterilmiştir. Kon-silde diğer dinler ve onlarla ilişkiler konusunda "Nostra Aetate" (NA) adlı özel bir doküman hazırlanmış, bunun yanında "Lumen Gentium" {LG} ve "Ad Gentes" (AG) gibi dokümanlarda da diğer dinlerin "evrensel kurtuluş planfndaki yeri konusunda şu açıklamalarda bulunulmuştur: "Henüz İncil'in mesajını kabul etmemiş olanlar bir şekilde Tann'nm halkı sayılır. İlk planda ahid yapılan ve kendilerine va-adde bulunulan, dahası îsâ Mesîh'in bedensel olarak İçinde doğduğu halk vardır. Ataları sebebiyle bu halk hâlâ Tanrı'-nın en yakınıdır. Tann'nın kurtuluş planı yaratıcıyı kabul edenleri de kapsar. Bunların başında müslümanlar gelir. Müslümanlar İbrahim'in imanını paylaşmaktadır. Bizimle birlikte tek ve bağışlayıcı, kı-
yamet gününde insanları yargılayıcı olan Tann'ya ibadet etmektedirler. Kendi payına hiçbir suçu olmadan îsâ Mesîh'in İncil'ini veya onun kilisesini tanımayan, fakat samimiyetle Tann'yi arayan ve O'nun lutfuyla içlerinden geldiği gibi O'nun buyruklarını yerine getirmeye çalışan kişiler kurtuluşa erişebilirler". Konsilde dünyanın büyük dinlerinden Hinduizm, Budizm. İslâmiyet ve Yahudilik ismen zikredilerek bunlardan saygıyla söz edilmiş, mensuplarına da saygıyla yaklaşılması tavsiye edilmiştir. Ancak bu, onların kendi bütünlüğü içinde doğruluğunu tanıma anlamına gelmemektedir. Konsil, dinî geleneklerin "Tann'nın evrensel kurtuluş planı"n-da yeri olduğunu kabul etmekte, fakat bu geleneklerin kurtuluş planında oynadığı rolün tam mahiyeti hakkında teolo-jik bir açıklama yapmamaktadır. Ayrıca Hıristiyanlık dışı dinlerde de manevî doğruların bulunması sebebiyle bu dinlerle diyaloga girilmesi benimsenmektedir. Kari Rahner'e göre Katolik kilisesi açısından bu büyük bir değişimdir ve II. Vatikan Konsili kararlan arasında en önemlisi budur.
4. Katolik Kilisesi ve Kapsayıcı Yaklaşım. Katolik kilisesi, II. Vatikan Konsili öncesinden başlayan bir süreçten itibaren kapsayıcı yaklaşımı benimsemeye başlamış, Hıristiyanlık dışındaki dinlerde de kurtuluşun bulunabileceğini kabul etmiştir. Bu kabul, II. Vatikan Konsili sonrasında yayımlanan "Lumen Gentium" ve "Nostra Aetate" dokümanlarında resmî öğreti haline gelmiştir. Bununla birlikte kapsayıcı yaklaşıma karşı çıkanlar da olmuştur. Muhaliflerin itirazları misyonun önemi noktasında yoğunlaşmaktadır. Bunlar, kurtuluşun Hıristiyanlık dışındaki dinler vasıtasıyla da elde edilebileceğinin kabul edilmesi durumunda Hıristiyanlığı yaymanın ne anlamının kalacağını sormuşlardır. Kapsayıcı yaklaşımın doğurduğu bu problemler karşısında Papalık Dinler Arası Diyalog Konsili 1984 ve 1991 yıllarında iki doküman yayımlama gereğini duymuş, yine 1991'de Papa II. Jean Paul'ün "Redemptoris Missio" adlı bildirgesi neşredilmiş, bu dokümanlarda misyonerlik açısından diğer dinlerle ilgili resmî tutum belirlenmiştir.
Kapsayıcı yaklaşım çerçevesinde Hıristiyanlık dışı dinlerin manevî zenginliğini tanıyan ve onların da bir fonksiyonunun bulunduğunu kabul eden kilise bu dinlerin hıristiyan mesajıyla tamamlanması gerektiğini de vurgulamıştır. Buna bağlı olarak kilisenin misyon anlayışında önem-
559
HIRİSTİYANLIK
İi değişiklikler meydana gelmiştir. Kilise her şeyden önce hiristiyan mesajının ulaştırılacağı yerlerin bütün yönleriyle tanınmasını istemiş, Hıristiyanlık dışındaki dinleri toptan reddetmek yerine Hıristiyanlık inancı açısından bu dinlerdeki eksikliğin veya yanlış unsurların tesbit edilerek tamamlanmasını kabul etmiş ve bunu gerçekleştirmeye elverişli yeni misyon metotlarını benimsemiştir. Bu metotların başhcalan şunlardır: a) İnancı Açıklama. Papa II. Jean Paul'ün bildirisinde belirttiğine göre inancı açıklama misyonun öncelikli ve sürekli metodudur. İnancın açıklanacak konusu İse îsâ'nın gizemli yönleridir. Onun bir kurtarıcı olarak enkarnas-yonu, haçta ölümü, dirilmesi, ölü ve diri herkesin yargıcı olarak yüceltilmesi hayatının açıklanacak yönlerini oluşturmaktadır. Buniar açıklandıktan sonra muhataplar genellikle din değiştirmeye ve îsâ Me-sîh'e inanmaya davet edilirler, b) Diyalog. Papa VI. Paul'ün 6 Ağustos 1964'te kon-silin 2 ve 3. oturumları arasında ilân ettiği "Ecclesiam Şuam" adlı bildirgesinde diyalogdan bahsetmesiyle bu kavram konsil dokümanlarına girmiştir. Katolik kilisesi, diğer dinlerin mensuplarıyla birbirini tanımak ve inancı paylaşmak için diyaloga girmek durumundadır. Çünkü kilise bütün insanlık içindir; dolayısıyla diyalog bütün İnsanları kurtuluşa ulaştırma diyalogudur. Katolik kilisesi, dinler arası diyalogu hıristiyanlaştırma misyonunun bir aleti olarak kullandığını açıkça belirtmekten kaçınmamış, bu tutumuyla misyonerlerdeki kapsayıcı yaklaşım etrafında oluşan tereddütleri de gidermeye çalışmıştır, c) Enkültürasyon. Bu terimi Katolik kilisesinin yeni misyon anlayışına ilk defa J. Masson sokmuştur. Pek çok Katolik teologu tarafından ele alınan bu terim, 1979'da Papa II. Jean Paul'ün "Catechasi Tradendae" adlı bildirgesinde kullanması sonucunda teolojik bir mahiyet kazanmıştır. Teoloji sözlüklerinde enküitürasyon, "İncil'in mesajını dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan halkların sahip olduğu kültürlere uygun hale getirme" şeklinde tarif edilmektedir. Buna göre enküitürasyon "inanç-kültür diyalogu ve uzlaşması" anlamına gelir. Bu metot sistemli bir şekilde ilk defa II. Vatikan Konsili'nde gündeme gelmiştir. "Ad Gentes" adlı dokümanda bu konuda özetle şöyle denilmektedir: "Mahallî kiliseler, halkların sahip olduğu bütün zenginlikleri tesbit etmek ve bunlara sahip çıkmak durumundadır. Çünkü bu zenginlikler hıristiyan olmayan halklara Tanrı tarafından ödünç verilmiştir". "Re-
demptoris Missio"da da yeni kültürlere karşı Hıristiyanlık lehine istismarcı yaklaşımı yansıtan bir enküitürasyon tanımı şöyle yapılmaktadır: "Enküitürasyon, otantik kültürel değerlerin Hıristiyanlık'la bütünleşmek suretiyle aslî bir değişime uğraması ve Hıristiyanlığın çeşitli beşerî kültürlere sokulmasıdır". Bildirgenin sahibi Papa il. Jean Paul, misyonerlerin sahip oldukları kültürel sınırları aşarak kendilerini gönderildikleri çevreye iyice uydurmaları, çalıştıkları bölgenin dilini öğrenmeleri, mahallî kültürün en önemli özelliklerini tanımaları ve yaşayarak doğrudan o çevrenin değerlerini keşfetmeleri gerektiğini ifade etmiştir. Bu metot, bugün Hindistan'da ve geleneksel dinlerin yaygın olduğu Afrika ve Okyanusya gibi bölgelerde uygulanmaktadır, d) Kurtuluş ve Bağımsızlık Hareketlerine Katılma. Katolikler, II. Vatikan Konsili'nde ve sonrasında belirledikleri misyon stratejileri çerçevesinde Marksist ideolojileri kilise öğretisine ve misyonerliğe adapte etmeye çalışmışlardır. Buna bağlı olarak kilise, Hıristiyanlık öğretisini insanlara ulaştırabilmenin yolu olarak gördüğü Marksist ideolojileri ve metotları kullanmakta bile sakınca görmemiştir. Enküitürasyon anlayışı gereğince Hindistan'da bir Hindu Sannyasin olarak yaşayıp misyonerlik yapan Cizvit rahip gibi Latin Amerika'da bir elinde İncil, diğer elinde silâh taşıyan sosyalist gerilla rahipler ortaya çıkmış ve misyonerlik yapmışlardır.
C) Hıristiyanlığın Yahudiliğe Bakışı.
Katolik kilisesinin Yahudiliğe ve İslâm'a bakışı diğer dinlere bakışına nazaran farklılık gösterir. Çünkü bu üç din arasında menşe iddiası bakımından ortaklık söz konusudur. Bunun yanında her üç dinde teolojik bakımdan da ortak noktalar bulunmaktadır. Fakat bu ortak noktalar, üç din arasında en son ve mükemmel tek dinin tesbiti konusunda tartışmalara sebep olmuştur. Hıristiyanlığın birinci derecede önem verdiği din Yahudilik'tir. Bunun en önemli sebebi îsâ'nın Ferîsî geleneğine göre yetişmiş bir yahudi olmasıdır. Ayrıca ilk hıristiyanlar da yahudi kökenlidir. Yine Hıristiyanlık yahudi kutsal metinlerini kendi kutsal metinleri olarak görmektedir. Hıristiyanların Yahudiliğe bakışı iki kısımda incelenebilir:
1. Çatışma Dönemi. İlk dönemde ya-hudilerin îsâ'yave onun öğretilerine şiddetle muhalefet etmesi, Yahudiliğe ve ya-hudilere karşı olumsuz bir tavrın doğmasına yol açmıştır. Bu tavır, başta İndiler olmak üzere bütün hıristiyan kutsal me-
tinlerine yansımıştır, özellikle Helenistik anlayışın Hıristiyanlığa hâkim olmasından sonra kaleme alınan ve İskenderiye okulunun Helenistik felsefesini yansıtan Yuhanna İncili'nde bu durum çok daha belirgindir. Sinoptik İnciller'de, "Tevrat'tan bir nokta bile yok olmayacak" denilirken (Matta, 5/18) Yuhanna'da yer alan, "Sizin şeriatınızda yazılıdır" cümlesiyle Hıristiyanlığın Yahudilik'ten ayrı bir inanç sistemi olduğu ortaya konmuştur. Bunu pekiştirmek için havarilerin aslı İbrânîce olan isimleri Yunanca'ya çevrilmiştir. Mat-ta'da, Romalı vali Pontus Pilatus'un haça germeleri için îsâ'yı Romalı askerlere verdiği ifade edilirken (Matta, 27/26-27)Yu-hanna'da yahudilere teslim ettiği belirtilmiştir (Yuhanna, 19/16). Bu sebeple ya-hudiler hıristiyan dünyasında bütün nesiller boyunca Tanrı katili olarak görülmüş ve onlara büyük bir kin beslenmiştir. İlk dönemin İnciller'e de yansıyan bu olumsuzluğuna rağmen mabedin 70 yılında Romalılar tarafından yıkılışına, hatta Bar Kohba isyanına (133-135) kadar Hıristiyanlığın Yahudilikle bağı devam etmiştir. Bu olaylardan sonra hıristiyanlar Yahudiliğe karşı ilâhî hoşnutsuzluğun eserlerini görmüş ve tedrîcen Yahudilik'ten uzaklaşmaya başlamışlardır. Yahudi olmayan hıristiyanların (Goyim) kilisede lider pozisyonuna yükselmesi Yahudilik'ten kopma sürecini daha da hızlandırmıştır. İznik Konsili'nde (325), hıristiyan Paskalya bayramı yahudi Fısıh bayramı ile aynı güne rastladığından Paskalya'nın günü değiştirilmiştir. Laodikya Konsili'nde (343-348) hıristiyanların Şabat'ı kutsal gün olarak kutlamaları yasaklanmış, sadece pazar kutsal gün ilân edilmiştir. Floransa Konsili'nde (1442), Katolik kilisesi dışında kalan diğer hıristiyan gruplarla birlikteyahudilerin de ebedî cehennemle cezalandırılacağı belirtilmiştir. Hıristiyanlığın zamanla yayılıp güçlenmesinden sonra hıristiyanlann Yahudiliğe ve yahudilere karşı uygulamaya başladıkları baskılar kilise tarafından bazı teolojik esaslara dayandırılmıştır. Şöyle ki: a) Tekvîn (49/10), İşaya (7/14) ve kutsal kitabın diğer birçok pasajında haber verilen Mesîh Nâsıralı îsâ'dır. b) İsrâiloğullan'nın seçilmişliği onların işledikleri günahlar sebebiyle kiliseye geçmiştir. Pavlus, İbrahim'in gerçek neslinin yahuditer değil hıristiyanlar olduğunu söylemiştir, c) îsâ'nın haça gerilmesinin cezası olarak Kudüs'teki mâbed yıkılmıştır. Bu Tann'nın İsrail halkını reddettiğinin ifadesidir, d) Pavlus'un tasarrufuyla yahudi şeriatı neshedilmiştir.
360
HIRİSTİYANLIK
Başlangıçta sadece teolojik gibi görünen kilise baskılarının gerekçeleri zamanla ön yargılara dönüşerek kitlelere mal olmuş, bu da hıristiyan toplumlarında ya-hudi düşmanlığının bir gelenek halini almasına yol açmıştır. Bu düşmanlık geleneğine, reform çağında ortaya çıkan milliyetçi boyutla aydınlanmanın sonuçlarından olan Avrupa merkeziyetçiliği anlayışının doğurduğu düşmanlık duygularını da eklemek gerekir.
z. Uzlaşma Dönemi. Hıristiyanların Yahudiliğe ve yahudilere karşı baskıcı tutumu bütün şiddetiyle II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar devam etmiş ve kilise İsrail Devleti'nin kurulmasını aktif bir şekilde önlemeye çalışmıştır. Bu çabalara rağmen İsrail Devleti'nin 1948'de gerçekleşen kuruluşu kilisede şaşkınlık yaratmıştır. Bu. ya kısa süreli bir durum olarak değerlendirilecek ya da Katolik teolojisinde köklü bir değişikliğin yapılmasını gerektirecekti. Gelişmelerin ikinci ihtimal doğrultusunda bir seyir takip etmesi ve Katolik kilisesinin yahudilere karşı tutumunu değiştirmesinin sebepleri hakkında yahudi araştırmacılar şunları kaydetmektedir: Nazi zulmünün kilise üzerindeki etkisi, ekümenik hareketin hıris-tiyantarı yahudilerle ilişkilerini yeniden gözden geçirmeye yöneltmesi, İsrail Devleti'nin hıristiyanlarca Batı demokrasisinin Yakındoğu'daki kalesi olarak görülmesi. Bu etkenler, kilisenin Yahudilik ve ya-hudiler hakkındaki geleneksel teolojik anlayışını gözden geçirmesini sağlamış; bunun ilk pratik sonucu olmak üzere 11. Dünya Savaşı sırasındaki olaylar eleştirilerek teolojik antisemitizmin yahudilere karşı sürdürülen zulme kaynaklık etmemesi gerektiği söylenmeye başlanmıştır. Ardından ilk olarak 1947'de hıristiyanlar yahudilerle bir araya gelmiş ve kiliselerin yahudilere karşı tavrını değiştirmesi on maddelik bir bildirgeyle karar altına alınmış, 1950'nin sonundan itibaren Katolik kilisesiyle İsrail arasında bir yakınlaşma süreci başlatılmıştır. Ancak Vatikan'ın İsrail'e karşı tutumunda ilk ciddi değişiklik 1956'da meydana gelmiştir. İsrail hükümetinin Katolik kutsal mekânlarına yeni yollar açması üzerine Nâsıra'da (Nazareth) Ortadoğu'nun en büyük Katolik kilisesini yapmayı kararlaştıran Vatikan ihaleyi de İsrail'in bir müteahhitlik firmasına vermiştir. Yahudilere karşı tavrın değişmesini sağlayan harekete öncülük ettiği için yahudilerin "iyi John" (John the good) dedikleri Papa XXIII. John 1958 yılında bir reform başlatarak Katolik, Ortodoks,
Protestan ve yahudiler arasında ekümenik birliğin sağlanması için faaliyete girişmiş ve bu amaçla 1960'ta Hıristiyan Birliğini Sağlama Sekreteryası'nı kurdurt-muştur. Hıristiyan Birliğini Sağlama Sek-reteryasfnın başlıca üç hedefi vardı: Hıristiyan birliğini sağlamlaştırmak, dinî özgürlüğü garanti altına almak ve yahudilerle diyalogu güçlendirmek. Sekreterya-nın 1960'ın sonlarında hazırladığı, daha sonra tartışılıp gözden geçirilen yahudi deklarasyonu II. Vatikan Konsilİ'nin diğer dinlerle İlgili kararlarına temel oluşturmuştur, diğer dinler ve kültürler hakkında Katolik kilisenin tavrını belirlemek için hazırlanan Nostra Aetate'de diğer dinlerin mensupları arasında en çok yahudilere yer verilmiş, 4. maddenin tamamı onlara ayrılmıştır. Dokümanın giriş kısmında kilisenin yahudilerle tarihî bağı üzerinde durulmuş, ortak mirastan bahsedilmiştir. Yahudilerle olan teolojîk problemlerin ele alındığı kısımda Pavlus'un mektuplarına atıfta bulunularak yahudilerin, İnciller'i kabul etmeseler de Tanrı'-nm sevgili kulları oldukları hatırlatılarak onlara karşı saygılı olunması gerektiği vurgulanmıştır. Yuhanna İncili'ndeki, ya-hudileri îsâ'nin katili olarak lanetleyen pasajlara da yeni bir yorum getirilerek bu ifadelerin sadece o zamanda bu işi yapan yahudileri kastettiği belirtilmiştir. Ekim 1974'te Vatikan Katolik-yahudi ilişkileri komisyonunu kurdurmuş, Ocak 1975'te bu komisyon Nostra Aetate'nin 10. yılı münasebetiyle hazırladığı dokümanda hıristiyanların yahudilere yaklaşımını somut hale getirmiştir. Buna göre Katolik kilisesi. II. Dünya Savaşı'ndaki hatasını kabul edip geçmişin unutulması parolasıyla yahudilerle diyalog ve hoşgörü dönemini başlatmakla birlikte hiçbir zaman misyonerliği elden bırakmamıştır. Kilise bir yandan yahudilerle diyalogun yollarını araştıracak, öte yandan da misyonerlik faaliyetlerini devam ettirecektir. Bu yüzden yahudiler kilisenin diyalog yaklaşımına daima şüpheyle bakmışlardır. Nitekim muhafazakâr Amerikan yahudilerinin önde gelen teologu Jacop Neusner, hıristiyan -yahudi diyalogunu gerçekte diyalog değil bir monolog olarak görmektedir.
D) Hıristiyanlığın İslâm'a ve Müslümanlara Bakışı. Hıristiyanlığın İslâm'a bakışı Yahudiliğe bakışından farklıdır. Yahudilik her şeyden önce Hıristiyanlığın temelini oluşturur. Eski Ahid hıristiyanlar için de kutsaldır. Kilisenin Yahudilik'le kurduğu bu tarihî bağ İslâm için söz konusu değildir, öte yandan kemiyet yönün-
den kilisenin karşısında duran en önemli güç İslâm'dır. Hıristiyanlığın İslâm'a bakışını şekillendiren temel unsurları bu iki tarihî sebeple ilişkilendirmeden düşünmek mümkün değildir. Bununla birlikte. "Kilise dışında kurtuluş yoktur" ilkesi her iki dini de Hıristiyanlığın karşısında teolojik anlamda eşitlemektedir.
1. II. Vatikan Konsilİ Öncesinde Hıris-tiyan-Müslüman Münasebetleri. Hıristiyanların müslümanlarla ilk teması Hz. Peygamber'in İslâmiyet'i tebliğ ettiği dönemlere kadar gitmektedir. Arapça konuşan Necranlı hiristiyanların Medine'ye gelerek Resûl-i Ekrem'le tartışmalarını (631) ilk hıristiyan-müslüman diyalogu olarak değerlendirmek mümkündür. İslâmiyet Yunanca konuşan hıristiyanların topraklarına girince ilk ciddi tartışmalar başlamıştır. Doğulu hıristiyan teologlar İslâmiyet'le ilk karşılaştıklarında onu Hıristiyanlık içinde ayrılıkçı (heretik) bir hareket olarak görmüşler, fakat bu dini daha yakından tanıyınca farklı bir inanç sistemi olduğunu farketmişler ve Hıristiyanlığı ona karşı savunmaya çalışmışlardır. Bu arada İslâm'a hücum ederek Hz. Mu-hammed'i olumsuz sıfatlarla tanımlamaya kalkmışlar ve ona birtakım ahlâkî zaaflar isnat etmekten çekinmemişlerdir. Batı hıristiyanları ise VIII. yüzyılda İspanya'nın, IX. yüzyılda Sicilya'nın müs-lümanlar tarafından fethedilmesi sırasında ilk defa, kültürce kendilerinden çok daha üstün olan ve büyük bir askerî güce sahip bulunan müslümanlarla, karşılaştılar ve kendileri açısından bunun büyük bir tehlike olduğunu gördüler. Öte yandan Haçlı seferleri sırasında hıristiyan âlimler İslâm'ı daha yakından tanıma imkânı buldular: fakat bu bilgilenme neticesinde İslâm'ı Avrupa'ya olduğu gibi tanıtmaktan ziyade çarpıtılmış bir İslâm ve müs-lüman imajı sunmayı tercih ettiler. Onların İslâm'la ilgili iddia ve isnatları şu noktalarda toplanıyordu: a) İslâmiyet çok sayıda asılsız inanç içermekte ve gerçekler bile bile çarpıtıl maktadır, b) İslâm kılıçla yayılmış bir şiddet dinidir, c) Muhammed şehvet düşkünü, sahte bir din kurucusudur; şeytanın bir temsilcisi veya aletidir. Daha sonraki dönemlerde İslâmiyet, Hz. Muhammed ve müslümanlar hakkında nisbeten daha ılımlı yaklaşımlar sergilenip özellikle şarkiyat çalışmalarıyla daha sağlıklı tesbit ve değerlendirme yapanlar olmuşsa da II. Vatikan Konsili'-ne kadar hıristiyanların İslâm ve müslümanlar hakkındaki olumsuz bakışları devam etmiş, Albert Pigge, Juan De Lugo
361
HIRİSTİYANLIK
gibi birkaç hıristiyan teologunun İslâmiyet lehindeki görüşleri ferdî kalmanın ötesine geçememiştir.
2. II. Vatikan Konsilî ve Sonrasında İslâm ve Müslüman Anlayışı. Bu KonSİlin
"Nostra Aetate" ve "Lumen Gentium" adlı dokümanlarında ilk defa olarak müs-lümanlardan, onların inanç ve ibadetlerinden bahsedilmiş ve bu konuda olumlu ifadeler kullanılmıştır. Dokümanlarda müslümanlarla ilgili ifadelerin yer almasının sebebi, konsil sırasında papalığa seçilen VI. Paul'ün 6 Ağustos 1964'te yayımladığı "Ecclesiam Şuam" adlı bildirgedir. Burada papa. kilisenin Hıristiyanlık dışındaki dinlerle diyaloga girmesini tavsiye ederken özellikle yahudilerden ve müslümanlardan bahsetmekte, müslü-rnanlann dininin takdire şayan olduğunu, Tanrı'ya ibadetlerinde iyi ve doğru şeylerin bulunduğunu belirtmektedir. Fakat bu arada doğru ve gerçek tek dinin Hıristiyanlık olduğunu vurgulamayı da ihmal etmemiştir. 21 Kasım 1964'te kabul edilen Lumen Gentium'da müslümanlarla ilgili olarak şu cümleler yer almaktadır: "Kurtuluş planı yaratıcıyı kabul edenleri de kapsar. Bunların başında müslüman-lar gelir. Onlar İbrahim'in imanını paylaşırlar ve bizimle birlikte tek ve bağışlayıcı, hüküm gününde insanları yargılayacak olan Tann'ya ibadet ederler". Lumen Gentium'daki bu metin 28 Ekim 196S'te kabul edilen Nostra Aetate'de şu şekilde genişletilmiştir: "Kilise müslümanlara da saygıyla bakar. Onlar tek, hay ve kayyûm, merhametli, kâdir-i mutlak, göğün ve yerin yaratıcısı, insanlara hitap eden Tan-n'ya ibadet ederler. Müslümanlar, kendi inançlarıyla derinden bağ kurdukları İbrahim'in Tanrı'ya teslim olması gibi bütün benlikleriyle Tann'nın emirlerine boyun eğmeye çalışırlar. Her ne kadar Tanrı olarak kabul etmeseler de îsâ'ya bir peygamber olarak saygı gösterirler. Aynı zamanda onun bakire annesini de yüceltir ve onu samimiyetle anarlar. Ayrıca Allah'ın, yeniden diriltilen bütün insanların yaptıklarının karşılığını vereceği hüküm gününü beklerler. Bundan dolayı ahlâkî hayata saygı duyarlar ve değer verirler. Tann'ya özellikle dua, oruç ve sadaka yoluyla ibadet ederler. Hıristiyanlarla müs-lümanlar arasında asırlar boyunca pek çok olay meydana gelmiştir. Vatikan Kon-sili taraflara geçmişi unutmalarını, karşılıklı anlaşma için samimi gayret göstermelerini, insanlığın menfaati uğruna barışı, özgürlüğü, sosyal adaleti ve ahlâkî
değerleri birlikte koruyup ilerletmelerini tavsiye eder."
Bu kararların uygulanması çerçevesinde kilise, yahudilerle olduğu gibi müslümanlarla da diyalogun alanlarını ve metotlarını belirtmek için çalışmalarını sürdürmüştür. Bu amaçla, şimdiki adı Papalık Dinler Arası Diyalog Konsili olan Hıristiyanlık Dışı Dinler Sekreteryası bünyesinde 1974 yılında kurulan Katolik-Yahudi İlişkileri Komisyonu ile birlikte bir de İslâm Komisyonu kurulmuştur. Dokümanda benimsenen bu yaklaşıma rağmen yine de müslümanlarm Tann'nın evrensel kurtuluş planına dahil edilmesi, onların kendi İslâm İnançları içinde kalarak kurtulabilecekleri anlamına gelmemekte, İslâm kurtuluş vasıtası olarak görülmemekte, müslümanlar Hıristiyanlık inancına çağrılarak kurtarılması gereken halklar arasına dahil edilmektedir.
E) Hıristiyanlığın Hinduizm ve Budizm'e Bakışı. Hıristiyanlığın Hinduizm ve Budizm'le İlişkisi Yahudilik ve İslâm'la olan ilişkisinden tamamen farklıdır. Hıristiyanlık'la bu Doğu dinleri arasında bir çatışma veya rekabet olmadığından aralarında bir düşmanlıktan da söz edilemez. Fakat XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hindu-izm'le Budizm'in Batı ülkelerine girmesiyle durum değişmiştir. Batılı gençler kendi ülkelerinde kaybettikleri değerleri Do-ğu'da aramaya başlamışlar, bu dinlerin öğretilerine ve pratiklerine ciddi olarak ilgi duymuşlardır. Bu durum kiliseyi bir tepkiye itmiştir.
1. Katolİk-Hindû Münasebetleri. İddia edildiğine göre Hindistan'da ilk kiliseyi îsâ'nın havarilerinden Mar Thomas Slee-ha kurmuştur. "Thomas hıristiyanlan" denilen bu ilk hıristiyanların bilinen tarihi 189'a dayanmaktadır. Fakat hıristiyan Avrupa'nın Doğu ve Uzakdoğu ile ilgisi çok daha geç dönemlerde gerçekleşmiştir. Avrupa ticaret kolonileri 1600'İerden itibaren Hindistan'a girmeye başlayınca misyonerler de Hindistan'a yönelmişlerdir. Sömürgeci Portekizliler'in himayesi altında Katolik Fransiskenler, Dominiken-ler ve özellikle Cizvitler Hindistan'ın çeşitli bölgelerinde misyonerlik faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Danimarkalı ve Alman Protestanlar ile Anglikanlar da misyonerlik faaliyetleri başlatmışlar, bu misyonerler bir bakıma modern Hindoloji araştırmalarının da Öncülüğünü yapmışlardır. 1820-1920 arası, Avrupalı bilim adamlarının Hint kültürünü modern araştırmalar çerçevesinde Batı'ya tanıttıkları asır olmuştur.
2. Hinduizm Üzerinde Enkültürasyon
Çalışmaları. Katolik misyonerler Hindular arasında Hıristiyanlığı yaymak için çeşitli metotlara baş vurmuşlardır. Bunlardan biri de en kültü rasyondur. II. Vatikan Konsili'nde Katolik kilisesini misyon metotları İçine dahil eden enkültürasyon çalışmaları için Hindistan bugün pilot bölge durumundadır. Enkültürasyonun Hindistan'daki ilk uygulayıcısı Roberd de Nobi-li'dir (ö. 1656). Hindûlar'ın Brahmanlar'a aşırı bağlılıklarını gören Nobili, İncil'in mesajını daha anlaşılır kılmak için bir Brahman gibi yaşamaya başlamış, böylece Latin Hıristiyanlığı'nı Hint kültürüyle uzlaştırmaya çalışarak bir Hindu - hıristiyan hayatı sürdürmüştür. Bazı hıristiyan tarihçileri onun yüz binlerce Hindu'yu hıristi-yanlaştırdığını belirtmektedir. Ancak Cizvit Nobili'nin bu metodunu o dönemde Katolik kilisesi tasvip etmemiş ve Nobili Roma engizisyonu tarafından mahkûm edilmiştir. Robertde Nobili'nin mahkûmiyetinden üç asır sonra toplanan II. Vatikan Konsili'nde belirlenen yeni yaklaşıma göre enkültürasyon Katolik kilisesinin resmî görüşü olmuştur. Kilise, diğer dinler hakkında olduğu gibi Nostra Aetate dokümanında Hinduizm'den övgüyle bahsetmiş ve onun da kurtuluşu arama yollarından biri olduğunu belirtmiştir. Kilisenin daha önce paganizm diye tanıttığı Hinduizm, II. Vatikan Konsili dokümanlarında gerçek bir Tann'ya yönelişin sembolü, Yahova'nın Mûsâ ile olan ahdinden önceki kozmik vahyin bir ürünü olmuştur. Kilise Hindûlar'ın dinlerinde ve kültürlerinde mevcut olan manevî ve ahlâkî değerleri koruyacak, hıristiyan öğretisi çerçevesinde geliştirip tamamlayacaktır. Misyonerliğin amacı. Hinduizm'deki gizli Mesîh'i ortaya çıkararak Hindûlar'ı onların kurtuluşu için kanını döken îsâ'nın ahdine ortak yapmaktır. II. Vatikan Konsili sonrasında Hindu kültürü övülmeye, hıristiyan inancıyla Hindu kültürü arasında diyalogun sağlanması için çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Enkültürasyon teolojisi çerçevesinde Katolik teologlar. Hindu kültürüyle Hıristiyanlık inancının nasıl ulaştırılabileceği konusunda çalışmalar yapmışlardır. Bu arada bazı misyonerler Hindu Sannyasinler gibi giyinmeye, et yememeye, kuru zeminlerde yatmaya, Hindu ibadet elbiseleriyle ibadet etmeye başlamışlardır. Konsilin ardından geliştirilen bu plan çerçevesinde Hinduizm'den ve Hint kültüründen hıristiyan li-türjisine adapte edilecek alanlar şu şekilde belirlenmiştir: a) Hindu meditasyo-
362
HIRİSTİYANLIK
nu. ilâhi ve âyinleri, bunlarla ilgili jest, mimik ve dekorasyon gibi dış litürjik elemanlar; b) Çiçek, ışık, gün doğumu ve gün batımıyla ilgili tabiatla iç içe geleneksel Hindu âdetleri; c) Hindu kutsal metinlerinin litürjik okunuşu, okuyucunun hal ve tavırları, Vedalar'dan uygun metinlerin seçilmesi. Bu unsurların Hint Hiris-tiyanlığfna adapte edilmesi veya Hindu-izm'deki bazı unsurlarla Hıristiyanlıktaki unsurların uzlaştırılması için çalışmalar yapılmıştır. Meselâ Hıristiyanlık öğretisinin temelini oluşturan "Tann'nın beden-leşmiş kelâmı Mesîh" inancının karşılığı Hinduizm'de de aranmış, Tanrı Vışnu'nun hulul edip bedenleşmiş şekli (avatara) olan Krişna inancının Hıristiyanlık'taki Mesîh inancına tekabül ettiği sonucuna varılmıştır. Fakat Katolik Hindu litürjik unsurları üzerindeki bu enkültürasyon çalışmaları Hindûlar'ın tepkisine yol açmış. Hindular Hıristiyanlığın bu şekildeki faaliyetlerine devamlı olarak şüpheyle bakmışlardır.
3. Katolik-Budist Münasebetleri. Hıristiyanların Budistler'le ilk ciddi temasları Ortaçağ'da başlamıştır. Heretik olarak nitelendirilip baskı uygulanan Nestûrîler, Küçük Asya'dan Hindistan'ın ötelerine Orta Asya'ya kadar gitmişler, Nesturi papazları VII. yüzyılda İç Asya topraklarını geçerek Çin'e varmışlardır. Hıristiyanların Budistler'le daha sonraki ilişkileri Fran-sisken, Dominiken ve Cizvit misyonerleri vasıtasıyla olmuştur. Moğollar döneminde ilk Dominiken ve Fransisken misyonerlerinin açtıkları kapıdan diğer misyonerler Asya topraklarına akın etmişler, bunlardan birçoğu İç Asya'dan Çin'e kadar varmışlardır. Onların faaliyetleri neticesinde Hıristiyanlığa girenlerin sayısı artmış. Pekin'de ve Çin'in diğer büyük şehirlerinde piskoposluklar kurulmuştur. Daha sonra Cizvitler Hindistan'ın Goa şehrinde umumi misyon merkezini kurmuşlar. Hindistan halkına İncil'i öğretmeye başlamışlar ve sonuçta Goa Uzakdoğu'ya yönelik misyoner faaliyetlerinin merkezini oluşturmuştur. Portekizliler'in 1542'-de tesadüfen Japonya'nın Satsuma eyaletinin sahillerine uğramasının ardından ilk olarak Cizvit misyoneri Francis Xavier Japonya'ya gitmiş, ancak Japonca bilmediği ve Hıristiyanlık Japon kültürüne uygun olmadığı için Xavier Japon toplumunu hıristiyanlaştırmada pek başarılı olamamıştır. Hıristiyanların, Budistler'in ekonomik hayatları için tehdit oluşturması yüzünden Japon Budistleri de Hıristiyanlığa karşı tavır almışlardır. Katolik misyo-
nerleri, tamamen bâtıl inanç ve uygulamalardan ibaret bir putperestlik olarak gördükleri Budizm'i ilk zamanlarda ciddiye almamışlardır. Nihayet Katolik misyoneri A. Vıllion (ö. 1932) Japonya'ya gidince Kobe'de Şin Budist rahipleriyle temas kurdu. Budist inançlarını öğrenmeye koyuldu; Budizm'in litürjik yapısının Katoliklik'le benzerlikler taşıdığını tesbit etti ve bunları Hıristiyanlığa adapte etmeye çalıştı. Katolik misyonerlerine göre Budizm doktrin bakımından Hıristiyanlık'tan aşağıdadır; bir yaratıcı Tanrı fikrinden yoksun olup şeytanın dinidir. Kato-likler'in Budizm hakkındaki bu yaklaşımları II. Vatikan Konsili'nden sonra değişmiştir. Bu konsilde bütün diğer dinler gibi Budizm de övülmüş ve onun da hakikati arama yollarından biri olduğu belirtilmiştir. Nostra Aetate dokümanında Hinduizm'in ardından Budizm'le ilgili olarak şu İfadelere yer verilmiştir: "Budizm bu değişen dünyanın temel yetersizliklerinin farkındadır. Bu din, insanların dindar ve güvenilir bir ruh içinde mutlak özgürlüğe veya kendi gayretleriyle ya da yüce bir yardımla yüce aydınlığa ulaşabilecekleri bir yol öğretir." Aynı dokümanda, diğer dinlerle birlikte Budizm hakkında da Katolik kilisesinin bu dinlerdeki kutsal ve gerçek olan hiçbir şeyi reddetmediği, onlara saygıyla baktığı belirtilmiştir. II. Vatikan Konsili neticesinde belirlenen bu yeni strateji çerçevesinde Katolikler Budistler'le de diyalog arayışlarına girdiler. 1964 yılında kurulan Hıristiyanlık Dışı Dinler Sekreteryası'na 1971 'de Asya dinleri bölümü ilâve edildi. Bu bölüm, Budistler'le diyalogun imkânı ve alanları konusunda "Budizm'le Buluşmaya Doğru" başlıklı bir doküman hazırladı. Sekreterya Budistler'le pek çok diyalog toplantısı düzenledi. Ancak Katolik kilisesi, her ne kadar Budizm'i ve diğer dinleri insanlığın kurtuluşu arama yollan diye tanımlasa da mutlak kurtuluşun aracısı olarak îsâ Me-sîh'i tanımaktadır.
Sonuç olarak II. Vatikan Konsili dokümanlarına göre kurtuluşun evrensel aracısı (sakramenti) îsâ Mesîh'in bedenini temsil eden kilisedir. Vaftiz olup kurtuluşun tek aracısı îsâ Mesih'le ve dolayısıyla onun bedenini temsil eden kilise ile birleşme-yen kimsenin kurtuluşu mümkün değildir. Katolik kilisesi II. Vatikan Konsili öncesinde ilkel olarak gördüğü Yahudiliğin, İslâm'ın, Hinduizm'in ve Budizm'in müntesiplerini "Tann'nın evrensel kurtuluş planı"na katmış, bu dinlerin bugün hâlâ manevî fonksiyonları bulunduğunu kabul
etmiş, fakat Hıristiyanlığın tek gerçek kurtuluş dini olduğu iddiasından vazgeçmemiştir. Diyalogun hiristiyan öğretisi çerçevesinde "kurtuluş diyalogu" olduğunu açıklayan Papalık Dinler Arası Diyalog Konsili, "hıristiyan mesajının diğer kültürler içinde enkarnasyonu" anlamına gelen enkültürasyonu teşvik etmiştir.
BİBLİYOGRAFYA :
H. J. Schopes, The Jewish-Christian Argu-ment: A History of Theotogies in Conflict (trc D. E.Greerı), London 1961, s. 20-52; P. E. Lapi-de, ThreePopesandtheJews,NewYork 1967, s. 272-273; A. Gilbert. The Vatican Counciiand the Jews, The Wodd Publishlng Company, New York 1968, s. 107-108; L Trapp, A Hİstory of Jewish Experience, New York 1973, s. 138-140; R. Panikkar. The Intrareligious Dİalogue, New York 1978, s. XVIII; The Attitute of the Church Toıvards the Fotloıvers of the Other Religions, Reflectİons and Orientations on Di-alogue and Mission, Pentocost 1984;A. Kolatch. The Second Jeıvish Book of Why, New York 1985, s. 83-84; The Chrisüan Faith in the Doc-trinal Documents of the Catholic Church (ed. |. Neuner-I Dupuisj, London 1986, s. 285; P. F. Knİtter. No Other Name, A Crİtİcal Suruey of Christian Attitutes Toward the Worid Religions, MewYork 1986,5.82-84, 125-134,155-156; The Catholic Cathechism (ed. D. W. Wuerl v.dğr.), MewYork 1986, s. 91; N. R.Thelle, Budd-hism and Christianity in Japan From Conflict to Dİalogue, Honolulu 1987,5.5-7, 16,27,61-62, 74-77; R. Neudecker. "The Catholic Church and the Jewish People". Vatican II: Assesse-ment and Perspectiue (ed. R. Latourelle), New York 1989, ili, 282-283; S. R. Goel. Hİstory of Hindu Christian Encounter, Volce of India, Delhi 1989, s. 13-14, 326-327; J. P. Brennan, Christian Mission in a Pluralİstic World, Trow-bridge 1990, s. 7-14; M. Borrmans, Guidelines for Dİaiogue Betıveen Christians and Muslims (trc. R.M.Speight). Mew Jersey 1990; W. Mont-gomery Watt. Günümüzde İslâm ue Hıristiyan-tık(trc. Turan Koç), İstanbul 1991, s. 21; F. Arin-ze - J. Tomko, "Dİalogue and Prodamation: Ref-lections and Orientations on Interreügious Dİalogue and Proclamation of the Gospel of Jesus Christ", Bulletin: Pontifıcium ConsiliumPro Dialogo Inter Retigiones, sy. 77, \fetican 1991 (Ayrı basım); F. A. Sullivan. Saluation Outside the Church. New York 1992, s. 14-25, 69, 104, 171-173, 183; Vatican Council II: The Conciliar and Post Conciliar Documents (ed. A. Flan-nery), New York 1992, s. 357-358, 366-368, 738-742, 823-824, 913; H. Küng v.dğr., Christianity and the Wortd Religions: Paths ofDia-logue With İslam, Hinduism and Buddhism (trc. P. Heinegg). Finland 1993, s. 137,157,162-163, 283, 307; A. Shorter, Toıvard a Theology of Inculturatİon, New York 1995, s. 92-93; M. Dhavamony, "Theology of Religions", Foilous-ing Christ in Mission, Bombay 1995, s. 245-247; J. Lopez-Gay, "Proclamation", a.e., s. 91-95; Ali Isra Güngör, Vatikan, Misyon oe Diyalog, Ankara 1997, s, 128-129,157-158; N. Robinson. "Massignon, Vatican II and islam as an Abra-hamic Religion", İslam and Christian-Müslim Relations, 11/2, Birmingham 1991, s. 195; G. D'Costa. "Christian Theology and Other Reli-
363
HIRİSTİYANLIK
gions: An Evaluation of John Hick and Paul Knitler", Studİa Mİssionalİa, sy. 42, Roma 1993, s. 161;M.Dhavamony. "The Cosmic Christand World Religions", a.e., s. 179-225; M. L Fitzge-rald. "Other Religions in the Catechism of the Catholic Church", tstamochrbtiana, sy. 19, Roma 1994, s. 29. m
İKİ Baki Adam
VIII. İSLAM KAYNAKLARINA GÖRE
HIRİSTİYANLIK A) Kur'an ve Sünnet'te Hıristiyanlık.
İslâm öncesi diğer ilâhî dinlere olduğu gibi Kur'an ve Sünnet'te Hıristiyanlığa da çeşitli açılardan temas edilir; ancak bu dine doğrudan değil mensuplarının adı olan "nasârâ" kelimesiyle atıfta bulunulur. Hıristiyanlara mukaddes kitapları sebebiyle "ehlü'l-İncîr. kutsal gördükleri haç işaretinden dolayı "ehlü's-salîb" adı da verilir. Öte yandan ilâhî din mensuplarının ortak adı olan "ehlü'l-kitâb" terimine hıristiyanlar da dahildir (bk. M. F. Abdülbâki, el-Mu'cem, "naşârâ", "İncil", "ehl" md.leri; Wensinck, el~Muccem, "naşârâ", "İncil", "Şalîb" md.leri). Kur'an ve Sünnette Hıristiyanlığın muhtevasıyla ilgili olarak daha çok bu dinin peygamberi îsâ, onun getirdiği İncil ve bu dinde sonradan benimsenen ruhbanlık konularının ele alındığı görülür.
1. Hz. îsâ. Kur'ân-ı Kerîm'de Hıristiyanlık'la İlgili âyetlerde özellikle vurgulanan husus îsâ'nın beşer oluşudur. Âyetlerin pek çoğunda öncelikle îsâ'nın Allah'ın kulu ve elçisi olduğu belirtilirken beşeriye-tiyle ilgili tereddütlerin tamamen ortadan kalkması için bazı âyetlerde onun melekler tarafından Meryem'e müjdelenişi. Allah'ın kudretiyle Meryem'in ona hamile kalışı ve dünyaya gelişi anlatılır (Âl-i İm-rân 3/45-49; Meryem 19/16-29; el-Enbiyâ 21/91; et-Tahrîm 66/12). Ayrıca îsâ'dan bahsedilirken çok defa "Meryem oğlu îsâ" denmesi (bk. M- F. Abdülbâkl, ei-Mıfcem, ■"îsâ" md.} onun kulluğunu pekiştirmeye yönelik olmalıdır. Kur'an'da Hz. îsâ'nın beşerîliği defalarca zikredildiği gibi onun Allah'ın resulü (en-Nisâ 4/157, 171; el-Mâide 5/19; el-Hadîd 57/27; es-Saf 61/6) ve nebîsi (Meryem 19/30) olduğu da ifade edilir. Diğer peygamberlerden alındığı gibi îsâ'dan da Allah'ın risâletini tebliğ edeceğine dair kesin söz alındığı açıklanarak (el-Ahzâb 33/7) kendisine Allah tarafından vahiy gönderildiği (en-Nisâ 4/163; el-Mâide 5/117), bir hidayet ve öğüt vesilesi olmak üzere İncil'in verildiği (el-Mâide 5/46), ayrıca mucizeler ve Rûhulku-düs'le desteklendiği (el-Bakara 2/87,253) belirtilir, öte yandan Kur'an'da îsâ'nın be-
şikte iken konuşması (Âl-i İmrân 3/46; el-Mâide 5/110; Meryem 19/30), çamurdan kuş yapıp canlandırması, körü ve alacalıyı İyileştirmesi, ölüleri diriltmesi, insanların evlerinde yediklerini ve biriktirdiklerini bilmesi (Âl-i İmrân 3/49; el-Mâide 5/ 110), havarilerine gökten sofra indirmesi (el-Mâide 5/112-115) gibi olaylar da onun nübüvvetini ispat eden mucizeler arasında zikredilir.
Hz. îsâ'nın konumuyla doğrudan bağlantılı olarak üzerinde önemle durulan bir diğer husus da onun ulûhiyyetiyle ilgili yanlış inancın reddedilmesidir. Bu bağlamda Kur'an'da hıristiyanların sonradan oluşturduğu üç tanrı (teslîs) inancına karşı çıkılır, Allah'ın ulûhiyyeti ve birliği hatırlatılarak O'na çocuk nisbet edilmesinin tutarsızlığı dile getirilir (en-Nisâ 4/171; aş.bk.). Zâtın hulul ettiği üç sıfatlı bir ilâh, üç unsur (ekanîm-İ selâse) veya üç ilâh şeklinde anlaşılabilen (krş. Taberî, VI, 313; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-ğayb, XI, 116} teslîs inancına sahip olanların ya da îsâ'yı Allah'ın oğlu kabul edenlerin kâfir olduğu uyarısında bulunulur (el-Mâide 5/17, 72-73; et-Tevbe 9/30). Ayrıca çeşitli âyetlerde Allah'ın çocuk edinmeyeceğine ve bu tür İddiaların iftira olduğuna yer verilir (Yûnus 10/68; el-Kehf 18/4-5; Meryem 19/88-89; el-Enbiyâ 21/26; el-Mü'-minûn 23/91; el-Furkân 25/2). Bir âyette de Hz. îsâ'nın insanlara kendi ulûhiyyetini kesinlikle empoze etmediği bizzat onun ağzından aktarılır (el-Mâide 5/116).
Kur'an'da Hz. îsâ'nın doğumu dışında hayatına dair herhangi bir bilgi verilmemekle birlikte hıristiyan ilahiyatında önemli bir yeri bulunan çarmıh meselesine genişçe temas edilmektedir. Bu konuda hıristiyanların kesin bilgilerinin bulunmadığına işaret edilerek çarmıh hadisesinin gerçek olmadığı açıkça belirtilir. Ayrıca kişinin başkasının işlediği suçtan dolayı sorumlu tutulamayacağı ilkesiyle (el-En'âm 6/164; en-Necm 53/38-40) hı-ristiyanların kabul ettiği aslî günah inancının yanlışlığı da dolaylı olarak bildirilir.
Muhtelif hadis metinlerinde Hz. îsâ'nın Allah'ın kulu olduğu ve ulûhiyyetinin söz konusu edilemeyeceği belirtilir (meselâ bk. Müsned, I, 282. 296; III. 116, 244, 248; Buhârî, "Rikâk", 51; Tevhîd, 19, 36; Müslim, "îmân", 322, 326-329). Ayrıca mucizelerinden söz edilerek (Buhârî, "Tfefsîr", 17/5; Tirmizî, "Şıfatü'l-kıyâme", 10) onun peygamberliği üzerinde durulur. Öte yandan bazı hadislerde cennete girecek olanlar sayılırken Allah'a, resulüne ve âhi-rete inanmanın yanında îsâ'nın Allah'ın
kulu ve resulü olduğuna inanma şart da zikredilmiştir (Buhârî, "Enbiyâ'", 47; Müslim, "îmân", 46).
Hıristiyanların Hz. îsâ ile ilgili inançları hadislerde de eleştirilmiştir. Kıyamette hıristiyanlara neye taptıkları sorulunca "Allah'ın oğlu Mesîh'e" diye cevap verecekleri, bunun üzerine onlara Allah'ın eşinin ve çocuğunun bulunmadığının bildirileceği haber verilmiş (Buhârî, "Tevhîd", 24; "Tefsîr",4/8; Müslim, "îmân", 302), ayrıca Hz. Peygamber'in, ashabından, hı-ristiyanlann îsâ'ya yaptıkları gibi kendisini aşırı derecede övmemelerini istediği nakledilmiştir (Müsned, 1, 23, 24, 47, 55; Buhârî. "Enbiyâ"', 48; "Hudûd", 31). Yine bir hadiste Allah'ın kulu îsâ'ya rubûbiy-yet nisbet edilmesinin şirk olduğu belirtilerek (Buhârî, "Talâk", 18) dinde herhangi bir şekilde buna cevaz bulunmadığı açıkça ifade edilmiştir. Hz. îsâ'nın âhir zamanda nüzûlüyle ilgili hadislerin manen tevatür derecesine ulaştığı iddia edilmişse de (İbn Hacer, VI, 382-384) konu henüz ilmî tartışma çerçevesi içinde bulunmaktadır (bk. ÎSÂ).
Z. İncil. Bazı âyetlerde Hz. îsâ'ya hidayet, nur ve öğüt olmak üzere önündeki Tevrat'ı tasdik eden İncil'in verildiği doğrudan ifade edilirken (el-Mâide 5/46; el-Hadîd 57/27) diğer bazı âyetlerde Allah'ın îsâ'ya kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettiği açıklanır (Âl-İ İmrân 3/48; el-Mâide 5/110). Buna göre Hz. îsâ'dan hidayet ve irşad hayatında İncil'in yanında Tevrat'tan da faydalanması istenmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de îsâ'ya verilen tek İncil'den söz edildiği halde bugün Hıristiyanlarca kabul edilen dört İncil ve Ahd-i Cedîd'in diğer bölümleri zikredilmez. İnciller'in çokluğu ve farklılığı, muhtemelen çeşitli âyetlerde önceki mukaddes kitapların tahrifine yapılan vurgunun sebeplerinden biridir. Çünkü İslâm'a göre Hz. îsâ'ya adı İncil olan tek bir kutsal kitap vahye-dilmişken mevcut hıristiyan kutsal kitapları birden fazladır. Ayrıca Kur'an'daki bazı açıklamalardan İncil'in muhtevasının değiştiği de anlaşılmaktadır. Zira mevcut İnciller'de belirtilenin aksine Hz. îsâ'nın sadece bir peygamber olduğu (es-Saf 61/ 6) ve çarmıha gerilmediği (en-Nisâ 4/157) bildirilmektedir. Yine asıl İncil'de ümmî bir resulün geleceği yazılı olduğu hatde (el-A'râf 7/157) mevcut metinlerde bu husus yer almamaktadır. Hz. îsâ peygamberliği gereği kendisine vahyedilenleri bildirmiş (el-Mâide 5/117), bu hususta bir ihmali olmamıştır. O kavmini sadece Allah'ı rab olarak kabule ve O'na kulluk et-
364
HIRİSTİYANLIK
meye çağırmış (Âl-İ İmrân 3/51; Meryem 19/36; ez-Zuhruf 43/64), O'na ortak koşul-mamasını istemiştir (el-Mâide 5/72-73).
Hıristiyanları "ehlü'l-İncîf olarak niteleyecek kadar İncil'e önem atfeden Kur-'ân-ı Kerîm ayrıca kitabın muhtevasına işaret etmekte ve içindeki hükümlere uyulması konusunda onları uyarmaktadır (el-Mâide 5/47). Kur'an, hıristiyanla-rtn Allah'tan gelen kitaplara uymaları durumunda büyük nimetlere kavuşacaklarını, aksi takdirde doğru yoldan sapmış olacaklarını (el-Mâide 5/66,68). kendisine İncil gönderilen îsâ'ya tâbi olanların kalplerinde şefkat ve merhametin oluşacağını da (el-Hadîd 57/27) haber vermiştir. Öte yandan bütün dinlerde ortak prensiplerin Allah'a ve âhiret gününe İnanmak ve iyi davranışlarda bulunmaktan ibaret olduğuna ve tsâ'nın da Allah'a ortak koşanlara cennetin haram kılınacağını bildirdiğine işaret eden âyetler de İncil'in muhtevası hakkında fikir vermektedir (el-Mâide 5/69, 72). Ayrıca Allah yolunda can ve malın feda edilmesi karşılığında Allah'ın cenneti vaad ettiği hususunun Tevrat, İncil ve Kur'an'da yer aldığı kaydedilmektedir (et-Tevbe 9/111).
İman esaslarının dışında ibadetler ve ahkâmla ilgili olarak hıristiyanların nelerden sorumlu tutulduğu konusunda Kur'an'da bazı bilgilerin yer aldığı görülür. Hz. İsa'nın Musa'ya indirilen Tevrat'ı tasdik etmek, bununla beraber öncekilere ceza olarak konan bazı haramları kaldırmak üzere gönderildiği (Âl-i İmrân 3/50) ve İncil'de bildirilen emirlere uyulması istendiği (el-Mâide 5/47} dikkate alınırsa hıristiyanlara dinî hükümlerin de tebliğ edildiği anlaşılır. Ancak Kur'an'da bunlarla İlgili ayrıntılı bilgi verilmemekte, yalnızca Hz. îsâ'nın namaz ve zekâtla sorumlu tutulduğu (Meryem 19/31) ve genel olarak Ehl-i kitaba orucun farz kılındığı (el-Bakara 2/183) bildirilmektedir.
Bazı âyetlerde hıristiyanların kendilerine vahyedilenden farklı şeyler söyledikleri (en-Nisâ 4/171), verilen Öğütleri veya kitabın önemli bir bölümünü unuttukları (el-Mâide 5/14) ve ondaki pek çok şeyi gizledikleri (el-Mâide 5/15) belirtilir. Bu âyetlerin dışında Ehl-i kitabın kendilerine gönderilen mukaddes kitapları tahrif ettiklerine dair âyetler de vardır (el-Ba-kara 2/75,79, 85; Âl-i İmrân 3/78). SÖZ ko-nusu âyetler bir bütünlük içinde incelendiğinde bunlarla hıristiyanlardan çokya-hudilerin hedef alındığı söylenebilir. Bununla birlikte Ehl-i kitabın, insanlara açık-
lamak ve içinden hiçbir şey gizlememek üzere kendilerine verilen kitabı az bir dünyalık karşılığında sattıkları yolundaki eleştiriye (Âl-i İmrân 3/77, 187) hıristiyan din adamları da dahildir. Her ne kadar hıristiyanların bizzat kutsal kitaplarını tahrif ettikleri yönünde Kur'an'da açık bir beyan yoksa da yanlış inanç ve uygulamalarıyla ilgili ağır ifadelere bakılarak onların da dolaylı bir biçimde tahrifte bulunduklarını söylemek mümkündür (krş. Aydın, s. 17-19; Kaya, s. 190).
Çeşitli hadislerde Hz. îsâ'nın etrafındakilere Allah'ı anmalarını, aksi takdirde kalplerinin katılaşacağını ve Allah'tan uzaklaşacaklarını söylediği, ayrıca kendilerini rab yerine koyarak başkalarının günahları hakkında konuşmamalarını, yalnızca kendi durumlarıyla İlgilenmelerini, zorda bulunanlara yardımcı olmalarını ve afiyette iken Allah'a şükretmelerini tavsiye ettiği nakledilir (et-Muuatta\ "Kelâm", 8; "Şıfatü'n-nebî", 27). öte yandan bazı hadislerde Hz. Peygamber'in nübüvvetinin Hz. îsâ tarafından müjdelendiği gerçeğine yer verilir {Müsned, IV, 127-128; V, 262; Buhârî, "Tefsir", 61/1; Ebû Dâvûd, "Cenâiz", 58). Çeşitli rivayetlerde, yahudi-hıristiyan ayırımına gidilmeden Ehl-i kitabın peygamberleri aracılığıyla kendilerine gönderilen kitapları tahrif ettikleri, onları değiştirip kendi yazdıkları metinleri Allah katından gelmiş gibi gösterdikleri (Buhârî, "Şehâdât", 29; "İcti-şâm", 25), bir hadiste de Hz. îsâ'dan sonra İncil'in tahrif edildiği belirtilir (Nesâî, "Âdâbü'l-kudât", 12).
3. Ruhbanlık. Beşerî isteklerden ve dünya hayatından el çekme şeklinde tezahür eden ruhbanlık, daha sonra din adına söz söyleme yetkisine sahip bulunan rahipler zümresinde yoğunlaşmış, Hıristiyanlık'ta önemli bir konumu bulunan kilise otoritesiyle de belli bir hiyerarşi içinde müesseseleşmiştir. Kur'ân-ı Ke-rîm'de ruhbanlığın aslında Hıristiyanlık'ta bulunmayıp sonradan ihdas edildiği belirtilmiş, Allah'ın rızâsını kazanmak için bazı hıristiyanlarca başlatılan bu hareketin gereğinin tam anlamıyla yerine getirilmediği ifade edilmiştir (el-Hadîd 57/27). Ayrıca ruhbanlarca istismar edilen dinî otoritenin hıristiyan toplumu üzerindeki olumsuz etkilerine işaret edilerek yahu-diler gibi hıristiyanların da zamanla rahiplerini ve îsâ'yı kutsallaştırdıkları haber verilmiştir (et-Tevbe 9/31).
Konuyla ilgili âyetlerin bütünü incelendiği takdirde rahiplerin Allah'tan gelen
âyetleri gizleyerek kendi sözlerini öne çıkarmalarının, hıristiyanların da Allah'ın emirlerinden çok onlara uymalarının tenkit edildiği görülür. Yani eleştiri konusu edilen husus, rahiplerin İlâh kabul edilmesi veya kendilerine tapınılmasi değil konumlarının beşer seviyesinin üstüne çıkarılması ve onların da kendilerine verilmeyen yetkileri din adına kullanmış olmalarıdır (krş. Fahreddiner-Râzî, Mefâtîhu'l-ğayb, XVI, 37). Nitekim yahudi ve hıristiyan din adamları insanların mallarını haksız yere yedikleri gibi onları Allah yolundan da alıkoymuşlar (et-Tevbe 9/34), ayrıca Hz. Peygamber'Ie ilgili müjdeyi gizlemek suretiyle hıristiyanların İslâmiyet'i kabul etmelerini dolaylı olarak engellemişlerdir. Bununla birlikte aralarında büyüklük taslamayan ve müminlere sempati duyan rahipler de vardır {el-Mâide 5/82).
Kur'an ve Sünnet'te hıristiyanlık ilâhî dinlerden biri olarak kabul edilmiş, bu dinin mensupları yahudilerle birlikte Ehl-i kitap statüsü içinde değerlendirilmiş, diğer inanç sahiplerine göre onlara daha fazla yer verilmiş, bazı üstünlük ve farklılıkları vurgulanmıştır. Müslümanlar tarafından Ehl-i kitaba olumlu yaklaşılmasını isteyen Kur'ân-ı Kerîm (el-Ankebût 29/46), ilâhî kitapların aynı kaynaktan geldiği ve hepsine inanılması gerektiği üzerinde durmuştur (el-Mâide 5/68). Yine Kur'an'da, Ehl-i kitap içinde İslâm'a en yakın ve diyaloga en müsait bulunanların hıristiyanlar olduğu belirtilmiştir. Ancak Allah'ın elçilerine uyup onlara yardımcı olma yönünde kendilerinden kesin söz alındığı halde Ehl-i kitap bu ahidlerini yerine getirmemiştir. Ayrıca tarihî özellikler ve hukukî farklılıklar bir yana ilâhî dinler arasında değişmez ortak noktanın Allah'a ibadet, O'na hiçbir şeyi ortak koşmama ve insanları ilâhlaştırmama olduğu, bütün dindarların bu ilkelerde birleşmesinin gerektiği, aksi takdirde diyalog zemininin ortadan kalkacağı da vurgulanmıştır (Âl-i İmrân 3/64).
Hadislerde de Ehl-i kitaba yapılan çağrılarda Allah'ın birliği konusu üzerinde önemle durulmuş, ancak bunlar dinlerini terketmeye zorlanmamış, birlikte yaşamanın gereği olan beşerî münasebetlere özen gösterilmiştir. Kitap ve Sünnetteki temel prensiplerle Hz. Peygamber ve Hu-lefâ-yi Râşidîn'in uygulamalarını esas alan İslâm hukukçuları, kendi zamanlarındaki şartları da göz önünde bulundurarak müslümanlann gayri müslimlerle ve bu çerçevede hıristiyanlarla olan dinî-huku-
365
HIRİSTİYANLIK
kî münasebetlerini düzenlemeye çalışmışlardır {bk. GAYRİ MÜSLİM; GIYÂR). B) Kelâma Dair Eserlerde Hıristiyanlık.
İslâmiyet'in doğuşundan itibaren müslü-manlar diğer din mensuplarıyla ilişki kurmaya başlamış, fetihlerin genişlemesiyle bu münasebetler ferdî boyutları aşarak kültür ve inançların karşılaşması noktasına ulaşmıştır. Bu süreçte îslâmî disiplinler de gelişmiş, tevhid inancını savunma amacı çerçevesinde kelâm kitaplarında diğer ilâhî dinler üzerinde durulmuş, bu dinlerin İslâm'a uymayan İnançları tenkit edilmiştir. Meselâ Kâdî Abdülcebbâr. el-Muğnî adlı ansiklopedik eserinin V. cildinde Hıristiyanlığa geniş bir bölüm ayırırken Bâkıllânîef-TemMd'inde. Cüveynî de eJ-İrşâd'ında bu konuya temas etmişlerdir.
Kelâm kitaplarında hıristiyanların Ya"-kübîler, Nestûriler ve Melkâiyye olmak üzere üç mezhebinden bahsedilir ve bunların önemli görüşleri hakkında bilgi verilir. Bazı eserlerde Mârûniyye mezhebine de atıfta bulunulur. Bu mezheplerin hepsine göre yaratıcı Tanrı bir cevher ile baba, oğul ve Rûhulkudüs olarak adlandırılan üç asıldan (ekanîm-i selâse) ibarettir. Bu üç asıl cevher olma noktasında aynı, nitelikleri itibariyle ise farklıdır. Oğul babadan doğmuş değil, ruh da baba ve oğuldan çıkmış değildir. Baba ile oğul arasındaki ilişki nesebî bir bağ olmayıp kelâmın akıldan, alevin ateşten ve ışığın güneşten sudûru şeklindedir. Her üç mezhep oğu-lun Mesîh olarak adlandırılan bir şahısla birleştiği, bu şahsın insanlar için ortaya çıktığı ve çarmıha gerildiği hususunda görüş birliği içinde olmuş, ancak Mesih'in mahiyeti hakkında fikir ayrılığına düşmüştür. Bazıları onu kelâmın ve cismin birleşimi, bazıları tek başına kelime, bazıları da Meryem'in karnında yaratıldıktan sonra ceset haline gelen kelime şeklinde tanımlamış, ayrıca tesitsin unsurlarını bazıları zât, bazıları da sıfat kabul etmiştir. Mesih'teki ittihadın mahiyeti de tartışma konusu olmuş, imtizaç, hulul, yansıma veya mekân edinme şeklinde gerçekleştiği yönünde görüşler ileri sürülmüştür (Kâdî Abdülcebbâr, V, 80-84). Mesîh hakkındaki inançların tanıtımı dışında başta teslîs olmak üzere Hıristiyanlığın diğer bazı inançları da kelâm eserlerinde çeşitli açılardan eleştiriye tâbi tutulmuştur.
Kelâm âlimlerinin hıristiyanların ulû-hiyyet telakkisine yönelttiği asıl tenkitler bir beşer olan îsâ'nın ulûhiyyeti konusun-
da yoğunlaşmıştır. Yapılan istidlallerde yemesi içmesi, çocukluk ve erginlik devrelerini yaşaması, hem kendisinin Allah'a ibadet edip yalvarması hem de başkalarını O'na kulluk etmeye çağırması ve önceki peygamberlerin yolundan gitmesiyle îsâ'nın ilâh olamayacağı vurgulanmıştır. İslâm'ın İnanç esaslarını ispat etmek. Özellikle tevhid prensibini savunmak ve muhalif görüşleri reddetmek amacıyla ortaya çıkan kelâm ilmi, İslâmî ilimler arasında yabancı inanç ve akımlarla en fazla ilgilenen bir ilim konumuna gelmiştir. En büyük mücadeleyi, çok tanrılı sistemi benimseyen ve ayrıca nübüvveti inkâr edenlere karşı yapan kelâmcılar, tevhidi zedeleyen görüşleri ve bu görüşlerin yol açtığı tahrifler sebebiyle zaman zaman diğer ilâhî din mensuplarını da hedef almışlardır. Özellikle teslîs akîdesi ve Hz. îsâ'ya izafe edilen ulûhiyyet dolayısıyla kelâm eserlerine konu olan hıristiyanlar, Hz. Peygam-ber'in nübüvvetini tanımama noktasında da tenkide tâbi tutulmuştur.
Kelâm âlimleri, hıristiyanlara yönelttikleri eleştiriler sırasında meseleleri Kur-'an'da olduğu gibi önce mantıkî tutarlılık açısından ele almışlar, ardından mezheplerin çelişkili görüşlerini karşılaştırmışlardır. Ayrıca hıristiyan mezheplerinin temel konularla ilgili farklı görüşlerini incelemiş, gerektiğinde İnciller'den pasajlar aktararak bunlar hakkında yorumlar yapmışlardır. Ancak kelâmcılar hıristiyanların inanç esaslarını kısaca aktarmışlar, mezhepler dışında herhangi bir hıristiyan âlimin görüşüne doğrudan atıfta bulunmamışlardır. Kâdî Abdülcebbâr'm ei-Muğnfsi başta olmak üzere kelâm eserlerinde yapılan tenkitler, genellikle Allah'a cevher olma isnadı ile cevher ve uknumlar arasındaki ulûhiyyet ilişkisine dairdir. Hıristiyan ilahiyatının temelini oluşturan cevher ve uknumlar arasında bir zât-sı-fat münasebeti mi yoksa iki zât ilişkisi mi olduğu açık değildir. Uknumlar sıfat kabul edildiği takdirde kadîm sıfatların te-cessüm etmesi, zaman ve mekân şartlarını haiz olması problemi ortaya çıkmakta, diğer taraftan uknumların yanında cevherin ne işlev gördüğü sorusu açıkta kalmaktadır.
C) Reddiyelerde Hıristiyanlık. İslâm'ın
doğuşundan itibaren çeşitli din mensuplarıyla gerçekleşen temaslar zamanla artınca felsefî ve kültürel etkileşimin yanında dinî tartışmalar da yapılmaya başlanmış ve İslâm'a muhalif inançların reddedilmesi çerçevesinde diğer dinlere yönelik müstakil eserler ortaya çıkmıştır. Bu
arada teslîs gibi oldukça farklı esaslar İhtiva etmesi sebebiyle İslâm âlimlerinin en fazla teolojik polemiğe girdikleri din Hıristiyanlık olmuştur. Hıristiyanlıktan ayrılıp İslâmiyet'i benimseyen Ali b. Rabben et-Taberînin (ö. 247/86 i'den sonra) reddiye literatürünün önemli örneklerinden birini oluşturan er-Red hle'n-naşârâ adlı eseriyle bu telif türü başlamış, Ebû îsâ el-Verrâk (ö. 248/862) er~Red hle't-te§-İfş'te, Câhiz (ö. 255/869} er-Red 'ale'n-naşârâ ve'I-yehûd'da hıristiyan mezheplerinin teslîs anlayışlarını incelemiş, bunların yaklaşımları kendilerinden sonra gelen âlimlere kaynak teşkil etmiştir. İbn Hazm da el-Faşl adlı eserinde Hıristiyanlığa reddiye mahiyetinde bir bölüm ayırmış, yaptığı tenkitlerle önemli katkılarda bulunmuştur. Gazzâlî kendisine aidiyeti tartışmalı olan er-Reddü'1-ce-mü, Fahreddin er-Râzî Münazara ü'r-red cale'n-naşârâ, Ebü'l-Bekâ Salih b. Hüseyin el-Ca'ferîer-iîed caie'n-naşârâ, Şehâbeddin el-Karâfî el-Ecvibetü'1-iâhi-re 'ani'l-es'ileti'J-fâcire, İbnTeymiyye el-Cevâbü'ş-şahîh, İbn Kayyim el-Cev-ziyye Hidayetü'l-hayârâ, Abdullah et-Tercümân Tuhfetü'1-erîb adlı eserlerinde tenkitlerde bulunmuşlardır.
Osmanlı ulemâsından İbrahim Müteferrika Risâle-i İslâmiyye'de, Harputlu İshak Hoca Şemsü'l-hakika'da, Sırrı Paşa Nûrü'1-hüdâ îi'meni'stehdâ adlı eserinde teslîsi ve diğer bazı hıristiyan inançlarını eleştirirken Rahmetullah el-Hindî, K. G. Pfander'in Tevrat ve İncil'de tahrifin bulunmadığı konusunu içeren Mîzânü'l-hak adlı eserine karşı yazdığı İzhârü'l-hak adlı reddiyesinde önceki peygamberlere gönderilen kitapların tahrifi, nesih, teslîs ile Kur'an ve Hz. Muhammed'in nübüvveti gibi konulan ele almıştır. Çağdaş âlimlerden Muhammed Ebû Zehre de Muh,âdarât fi'n-Naşrâniyye adlı eserinde Hıristiyanlığın tarihçesi ve inanç esaslarıyla ilgili derli toplu bilgiler vermiş, İslâm dini açısından Hıristiyanlığı değerlendirmiştir. Reddiyelerde üzerinde durulan başlıca konular şunlardır:
1. Teslîs. Reddiyelerde öncelikle ele alınan konu, Hz, îsâ'ya izafe edilen ulûhiyyet vasfı ve bu sebeple oluşan teslîs anlayışıdır. Hıristiyanların Hz. îsâ'nın ulûhiy-yetiyle ilgili ortak yanlışları yanında Mel-kâîler, Ya'kübîler ve Nestûrîler'in farklı görüşlerine de cevap verilmiş ve teslîse delil olarak kullanılan İncil metinleri yorumlanarak ilk dönem konsillerinde şekillenen mevcut hıristiyan akîdesi tenkit edilmiştir. Reddiyelerin başında, genel-
366
HIRİSTİYANLIK
likle İslâm'ın tevhid inancıyla ilgili açıklamalara yer verilerek hıristiyanların üçlü bir ilâh anlayışı taşıdığı belirtilmiştir. Ayrıca Mesih'in konumuna dair hıristiyan telakkisi incelenerek hıristiyanların Mesih'i bir kul ve bir peygamber değil ezelî bir yaratıcı olarak kabul ettikleri, böylece kendi İnciller'ine dahi uymadıkları vurgulanmıştır (bk. ÎSÂ;TESÜS).
Reddiyelerde. Kur'ân-i Kerîm'den hareketle (en-Nisâ 4/157-158) hıristiyanlarca kabul edilen çarmıh hadisesinin gerçekleşmediği üzerinde de durulmuş ve çarmıh inancı kullanılarak îsâ'nın beşeriyeti ispat edilmiştir. Çarmıh ve katil olayının aktarıldığı haberlerin tevatür derecesine ulaşmadığı belirtilerek yahudilerin onu çok iyi tanımalarına rağmen hüviyetinin tesbiti için havarilerden yardım talebinde bulunmalarının (Matta, 26/15) bir karışıklık ve yanlışlığın meydana geldiğini gösterdiği ileri sürülmüştür. Ayrıca çarmıh ve katil hadisesiyle ilgili olarak İncil-ler arasındaki farklılıklara da dikkat çekilerek bu konudaki rivayetlerin karmaşıklığı vurgulanmıştır (Salih b. Hüseyin el-Ca'ferî, s. 72-76; Karâfî, s. 50-58). Bunun yanında rab ilân edilen îsâ'nın çarmıha gerilip öldürülmesinin aklen de kabul edilemeyeceği, çünkü kadîm bir varlığın yok olamayacağı, dolayısıyla çarmıha gerilme olayının doğruluğu halinde îsâ'nın ulûhiy-yetinden söz edilemeyeceği ifade edilmiştir (EbÛ îsâ el-Verrâk, s. 71-72; Fah-reddln er-Râzî, Münazara fi'r-red 'ale'n-naşârâ, s. 23-24).
2. Tahrif. Kur'an ve Sünnet'te yer alan, hıristiyanların kutsal metinlerini tahrif ettikleri yolundaki beyanlara paralel olarak reddiye yazarlarından bazıları, söz konusu kitaplardaki çelişki ve tutarsızlıklara işaret etmek suretiyle onların bütününün îsâ'ya vahyedilen orijinal metinler olmadığını göstermeye çalışmışlardır. Bu arada sadece tahrif konusunu ele alan reddiyeler de yazılmıştır. İmâmü'l-Hare-meyn el-Cüveynî bu hususta Şifâ'ü'1-ğa-lîl adlı bir eser kaleme almış, günümüzde de Şaban Kuzgun tarafından Dört İncil : Farklılıkları ve Çelişkileri adlı bir eser telif edilmiştir (yukarıdaki eserlerin baskıları için bk. bibi). Tahrif konusunu işleyen reddiye kitaplarında en çok İncil-ler'deki tenakuzlar üzerinde durulmuş, ayrıca hıristiyanların da bunları vahiy mahsulü olarak görmediklerine özellikle dikkat çekilmiştir. Zira İnciller'in farklı zamanlarda yaşayan Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından yazıldığı bütün hı-ristiyan mezheplerince kabul edilmekte-
dir. Hz. îsâ'nın tebliğ döneminde kendisine iman eden pek az sayıda kişinin uzun bir süre inançlarını gizlemeye mecbur kalmaları ve daha sonra da hıristiyanların 300 yıl baskı altında yaşamaları sebebiyle çok azı dışında orijinal İncil metni muhafaza edilememiştir (ibn Hazm, 11, 2-5; ayrıca bk. TAHRİF).
3. Tebşir. Reddiyelerde tebşîr konusu tahrif açısından ele alındığı gibi diğer din mensuplarına karşı Hz. Peygamber'in nübüvvetini ispat yollarından biri olarak da incelenmiştir. Müelliflerin bu konudaki dayanaklarını, Ehl-i kitabın Hz. Muham-med'i kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları (el-Bakara 2/146; el-En'âm 6/20), onun ismini ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları ve Hz. îsâ'nın İsrâiloğul-lan'na kendisinin Allah'ın elçisi olduğu, daha önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve sonra gelecek olan Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak gönderildiğine dair âyetle (es-Saf 61/6) bazı hadisler (Ebû Dâvûd, "Cenâ'iz", 58; bk. Wensinck, Miftâhu kûnûzi's-sünne, "Muhammed" md.) oluşturmaktadır. Kitâb-ı Mukad-des'te Hz. Muhammed'in nübüvvetinin haber verildiği, geçmiş peygamberlerin bu gerçeği ümmetlerine tebliğ ettikleri, ancak Ehl-i kitap âlimlerinin bu ifadeleri yanlış yorumladıkları, hatta tahrife varan değişikliklere başvurdukları sonucuna varan reddiye yazarları onların kutsal metinlerinde de bunu tesbit etmeye çalışmışlardır. Hz. Peygamber'in nübüvvetini müjdeleyen metinler ayrıca "Beşâirü'n-nübüvve" ortak adıyla telif edilen müstakil eserlerde de ele alınmıştır. Reddiye müelliflerine göre Yuhanna İncili'nde (14/ 26) Hz. îsâ'dan sonra geleceği haber verilen "teseliiri" (Faraklit) Hz. Muhammed, "onun öğreteceği her şey" de Kur'ân-ı Ke-rînVdir.YineYuhanna'da(14/16. 16/7.13) çeşitli vesilelerle söz konusu edilen kişi ile de Hz. Peygamber kastedilmiştir (Ali b. Rabben et-Taberî. ed-Dîn ue'd-deule, s. 184-185). Geleceği haber verilen Farak-lit'in "teselli edici, övücü" gibi sıfatlan Hz. Peygamber'in meşhur isimlerinin taşıdığı mânaya uymaktadır (Salih b. Hüseyin el-Ca'ferî, s. 124-125; Karâfî, s. 167-168). Bazı müellifler ise Yunanca bir kelime olan "Faraklifin Arapça'ya "Ahmed" olarak çevirilebileceğini, bunun da Saf sûresinde (61/6) Hz. îsâ'nın kendisinden sonra geleceğini müjdelediği Ahmed yani Hz. Peygamber olduğunu ifade etmişlerdir. Hz. îsâ'dan sonra Hz. Muhammed'in dışında belirtilen özelliklere sahip başka bir peygamberin zuhur etmemiş
olması da müjdelenen şahsın kendisi olduğunun diğer bir delilini oluşturur (Salih b. Hüseyin el-Ca'ferî, s. 266-269). Müellifler, Yuhanna İncili'nde geçen Farak-lit'in teslîs akidesini meydana getiren unsurlardan biri olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir (ayrıca bk. FARAKLİT).
BİBLİYOGRAFYA :
Râgıb Gl-İsfahânî, el-Müfredât, "nşr" md.; Li-sânü'l-'Arab, "nşr" md.; Tâcü'l-carûs, "rhb" md.; M. F. Abdülbâki, el-Muccem, "1sâ", "İncîl", "naşârâ", "naşrânî", "ehl" md.leri; VVensinck, el-Muccem, "naşârâ", "İncil", "Şaiîb" md.leri; a.mlf.. Miftâhu künûzi's-sünne, "Muhammed" md.; el-Muuatta\ "Kelâm", 8; "Şıfatü'n-nebî", 27; Müsned, I, 4-5, 23, 24, 47, 55, 203, 245, 246, 259, 262-263, 282, 296, 342, 374, 461; II, 22, 39, 83,121,154, 166,240,272,282,290, 298-299, 336. 394, 406, 411, 436, 437, 494, 513, 538, 540; III, 116, 244, 248, 368, 420; IV, 6, 7, 127-128, 217, 226; V, 13. 262, 292, 314; VI, 75; Dârimî, "Rİkak", 68; Buhâri. "Büyü1", 102, "Cihâd", 99; "Enbiyâ'", 47-49, "Hudûd", 31, "İstilân", 22, "Menâkıbü'l-enşâr", 52, "Mezâlim", 31, "ZebâMh", 4, 22, "Rikak", 51, "Tevhîd", 1. 19, 24, 36, "Şehâdât", 29, "fti-şâm", 25,-Ta'bîr". 33. "Fiten". 26, "Libâs". 68. "Tefsîr", 4/8, 5/13, 17/5, 61/1, "Zekât", 41, 63, "Talâk", 18; Müslim, "Fezâ'İI". 90, "Fiten", 34, 39, 110, 116, "Hac". 216, "îmân", 29, 31, 46, 71, 242, 243, 244, 245, 246, 247, 266, 267, 272, 273, 274, 275, 277, 302. 322, 326-329, "Selâm", 6, 13; İbn Mâce. "Fiten", 24, 28, 33, "Zühd", 37; Ebû Dâvûd. "Cenâ'iz", 58, "Melâhim", 12, 14, "Sünne", 1; Tirmizî. "Fiten", 21, 54, 59, 62, "Şıfatü'l-kıyâme", 10, "Tefsîr", 17/1, 59/3; Nesâî, "Adâbü'l-kudât", 12; Ali b. Rabben et-Taberî, er-Red 'ate'n-naşârâ (nşr A. Khalifa-W. Kııtsch. MUSJ, XXXVI | İ959I içinde), s. 119-148;a.mlf.. ed-Dîn ue'd-deole (nşr. Âdil Nüveyhiz), Beyrut 1402/ 1982, s. 137-187; Ebû Isâ el-Verrâk. er-Red 'ate't-teşltş (nşr. David Thomas, Anü-Chrİsttan Polemic in Early İslam içinde), Cambridge 1992, s. 66-82, 88-90, 110-112; Câhiz, er-Red 'ale'n-naşârâ (nşr. Abdüsselâm M Hârûn, ResâVü'l-Câfıi?içinde), Kahire 1399/1979, III, 328, 337-351; Taberî. Câmi'u'l-beyân, I, 318; II, 128-130; VI, 12-15, 158, 264, 313; VII, 289-292; X, 117; XVI, 81; Eş'arî. Matçâlât (Rİtter), s. 118, 306, 564; Mâtürîdî, Teıuîlâta'l-Kurıân, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, vr. 80"b; a.mlf., Kitâbû't-Teuhîd, s. 119-120, 210-214; Bâkıllânî. et-Temhiri (Ebû Rîde), s. 78-96, 113-117; a.mlf., e/-/n-şâ/(nşr. İmâdüddirt Ahmed Haydar). Beyrut 1407/1986,s. 192; İbn Fûrek. Mücerredü7-ma-Içâlât, s. 29, 153-154, 319; Kâdî Abdûlcebbâr, et-Muğnî, V, 80-136,146-I51;Sa'lebî. ttrâ'tsü7-mecâlis, s. 390; İbn Hazm, el-Faşt, I, 49-59; II, 2-5, 11 -27, 36, 49-51, 55.61 -62; Cüveynî. el-lr-şâd (Temîmh s. 64-68; a.mlf.,Şifâ'ü'l-ğaltt (nşr. Ahmed Hicâzt es-Sekkâ), Kahire 1399/1979, s. 39-57; Ebü'l-Yüsr et-Pezdevî. Uşûtû'd-dîn (nşr H. PeterLinss), Kahire 1383/1963, s. 19;Gazzâlî. er-Reddü'l-cemll (nşr Abdülazîz Abdiilhak Hil-mî), Kahire 1393/1973, s. 243, 257, 260-263, 266-270, 276-282; Nesefî. Tebşıratü'I-edilte (Salame),!, 112-118, 127-128,497-499; Sâbû-nî, et-Bidâye, s. 21-22; Fahreddin er-Râzî. Me-fâtîfru'I-ğayb, III, 105,177-178; VIII, 58-59, 67-
367
HIRİSTİYANLIK
69; XI, 100-102, 116. 188-189; XII, 50-51; XVI, 37, 41-42; XXII, 218-219; XXV, 196-197; XXIX, 245, 313-314; a.mlf.. Münazara fı'r-red 'ale'n-naşârâ (nşr. Abdülmecîd en-Neccâr). Beyrut 1986, s. 23-25; Salih b. Hüseyin el-Ca'ferî. er-Hed cale'n-naşârâ (nşr. M. Muhammed Hase-neyn), Kahire 1409/1988, s. 65-66, 71-76, 88-94, 124-125, 266-269; Karâfî, el-Ecuibetü't-fâ-hire'ani'l'es'iteti'l-fâcire, Beyrut 1406/1986, s. 19-27, 50-60, 84-87, 101-105, 165-168; Kur-tubî. el-Câmi\ XVI, 105; İbn Teymiyye, ef-Ceuâ-bü'ş-şahıh li-men beddele dîne'l-Mesih (nşr. Ali b. Hasan b. Nasır v.dğr), Riyad 1414, IV, 5, 76-80, 87, 93-94; İbn Kayyım el-Cevziyye. Hida-yetü 'l-hayârâ fi ecuibeti't-yehûd üe'n-naşârâ (nşr. AhmedHicâzîes-Sekkâ), Kahire 1407/1987, s. 170, 172, 219-222; İbn Kesîr, Tefsîrü'I-Kur-yân, 1,107,126-127, 589; II, 33-35,67,89,364; fil, 203. 477; IV, 142, 338, 384; İbn Ebü/I-İz. Şer-hu't-Tahauiyye (nşr. Ahmed M. Şâklr}, Kahire, ts., s. 430-432; Tteftâzânî. Şerhu'l-'Akâ'id (nşr. M. Adnan Derviş). Beyrut 1411/1991, s. 102, 211-214, 281; Abdullah et-Tercümân. Tuhfetü'l-erîb fı'r-red fatâ ehli'ş-şalîb (nşr. Ömer Vefîk ed-Dâûk). Beyrut 1408/1988, s. 185-202, 266-269; İbn Hacer. Fethu'l-bârî(Hatîb), VI, 382-384; Tecrid Tercemesi, VI, 532; Süyütî, ed-Dür-rü'i-menşûr, Beyrut 1403/1983, II, 733;Beyâzî-zâde, el-Uşûlü'l-mûnîfe U'l-lmâm Ebi Hanîfe (nşr. İlyas Çelebi), İstanbul 1416/1996; İsmail Hakkı Bursevî. Rûhu'i-beyân, İstanbul 1969, II, 346; Rahmetullah el-Hindî, Izhârü'l-hak (nşr. M. Ahmed M. Abdülkâdir), Riyad 1414/1994,
I, 151-157, 188, 202-203, 209-245; II, 359-366, 377-378, 384-385,457-459,493-494, 504-505, 576-577; III, 736-750; IV, 1185-1198; Harputlu İshak Efendi. Şemsü't-hakika, İstanbul 1278, s. 46-55, 91-96, 123-126, 132-133; Sırrı Paşa. Nûrü't-hûdâ, Diyarbakır 1310, s. 155-173;AbdülahadDâvûd,/ncî/oeSa/fb, İstanbul 1329,s.9-20,49; a.mlf.. Teumt oe İncil'e Göre Hz. Muhammed (trc. Nusret Çam), İzmir 1988, s. 189-190; İzzeddin Efendi, Hak ve Bâtıl (trc. Aamaî Yusuf Ziya Efendi, s.nşr. Osman Ci-lacî). Konya 1975, s. 33-35,45-55; İzmirli, Yeni Ilm-iKelâm, II, 233;Reşîd Rızâ, Tefsİrü'l-menâr, III, 316-317; VI, 474-475; IX, 176-179; Elmalılı. Hak Dini, IV, 2519-2520; Abdüllatîf el-Harpûtî, Tenkihu'l-ketâm, İstanbul 1330, s. 349-360; Ömer Nasuhi Bilmen. Muvazzafı İlm-i Kelâm, İstanbul, ts., s. 325-330; M. Ebû Zehre, Muhâ-darâtfı'n-Naşrâniyye, Kahire 1375/1966, s. 42-60, 105-107; Ahmed Hicâzîes-Sekkâ. e/-Beşâre bi-nebiyyi'l-!slâm fi't-Teurât ue'l-lncü. Kahire 1977, s. 259;MahmûdŞeltût. el-Fetâuâ, Kahire 1403/1983, s. 59-65; a.mlf.. "isa'nın Ref'İ" (trc. Ethem Ruhi Fığlalı), AÜİFD, XXIII (1978). s. 319-324; Ethem Ruhi Fığlalı. Kadıyanilik: Ahmediy-ye Mezhebi, İzmir 1986, s. 8-12; Süleyman Ateş, Yüce Kur'an'm Çağdaş Tefsiri, İstanbul 1989,
II, 49-56; Mehmet Aydın. Mûslümanlann Hıristiyanlığa Karşı Yazdığı Reddiyeler ue Tartışma Konuları, Konya 1989, s. 17-19,142-147,162-163; Keşmîrî, et-Taşrifı bi-mâ teuâtere fi nüzû-li'l-Mesth (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1412/1992; Remzi Kaya. Kur'ân-ı Kerim 'e Göre Ehli Kitap ue islâm, Ankara 1994, s. 190; Şaban Kuzgun, Dört İncil: Farklılıkları oe Çelişkileri, Ankara 1996, s. 305-342; İlyas Çelebi, İtikadı Açıdan Uzak ue Yakın Gelecekle İlgili Haberler, İstanbul 1996, s. 71-76, 98-100.
İKİ Mustafa Sinanoğlu
IX. LİTERATÜR
İslâmiyet'in Hıristiyanlık'la olan ilgisi Kur'an ve hadislerle başlamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de hıristiyanlar bazı yanlış inançları sebebiyle tenkit edilmiş, hadislerde de hem Kur'an'daki ilgili âyetlerin daha İyi anlaşılması doğrultusunda açıklamalar yapılmış, hem de Kur'an'da yer almayan bazı bilgiler veya mevcut bilgilere ait ayrıntılar ortaya konmuştur. Bunun sonucu olarak tefsir ve hadis literatürü, mûslümanlann Hıristiyanlık'la ilgili tavırlarının teolojik alt yapısını oluşturmakta vazgeçilmez kaynaklar olarak önem kazanmıştır. Hz. Peygamber döneminden itibaren mûslümanlann hâkimiyet kurduğu toprakların genişlemesine paralel olarak diğer dinlerle münasebetler dar çerçeveli boyutları aşmış, müslümanlarm söz konusu dinlere ait köklü medeniyet ve kültürlerle giderek artan bir yoğunlukta karşı karşıya geldiği bu süreçte gelişen İslâ-mî disiplinler içinde İslâm'ın diğer dinlere karşı tavrını ağırlıklı olarak kelâm İlmi üstlenmiştir. Böylece İslâm kültürünün Hıristiyanlık'la ilgisi tefsir, hadis ve kelâm kitaplarıyla yine genelde kelâmcılar tarafından kaleme alınan reddiyelerde ortaya konmuştur.
A) Tefsir Kitapları. Müslüman ilim adamları teslîs inancı, Hz.îsâ'nın Tanrı'nın oğlu ve rab olduğu iddiasının reddi, çarmıh hadisesi, tahrif ve Hz. Peygamberin nübüvvetinin Hz. îsâ tarafından müjde-lenmesi gibi konuları ele alarak görüşlerini öncelikle bu konulara dair Kur'an'da geçen bilgiler üzerine temellendirmiş-ler, bu bağlamda tefsir kaynaklan büyük Önem kazanmıştır. Kur'an'm diğer dinlerle ilgili mesajı İslâmî disiplinler arasında daha çok kelâm ilminin konusunu teşkil ettiği için Mâtürîdî'nin kelâmı yorumları ağır basan Te'vîlâtü'l-Kui'ân (Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40). Zemahşerî'nin el-Keşşâf ve Fahreddin er-Râzî'nin Mefâtî-hu'l-ğayb adlı dirayet tefsirleri, ayrıca Şiî müfessir Tabersî'nin ilgili âyetlere Şiî yaklaşımını ortaya koyan MecmaVJ-be-yân adlı eseri önemli kaynaklar arasında yer almaktadır. Öte yandan İbn Cerîr et-Taberî'nin Câmfu'i-beyân fi tefsîri'l-Kur'ân'ı ile İbn Kesîr'in Tefsîrü'l-Kur'â-ni'l-hzîm'] Hıristiyanlığa dair âyetlerin tefsirine yardımcı olan ve değişik görüşlerin bilinmesine imkân sağlayan pek çok rivayet aktarmaktadır.
Son dönem Mısır ulemâsından Reşîd Rızâ'nın Tefsîrü'l-Menâr'ı ilgili âyetlerin izahı yanında teslîs, tahrif, tebşîrat konularına hasredilmiş bölümler içermekte-
dir. Hintli müfessir Senâullah Amritsârî de Tefsîr-iŞenâ'î (Urduca, I-Vlll, Serko-da 1994) ve Tefsîrü'l-Kur'ân bi-kelâ-mi'r-Rahmân (Arapça, Gucranvâlâ, ts. [İdâre-i Ihyâü's-sünnel) adlı eserlerinde bilhassa Hıristiyanlık'la İlgili âyetlerin tefsirine ağırlık vermiştir. İbn Âşûr'un Kİ-tâb-ı Mukaddes'e atıflarda bulunduğu Tefsîrü't-tahrîr ve't-tenvîr'i de (1-XXX, Tunus 1984) konu açısından Önemli bir kaynaktır, önceki müfessirlerin Hıristiyanlığa dair âyetler hakkındaki görüşleriyle birlikte yeni yorumlar da ihtiva etmeleri sebebiyle Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'an Dili (I-X, İstanbul 1979) ve Süleyman Ateş'in Yüce Kur'an'm Çağdaş Tefsiri (I-XI, İstanbul 1988-1991) adlı eserleri önemli Türkçe kaynakları teşkil etmektedir.
B) Hadis Kitapları. Kütüb-i tis'a gibi başlıca hadis kaynaklarında doğrudan Hıristiyanlığa ayrılmış müstakil kitap veya bablar mevcut değildir. Her hadis mecmuasının kendi sistematiğine göre ilgili hadisler farklı kitaplarda sıralanmış olmakla birlikte Hıristiyanlığa dair hadisler genelde "îmân". Tevhîd", "Enbiyâ3", "Şı-fatü'n-nebî", "Şıfatü'l-kıyâme", "Fiten", "Melâhim", "Tefsir" vb. bölümlerde bir araya getirilmiş; "Âdâbü'l-kudât", "Büyü", "Cenâ'iz", "frişâm", "Libâs", "Mezâlim", "Rikâk". "Şehâdât". "TaW, "Zühd", "Hudûd" gibi bölümlerde de buna dair rivayetlere yer verilmiştir. Bunun yanında İbn Hacer el-AskalânrninFe/hu'J-Bâ-rî bi-şerhi Şahîhi'l-Buhârî ve Yahya b. Şeref en-Nevevî'nin el-Minhâc ü şerhi Şahîhi Müslim b. Haccâc adlı hadis şerhleri ve Türkçe'de Babanzâde Ahmed Naim İle Kâmil Miras'ın Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi konuyla ilgili hadisleri açıklayan önemli kaynaklardır. Muhammed Enver Şah el-Keşmîrfnin nüzûl-i îsâ'ya dair hadisleri bir araya getirdiği et-Taşrîh bimâ tevâtera ü nüzûli'î-Mesîh adlı eseri de (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde. Haleb 1412/ 1992) bu alanda müstakil çalışmalara bir örnek teşkil etmektedir.
C) Kelâm Kitaptan. Kelâm âlimleri klasik kelâm kitaplarında özel olarak Hıristiyanlık hakkında bilgi vermemişler, kesin deliller kullanıp muhaliflerin ileri sürdüğü itirazları reddetmek suretiyle dinî akideleri ispat ederken hıristiyanların bazı inançlarını da tenkide tâbi tutmuşlardır. Dolayısıyla bu âlimlerin bir başka din veya felsefî disiplinden bahsetmesi, ispat etmeye çalıştıkları inanç esaslarına ay-kın olan din veya düşünce mensuplarının
S68
HIRİSTİYANLIK
yanlışlarına işaret edip onlara cevap vermek şeklinde gerçekleşmiştir. Ayrıca ke-lâmcılarveya Ehl-i kitap'tan İslâmiyet'i kabul edenler tarafından bütünüyle bu konuya hasredilmiş reddiye türünde risâ-le veya kitaplar da kaleme alınmıştır.
İlk kelâm ekolü olarak kabul edilen Mu'-tezile mezhebinden günümüze çok az eser intikal etmiştir. KâdîAbdülcebbâr'm el-Muğnî fî ebvâbi't-tevhîd ve'l-'adl isimli külliyatının (nşr. Tâhâ Hüseyin - İbrahim Medkûrv.dgr., Kahire 1382-1385/ 1962-1965) V. cildinde Hıristiyanlık hakkında oldukça geniş bir bölüm yer almaktadır. Eserde Ya'kûbiyye, Nestûriyye ve Melkâiyye'nin teslîs ve ittihad anlayışları, Hz. îsâ'ya ibadet etmeleri eleştirilmiştir. Kâdî Abdülcebbâr ayrıca, daha küçük hacimli bir eser olan Şerhu'1-uşûli'l-tıam-se'de (nşr. Abdiilkerîm Osman, Kahire 1384/1965) bu inanç ve davranışları kısaca tenkit etmiştir (s. 291 -297). Bu hususta, günümüze hiçbir eseri intikal etmemiş olan Mu'tezilî âlim Ebû Ali el-Cübbâî*-nin görüşlerinden faydalanan Kadı Abdülcebbâr, Câhiz'in hıristiyanlara karşı yazdığı reddiyesinden de bazı iktibaslarda bulunmuştur.
Eş'arî geleneğine gelince. Ebü'l-Hasan el-Eş'arî Hıristiyanlığı sistemli bir şekilde ele almadığı gibi eserlerinde Hıristiyanlığa dair müstakil bir bölüm de yoktur. Ancak Eş'arî. Makâlâtü'I-İslâmiyyîn (nşr. HelmutRitter, Wiesbaden 1382/1963) adil eserinin çeşitli yerlerinde Hıristiyanlığa birkaç noktada işarette bulunmuştur (s. 118,306,564). Bâkıllânî. el-İnşâf adlı eserinde (nşr. İmâdüddin Ahmed Haydar, Beyrut 1407/1986) sadece Allah'ın sıfatlarıyla ilgili bölümde hıristiyanların hulul anlayışının yanlış olduğunu belirtmekle yetinmiş (s. 192), et-Temhîd'\n (nşr. MahmÛd M. Hudayrî - M. Abdülhâdî Ebû Rîde, Kahire 1366/1947) ilâhiyyat bahsinde de hıristiyanların Allah'ın cevher olduğu şeklindeki iddialarını (s. 78-81), teslîs (s. 81-86), ittihad ve hulul (s. 86-92), anlayışlarını bunlarla bağlantılı olarak onların Hz. îsâ'nın çarmıha gerildiği ve öldürüldüğü yolundaki telakkilerini (s. 93-96) tenkit etmiştir. Ayrıca Hz. Muhammed'in peygamberliğinin ispatı ve nübüvvetle ilgili hususlarda hıristiyanlara bazı eleştiriler yönelttiğini söylemekle birlikte bunlar İslâm'ın dışındaki inançlara toplu bir cevap mahiyetindedir (s. 113-117). İbn FûrekMücerredü makâlât (nşr. Daniel Gimaret, Beyrut 1986, s. 29, 153-154,319). İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî el-İrşâd (nşr. Es'ad Temîm, Beyrut 1405/1985, s.
64-68} ve Sa'deddin et-Teftâzânî Şer-hu'l-'Akö'idi'n-Nesefiyye (nşr. Muham-med Adnan Derviş, Beyrut 1411/1991, s. 102, 211-214, 281) adlı eserlerinde teslîs ve ittihad gibi anlayışları eleştirmekle yetinmişlerdir.
İmam Mâtürîdî, Kitâbü't-Tevhîd'inde (nşr. Fethullah Huleyf, Beyrut 1970-> İstanbul 1979) Hıristiyanlık İçin ayrı bir bölüm açmamışsa da tevhid bahsinde hıristiyanların teslîs anlayışını (s. 119-120), Mesîh'in tabiatı hakkındaki görüşlerini (s. 210-212) tenkit etmiş, Hz. îsâ'nın rab ve Tann'nm oğlu olduğuna İnanmalarının yanlış olduğunu belirtmiştir (s. 212-214). Mâtürîdrnin Hıristiyanlığa yönelttiği tenkitler, Hz. îsâ'nın statüsüyle ilgili belli başlı hususları ortaya koyup mantıkî tutarlılık açısından irdeleme şeklinde olmuştur. Mâtürîdî geleneğinden Ebü'1-Yüsr Pezdevî Uşûlü'd-dîn'de (nşr. Hans Peter Linss, Kahire 1383/1963. s. 19). Ebü'l-Mu-în en-NesefîTebşıratü'l-edille'öe (nşr. Claude Salame, Dımaşk 1990, s. 114-118, 497-499), Nûreddin es-Sâbûnî el-Bidûye fî uşûlî'd-dîn'öe (nşr. Bekir Topaloglu, Dımaşk 1399/1979 -»Ankara 1416/1995, s. 21-22), hıristiyanların teslîs ve ittihad anlayışlarıyla Hz. îsâ'yı Allah'ın oğlu kabul etmelerini eleştirmiştir.
Son dönem kelâmcılanndan Abdüllatif Harpûtî, Tenkihu'l'kelâm fî 'akö'idi eh-li'1-İslâm (İstanbul 1330) adlı eserinin ilâhiyyat bahsinde hıristiyanlann teslîs ve ittihad anlayışlarını tenkit etmiş, onların Hz. îsâ'yı Allah'ın.oğlu olarak nitelendirmelerinin yanlış olduğuna dikkat çekmiştir (s. 185-191). İzmirli İsmail Hakkı da Yeni îim-i Kelâm'mda{\-1\. İstanbul 1340-1343) teslîs inancına işaret etmek suretiyle Hıristiyanlık'tan bahsetmektedir (11, 233). Kelâm kitapları dışında Şehristânr-nin el-Milel ve'n-nihal"ı (nşr. M. Seyyid Kîlânî. Beyrut, ts., 1, 220-228), Fahreddin er-Râzfnin İHikâdötü hraki'l-müslimîn ve'1-müşrikîn (nşr. M. Mu'tasım-Billâh el-Bagdâdî, Beyrut 1407/1986. s. 115-119) adlı eserleri gibi mezhepler tarihine ait kitaplarda da Hıristiyanlık ve hıristi-yan mezhepleri hakkında kısa bilgiler verilmektedir.
Kelâm âlimleri, ilâhiyyat konularını İşlerken hıristiyanlann Allah'ın cevher olduğu şeklindeki inançlarından başlayarak teslîs akidesini ve bu akîde ile bağlantılı olarak onların ittihad. hulû! ve Hz. îsâ'nın çarmıha gerilmesi hadisesiyle ilgili inançlarını, zaman zaman hıristiyan mezheplerinin farklı görüşlerine de yer vererek eleştirmişlerdir. Aynı şekilde bu eserlerin
nübüvvât bahislerinde de hıristiyanlann kutsal metinlerinin tahrif edilmesi ve Hz. Peygamber'in nübüvvetinin kutsal kitaplarında haber verilmesiyle ilgili konulara temas edilmiştir.
D) Reddiyeler. Bu türün ilk örnekleri arasında yer alan Bişr b. Mu'temir'in (ö. 210/825) Kitâbü'r-Red 'ale'n-naşârâ'si. Kahtâbfye (ö. 329/940) ait er-Red 'ale'n-naşârâ (İbnü'n-Nedîm, s. 162, 342; Sezgin, 1,387) ve KâdîAbdülcebbâr'm Red-dü'n-naşârâ {Keşfü'z-zunûn. I, 838), İbn Cezle'nin Risale fi'r-red 'ale'n-naşâra'l-küffâr {Hediuyetü'I-1 arifin, M, 220} adli eserleri günümüze ulaşmamıştır (ayrıca bk. Keşfü'z-zunûn, I, 838; Aydın, s. 41-43).
1. Arapça Reddiyeler. Abdullah b. İsmail el-Hâşimî'nin (ö. 205/820) Risale ilâ 'Abdi'l-Mesîh İbn İsiıâk el-Kindî adlı eserinin (London 1880) zamanımıza kadar gelenler içinde Hıristiyanlık'la ilgili birkaç konuya birden temas eden ilk müstakil reddiye olduğu anlaşılmaktadır. Hâşimî eserinde. Halife Me'mûn'un(813-833) sarayında önemli bir âlim olan hıristiyan Abdülmesîh b. İshak el-Kindî'den teslise inanmaktan vazgeçerek müslü-man olmasını istemiş ve Hıristiyanlığın tutarsız yönlerine işaret etmiştir. Bundan dolayı risale daha çok bir davet üslûbu taşımaktadır (Aydın. s. 43-44). Hıristiyanlık'la ilgili pek çok noktayı İslâm awde-si açısından derli toplu bir şekilde ele alan ilk dönem reddiyelerinin en önemli örneğini, Hıristiyanlık'tan ayrılıp İslâmiyet'i benimseyen Ali b. Rabben et-Taberî'nin (ö. 247/861'den sonra) er-Red ıale'n-na-şârâ adlı eseri teşkil etmektedir (nşr. I. A. Khalife - W. Kutsch, Melanges de l'CJni-uersiteSaintJoseph, Beyrut 1959, XXXVI, s. 114-148). Taberî risalesinde hıristiyan-ların teslîs, Hz. îsâ'nın kulluğu ve tahrif konularına dair inançlarını, ayrıca Mesîh'in tabiatına dair telakkilerini ele alarak tenkit etmiştir. Hz. îsâ'nın mucizeleri ve peygamberliği üzerinde de duran Taberî, Hz. Muhammed'in nübüvvetini ve onun nübüvvetinin daha önceki kutsal metinlerde haber verildiği hususunu İspat için ed-Dîn ve'd-devle adlı bir eser daha kaleme almıştır (nşr. Âdil Nü-veyhiz, Beyrut 1393/1973). İlk döneme ait reddiyeler içinde, hıristiyanların İslâm'a karşı itirazlarının dokuz bölüm halinde cevaplandırıldığı Câhiz'in er-Red cale'n-naşârû ve'1-yehûd adlı eseri de(nşr. Ab-düsselâm Muhammed Hârûn, Resâ'ilü'l-Câh/z içinde, Kahire 1399/1979, III, 303-351) önemli bir yere sahiptir. Câhiz kitabında, Hz. îsâ'nın beşer oluşu ve onun Al-
369
HIRİSTİYANLIK
lah'ın oğlu ve tanrı olamayacağı hususu ile ittihad anlayışı üzerinde durmuş, İncil metinlerinin orijinal olmadığını ve İncil-ler'deki ihtilâfların izah edilemeyeceğini söylemiştir (in, 328).
İbn Hazm'ın el-Faşl adlı eseri (Kahire 1317-1321-> Beyrut 1406/1986), diğer din ve mezhepler hakkında bilgi veren genel bir çalışma olmakla birlikte Hıristiyanlığa dair bölümleri (1,48-65, 116-217:11,2-69} reddiye üslûbunda kaleme alınmış olup özellikle teslîs ve tahrif konularında diğer eserlere nisbetle daha bol malzeme ihtiva etmektedir. İbn Hazm'ın bu din hakkında verdiği bilgiler sistematik bir tarzda sunulmuş ve daha sonra yapılan çalışmalara bir zemin oluşturmuştur. Hıristiyanlık'taki teslîs anlayışının tutarsızlığına işaret eden müellif, Kur'an'dan hareketle çarmıh hadisesinde de hıristiyan-ların doğru bilgi sahibi olmadığını belirtmiştir. Öte yandan müslüman âlimler içinde Kitâb-ı Mukaddes'in tahrife uğradığına dair görüşler ileri sürüp bunu ispat etmeye çalışanlar olmuşsa da konuyu. İnciller'le diğer kitapların içerdiği çelişkileri tesbit etmek suretiyle ilk defa sistematik bir şekilde ortaya koyan âlim İbn Hazm olmuştur. İslâm tarihi boyunca Hıristiyanlık'taki belli başlı konulan ele alıp tenkit eden başka eserler de kaleme alınmıştır. İbn Teymiyye'nİn el-Cevâbü'ş-şa-hîh'i (nşr. Ali b. Hasan b. Nasır v.dğr, I-VI, Riyad 1414), İbn Kayyim el-Cevziyye'-nin Hidâyetü'l-hayârâ's\ (nşr. Ahmed Hicâzîes-Sekkâ. Kahire 1407), bir mühte-di olan Abdullah b. Abdullah et-Tercü-mân'ın Tuhfetü'l-erîb'i (nşr. Ömer Vefîk ed-Dâûk. Beyrut 1408/1988) bu çalışmalara örnek teşkil etmekle birlikte bunlar İbn Hazm'ın çalışmasını aşacak nitelikte değildir.
Son dönemde Hıristiyanlığın temel konularını sistemli bir şekilde ele alarak tenkit eden Rahmetullah el-Hindfnin /z-hârü'î-hakk'ı (nşr. Muhammed Ahmed Muhammed Abdülkâdir, I-IV, Riyad 1414/ 1994) daha sonraki çalışmalara tesir etmiş önemli bir reddiyedir. XIX. yüzyılda Hindistan yoğun misyonerlik faaliyetlerine mâruz kaldığı için Rahmetullah el-Hin-dî bu bağlamda pek çok tartışmaya girmiş, İzhârü'l-hakk'ı da hıristiyan K. G. Pfander'in Mîzânü'1-hak adlı eserine reddiye olarak yazmıştır. Rahmetullah, Urduca olarak kaleme aldığı eseri daha sonra Farsça'ya ve Arapça'ya da (İstanbul 1304/1886) tercüme etmiştir. Eser Ömer Fehmi ve Nüzhet Efendi tarafından İzhâ-rü'l-Hak Tercümesi adıyla Türkçe'ye
de çevrilmiştir (İstanbul 1972; daha geniş bilgi için bk. Aydın, s. 86-87; Özcan -Buzpınar, 111997|, s. 67, dipnot 16). Rahmetullah eserinde önceki peygamberlere gönderilen kitapların tahrifi, nesih, teslîs, Kur'ân-ı Kerîm ve Hz. Muhammed'in nübüvvetiyle ilgili konuları ele almıştır. Teslîs inancının yanlışlığını delillerle ispat etmeye çalışan Rahmetullah el-Hindî (fe-hârü't-hak, III, 736-750), son dönemdeki reddiye yazarları içinde Kİtâb-ı Mukaddes'in tahrifi konusunu en sistematik bir tarzda işleyen âlimdir. Müellif ayrıca Hz. Muhammed'in nübüvvetinin İnciller'de müjdelendiği hususu üzerinde de durmuştur (IV, 1185-1198).
İslâmiyet-Hıristiyaniık polemiğinde sadece teslîs konusunu ele alan Önemli reddiyelerden biri, Ebû îsâ Muhammed b. Hârûn el-Verrâk'ın (ö. 248/862) er-Red 'ale't-teşlîs adlı eseridir. Ebû îsâ el-Ver-râk reddiyesinde hıristiyan mezheplerinin teslîs anlayışlarını tek tek irdelemiş ve bundan dolayı eseri daha sonra gelen âlimler için önemli bir kaynak teşkil etmiştir. Kitapta Melkâîler, Ya'kûbîler ve Nestûrîler'in teslîs inancıyla ilgili olarak görüş birliği içinde oldukları ve ihtilâf ettikleri hususlar anlatılmış, ardından bu konular tahlile tâbi tutularak eleştirilmiştir (s. 66-68, 72-76, 80-82. 88-90, 1 10-112). Eser, David Thomas tarafından Anti-Christian Polemic in Early islâm Abü 'İsa al-Warrâq's "Against the Trinity" İçinde İngilizce tercümesiyle birlikte yayımlanmıştır (Cambridge 1992). Sadece teslîsi konu edinen reddiyeler içinde anılması gereken bir başka eser de Ya'küb b. İshakel-Kindî*nin(ö. 252/866 |?|) er-Red cale'n-naşârâ's\d\r. Bu reddiye Au-gustin Perier tarafından, Yahya b. Adî'-nin (ö. 364/975) ona verdiği cevaplar ve Fransızca tercümesiyle birlikte Revue de l'orient chreiien'de yayımlanmıştır (III, 22 [Paris 1920-1921|, s. 4-14).
İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynrnin Şi-fâ'ü'l-ğalîl adlı eseri yalnızca Kitâb-ı Mukaddes'in tahrifini konu edinmiştir. İncil yazarlarının ortaya koyduğu metinlerde birtakım değişiklik ve hataların bulunduğunu belirten Cüveynî (s. 39-41), eserinde tahrif konusuna örnek teşkil edecek çelişkilere dikkat çekmiştir (s. 41-57). Şi-fâ'ü'l-ğalîl önce. Michel Allard tarafından Textes apologetiques de Guwaini adlı çalışmanın 38-83. sayfaları arasında Fransızca tercümesiyle birlikte yayımlanmış (Beyrut 1968), daha sonra Ahmed Hi-câzî es-Sekkâ aynı nüshayı esas alarak eseri ikinci defa neşretmiştir (Kahire
1399/1979). Yalnızca Hz. Peygamber'in nübüvvetinin önceki kutsal metinlerde müjdelendiği hususunu ele alan eserlere. İskenderiyeli bir yahudi iken müslüman olan Saîd b. Hasan el-İskenderânî'-nin (ö. 720/1320) Mesâiikü'n-nazar iî nübüvveti seyyidi'I-beşer'i örnek verilebilir. Bu risale I. Goldziher tarafından neşredilmiştir (Saîd b. Hasan, Gesam-melte Schriften, Hildesheim 1969, III, 397-419; daha geniş bilgi İçin bk. Aydın, s. 77-78).
2. Türkçe Reddiyeler. Son dönem Os-manlı ulemâsından Harputlu İshak Hoca Şemsü'l-hakîka adlı eserinde (İstanbul 1278) hıristiyan mezheplerinin farklı teslîs ve ittihad anlayışları (s. 132-135). Hz. îsâ'nın tanrı olmadığı hususu (s. 122-123), çarmıh hadisesi (s. 91-96) ve tahrif konusu (s. 46-55) üzerinde durmuştur. Nûrü'I-hüdâ li-menistehdâ (Diyarbe-kir 1310| adlı reddiyesinde Sırrı Paşa, teslîs inancını ve hıristiyanların kutsal metinlerini tahrif etmiş oldukları hususunu vurgulamış, teslîs inancıyla ilgili olarak daha çok ittihad anlayışının tutarsızlığına işaret etmiştir. Rahip iken müslüman olan Abdülahad Davud'un İncîl ve Sa-lîb'ı de (İstanbul 1329 r./l913) özellikle tahrif konusuna hasredilmiş olup ayrıca Hz. Peygamber'in nübüvvetinin tebşîratı konusuna da temas edilmiştir. Tebşîrat konusunda yazılan önemli reddiyelerden biri de İbrahim Müteferrika'nın Risâle-i ZsJâmiyye'sidir (Halil Necatioğfu, Matbaacı İbrâtıîm-i Müteferrika ue Risâle-i Is-lâmiye içinde eserin tenkitli neşri yapılmıştır, Ankara 1982, s. 53-139). Aynı konuyu ele alan bir başka reddiye Ahmed Mid-hat Efendi'nin Beşâir-i Sıdk-ı Nübüv-vet-i Muhammediyye adlı eseridir (İstanbul 1317/1899). Ahmed Midhat Efendi, Ahd-i Atık ve Ahd-i Cedîd'deki kitaplardan birtakım pasajları delil olarak gösterip Hz. Peygamber'in nübüvvetinin daha önce müjdelenmiş olduğunu ispata çalışmıştır (diğer reddiyeler için bk. Mehmet Aydın, Müslümanların Hıristiyanlığa Karşı Yazdığı Reddiyeler ue Tartışma Konuları, Konya 1989; Hıristiyanlık ve misyonerlik faaliyetleri hakkında yazılan eserler için bk. Rahmetullah el-Hİndî, yayınevinin önsözü, s. X-XV1; bazı Türkçe reddiyeler için bk. Osmanlı Müellifleri, I, 339, 350; tebşîrat hakkında yazılan eserler İçin bk. Necatioğlu, s. 41-46; Emest Renan'a karşı yazılan reddiyeler için bk. Cündi-oglu, sy. 2 |1996], s. 1-94).
E) Günümüzde Yapılan Çalışmalar. 1. İslâm Ülkelerindeki Çalışmalar. TÜrkİye'-
370
HIRİSTİYANLIK
de gerçekleştirilen Hıristiyanlık'la ilgili araştırmalar arasında ilahiyat fakültelerindeki akademik çalışmaların önemli bir yeri vardır. Mehmet Aydın'm Müslümanların Hıristiyanlığa Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konulan (Konya 1989) ve Günay Tümer'in Hıristiyanlık'ta ve İslâm'da Hz. Meryem (Ankara 1996) adlı doçentlik tezleri, Ahmet Usta'-nın İbrahim Müteferrika'nm Risâle-i İslâmiyye'si, Eserin Dinler Tarihi Açısından Tetkik, Tahlil ve Günümüz Türk-çesine Çevirisi (1991, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), Mustafa Erdem'in Hz. Âdem (İlk İnsan) (Ankara 1992), M. Fatih Kesler'in Kur-'an'da Yahudiler ve Hıristiyanlar (Kur-'an'da Ehl-i Kitap) (Ankara 1993), Ali Er-baş'ın İlâhî Dinlerde Melek (1992. MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü), Remzi Kaya'-nın Kur'ân-ı Kerim'e Göre Ehl-i Kitap ve İslâm (Ankara 1994), Mustafa Sina-noğlu'nun Kitâb-ı Mukaddes ve Kur'ân-ı Kerîm'de Nübüvvet (1996, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü) adlı doktora tezleri bu akademik çalışmalara örnek teşkil etmektedir.
Günümüzde Hıristiyanlığın ana hatlarıyla ele alındığı müstakil eserler de yazılmış olup bunların bir kısmında, mevcut Hıristiyanlık'la bir tür mukayese için Kur-'an ve hadislerde takdim edilen Hıristiyanlık tasvir edilmeye çalışılmış, bazılarında da Hıristiyanlığın kendi kaynaklarına dayanılarak tanıtılması amaçlanmıştır. Mü-tevâlî Yûsuf Şelebfnin Edvâ* 'ale'l-Me-sîhiyye (Kuveyt 1968), Ziya Kazıcı'nın Kur'ân-ı Kerîm ve Garp Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık (İstanbul 1971), Dâ-vûd Ali el-FâdîITnin Uşûlü'l-Mesîhiyye kemâ yuşavvirühe'I-Kur'ânü'l-Kerîm (Rabat 1393/1973). Muhammed Ebû Zeh-re'nin Muhâdarât fi'n-Naşrânİyye (Kahire 1385/1966; T. trc. Akif Nuri, Hıristiyanlık üzerine Konferanslar, İstanbul 1978), Ahmad von Denffer'in Christians in the Qur'an and Sunna: An Asses-ment from the Sources to Help Define Our Reîationship (Leicester 1399/ 1979), Ahmed Şelebî'nin Mukârenetü'l-edyân el-Mesîhiyye (II, Kahire 1984), Abdülvâhid Han'ın "îsâ'iyet (Lahor 1987), Suat Yıldırım'ın Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık (Ankara 1988), Muhammed Ahmed el-Hâc'ın en-Naşrâniyye mine't-tevhîd ile't-teşîîş (Dımaşk 1413/ 1992) ve Mehmet Aydın'm Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık {Ankara 1995) adlı çalışmaları bu tür eserlerdendir.
Muhammed ŞefTin Mesîh-i Mev'ûd ki Pehçam (Karaçi 1975), Abdülkerîm Ha-tîb'in el-Mesîh fi'1-Kur'ân ve't-Tevrât ve'1-İncîl (Beyrut 1976}, Muhammed Atâurrahîm'in Jesus Prophet of islam (London 1977; T. trc. Kürşat Demirci, islâm Peygamberi Hz. isa, İstanbul 1985), Amadou Hampate Ba'nın Jesus vu par un musulman (Dakar 1993) ve Muhammed Abdülkâdir Halîl'İn Beşeriyyetü'l-Mesîh ve nübüvveti Muhammed fî nu-şûşi kütübi'l-hhdeyn (Riyad 1413/1993) adlı çalışmaları Kur'an ve hadislerde anlatılan Hz. îsâ ve hıristiyanların Hz. îsâ'ya dair telakkilerinin tenkidini konu edinmiştir. Muhammed İdrîs Kandehlevî Hayât-ı c/sâ (Lahor 1977), Muhammed RefT Os-mânî *Alâmât-ı Kıyamet aör Nüzûl-i Mesih (Karaçi 1412), Kamer Ahmed Os-mânî cAkide-i Hatm-i Nübüvvet aör Mesîh hleyhi's-selâm (baskı yeri yok, 1994 [Matbûât-ı İlmî)) ve Abdürreşîd Hatm-i Nübüvvet aör Nüzûl-i cîsâ 'aleyhi's-selâm (Lahor, ts.) adlı eserlerinde sadece Hz. îsâ'nın nüzulü konusunu ele almışlardır.
Hıristiyanların kutsal metinleri tahrif ettikleri hususu diğer kaynaklarda da ele alınmış olmakla birlikte Vezîrüddin'in ei-Bahşü'ş-şerîf fî işbâti'n-nesh ve't-tah-rîf (Delhi 1270/1854), Yahya Muhammed Ali Rabî*in el-Kütübü'l-mukaddese bey-ne'ş-şıhha ve't-tahrîf (Kahire 1415/1994) ve Şaban Kuzgun'un Dört İncil Farklılıkları ve Çelişkileri (Ankara 1996) adlı çalışmalarında sadece bu konu işlenmiştir.
İmdâd Sâbirî'nin Firengiyön ka Câl (Delhi 1949), Abdülmelik Half et-Temî-mfnin et-Tebşîr fi'1-minşıkati'l-halîci'l-ıArabî(Kuveyt 1982) ve İbrahim Ukkâşe'-nin et-Tebşîrü'n-Naşrânî fî cenubi Sû-dân vâdi'n-Nîl (Riyad 1402/1982) adlı eserleri, XIX. yüzyıldan itibaren yoğunlaşan misyonerlik faaliyetlerine karşı müs-lümanları uyarmak amacıyla kaleme alınmıştır (misyonerlik faaliyetleri hakkında yazılan diğer eserler için bk. Rahmetullah el-Hindî, yayınevinin önsözü, s. X-XVI).
Bazı eserlerde İslâmiyet ve Hıristiyanlık'ta Tanrı ve nübüvvet anlayışı, Hz. îsâ, Kur'ân-ı Kerîm ve Kitâb-ı Mukaddes gibi konular mukayeseli olarak incelenmiştir. Enver Baytan'ın Kitab-ı Mukaddes ve Kur'ân-ı Kerîm (istanbul 1966), Ülfet Azîzüssamed'in İslam and Christianity (Karachi 1970), Ahmed Hicâzî es-Sekkâ'-nın Allah ve şıfâtühû fi'1-Yehûdiyye ve'n-Naşrâniyye ve'1-İslâm (Kahire
1398/1978), AbdülganîAbbûd'üneJ-Me-sîh ve'1-Mesîhiyye ve'1-İslâm (Kahire 1984), Muhammed İzzed et-Tahtâvfnin en-Naşrâniyye ve'1-İslâm (Kahire 1407/ 1987), Muhammed Abdülkâdir Halil'in el-Münazaratü'l-kübrâ beyne'l-hllâme-ti'ş-şeyh Rahmetillâh ve'd-duktûri'l-Kıssîs Fander (Mekke 1410/1990), Münazara beyne'l-İslâm ve'n-Naşrâniyye [Kahire 1412), Ahmed Abdülvehhâb'ın el-Vahy ve'1-melâ'ike fi'1-Yehûdiyye ve'1-Mesîhiyye ve'1-İslâm (Kahire 1399/ 1979) ve en-Nübüvve ve'1-enbiyâ* fi'l-Yehûdiyye ve'1-Mesîhiyye ve'1-İslâm (Kahire 1413/1992), Muhammed Fazlur-rahman'ın islam and Christianity in the Modern VVorld (Delhi 1992), Mevlâ-nâ Muhammed Imrân'ın The Cross and the Cressent (Lahore, ts.| adlı eserleri bu tür çalışmalara örnek teşkil etmektedir. Katolik kilisesi tarafından II. Vatikan Konsili'nden (1962-1965) sonra dile getirilmeye başlanan iki din mensupları arasında diyalog çağrılarına müslümanlar tarafından da bir ölçüde ilgi gösterilmiş ve bu konuda bazı yayınlar yapılmıştır
(Yıldırım, s. 17-44; Küçük. s. 45-59).
Sırât-ı Müstakim, Sebîlürreşâd, Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası, Mecelletü'l-Menâr, Ankara Üniversitesi İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, el-Belâğ (Karaçi). Dîvân İlmî Araştırmalar, Hamdard Islamicus (Karachi), İslâmî Araştırmalar Dergisi (Ankara). Islamic Studies (Karachi), İstanbul Araştırmaları, el-Meşrik (Beyrut), Me-celletü'l-Ezher (Kahire), TTK Belleten gibi süreli yayınlarla Türkiye'deki ilahiyat fakültelerinin yayımladığı dergilerde Hıristiyanlık'la ilgili çeşitli konular hakkında makaleler bulunmaktadır.
Z. Batıdaki Çalışmalar. Batllllar'm İslâm dini üzerindeki çalışmalarında, Kur'an ve hadislerden başlayarak klasik eserlerde takdim edilen Hıristiyanlık ve müs-lümanların Hıristiyanlığa bakışı da değişik açılardan ele alınmıştır. Bu çalışmalardan bazılarını şöylece sıralamak mümkündür: Ragnar Eklund, Life Between Death and Resurrection According to islam (Uppsala 1941); M. Hayet, Le Christ de l'lslam (Paris 1959); Henri Michaud, Jesus selon le Coran (Paris 1960); Donald Roland Rickards, A Study of the Quranic References to 'îsö in the Light of Tafsîr and Hadîth (doktora tezi, 1969, Hartford Seminary Foundation); Heikki Raisânen, Das Koranische Jesusbuild: ein Beitrag zur Theologie desKorans (Helsinki 1971); Geoffrey
371
HIRİSTİYANLIK
Parrinder, Jesus in the Our'an (London 1977); DonVVismer, The Islamic Jesus: An Annotated Bibliography of Sources in English and French (New York 1977); Roger Amaldez, Jesus: fils de Marie, prophete de l'Isiam (Paris 1980); Jane Idleman Smith, Yvonne Yazbeck Haddad, The Isîamic Understanding of Death and Resurrection (Albany 1981); Giusep-pe Rizzardi, II Problema della cristo-îogia coranica (Milan 1982); Kenneth Crag, Jesus and the Müslim (An Expio-ration) {London 1985); Roger Arnaldez, Jesus dans la pensee musuîmane (Paris 1988); Neal Robinson, Christin islam and Christianîty (London 1991); J. D. McAuliffe, Our'ânic Christians an Analysis of Classical and Modern Exe-gesis (Cambridge 1991).
Batılı ilim adamları İslâmiyet'le Hıristiyanlığı mukayese eden çalışmalar da yapmışlardır. L. de Contenson'un Chretiens et musulmans (Paris 1901), Erdman Fritsch'in islam und Christentum im Mittelalter (Breslau 1930), J. Windrow Svveetman'ın islam and Christian The-ology (1-IV, London 1945-1967, bu eser lames S. Moon tarafından Sweetman 's İslam and Christian Theology adıyla özetlenmiştir, Birmingham JEngland), ts.) ve J. Jomier'in Bible et Coran (Paris 1964) adlı eserleri bu tür araştırmalara örnek teşkil etmektedir.
Özellikle Katolik dünyasında II. Vatikan Konsilİ'nden sonra ifade edilmeye başlanan diğer dinlerle Katoliklik arasındaki diyalog söylemi müslümanlara da yöneltilmiş ve bu konunun teolojik alt yapısını oluşturmaya yönelik çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmaların bazıları şunlardır: Orientations pour un dialogue entre chretiens et musulmans (Roma 1970); Y. Moubarac, L'Isiam etle dialogue is-lamo-chretien (Beyrut 1972-1973); Si-mon Jargy, islam et chrâtiente: les fils d'Abraham entre la confrontation et le dialogue (Geneva 1981); Jean-Paul Gabus, Ali Merad, Y. Moubadac, İslam et Christianisme en dialogue (Paris 1982); A. A. Powell, Contact and Contro-versy between islam and Christianity in Northern India (1833-1857): The Relations between Muslims and Prot-estant Missionaries in the North-VJest-ern Provinces and Oudh (doktora tezi, 1983, London School of Oriental and Af-rican Studies); G. Tartar, Dialogue isla-mo-chretien sous le calife al-Ma3mün (813-834) (Paris 1985); Christianity and the World Religion: Paths of Dialogue
with islam, Hinduism and Buddhism (Christentum und Weltreligionen) (ed. Hans Küng, İng. trc. Peter Heİnegg, New York 1986); Giulio Basetti Sani, L'Isiam et St. François d'Assise, la mission prophĞtique pour le dialogue (Paris 1987); Charles Kimball, Striving Toget-her İn the Way of God: Müslim Parti-cipation in Christian-Muslim Dialogue (doktora tezi, 1987, Harvard Divinity School); Maurice Borrmans, Orientations pour un dialogue entre chretiens et musulmans (Paris 1981; T. trc. E. Mehmet Ümit, Müslümanlarla Hıristiyanlar Arasında Diyaloga Yönelişler, İstanbul 1988); Roger Arnaldez, Trois messagers pour un seul dieu (Paris 1991); W. M. Watt, Müslim-Christian Encounters, Perceptions and Misperceptions (Lon-don-New York 1991).
Hıristiyanların araştırmalarını yoğunlaştırdıkları bir başka konuyu da müslü-manların Hıristiyanlığa yazdıkları reddiyeler oluşturmuş, reddiyelerin bir kısmı yayımlanmış, bazılarıyla ilgili olarak tahlî-lî çalışmalar yapılmıştır. I. S. Allouche'un ün traite de polĞmique chritiano-mu-sulmane au IXsiecle (Hesperis 1939, s. 123-155), Thomas Michel'in A Müslim Theologian's Response to Christianity (NewYork 1984), Jean- Marie Gaudeul'ün Encounters & Clashes islam and Christianity in History (l-II, Rome 1984), Da-vid Thomas'ın Anti-Christian Polemic in Early islam, Abü tlsâ al-Warrâq's "Against the Trinity" (Cambridge 1992), The Early Christian-Müslim Dialogue, A Collection of Documents from the First Three Isîamic Centuries (632-900 A.D.) Translations with Commen-tary (ed. N. A. Newman, Hatfield 1993), Seppo Rissanen'in Theoîogical Encoun-ter of Oriental Christians with islam during Early Abbasid Rule (Âbo 1993) ve Christian Arabic Apologetics during the Abbasid Period (750-1258) (ed. Samir Khalil Samir S- lorgen S. Nielsen, Leiden 1994) adlı eserleri bu tür çalışmalardan bazılarıdır.
Batı'da konuyla ilgili olarak çeşitli süreli yayınlarda pek çok makale yayımlanmaktadır. Bunların içinde önemli birkaç makale şöylece sıralanabilir: Ignaz Gold-ziher, "Ueber muhammedanische Polemik gegen Ahi al-kitâb" (ZDMG, XXXII [1878], s. 341-387); a.mlf., "Ueber die Euiogien der Muhammedaner" (a.g.e., L 11896), s. 97-128); Joshua Fınkel. "ARisa-la Of Al-JahİZ" (JAOS 119271, s. 311-334);
R. Caspar. "Bibliographie sur le dialogue
islamo-chretien" (Proche Orient ChrĞÜen, XVI 119661, s. 179-İ82); Roger Arnaldez, "Dialogue Islamo-Chretien et sensibilites religieuses" {Islamochristiana, III [1977], s. 107-175); A. A. Powell. "Maulana Rahmet Allah Kairanânî and Müslim-Christian Controversy in India in the mid-19th Century" (JRAS | 1976), s. 42-63); David Thomas, "TVvo Muslim-Christian Debates from the Early Shi'ite Tradition" {JSS, III 11988j. s. 53-80). Bunların dışında Arabi-ca, Bulletin of the John Rylands Li-brary, Deutsche Literatuizeitung, Die Welt des Islams, Encounter, The Greek Orthodox Theoîogical Revievs, Har-vard Theoîogical Review, islam and Christian-Muslim Relations, Islamic Studies, Jerusalem Studies in Arabic and islam, Journal of the Royal Asia-tic Society, Journal of Theoîogical Studies, The Moslem World ve Revue de Etudes Islamiques gibi süreli yayınlarda da çeşitli makaleler bulunmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA :
İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist(F\üge\), s. 162, 342; Cüveynî. Şifâ'ü'l-ğalîl (nşr Ahmed Hicâzîes-Sek-kâ). Kahire 1399/1979, s. 39-57; Keşfü'z~zunûn, I, 838; Rahmetullah el-Hindî. Izhârü'l-hak Tercümesi (trc. Ömer Fehmi - Nüzhet Efendi), İstanbul 1304/1886, yayınevinin önsözü, s. X-XVI, ayrıca bk. metin s. 10; Osmanlı Müellifleri, I, 339, 350; Brockelmann. GAL, I, 639; Hediyye-tü'I-1 arifin, II, 220; Sezgin. GAS. I, 387; Halil Necatioğlu, Matbaacı İbrâhlm-i Müteferrika ve R'tsâle-i Islâmiye: Tenkidli Metin, Ankara 1982, s. 41-46; Jean-Marie Gaudeul, Encounters & Clashes İslam and Christianity in History, Ro-me 1984,1, 341-351; II, 375-387; Mehmet Aydın. Müslümanların Hıristiyanlığa Karşt Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları, Konya 1989, s. 41-43; D. Thomas. Anü-Christtan Po-lemic in Early İslam Abü 'Isâ al-Warrâq's Aga-İnst the Trinity, Cambridge 1992, s. 31-50; Suat Yıldırım, "Kiliseyi İslâm İle Diyalog İstemeye Sevkeden Sebepler", Asrımızda Hıristiyan-Müslüman Münasebetleri, İstanbul 1993, s. 17-44; Abdurrahman Küçük. "Müslüman-Hıristi-yan Diyaloguna Genel Bir Bakış", a.e., s. 45-59; The Early Christian-Müslim Dialogue, A Collection of Documents from the First Three Islamic Centuries (632-900 A.D.) Translations with Commentary (ed. N. A. Newman), Hatfield 1993, s. 771-776; S. Rissanen. Theoîogical Encounter of Oriental Christians with İslam Dur-ing Early Abbasid Rule |baskı yeri yok] 1993 (Âbo Akademi), s. 241-274; R. Caspar. "Biblio-graphie sur le dialogue islamo-chretien", Proche Orient Chretien. XVI, Jerusalem 1966, s. 179-182; Dücane Cündioğlu. "Ernest Renan ve Reddiyeler Bağlamında lslâm-Bilim Tartışmalarına Bibliyografik Bir Katkı", Divân İlmi Araştırmalar, sy. 2, İstanbul 1996, s. 1 -94; Azmi özcan - Ş. Tufan Buzpınar, "Church Missi-onary Society İstanbul'da Tanzimat, İslahat ve Misyonerlik 1858-1880", istanbul Araştırmaları, 1, İstanbul 1997, s. 67, dipnot 16.
İm Mustafa Sinanoğlu
372
HIRKA
HIRKA
~l
Sûfîlerin ve tarikat mensuplarının giydikleri özel elbise.
Sözlükte "delmek, yırtmak" anlamına gelen hark kökünden türeyen hırka kelimesi "kumaş parçası, yamalık; yamalı ve eski elbise" demektir. Yamamak anlamındaki rak'a kökünden türetilen murakka' da hırka anlamında kullanılır (Kamus Tercümesi, III, 265-266,828). İlk dönemlerde zâhid ve sûfîlerin, tarikatların teşekkülünden sonra da tarikat mensuplarının zühd ve takva sembolü olarak giydikleri hırkanın şekli zamana, mekâna ve tarikatlara göre değişmiş ve pek çok çeşidi ortaya çıkmıştır.
I (VII) ve II. (VIII.) yüzyıllarda yaşamış olan bazı zâhidler yün ve çuhadan yapılan, "abâ" veya "sûr denilen kalın ve kaba elbiseler giymeye başlamışlardı. Bu onların dünyaya önem vermedikleri, nefislerinin rahatını düşünmedikleri ve gösterişten kaçındıkları anlamına geliyordu. Giydikleri elbise yünden (sûf) yapıldığı için genellikle "sûfî" ve "tasavvur kelimelerinin bu kökten geldiği kabul edilir. Sûfîlerin III. (IX.) yüzyılda hırka (murakka1) giydiklerini gösteren rivayetler vardır. Bişr el-Hâfî (ö. 227/841), hırka giyen bir topluluğu giydiklerinin manevî değerini bilmeleri ve hakkını vermeleri konusunda uyarmıştı. Hatim el-Esam da (ö. 237/851) hırka giyerdi. Bununla beraber ilk defa hırka giyen ve bunu müridlerine giydiren sû-fîninEbû Bekir eş-Şiblî{ö. 334/945} olduğu kabul edilir. Daha sonra İbn Hafifin hırka giymeyi âdet edindiği bilinmektedir. Hırka III. (IX.) yüzyıldan itibaren sûfî Çevrelerde hızla yayılmış, etrafında birtakım inanç, gelenek ve merasimler oluşmaya başlamıştır. Serrâc ve Ebû Tâlib el-Mekkî gibi ilk sûfî müellifler eski ve yamalı elbise giymenin önemine kısaca işaret etmişlerdir. Kuşeyrî, müridlerin göz önünde tutmaları gereken kurallardan bahsederken hırka konusuna da temas etmiş {Risale, s. 533, 534), daha sonra Hücvîrî aynı hususu Keşfü'l-mahcûb'da geniş bir şekilde ele almış (s. 125-138), ayrıca bu konuda Esrârü'i-hırak ve'1-müîevve-nöt adlı bir eser kaleme almıştır (a.g.e., s. 137). Hücvîrfden sonra hırka konusunu en geniş olarak işleyen müellif Sühre-verdî olmuştur CAuârif, s. 122-133).
Tasavvuf kaynaklarında Hz. Peygam-ber'in Ehl-i beytini abası altına alması, şair Kâ'b b. Züheyr'e hırkasını vermesi.
Kur'an'da Yûsuf sûresinde Hz. Yûsuf'un gömleğinden bahsedilmesi, hırka giymenin tasavvuf âdabı içinde yer almasına delil olarak zikredilir. Resûl-i Ekrem'in, hırkasının Veysel Karanfye verilmesini vasiyet ettiği yaygın bir inançtır.
Hırka genellikle "irade hırkası" ve "te-berrük hırkası" olmak üzere ikiye ayrılır. İrade hırkası mürid olanlara giydirilen hırkadır. Müridin şeyhin elinden hırka giymesi, şeyhinin kendisini dilediği gibi eğitme ve yetiştirme hakkına sahip olduğu, bu eğitimden beklenen faydanın elde edilmesi için müridin kayıtsız şartsız şeyhine bağlı kalmaya söz verdiği, yüklediği görevleri yerine getirmeyi kabul ve ona biat ettiği anlamına gelir. Şeyhin müride hırka giydirmesi (ilbâs-ı hırka) sırasında genellikle tekkede bir tören yapılması âdettir. Fakat uzak yerlerde bulunan mü-ridlere hırka şeyhin halifeleri tarafından da giydirilebilir.
Tasavvufa ilgi duyan ancak henüz bir tarikata intisap etmemiş kimselere giydirilen hırkaya "teberrük hırkası" denir. "Muhib kisvesi, muhib hırkası" gibi adlar da verilen bu hırkayı giyenlerin sûfîler-den feyiz alacağı, onların edebini takınacağı, sonuçta da müridlik hırkasını giyecek bir seviyeye yükseleceği beklenir (Sühreverdî, s. 114). Müridlik hırkasını giyenler için ileri sürülen şartlar teberrük hırkası giyenlerden istenmez; bunlara sadece şeriatın hükümlerine bağlı kalmaları ve sûfîler zümresine muhalefet etmemeleri tavsiye edilir. Teberrük hırkasını birden fazla şeyhten giymek de mümkündür, irade hırkası ise genellikle bir şeyhten giyilir. Ancak sülûkünü tamamlamadan mürşidi vefat eden bir derviş irade hırkasını intisap edeceği yeni şeyhten de giyer. Bazan sülûkünü tamamlayıp icazet alan şeyhler, daha yüksek mertebedeki bir şeyhten feyiz almak maksadıyla da hırka giyebilirler. Bu hırkaya da teberrük hırkası denir.
Tûsî, Cevöhirü'l-esrâr adlı eserinde bu iki hırkanın yanı sıra "tövbe hırkası, ve-lâyet hırkası, tasarruf hırkası" adlı üç hırkadan daha bahseder. Tövbe hırkası, tarikata girmeye niyetlenen taliplerin giydikleri bir hırka olup bunu giyenlerin dünyadan yüz çevirip âhirete yöneldikleri, geçmişlerinden pişmanlık duydukları ve daha iyi bir gelecek için hazırlık yaptıkları anlamına gelir. Velayet hırkası seyrü sülûkünü tamamlayan dervişlere giydirilen hırka olup buna "irşad hırkası, hilâfet hırkası, icazet hırkası" gibi isimler de verilir. Bu hırkayı giyen mürid, mürşidi hayatta
İken de vefat ettikten sonra da başkalarını irşad ve terbiye etmeye yetkilidir. Tasarruf hırkası ise şeyhin tövbe hırkasından sonra ve irade hırkasından önce talip için uygun gördüğü bir hırkadır.
Mürşid, velayet hırkasını giydirdiği müride irşada ehil olduğunu belirten, "icazetname" veya "hilâfetnâme" denilen yazılı bir belge verir. Bu belgede şeyh kimden hırka giydiğini ifade ederek tarikatın silsilesinin Hz. Peygamber'den itibaren hangi yolla kendisine intikal ettiğini belirtir, aradaki mürşidlerin isimlerini birer birer sayar. Daha sonra hırka giydirdiği müridinin adını kaydederek onun irşada ehil olduğunu söyler ve bazı takdire değer vasıflarını dile getirir.
Sûfîler ve tarikat ehli, özellikle semâ ve zikir meclislerinde "semâ hırkası" denilen özel kıyafet giyerler. Semâ meclisinde vecde gelen bir derviş bazan üzerindeki hırkayı çıkarıp atar, hatta bazan parçalayıp fırlatır. Bu davranışa "tarh-ı hırka, remy-i hırka, temzîk-i hırka" gibi isimler verilir. Vecd esnasında çıkarılıp parçalanan ve atılan hırkanın bir tür kutsiyeti olduğuna inanıldığı İçin bunun kime verileceği konusunda birtakım kurallar konulmuştur (Kuşeyrî, s. 533-534).
Hırkaya şekillerine göre "abâ, kisâ, fûta, hülle, bürde ferecî, bürde tennure, delk haydariyye" gibi isimler verilmiştir. Hırkanın genellikle mavi olması tercih edilir ve bu rengin çok kullanılması sebebiyle sûfî ve dervişlere "ezrakpûş" denildiği gibi tasavvuf için de "ezrakpûşr tabiri kullanılmıştır. Çok gezen ve ömürleri izbe yerlerde geçen dervişlerin mavi rengi tercih etmelerinin sebebi bu rengin kiri belli etmemesidir. Seyyid Burhâneddin Muhakkık'a. "Hırkanı ver yıkayalım" denilince, "Yine kirlenir" demiş, "Yine yıkarız" diyenlere de, "Biz bu dünyaya çamaşır yıkamak için gelmedik" karşılığını vermiştir. Mavinin tercih edilmesinin diğer bir sebebi de siyah gibi yas rengi olmasıdır. İzzeddin el-Kâşî mavinin ışıkla karanlık, sevinçle keder karışımı bir renk olduğunu, ışıkla karanlığın birleştiği rengin de mavi olduğunu söylemiştir. Kâşifinin Fü-tüvvetnâme'sinde, "Mavi semanın rengidir ve yükselişi simgeler" demesi de önemlidir. Mavi denizin rengi olarak da enginliği ve sonsuzluğu ifade eder.
Dervişler ve tarikat ehli arasında yeşil hırka giymek de yaygındır. Hatim el-Esam ölümün çeşitlerinden söz ederken yamalı elbise giymeyi "yeşil ölüm" diye niteler (Sülemî, s. 93). Peygamberlerin ekseriya bu rengi tercih etmeleri ve özellikle Hı-
373
HIRKA
zır (hadır) adının yeşil anlamına gelmesi, gayb alemindeki ruhanîlerin ve meleklerin yeşil giydiklerine inanılması bazı sûfî-lerin yeşil cübbe giymelerine, hatta tür-belerdeki sandukanın koyu yeşil renkte bir örtü ile örtülmesine sebep olmuştur. Cüneyd-i Bağdadî, İbn Hafif gibi bazı sû-fîler ise beyaz hırka giymeyi tercih etmişlerdir. Çünkü Hızır'ı görenler, onu çok defa beyaz bir elbise içinde gördüklerini söylemişlerdir. Ayrıca kefenin beyaz oluşu da bu rengin benimsenmesini gerektirmiştir.
Seyfeddin el-Bâharzî. dervişe en çok yaraşan rengin siyah olduğunu söyler ve bütün renklerin siyahta yok olduğunu belirtir. Siyah giyenlerin gecenin karanlığında kendilerini gizlemeleri, siyah olan göz bebeği gibi herkesi görüp kendi varlıklarını görmemeleri lâzım geldiğinden bu renge önem verilmesi gerektiğini ifade edenler de vardır. İbn Hafîf'e göre nefsini çile kılıcıyla öldüren sûfînin siyah giymesi gerekir. Fakat siyah hırka giymeyi mekruh sayan ve bunu Mecûsî âdeti olarak görenler de vardır. Kırmızı ve kızıl renkte elbise giyen bazı şeyhlere rastlanır. Ebû Saîd-i
Bir tarikat hırkası çizimi (Yahya Agâh, Fütüuoetnâme-i Esrâr-t Tâc, Süleymaniye Ktp., Nuri Arlasez, nr. 101, s. 130)
Ebü'l-Hayr bunlardan biriydi (Muhammed b. Münevver b. Ebû Saîd, s. 201). Kaİen-derîler arasında da kızıl giyenlere tesadüf edilmektedir. Tasavvuf ve tarikat ehli toprak rengi (hâki), bal rengi, boz ve alaca renkte hırkalar da kullanmışlardır.
Hırka kelimesindeki "hâ" haşyete, "râ" rızâya, "kâf" kahr-ı nefse, "he" de hidayete delâlet eder. Hırkanın bel kısmı sabra, yenleri havf ve recâya, iki yanı kabz ve basta, kemeri nefse muhalefet edip hâkim olmaya, yakası yakine, pervazı ihlâsa işarettir (Hücvîrî, s. 137; Ali M. Seccâdî, s. 208). Hırkaya yüklenen bu gibi anlamların en önemlisi onun dostluğun, barışın ve canlılara zarar vermemenin simgesi olmasıdır. Mutasavvıfların hırka konusunda söyledikleri dikkate alınınca tasavvufun anlam ve içeriğinin bütünüyle hırkaya yüklendiği görülür.
Tasavvuf büyükleri hırka giymenin bazı kuralları ve âdabı bulunduğunu, bunlara riayet edenlere kıyamet günü şeyhlerin şefaatçi olacağını, uymayanlara da düşman gibi davranacağını ifade etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki bazı sûfîler, nefislerinin istediği bir işi yapmaya mecbur kaldıklarında bir takva nişanesi olan hırkayı üstlerinden çıkarırlar. Bir kadına âşık olan Rûzbihân-ı Baklfnin, bu halin içinde iken hırka giymenin kurallarına aykırı hareket etmemek için hırkasını çıkardığı rivayet edilir.
Tarikatlar döneminde hırka giymeye büyük önem verilmiştir. Kıyafeti fazla önemsemeyen Nakşibendiyye'de bile hırka feyiz almanın yollarından biri olarak kabul edilir. Fütüvvet ehli hırka yerine daha çok şalvar kelimesini kullanırlar. Hırka giymeye karşı olan melâmet ehli içinde bile nefsi hor görmenin ve kınanmanın bir ifadesi olarak zaman zaman eski ve yamalı hırka giyenler olmuştur.
Hırka ve murakka' İbnü'l-Cevzî ve İbn Teymiyye gibi Selefi âlimler tarafından şiddetle tenkit edilmiş, bunun dinde yeri olmayan bir bid'at olduğu belirtilmiştir. İbn Haldun hırka giymenin tasavvufa Şiîlikten geçtiğini ileri sürmüştür (Mukaddime, II, 809). Hırka giyme âdetinin Hint dinlerinden veya hıristiyan ruhbanlığından ve keşişliğinden geçtiğini söyleyenler de vardır.
Gösteriş, şöhret ve istismar için hırka giyenlerin hırkanın anlam ve amacını bilmediklerini, tasavvufu kuru bir şekil ve merasim haline getirdiklerini söyleyen gerçek sûffler bunları ağır bir dille eleştirmişlerdir. Bugün geniş ölçüde bir hâtıra haline gelen hırka Türk kültüründe bir-
çok atasözü, deyim, fıkra ve menkıbeye konu olmuştur.
BİBLİYOGRAFYA :
Kâşânî, lşlıUihâtü.'ş*şûfıyye, "hırka" md.;Te-hânevî, Keşşaf, I, 487; Kamus Tercümesi, III, 265-266,828; Ebû Mansûr el-Abbâdî, $ûrtnâtne (nşr. Gulâm Hüseyn-iYûsufî), Tahran 1347 hş., s. 243; Sülemî, Tabaklat, s. 93; Hücvîrî. Keşfü'l-mahcûb (Uludağ), s. 125-138; Kuşeyrî, Risale (Uludağ),s. 533-534;Keykâvusb. İskender, Kâ-büsnâme. Tahran 1352, s. 256; Gazzâlî, İhya1, II, 267; Ahmed-İ Nâmeki-i Cami, Mlftâhu'n-ne~ cât (nşr Ali Fâzıl), Tahran 1347 hş., s. 296; Mu-hammed b. Münevver b. Ebû Saîd. Esrârü't-tev-fyld fi Makâmâü'ş-Şeyh Ebî Sa'îd (nşr. Zebî-hullah Safa), Tahran 1332 hş., s. 201; Ebü'n-Necîb es-Sühreverdî, Âdâbü'l-mürîdîn, Kudüs 1978, s. 49, 112; Sühreverdî. Auârif (Yılmaz -Gündüz), s. 112-133; İbnü'l-Cevzî, Telbisü İblis, s. 189-190; İbnü'l-Arabî, el-Fûtüh.ât, I, 208; IV, 524; İbn Teymiyye, Mecmû'u fetâvâ, XI, 83, 84, 88,91, 103, 510; Ebü'l-Mefâhir Yahya el-Bâhar-zî. Eurâdû'l-ahbâb oe fuşûsü'l-âdâb (nşı. îrec Efşâr), Tahran 1325 hş., s. 23, 42, 212; İbn Haldun. Mukaddime (nşr Ali Abdülvâhid Vâfî}, Kahire 1378/1957, II, 809; Tûsî, Cevâhirü'l-esrâr, Tahran 1352, s. 282; Hüseyin Vâiz-i Kâşifî. Fü-tüvuetnâme-i Sultanî, Tahran 1350 hş., s. 150-151; Zerrûk, Kavâcidü't-taşauvuf(nşi. M. Zehra en-Neccâr), Kahire 1388/1968, s. 96; Gümüşhâ-nevî, Câmi'u'l-uşûl, Kahire 1328, s. 65; R. Dozy, Dİctİonnaİre detaille des noms des vetements chez les arabes, Amsterdam 1845, s. 153-155; Hüseyin Sadeddin. İlm-i Tasaoouf, İstanbul 1341, s. 47-57; Şeybî, eş-$i/a, I, 455; Kasım Ganî, Tâ-rîh-i Tasavvuf der islâm, Tahran 1340, s. 166, 401; Abdülhüseyn-i Zerrînkûb. Dünbâle-i Cüs-tücû.derTaşauvuf-ifrân, Tahran 1366hş.,s. 14, 27; a.mlf.. £rziş-( Mirâş-i $ûftyye. Tahran 1369, s. 244; Ali M. Seccâdî, Câme-tZühd, Hırkta ve Hırka-Pûşî, Tahran 1369; Schİmmel, Tasavvufun Boyutları, s. 96,99, 206,244; Dihhudâ, Lu-ğatnâme, XII, 450-451; XXV, 202; Kasım Kufralı, "Hırka", /A, V/l, s. 449-450;J. LMichon, "Khir-ka", EI2{\n%.).V, 17-18.
Süleyman Uludağ
r
HIRKA-İ SAADET
~1
Hz. Peygamber'in
Topkapı Sarayı'nda
Mukaddes Emanetler Dairesi'nde
korunan hırkası.
J
Resûl-i Ekrem'in ashabından Kâ'b b. Züheyr'e hediye ettiği hırka olup bugün Topkapı Sarayı'nda sergilenmektedir. Yaygın olarak "hırka-i saadet" adıyla anılan bu hırkadan (bürd, bürde) başka Hz. Peygamber'in Veysel Karanî'ye verilmesini vasiyet ettiği söylenen bir hırka daha vardır. İstanbul-Fatihte bulunduğu camiye de adını veren bu hırkaya ise "hırka-İ şerir denilmektedir. Ancak tarihî kaynaklarda her iki ismin birbirinin yerine kullanıldığı da görülmektedir.
374
HIRKA-i SAADET
Hırka-î Saadet. 124 cm. boyunda geniş kollu, siyah yünlü kumaştan dikilmiş krem renginde yün astarlı bir hırkadır. Topkapı Sarayı kumaş uzmanları tarafından yapılan inceleme sonucunda hırkanın Hz. Muhammed devrine ait olduğu kanaatine varılmıştır. Hırka, Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılan iç içe iki altın sandıkta bohçalara sarılı olarak muhafaza edilmektedir. Zamanla yer yer harap olmuş bulunan hırkanın sağ ön tarafında 0,23 x 0,30 cm. ebadında bir parça ile sağ kolunda eksik bir kısım vardır. Hırka, mual-lakât-ı seb'a şairlerinden Kâ'b b. Züheyr'in 9 (630-31) yılında müslüman olduğu sırada huzûr-ı saadette okuduğu kaside dolayısıyla bizzat Hz. Peygamber tarafından şaire giydirilmek suretiyle hediye edilmiştir. Bu sebeple şiir daha sonra İslâm literatüründe Kaşîdetü'l-bürde, el-Bürde, Kaşîde-i Bürde (hırka kasidesi} adıyla meşhur olmuştur. Ancak İbn İshakve İbn Hişâm gibi ilk dönem tarihçilerinin eserlerinde sözü edilen olaya dair bilgi bulunmamaktadır. Bu hadise. İN. (IX.) yüzyıl müelliflerinden İbn Sellâm el-Cumahî ve İbn Kuteybe'nin şuarâ tabakatıyla ilgili eserlerinde kaydedilmekte, hırkayı Muâ-viye'nin satın aldığı ve halifeler tarafından bayramlarda giyildiği belirtilmektedir {7a-bafcâtü'ş-şu'arâ5, s. 47; eş-Şfrue'ş-şu'arây, I, 156). Muâviye hırkayı 10.000 dirhem gümüş karşılığında satın almak istemişse de Kâ'b buna rızâ göstermemiş, fakat Kâ'b'ın vefatından sonra mirasçılarından 20.000 dirheme satın almıştır. Hırka daha sonra Emevîler'e ve Abbâsîler'e intikal etmiş ve halifelerce önemli törenlerde giyilmiştir (İbnü'l-Esîr, II, 276; Süyûtî, s. 19). İbn Kesîr, çok meşhur bir husus olmakla birlikte bu bilgiyi kendisini tatmin edecek bir senedle bulamadığını kaydeder {el-Bidâye, IV, 373). Hilâl es-Sâbî. halifelerin cülus merasimlerini anlatırken onların Hz. Peygamber'in kılıcını kuşandıklarından ve omuzlarına onun bürdesi-ni aldıklarından söz eder {Rusûmü dâri'i-hilâfe, s. 90-91). İbn Reşîkel-Kayrevânî, Muâviye'nin bu hırkayı 30.000 dirheme satın aldığını belirtirken Resûlullah'ın Kâ'b b. Züheyr'e ayrıca 100 deve verdiğine dair bir rivayeti de kaydeder (el-'ümde, 1,11). Süyûtî, Muâviye'nin satın aldığı hırkanın Emevîler'in yıkılışı sırasında kaybolduğunu yazar {Târîhu'l-hulefâ*,s. 19). Zehebî ise Abbasî halifelerinin elinde bulunan hırkanın Ebü'l-Abbas es-Seffâh tarafından Eyle (Akabe) hâkiminden 300 dinara satın alınan hırka olduğunu belirtir. Re-sûlullah bunu. Tebük Gazvesi sırasında
Eyle halkına gönderdiği emannâme ile birlikte hediye etmişti (Târîhu'l-İslâm, s. 495).
Hırka-i saadet Moğol istilâsından sonra Bağdat'tan Mısır'a götürülmüş. Yavuz Sultan Selim 923'te (1517) Mısır'ı fethedince Mekke şerifi II. Berekât tarafından, sultana bağlılığının nişanesi olarak oğlu Ebû Nümey vasıtasıyla Kahire'ye gönderilen Mekke'nin anahtarlarıve diğer kutsal emanetlerle birlikte İstanbul'a getirilmiştir. Mısır'da Sultan Kansu Gavri'nin limanda elli adet gemide beklettiği büyük bir hazine ve mukaddes emanetlerin Yavuz Sultan Selim'in gönderdiği Kara Pîrî Paşa tarafından ele geçirildiğini ve bunların Mısır'ın fethi sırasında Yavuz'a teslim edildiğini söyleyen Evliya Çelebi bu arada iki hırkadan da söz eder {Seyahatname^, 123). Ancak Hz. Peygamber'e ait bir teşbihten bahsetmesi ve saydığı eşyaların bir kısmının halen mevcut emanetler arasında bulunmaması. Evliya Çelebi'nin anlattıklarından en azından bir kısmının doğru olmadığını akla getirmektedir.
Atâ Bey, Yavuz Sultan Selim'in kutsal emanetleri saraya getirdiğinde onların muhafazası için Has Oda (hâne-i hâssa) adı verilen özel bir mekân yaptırdığını söyler [Târih, I, 93). Ancak gerek Yavuz Sultan Selim dönemine gerekse daha sonrasına ait başka bir kaynakta bu bilgiye rastlanmamaktadır. Teşkilâtı Fâtih Sultan Mehmed tarafından kurulan Has Oda'nın binasını da büyük bir ihtimalle bu padişah yaptırmıştır. XVI ve XVII. yüzyıl Osmanlı kaynaklarında hırka-i saadet hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. 111. Murad'm hırka-i saadeti 0,57 x 0,45 x 0,21 m. ebadında altın bir mahfaza içine koydurduğu bilinmektedir. 1. Ahmed'in imamı Safî Mustafa Efendi Zübdetü't-tevârîh adlı eserinde verdiği bilgiye göre (TSMK. Revan Köşkü, nr. 1304. vr. 1283)
sultan Has Oda'daki tahtının üzerine bir raf yaptırarak hırka-i saadeti buraya koydurmuştur. IV. Murad da hırka-i saadeti, Evliya Çelebi'nin babası kuyumcubaşı Derviş Mehmed Zıllî Efendi'ye yaptırdığı murassa' bir taht üzerinde muhafaza ettirmiştir. Zübdetü't-tevârîh'ten öğrenildiğine göre (vr. 128") I. Ahmed zamanında mukaddes emanetlerin tamamı Has Oda'da değildi. XVI. yüzyıl çinileriyle kaplı olan bu oda 11. Mahmud döneminde restore edilmiş, yeni bir şömine eklenmiş, kubbe tezyinatı ve duvarların üst kısımları elden geçirilerek bütün bina mukaddes emanetlere tahsis edilmiş, bu arada kafes işi kapılar yapılınca hırka-i saadetin
konulduğu taht yeniden sanduka tarzı bir mahfazaya çevrilmiştir. Bu dönemlerde hırka-i saadeti korumakla görevli kırk has odalı mevcuttu. Bunların görevi odaları süpürmek, burada mevcut mushaf-lann ve diğer kitapların tozunu almak, buhur yakmak, gül suyu serpmek, altın ve gümüş eşyaları parlatmakve binanın tabanını yıkamaktı (Uzunçarşılı, s. 325, 455). Üçüncü avluya açılan kapının bulunduğu duvarın köşesinde buhur çekmek için kullanılan bir değirmen taşı, aynı duvarın diğer tarafında da süprüntülerin atıldığı bir kuyu vardı. Dört has odalı gece nöbeti tutarve Kur'an okurlardı [a.g.e., s. 32). Has Oda'nın korunması oda ağasının sorumluluğundaydı ve nöbeti yirmi dört saat sürerdi (geniş bilgi için bk. MUKADDES EMANETLER DAİRESİ)
Osmanlı sultanları hırka-i saadete hilâfet alâmeti olarak ayrı bir değer vermiş, ona yakın olmaya özen göstermişlerdir.
I. Ahmed'in gittiği her yere hırka-i saadeti de beraberinde götürdüğü bilinmektedir {a.g.e., s 256). II. Mustafa ve III. Ahmed dönemlerinde Has Oda görevlisi olan Silâhdar Fındıklılı Mehmed Ağa hırka-i saadet hakkında geniş bilgi vermektedir.
II. Mustafa hırka-i saadeti özel bir ara-
Has Oda'nın Vâsıf tarafından vapılan sedef kakmalı kapısı
375
HIRKA-i SAADET
Topfcapı Saravı'nda Hırka-i Saadet Dairesi'nln revaklı ön cephesi
bayla ramazan için gittiği Çatalca'ya götürmüş ve özel bir odada muhafaza ederek ramazanın on beşinde törenle ziyaret etmiştir. Saltanatına son veren ayaklanma meydana geldiğinde Edirne'ye giderken hırka-i saadeti yanına almayı ihmal etmemiştir (Nusretnâme, II. 45, 183).
III. Ahmed de hırka-i saadeti beraberinde bulundurmaya özen göstermiş, i 127'-de (1715) yaz aylarını geçirmek üzere Tersane Bahçesi'ne, kış aylarını geçirmek için Valide Sultan Sahilsarayı'na gittiğinde ve oğullarından birinin sünnet merasiminde hırka-i saadeti de yanında bulundurmuştur (Uzunçarşılı, s. 213. 338-339, 397).
IV. Murad kılıç kuşanma töreninin ardından Has Oda'daki hırka-i saadeti ziyaret ederek dua etmiştir (Evliya Çelebi, 1,227). II, Mustafa, tahta çıkacağını öğrenince Has Oda'ya giderek hırka-i saadetin önünde icra edilen dua merasiminden sonra saltanat elbiselerini giyerek kendisine yapılan biati kabul (Silâhdar, 1,4), daha sonra da her cuma hırka-i saadeti ziyaret etmiştir (a.g.e., I, 32).
Hırka-i saadetin savaş zamanlarında daha büyük bir önem kazandığı bilinmektedir. Bunun en kayda değer örneği III. Mehmed'in Eğri seferinde (1596) yaşanmış, savaş Osmanlılar aleyhine gelişmekte iken Hoca Sâdeddin Efendi etkili sözlerle padişahı yerinde tutmuş ve ona hırka-i saadeti giydirerek muhtemel bir hezimeti zafere dönüştürmüştür (Kâtlb Çelebi. Fezleke, 1.90). II. Mustafa, bütün se-
ferlerinde ordunun cesaretini arttırmak İçin hırka-i saadeti beraberinde taşımıştır {Silâhdar. 1,67, 183, 186). III. Ahmed de askerlerin moralini yükseltmek için hırka-i saadet ve sancak-ı şerifi yanına alırdı {a.g.e., II, 290). Yeni bir padişah tahta çıktığında sadrazam, şeyhülislâm, Dârüs-saâde ağası ve yüksek rütbeli görevlilerin biati Has Oda'da (Hırka-i Saadet Dairesi) gerçekleşirdi (Silâhdar, II, 187-189: Cevdet, IV, 237; Uzunçarşılı, s. 187).
Osmanlı döneminde hırka-i saadet etrafında teşekkül eden önemli geleneklerden biri de ramazanın on beşinci günü yapılan ziyarettir; eğer bu gün cumaya rastlarsa ziyaret cumartesi gününe bırakılırdı. Sultanlar Topkapı Sarayı'nı terkettik-ten sonra bile hırka-i saadet saray içinde kalmış, ya sultanın odasında ya da Sofa Köşkü'nde muhafaza edilmiş ve ziyaret törenlerine Hırka-i Saadet Alayı denilen bir tören eklenmiştir.
Ramazan ayının on ikinci günü başta padişah olmak üzere Has Oda ağaları mukaddes emanetleri Revan Odası'na taşıdıktan sonra her taraf süpürülür, gül suyu ile yıkanır, öd ve amber yakılır, böylece hırka-ı saadet ziyarete hazırlanırdı. Ramazanın on dördünde ziyaret merasimine katılacak olan devlet adamlarına davet tezkireleri gönderilirdi. Sadrazam ve davetliler, ertesi gün öğle namazından sonra Bâbüssaâde Önünde silâhdar ağa tarafından karşılanırdı. Sadrazam sağında silâhdar ağa, solunda Has Oda başı, şeyhülislâmın da sağında ve solunda birer Has Odalı ağalarla beraber çuhadar, rikâbdar. tülbent, anahtarve peşkir ağalan protokol sırasına göre hırka-i saadetin ziyaret edileceği yerde toplanıp imâm-ı evvel, imâm-ı sânî. Has Oda imamı ve pek çok müezzin ayakta Kur'an okurlar, padişah, şeyhülislâm, sadrazam ve diğer er-
kân hırkayı ziyaret ederlerdi. Akşama kadar süren bu törende yeniçerilere ve öteki ocaklılara baklava dağıtılır (Şem'dânî-zâde, II, 79), ilgililere rütbelerine göre hil-*at giydirilir, ziyaretçilere de üzerinde, "Hırka-i hazret-i fahr-i rusüle / Atlas-ı cerh olamaz pây-endâz //Yüz sürüp zeylini takbîl ederek / Kıl şefî-i ümeme arz-ı niyaz" gibi misraların yazılı olduğu çevreler verilirdi. Ramazan ziyaretlerinde hırka-i saadetin gümüş tahtı ve altın anahtarlı altın sandukası bizzat sultan tarafından açılır, yedi ipek kadife bohça içindeki hırka-i saadet çıkarılır, uçları su dolu bir kâseye hafifçe batırılarak ıslatılır ve bu su. dolu kazanlara taksim edilir, kazanlar-daki su ise içilmek üzere dağıtılırdı. I. Ahmed tarafından başlatılan bu âdet. sonraları hirka-i saadete zarar verdiği gerekçesiyle sadece bohçanın bir kısmı ıslatılmak suretiyle devam ettirilmiştir. Ancak II. Mahmud tarafından bunun yerine özel olarak hazırlanmış, üzerine hırka-i saadet hakkında bir şiir yazılmış tülbentlerin hirka-İ saadete sürülmesi ve bunların ziyaretçilere dağıtılması âdeti yerleştirilmiştir. Ziyaretin sonunda hırka-i saadet yine sultan tarafından yerine konulur, gelecek ramazana kadar açılmazdı. Önce Hz. Aişe'nin yanında bulunan, onun vefatı üzerine kardeşi Esma'ya intikal eden Re-sûl-i Ekrem'e ait bir cübbenin. Esma tarafından yıkanıp suyunun şifa için kullanıldığı (Mûsned, VI, 348; Müslim, "Libâs", 10) ve Ömer b. Abdülazîz'in özel bir odada muhafaza ettiği Resûlullah'a ait eşya içinde yer alan, onun ter kokusunun sindiği bir kumaşın talep üzerine ıslatılıp sı-kıimasıyla elde edilen suyun bir hastaya iyi geldiği (İbnü'l-Cevzî, el-Vefâ, II, 555-556) şeklindeki rivayetler, bu tür eşyanın şifa ve teberrük amacıyla kullanılması âdetinin sahabe ve tabiîn dönemine kadar indiğini göstermektedir.
Has Oda'da
hırta-i
saadetin
muhafaza
edildiği
gümüş
şebeke
ve altın
sanduka -
Topkapı
Sarayı
376
HIRKA-İ SAADET
Osmanlı sarayında belli günlerde yapılan hırka-i saadet ziyaretleri ve bu vesileyle düzenlenen Hırka-i Saadet Alayı zengin folklorik özellikleriyle asırlar boyunca toplumun temel dinamiklerinden birini teşkil etmiş ve bu törenlerle ilgili olarak pek çok müellif tarafından bilgi verilmiştir (meselâ bk. Esad Efendi, s. 30-33; Ah-medRâsim. II, 340-341; Ugaklıgtl. I, 176-177; II, 126-127; Pakalın, II, 805-806). Yahya Kemal'in 1921 Şubatında yazdığı şu satırlar, Türkler'in hırka-i saadete karşı beslediği derin saygının en güzel bir tezahürüdür: "Bu devletin iki manevî temeli vardır: Fâtih'in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim'in hırka-i saadet önünde okuttuğu Kur'an ki hâlâ okunuyor! Eskişehir'in, Afyonkara-hisar'ın, Kars'ın genç askerleri! Siz bu kadar güzel iki şey için doğuştunuz" {Aziz İstanbul, s. 120).
Saltanatın ilgası üzerine hem hırka-i saadet ziyareti, hem de Hırka-i Saadet Dai-resi'nde günün her saatinde Kur'an okunması âdeti kaldırılmıştır. Cumhuriyet'in ardından Tbpkapı Sarayı müze haline getirildikten sonra Has Oda 1962 yılına kadar ziyarete kapalı tutulmuş, bu tarihten sonra da hırka-i saadet ziyareti manevî derinliğinden yoksun turistik bir mahiyet kazanmıştır. 1980'de müzenin açık olduğu saatler içinde. Diyanet İşleri Başkanlığı Haseki Eğitim Merkezi Kıraat Bölümü'n-de ihtisas yapan hafızlar tarafından okunmak üzere yeniden Kur'ân-ı Kerîm tilâvetine başlanmıştır. Bu uygulama bazı teknik sebepler yüzünden sürdürülemeyin-ce 15 Mart 1991 tarihinde İstanbul Müftülüğü ile yapılan protokol gereği görev müftülüklerce seçilen yedi imam tarafından nöbetleşe yürütülmüştür. Hırka-i Saadet Dairesi'nde 25 Ekim I99ffdan itibaren yirmi dört saat boyunca Kur'an okuma uygulaması başlatılmıştır.
Asırlar boyunca gerek padişahlar gerekse müslüman halk tarafından büyük bir saygı İle korunan, Osmanlı töresi ve törenlerinde önemli bir yere sahip olan hırka-i saadet, bugün altın sırmalı yedi ipek kadife kumaşa sarılmış olarak üstten iki kanatlı bir altın çekmecede muhafaza edilmekte, bu çekmece de Sultan Abdülaziz döneminde yapılan altın bir sanduka içine yerleştirilmiş olarak Hırka-i Saadet Dairesi'ndeki bir gümüş taht üzerinde teşhir olunmaktadır.
Hırka-i Şerif. Hz. Peygamber'in bir diğer hırkası yine İstanbul'da Hırka-i Şerif Camii'nde muhafaza edilmektedir. Re-
Hırka-i şerif
sûl-i Ekrem'in vasiyeti üzerine Hz. Ömer ile Hz. Ali'nin Yemen'deki Karen köyüne giderek Veysel Karanfye hediye ettiklerine inanılan bu hırka (Ocak, s. 84-88) krem renginde yünlü bir kumaştan yapılmıştır. Yen ve yakalarında şemseli bordur motifleri bulunan hırka, geçmeli çark-ı felek deseni delikli dokuma şeklinde olup yer yer yıpranmıştır. Hırka-i şerif bugün sa-kal-ı şerif ve Veysel Karanîye ait kemer ve takke ile birlikte bir mahfaza içerisinde özel bir dairede korunmaktadır.
Veysel Karanî Sıffîn'de Hz. Ali'nin saflarında şehid olunca hiç evlenmediği ve evlâdı da olmadığı için hırka-i şerif kardeşi Şehâbeddin el-Üveysî'ye intikal etmiştir. Daha sonra Oveys ailesinin, Irakve Güneydoğu Anadolu bölgesinde ikamet ettiği dönemlerde burada sık sık meydana gelen çarpışmalar yüzünden huzuru kaçmış ve Zîver el-Üveysî zamanında kesin olarak bilinmeyen bir tarihte Kuşadası'na göç edip yerleşmiş, uzun müddet ziraatla meşgul olup aşiret halinde yaşamıştır. Ellerinde Hz. Peygamber'in hırkasının bulunması sebebiyle aileye karşı daima saygı gösterilmiş ve Üveysîler o bölgede dinî bir önem kazanmıştır. Daha sonra I. Ah-med'in isteği üzerine aile İstanbul'a gelmiş ve reisleri olan Şükrullah el-Üveysî"-nin Fatih civarındaki Yavuzselim'de kiraladığı evde İstanbul halkının hırka-i şerifi ziyaret etmesi sağlanmıştır. Bu ziyaretlerin her yıl artması üzerine önce I. Ab-dülhamid Fatih semtinde tek odadan ibaret bir hırka-i şerif dairesi yaptırmış, ardından Sultan Abdülmecid bir cami (Hırka-i Şerif Camii) inşa ettirerek (1851) hırka-i şerif burada muhafaza edilmeye başlanmıştır, özellikle ramazan ayının ikinci
yansında valide sultan tarafından burada ziyarete açılan hırka-i şerif, Osmanlı devlet erkânının Topkapı'daki hırka-i saadeti ziyaret ettikten sonra bu camiye gelerek hırka-i şerifi de ziyaret etmeleri geleneğini başlatmıştır. Ramazan ayının ilk haftasından başlanarak arefe gününe kadar halkın ziyaretine açık bulundurulan hırka-i şerif ziyaretleri için günümüzde herhangi bir resmî protokol mevcut değildir.
BİBLİYOGRAFYA :
Müsned, V|, 348; Müslim, "Libâs", 10; İbn Hişâm. es-Sîre2, II, 502-515; İbn Sellâm el-Cu-mahî, Tabakâtü'ş-şu'arâ, Beyrut 1402/1982, s. 47; İbn Kuteybe, eş-Şicr ue'ş-şu'arâ1,], 156; İbn Reşîk el-Kayrevânî, et-'ümde (rtşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1353/1934,1, 11; Sfibt. Ru-sümü dâri'l-hilâfe, s. 90-91; İbnü'l-Cevzî, et-Ve-fâ, II, 555-556; İbnû'l-Esîr. el-Kâmil, II, 276; Ze-hebî, Târîhu'l-lslâm: es-Siretü'n-nebeuiyye, s. 495; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 373; Süyûtî, Târî-hu'l-hulefâ'. Kahire 1371/1952, s. 19; Amiri, Behcetü'l-mehaftl, Medine, ts. (el-Mektebetü:l-ilmiyye), 1. 447-456; Safî Mustafa Efendi, Züb-detû't-tevârîh, TSMK, Revan Köşkü, nr. 1304, vr. 128°; Kâtib Çelebi. Fezleke, I, 90; Evliya Çelebi, Seyahatname, I, 227; X. 122-124; Silâhdar. Nusretnâme, I, 2, 4, 32, 67, 183, 186, ayrıca bk. tür.yer.; II, 45, 183, 187-189, 280, 290, 300, 388, ayrıca bk. tür.yer.; Şem'dânîzâde. Müri't-teuârîh (Aktepe). II, 79-80; Ayvansarâyî. Ha-dîkatü'l-ceuâmV, I, 52; Atâ Bey, Târih, I, 93; Cevdet, Târih, IV, 237; Teşrifât-ı Kadîme, s. 30-33; Ahmed Râsim. Menâkıb-ı Islâmiyye, İstanbul 1325, II, 340-341, 404; Ruşen Eşref [Onaydın], Ayrılıklar, İstanbul 1923, s. 60-62; Tahsin Paşa. Abdûlhamit ue Yıldız Hatıraları, İstanbul 1931, s. 126; İsmail Müştak Mayokon, Yıldızda Neler Gördüm, İstanbul 1940, tür.yer.; Reşat Ekrem Koçu. Topkapı Sarayı, İstanbul, ts., s. 86; Tahsin Öz. Hırka-i Saadet Dairesi oe Emanat-ı Mukaddese, İstanbul 1953; Mufassal Osmanlı Tarihi, İstanbul 1958,11, 767, 768; Ayşe Osma-noğlu, Babam Sultan Abdülhamîd (İstanbul 1960). İstanbul 1984, s. 96; Abdülbaki Gölpınar-lı. Alevî-Bektaşî Nefesleri, İstanbul 1963, s. 30; Yahya Kemal Beyatlı. Aziz İstanbul, İstanbul 1964,5. 113, 117, 120; Halit Ziya Uşaklıgil, Saray ue Ötesi. İstanbul 1965,1, 176-177; II. 126-127; Kemal Çığ, Relics of İslam, İstanbul 1966, tür.yer.; Sezgin, GAS, II, 230; Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, bk. İndeks; Ahmet Yaşar Ocak. Veysel Karanî ue Üueysilik, İstanbul 1982, s. 84-88; Abdûlhay el-Kettânî. et-Terâübü'l-idâriyye (Özel). I, 286-287; Şevket Gürel. Veysel Karanî ueHtrka-i Şerif, İstanbul 1997, s. 74-79; Kamil Yılmaz, "Ramazanda Htrka-i Seâdet Ziyareti", Nesil, 111/11, İstanbul 1979, s. 15-18; Zarif Orgun, "Topkapı Sarayı, Birinci Avlu, İkinci Avlu, Üçüncü Avlu (Enderun), Bu Bölümde Anlatılan Saray Teşrifatı", Sanat, sy. 7, İstanbul 1982, s. 35; Nebi Bozkurt, "Mukaddes Emanetlerin Tarihi ve Osmanlı Devletine İntikali", MÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 13-15, İstanbul 1997,s. 10-11, 16-17;Pakalın,II,805-809; Kasım Kufralı. "Hırka-i Şerif", İA, V/l, s. 450-452; Nurhan Atasoy. "KJiırka-yi SJıerif", £/2(İng.), V, 18-19; "Hırka", TDEA, IV, 217.
Iffl Nurhan Atasoy
377
HIRKA-İ SAADET DAİRESİ
F HIRKA-İ SAADET DAİRESİ *
L J
r
L
HIRKA-İ ŞERİF
(bk. HIRKA-i SAADET).
HIRKA-İ ŞERİF CAMİİ
İstanbul Fatih'te
Hz. Muhammed'in hırkasının
muhafaza edildiği cami.
""
J
~l
J
Fatih ilçesi Hırkaişerif semti Muhtesip İskender mahallesinde yer alan ve şehrin dinî folklorunda çok önemli bir mevkiye sahip bulunan bu cami ve müştemilâtı, Hz. Peygamber'in Veysel Karanî'ye (Üveys el-Karanî) verilmesini vasiyet ettiği söylenen (Ocak, s. 66-67, 84-88) hırkasının muhafazası ve ziyaret edilmesi amacıyla 1267 (1851) yılında Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılmıştır. Hırka-i şerif, Veysel Karanî'nin vefatından sonra kardeşinden devam ettiği rivayet olunan Üveysî sülalesince muhafaza edilmiştir. Bu sülâlenin, tesbit edilemeyen bir tarihte Zîver el-Üveysî'nin başkanlığında Irak'tan Batı Anadolu'ya gelerek Kuşada-sı'na yerleştiği, burada tarımla geçindiği ve sipahi sınıfına dahil olduğu nakledilmektedir. Cedleri Veysel Karanî'nin Türkler tarafından çok sevilen bir İslâm büyüğü olması, ayrıca ellerinde hırka-i şerif gibi mukaddes bir emanetin bulunması Üveysî sülâlesinin itibarını devlet ve halk nezdinde arttırmış, içlerinden sipahilerin yanı sıra birçok din âlimi de yetişmiştir (bk. HIRKA-i SAADET).
Hırka-i şerif, XVII. yüzyıl başlarında sülâlenin o tarihteki reisi Şükrullah el-Üvey-sî tarafından Sultan I. Ahmed'in fermanı gereğince İstanbul'a getirilmiştir. Bazı kaynaklarda Öveysîler'in Yavuzselim civarına yerleştikleri naklediüyorsa da Hadî-katü'l-cevâmi'deyer alan. halen Hırka-i Şerif Camii'nin kuzeydoğu yönünde Akseki Mescidi'nin karşısında bulunan bir evde ikamet ettikleri yolundaki bilgi daha doğru olsa gerektir. Nitekim aynı kaynakta, Sadrazam Çorlulu Ali Paşa'nın hırka-i şerifin muhafazası için kagir bir hücre ile bunun bitişiğine İmaret ve çeşme yaptırdığı belirtilmektedir. Günümüzde de aynı yerde Sultan Abdülmecid'in Üvey-sîler için yaptırdığı meşruta konak yer almakta, ayrıca konağın doğu yönündeki bahçe duvarı üzerinde Akseki Mescidi'nin
karşısında Çorlulu Ali Paşa'nın çeşmesi bulunmaktadır.
İstanbul'a yerleşen Üveysîler'in hırka-i şerifi önce ikametgâhlarında, XVIII. yüzyılın başlarından itibaren de Çorlulu Ali Paşa'nın inşa ettirdiği hücrede ramazan aylarında ziyarete açtıkları bilinmektedir. Hırka-i şerife ait İlk vakıf. Şeyh Osman üveysî'nin sülâlenin reisi olduğu III. Ah-med devrinde 1138'de (1725-26) tesis edilmiştir. I. Abdülhamid, 1194 (1780} yılında bugünkü caminin kuzeyinde avlunun sınırında bulunan küçük fevkanî hücreyi inşa ettirerek hırka-i şerif ziyaretini kolaylaştırmıştır. Küçük Hırka-i Şerif Dairesi veya Eski Hırka-i Şerif Odası olarak anılan bu hücre II. Mahmud tarafından 1227'de (1812) yenilenmiş olup bugünkü caminin tamamlanmasına kadar kullanılmıştır.
Sultan Abdülmecid, bu mübarek emanetin şanına lâyık bir cami ve ziyaret mahalli yaptırmaya karar verince çevredeki birçok bina istimlâk edilerek yıktırılmış, 1263 (1847) yılında başlayan inşaat 1267'-de (1851) sona ermiştir. Hırka-i şerifin muhafazasına ve ziyaretine mahsus birimlerin yanı sıra hünkâr mahfili ve geniş kapsamlı bir hünkâr kasrı ile donatılan caminin çevresinde, Üveysî sülâlesinin en yaşlı erkek ferdiyle ailesi için bir meşruta konak, bu kişinin reşid olmaması halinde kendisine vekâlet edecek olana mahsus vekil dairesi, hırka-i şerifi korumakla görevli bir bölük jandarma için kışla ve diğer görevliler için çeşitli odalar tasarlanmak suretiyle bir külliye meydana getirilmiştir.
Caminin kimin tarafından tasarlandığı kaynaklarda belirtilmemiştir. Üveysî sü-
lâlesinden Haşim Köprülü (ö. 1966), caminin planlanmasında İtalyan mimarların fikrinin alındığı yolunda bir rivayetten söz etmektedir. Aslında Hırka-i Şerif Camii'nin. Sultan Abdülmecid devrinde önemli kamu yapılarının, ayrıca padişah ve hanedan üyeleri tarafından inşa ettirilen binaların tasarımını tekelinde bulunduran Balyan ailesi fertlerinden birinin. Özellikle aynı yıllara ait Dolmabahçe Camii'nin mimarı Garabet Amira Balyan'ın eseri olması kuvvetle muhtemeldir. Gerek caminin gerekse çevredeki diğer yapıların mimarisi de bu ihtimali desteklemektedir
Hırka-i Şerif Camii'nin ve jandarma kışlası hariç camiyle bağlantılı yapıların bulunduğu arsa doğuda Akseki caddesi, güneyde Kadı sokağı, batıda Keçeciler cad-desiyle sınırlıdır. Doğudan batıya doğru eğimli olan arsayı kuşatan parmaklıklı çevre duvarları batı yönünde istinat duvarı niteliğine sahiptir. Arsanın merkezinde cami yer almakta, bunun kuzeyindeki avluya doğu ve batı yönlerinden iki kapı açılmaktadır. Camiyi yanlardan ve kıble yönünden kuşatan bahçe, çevre duvarla-rındakilerin eşi olan parmaklıklarla bahçeden ayrılmış, arsanın güneydoğu köşesinden bu bahçeye üçüncü bir kapı açılmıştır. Batıda ve güneydoğudaki kapıların caminin yan cephelerindeki hünkâr kasrı girişleriyle bağlantılı bulunduğu, asıl cümle kapısının doğudaki olduğu anlaşılmaktadır. Avlunun parmaklıklarla ayrılmış olan kuzey sınırında batı kapısından girince sağda Eski Hırka-i Şerif Odası, bunun arkasında görevlilere mahsus odaları barındıran tek katlı kanatla ab-dest muslukları yer alır. Meşruta konak, çevresindeki bahçesiyle arsanın kuzeyini
378
işgal etmektedir. Jandarma karakolu ise caminin kıble yönüne Kadı sokağının karşı yakasına yerleştirilmiştir.
Caminin âbidevî boyutlarda tasarlanmış olan avlu girişleri kesme köfeki taşı ile örülmüştür. Akseki caddesine açılan doğu kapısının yuvarlak kemeri, dor üslûbunda başlıkları olan gömme sütunlarla kuşatılmıştır. Kapıyı taçlandıran alınlığın ortasında yer alan ve içinde istifli celî sülüsle "kale aleyhi's-selâm" yazılı olan madalyon, kemerin üzerinde ise celî sülüsle, "Kim namazın kendi üzerine farz olduğunu bilirse cennete girer" ^ ^) ( i^jıji-i ^>\$ J» 4*ic öürtiiji mealindeki hadis yazılmıştır.
Keçeciler caddesine açılan batı girişi Çevre duvarının kavisli girintisinin içine alınmış, yanlarında yer alan kare kaideli gömme sütunlar akantus yapraklı tos-kan başlıklarla donatılmıştır. Alınlığın ortasındaki beyzî madalyonda "kâle'llâhu tebâreke ve teâlâ" ibaresi, kemerin üzerinde celî sülüs hatla, "Mektup Süleyman'dandır ve o rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla başlamaktadır" (en-Neml 27/30) mealindeki âyet yer alır. Kapının avlu cephesinde ise aynı türde bir alınlığın ortasında Sultan Abdülmecid'in tuğrası bulunmaktadır. Söz konusu kapıyı takip eden, arnavut kaldırımı kaplı rampanın yerine son yıllarda basamaklar yapılmıştır.
Kadı sokağına açılan güneydoğu kapısının tasarımı basık kemeri dışında doğu kapısı ile aynıdır. Buradaki alınlığın ortasında yer alan beyzî madalyonda istifli celî sülüsle "kale aleyhi's-selâm", kemerin üzerinde ise celî sülüsle "Bismillâhir-rahmânirrahîm her kapının anahtarıdır" (ı_>b jr^Lac f^^jA^-jH^affv^ ) mealindeki hadis yazılıdır. Avlu kapılarındaki üç kitabeden hiçbirinde imza bulunmamakla beraber, bunların camideki diğer yazıların hattatı olan Kazasker Mustafa tz-
zet Efendi tarafından yazıldığı bilinmektedir. İbnülemin Mahmud Kemal Son Hattatlar adlı kitabında Nurullah Pertev Bey'den naklen, güneydoğu kapısındaki celî sülüs hattın Küçük Rakım olarak tanınan Ahmed Rakım Efendi'ye ait olduğunu belirtmekteyse de bu doğru değildir.
Doğu ve güneydoğu kapılarının ahşap kanatları kare ve dikdörtgen biçiminde tablalara ayrılmış, üst kısımlarına kemere paralel küçük tablalar konmuş, bunların içi çinko ile kaplanmış, karelerin içine birer altıgen, dikdörtgenlerin içine de birer baklava motifi oturtulmuştur. Batı kapısının kanatları bazı ayrıntıları ile diğerlerinden farklıdır. Bütün kapılarda burmalı girland biçiminde tunç kulplar, yanlarda da kıvrımlı dallardan oluşan dökümden mamul fanus aplikleri dikkati Çeker.
Moloz taşla örülmüş çevre duvarlarının üzerindeki demir korkuluklar, okuçlany-la son bulan düşey çubuklarla bunları birbirine bağlayan üç yatay lamadan meydana gelir. Arada kalan boşluklar T" ve "S" biçiminde parçalarla doldurulmuştur. Korkulukları taşıyan kare kesitli babalar köfeki taşından yontulmuştur. Babaların alt ve üst kısımlarında küçük dairelerle süslü bilezikler bulunur. Düşey çubuklu tepelikleri ise küçük piramitlerle son bulur.
Camı. 11,50 m. çapındaki bir kubbenin örttüğü sekizgen prizma biçimindeki ha-rimin kıble tarafına, zemin katı hırka-i şerifin muhafazasına, üst katı ziyaret edilmesine mahsus yine sekizgen prizma biçimindeki kitle yerleştirilmiştir, ipinin kuzeyine de zemin katta harim girişiyle ziyaretçi giriş ve çıkış mekânlarını, üst katta hünkâr kasrına ait mekânları barındıran, yanlara doğru harim kitlesinden taşan ve toplam beş adet girişe sahip olan kanat oturtulmuştur. İslâm mimarisinin en erken tarihli ve en önemli zi-
HIRKA-İ ŞERİF CAMİİ
yaret yapılarından olan Kudüs'teki Kub-betü's-sahre'nin (681), sekizgen planı ve merkezdeki mukaddes mahalli çepeçevre kuşatan ziyaret galerileriyle Hırka-i Şerif Camii'ni etkilemiş olması muhtemeldir.
Cami ile kıble yönünde buna bitişen Hırka-i Şerif Dairesi'nin duvarları kesme köfeki taşıyla örülmüştür. Üstyapıyı meydana getiren kubbe ve tonozlar tuğla Örgülü olup dışarıdan kurşunla kaplıdır. Caminin sahip olduğu ziyarete yönelik değişik fonksiyon şeması tasarımına yansımaktadır.
Kuzey cephesinin ekseninde yer alan ve dor başlıklı ikişer gömme sütunla kuşatılmış bulunan dikdörtgen açıklıklı kapıdan birbiriyle bağlantılı iki giriş holü katedilerek harime ulaşılır. Dikdörtgen planlı olan bu hollerden ilki ziyaretçi gi-rişleriyle bağlantılı ve aynalı tonozla örtülüdür. Müezzin mahfilinin altına isabet eden ikincisi ise düz tavanlı bir eyvan gibi harime açılmaktadır. Harimin asıl girişi olan bu açıklığın üzerindeki, 1267(1851) tarihli celî ta'lik hatla mermere mah-kûk inşa kitabesinin manzum metni A. Sâdık Zîver Paşa'ya, hattı ise Kazasker Mustafa İzzet Efendi'ye aittir. Üst katta bu kapının üzerine isabet eden kesime yuvarlak bir pencere yerleştirilmiş, bunun içerdiği güneş biçimindeki camekâ-nın ortasına Sultan Abdülmecid'in tuğrasının bulunduğu beyzî bir madalyon konmuştur. Gerek tuğra gerekse madalyonu kuşatan çelenk yaldızlıdır. Cephenin bu kesimi hafifçe ileri alınmış, yuvarlak pencerenin yanlarında kalan yüzey yuvarlak ve dikdörtgen çerçevelerle hareketlendi rilmiştir.
Kuzey cephesinin yanlarında, eksendeki harim kapısına göre simetrik konumda basık kemerli birer kapı daha vardır. Soldaki ziyaretçilerin girişine, sağdaki çıkışına tahsis edilmiş olan bu kapılar cepheden geriye çekilerek önlerine birer eyvan konmuş, söz konusu eyvanların açıklığı dor nizamında ikişer sütunla geçilmiştir. Ayrıca doğu ve batı cephelerinde, bu kesimin üst katını işgal eden hünkâr kasrına ait çıkmaların altında birer giriş yer alır. Bu çıkmalar yine dor nizamında dörder adet sütunla taşınmaktadır. Aslında hünkâr kasrına geçit veren bu yan girişlerden doğudaki günümüzde kadın ziyaretçilere tahsis edilmektedir. Yapının sahip olduğu bütün bu girişler birbirlerine oldukça karmaşık bir düzen arzeden sofalar, koridorlar ve merdivenlerle bağlanmış, Hırka-i Şerif Dairesi'ne yönelik ziya-
379
HIRKA-İ ŞERİF CAMİİ
retçi akışı, harimi yanlardan kuşatan İki katlı galerilerle sağlanmıştır. Harimin karanlıkta kalmaması için baştan başa ca-mekânlarla donatılmış bulunan demir is-keletli ve ahşap akşamlı bu galeriler, caminin İnşa edildiği yıllarda Avrupa'da yeni yayılmaya başlayan, devrine göre modern sayılabilecek bir tekniği yansıtır. Dışarıya doğru eğimli ve kurşun kaplı bir çatının örttüğü galerilerin dış yüzleri oymalarla süslü korkuluklara oturmakta, aralarında kare kesitli ve dor başlıklı ahşap dikmeler bulunmaktadır.
Hünkâr mahfili ve ziyaret galerileriyle bağlantılı olan hünkâr kasrı, bütün geç devir Osmanlı camilerinde olduğu gibi harimin kuzeyindeki kanadın üst katını tamamen kaplamakta, caminin bu yöndeki cephesine bir sivil mimari görünümü kazandırmaktadır. Hünkâr kasrının dikdörtgen planlı ve tekne tonozörtülü birimleri basık kemerli pencerelerden ışık alır. Padişahın, hanedan mensuplarının ve devlet ricalinin dinlenmesine ayrılan birimlerin tavanları devrin saray üslûbuna uygun biçimde bezenmiş, söz konusu mekânlar yaldızlı saray mobilyasıy-la tefriş edilmiştir.
Harimi oluşturan sekizgen prizmanın köşelerine pencere kemerlerinin üst hizasına kadar yükselen, kırık yüzeyli ve dor başlıklı pilastrlar yerleştirilmiş, prizmanın bitimi konsollu bir silmeyle belirtilmiş, konsolların arasına, her kenara bir tane isabet etmek üzere Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin eseri olan, siyah zemin üzerine varak altınla yazılmış, hemen hepsi namazla ilgili âyetler cel! sülüs panolar halinde yerleştirilmiştir. Konsollu silmeden sonra başlayan kubbe kasnağında her kenarda birer adet yuvarlak kemer bulunmaktadır. Bu kemerlerin arasında sıralanan, celî sülüsle ve siyah zemin üzerine altınla yazılmış Allah, Mu-hammed. dört halife ve Haseneyn levhaları Sultan Abdülmecid'in imzasını taşımaktadır. Kubbe merkezinde yaldızlı yapraklardan oluşan yuvarlak bir çerçeve içinde, yeşil zemin üzerine altınla yazılmış olan yine Kazasker Mustafa İzzet Efendi'ye ait imzasız celî sülüs "nûr" âyeti (en-NÛr 24/35) 1402 (1982) tarihini taşımakta ve yakın zamana ait bir onarıma İşaret etmesine rağmen yazı büyük ölçüde dökülmüş bulunmaktadır. Esasen bu kubbe yazısının aslı. adı geçen hattat tarafından bir defa yazıldıktan sonra o devirde yeniden yapılan veya tamir edilen camilerde (Ayasofya, Sinan Paşa, Büyük Kasımpaşa, Küçük Mecidiye, Yahya Efen-
di) yerine göre büyütülerek varak altınla işlenmiştir. Harimdeki diğer hat eserlerinden minber kapısındaki 1267 (1851) tarihli, siyah zeminli celî sülüs kelime-i tevhid ile mihrabı taçlandıran, siyah zeminli celî sülüs imzasız âyet de Sultan Abdülmecid'in eseridir. Güneydoğu köşesindeki vaaz kürsüsünün arkasında duran yeşil zemin üzerine celî sülüs levhada Üveys el-Karanî'nin adı Muhsinzâde Abdullah Hamdi Bey tarafından yazılmış (1303/1886), fakat varak altını zamanla kararmıştır. Hünkâr mahfilinin sol alt köşesinde yer alan altınla yazılmış celî sülüs hadis levhası ise bu caminin hatibi Eyüp Sabri Efendi'nin oğlu olan ve aynı caminin hatipliğini yirmi dokuz yıl sürdüren hattat Ömer vasfî Efendi'nin en başarılı eserlerinden sayılır.
Mihrapta, minberde ve vaaz kürsüsünde, Tanzimat devrinden önce Osmanlı mimari süslemesinde hemen hiç rastlanmayan koyu kırmızı renkli breş taşı bolca kullanılmış, daha az olmak kaydıyla beyaz mermere de yer verilmiştir. Her üç unsurda da barok, empire, neo-RÖne-sans ve neo-gotik gibi farklı üslûplardan kaynaklanan motiflerin bir sentezini gerçekleştirme arzusu gözlenir. Mihrabı yanlardan kuşatan pilastrlar, akantus yap-raklanyla süslü bir arkitravla (arşitrav) son bulur. Kaideleri Osmanlı barokunda çok kullanılan, armudî bir profile sahip olup sepet içinden çıkan çiçek kabartma-
Hırka-i Şerif Camll'nln vaaz kürsüsü
larıyla bezeli bulunan pilastrların yüzeyi de yaprakların ve küçük narların çıktığı kıvrık dal motifleriyle süslenmiştir. Yılan-kavî bir şerit biçimindeki alınlığın yanlarında yaldızla yapılmış rozetlerin süslediği kübik unsurlar yer alır. Köşelerinde yivli sütunçeler bulunan, yanm daire planlı mihrap nişiyle bunu taçlandıran âyet levhası baklavalı bir silme tarafından kuşatılmış, silmenin köşelerine rozetler konmuştur. Mihrabın en ilginç ayrıntısı, şüphesiz kavsaranın içinde yer alan ve mu-karnası taklit eden dolgudur. Burada gözlenen acemilik, bir yandan Osmanlı taş ustalarının XVIII. yüzyıl ortalarında terke-dilen mukarnası tamamen unutmuş olduklarını kanıtlamakta, öte yandan yüz yıllık bir aradan sonra bu kadîm mimari unsuru ilk diriltme çabasını göstermektedir.
Yanlardaki üçgen yüzeyleri bezemesiz olan minberin korkuluğunda breşle mermerin birlikte kullanıldığı bir zencirek motifi dikkati çeker. Zencireğin İçine mermerden küçük daireler kakılmış, boşlukları da mermerden rozetlerle doldurulmuştur. Bunun üzerinde, mermere aplike edilmiş breşten yaprakların meydana getirdiği bir şerit uzanır. Hafif sivri kemerli açıklıkların üzerine oturan köşk kısmının korkuluğunda girland İçine yerleştirilmiş yıldız motifleri bulunmaktadır. Köşkün, yumurta frizli toskan başlıklarla son bulan kare kesitli sütunlarının açıklığı lentolarla geçilmiştir. Üç merkezli kemerler ve yılankavi küçük alınlıkların süslediği bir kasnağa oturan piramit biçimindeki sivri külah uzun yaprak motifleriyle donatılmıştır. Minberin sivri kemerli kapısını taçlandıran alınlığın ortasında zambak motifi içeren bir beyzî madalyon, bunun üzerinde bir istiridye, yanlarında da "C" ve "S" kıvnmlarıyla akantus-lar üzerinde enginar kabartmaları yer alır.
XIX. yüzyıla ait benzerlerinin çoğu gibi lâle biçimindeki vaaz kürsüsü kare bir kaide üzerine oturmakta, uçları yukan ve aşağı bakan iki sıra akantus yaprağından sonra neo-gotik kaş kemerciklerden oluşan bir silme gelmekte, korkuluğun yüzeyinde de minber korkuluğundakinin eşi olan zencirek uzanmaktadır.
Harimdeki pencerelerin ve kemerlerin içi, köşelerdeki pilastrlann yüzeyi, pencerelerle pilastrlar arasında kalan üçgen yüzeyler, mahfil çıkmalarının alnı ve alt dolgusu, kubbe kasnağındaki kemerlerin çevresi ve kubbenin içi kartonpiyer süsleme gruplarıyla doldurulmuştur. Bu be-
380
HIRKA-İ ŞERİF CAMİİ
zemelerde çiçek sepeti, kıvrımlı dal, gir-land ve bereket boynuzu gibi unsurlar yer alır. Kubbenin iç taksimatı, Avrupa menşeli empire ve neo -Rönesans (neo- klasik) üslûp etkilerinin Tanzimat devri Osmanlı mimarisindeki yoğunluğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Söz konusu kubbede, ilk uygulamalarına Roma devrinde tanık olunan kasetli bir taksimat tercih edilmiş, üç sıra halinde düzenlenen kasetlerin içi kartonpiyer bezemelerle doldurulmuştur. Bu arada Osmanlı maden sanatına tamamen yabancı bir işçilik sergileyen, helezonî asma dallarıyla süslü mihrap şamdanları da dikkat çekmektedir.
Harimden soyutlanarak kuzeydeki kanadın köşelerine yerleştirilmiş olan minarelerin kaideleri saçak silmesine kadar yükselir. Cepheden hafifçe dışarı taşan kaideler, cephede devam eden kat arası silmesiyle ikiye bölünerek yuvarlak kemerli pencere biçiminde nişlerle hareketlendirilmek suretiyle yapı kitlesine kay-naştırılmıştır. Silindir biçimindeki minare gövdeleri, Dolmabahçe Camii'nde olduğu gibi korint nizamında başlıkları andıran şerefelerle donatılmış koni biçiminde, kurşun kaplı ahşap külahlarla taçlan-dırılmıştır.
Hırka-İ Şerif Odası. Hirka-İ şerife tah-sis edilen kesim dış görünümü bakımından sekizgen planlı, basık kubbeli bir türbeyi andırır. Hırkanın, ramazan ayları dışında korunduğu zemin katın kıble yönündeki kenarında yuvarlak bir pencere, yanlardaki üçer kenarda da kare açıklıkli birer pencere görülür. Bu bölümün kuzey yönündeki kenarı ise harimin mihrap duvarına bitişmektedir. Hirka-i şerifin ziyaret edildiği üst katın yanlarında, doğu ve batı yönlerine açılan ikişer kenarda yuvarlak kemerli birer geniş pencere bulunur. Ziyaret sırasında hırka-i şerif muhafazasının konduğu kıble yönündeki kenar sağır bırakılarak bunun cephesinde diğer kenarlardaki pencerelerin eşi olan bir niş tasarlanmıştır. Ziyaret mekânının duvarları, Hereke'de çıkan kırmızı renkli breş / puding taşından levhalarla kaplanmış, kubbe eteği çift sıra konsollu bir silmeyle belirtilmiş, kubbenin yüzeyi irili ufaklı kasetlere bölünerek bunların içi kartonpiyer tekniğiyle hazırlanmış empire üslûbunu yansıtan motiflerle (çelenk-ler, helezonîdallarvb.) bezenmiştir. Pencereleri örten kalın siyah perdelerin üzerinde bulunan simle işlenmiş besmeleler, Hz. Muhammed'in çeşitli isim ve sıfatlan, ayrıca kubbedeki kartonpiyer be-
zemeyle üslûp birliği içindeki motifler göz alıcıdır.
Kıble yönündeki kenarda, yanlardan sütunçelerle kuşatılmış, pencerelerde-kilerle aynı türde bir perdenin örttüğü niş yer almakta, ziyaret sırasında hırka-i şerif bu nişin önüne konan som altından bir sehpanın üzerine yerleştirilmektedir. Günümüzde de riayet edilen gelenek uyarınca Öveysî ailesinin reisi veya onun vekil tayin ettiği kişi bu nişin önünde sehpanın arkasında ayakta durarak hırkayı ziyaret ettirir. Doğu yönündeki galeriden salâtü selâm okuyarak bu mekâna giren ziyaretçiler hırka-i şerifi ziyaretten sonra geri geri çekilerek harimin batı yönündeki galeriden dışarı çıkarlar veya zemin kattaki bağlantılardan harime ulaşarak burada iki rekât ziyaret namazı kılarlar.
Sekizgen planlı harim bölümünün kuzey yönündeki üç kenarı girişleri, kıble yönündeki kenarı mihrabı, yanlarda (doğuda ve batıda) kalan ikişerden dört kenarı da büyük boyutlu ve yuvarlak kemerli birer pencereyi barındırır. Mihrabın karşısına isabet eden ve dikdörtgen açıklıklı olan asıl girişin üzerine müezzin mahfili, mermer sövelerle kuşatılmış bulunan yanlardaki basık kemerli tâli girişlerin üzerine de hünkâr kasrına bağlı olan. kavisli çıkmalarla genişletilmiş mahfiller yerleştirilmiştir. Batıda yer alan asıl hünkâr mahfili beyzî planlıdır. Duvarlarında ince alçı silmelerle dikdörtgenler ve baklava motifleri meydana getirilmiş, düz tavana geçiş yapraklarla süslü bir koltuk silmesiyle sağlanmıştır. Hünkâr mahfilinin çıkmasında, korkuluk duvarının üzerinde yaldızlı bronzdan iki ince sütunla altta ve üstte süslü kayıtlar dikkati çeker. Bunların meydana getirdiği çerçevelerin İçinde zamanında yaldızlı kafeslerin bulunduğu tahmin edilebilir. Hünkâr mahfilinin simetriği olan ve devlet ricaline ya da hanedan mensubu hanımlara tahsis edildiği anlaşılan mahfilin korkuluk duvarında da aynı türde bir yatay kayıt bulunmaktadır.
Ziyaret galerilerine açılan ve bunların camekânlarından ışık alan devâsâ pencerelerin madenî parmaklıklarında, sekiz kollu yıldızlan içeren yuvarlak madalyonlarla "S" ve "C" kıvrımları bulunmaktadır. İnce ahşap kayıtlı kanatlar ise üç merkezli sivri kemer ve sekiz dilimli rozet gibi neo-gotik unsurları barındırır.
Hırka-i Şerif Camii'nin cephelerine ve avlu girişlerine empire ile neo-Rönesans üslûpları hâkimdir. Caminin girişleri, antik Yunan tapınaklarını hatırlatan dor ni-
zamında sütun dizileriyle donatılmış, basık kemerli pencerelerin sıralandığı cami cephelerinde hiçbir süslemeye yer verilmemiştir. Cephelerdeki bu yalın ifadeyle harimde ve ziyaret mekânında gözlenen yoğun süsleme tezat oluşturmakta, özellikle mihrap, minber ve vaaz kürsüsü, içerdikleri heterojen motif dağarcığı ile Osmanlı eklektizminin ilk belirtileri olarak değerlendirilebilmektedir.
Meşruta konak iki katlı, kagir duvarlı, kırma çatılı büyük bir yapıdır. Tanzimat devrine has kagir konakların günümüze ulaşabilen nâdir Örneklerinden olan bu yapının kat arası silmesiyle ikiye bölünmüş, kısa bir saçak silmesiyle son bulan cephelerinde dikdörtgen açıklıklı pencereler sıralanmakta, herhangi bir süsleme görülmemektedir. Batı yönündeki giriş, dor başlıklı sütunlara oturan bir çıkmanın altında bulunmaktadır. Günümüzde Hir-kaişerif İlkokulu ve Fatih Millî Eğitim Müdürlüğü olarak kullanılan jandarma kışlası meşruta konakla aynı özelliklere sahip, doğu- batı doğrultusunda gelişen tek katlı bir yapıdır. Akseki Mescidi'nin karşısında bulunan ve II. Abdülhamid devrinde 1307'de (1889-90) tamamen yenilenmiş olduğu anlaşılan Çorlulu Ali Paşa Çeş-mesi'nin dikdörtgen cephesinin ortasında aynı biçimde bir nişle mermerden bir ayna taşı yer alır. Ayna taşı çubuklu bir çerçeveyle kuşatılmış, köşelerine çiçek dolgulu kareler oturtulmuştur. Sanat değeri taşımayan celî ta'lik hatlı manzum kitabe nişin üzerine yerleştirilmiştir.
Hırka-i Şerif camii'nde hırka-i şerifin korunduğu bölüm
381
HIRKA-İ ŞERİF CAMİİ
Eski Hırka-i Şerif Odası küçük boyutlu, dikdörtgen planlı, tekne tonoz örtülü, fevkanî bir yapıdır. Osmanlı devri kütüphanelerinde olduğu gibi burada da hırka-i şerifin muhafaza edildiği oda, hırkayı zemin rutubetinden korumak amacıyla bir havalandırma bodrumu üzerine oturtulmuştur. Beşik tonoz örtülü bir eyvan niteliğinde olan bodrum avluya (güneye) yuvarlak bir kemerle açılmakta, bu açıklık demir parmaklıklarla donatılmış bulunmaktadır. Dışarıdan sıvalı olan duvarlar içeriden barok üslûpta mavi-beyaz Kütahya çinileriyle kaplıdır. Güney cephesinde, dikdörtgen açıklıktı iki pencere arasına Cumhuriyet döneminde konmuş olan ve Üveys el-Karanî'nin kimliğiyle hırka-i şerifin tarihçesini açıklayan Latin harfli kitabenin tepesinde Sultan Ab-dülmecid'in tuğrası bulunur. Batı cephesinde ise II. Mahmud tarafından 1227 (1812) yılında yenilendiğini belgeleyen kitabe görülmektedir. "S" ve "C" kıvrım-lanyla kuşatılmış beyzî bir madalyonun İçindeki 11. Mahmud tuğrası kitabeyi taçlandırır. Kitabenin, "Oldu bâlâ cilvegâh-ı hırka-i mahbûb-i Hak" mısraıyla son bulan manzum metni Enderunlu Vâsıf'a, celî ta'lik hattı ise Yesârî Mehmed Esad Efendi'nin en başarılı öğrencilerinden Mehmed Şehâbeddin Efendi'ye aittir. Bu kitabede kendini "hırka-i nebinin hadimi" olarak tanıtan hattatın zamanımıza kalan tek kitabesi budur.
Hırka-i şerif, söz konusu caminin inşa edilmesinden Osmanlı devrinin sonuna kadar ramazan aylarının on beşinden are-fe gününe kadar halkın ziyaretine açılmış, her ne kadar devlet ricali ve ileri gelen ulemâ tarafından, aynı gün Tbpkapı Sarayı'ndaki Mukaddes Emanetler Dai-resi'nde bulunan ve padişah-halife eliyle açılan hırka-i saadeti müteakip ziyaret edilmişse de hırka-i şerif ziyareti hırka-i saadet ziyareti gibi devlet protokolünde yer almamıştır.
Hırka-i şerif ziyareti öğle namazının ardından başlamakta ve ikindi cemaatinin ziyareti bitirmesiyle akşam ezanından önce son bulmakta, ayrıca Kadir geceleri teravih namazından sabah namazına kadar devam etmektedir. XVIII. yüzyılda temelleri atılan ve herhalde caminin açılışı ile kesin kurallara bağlanan bu gelenek Cumhuriyet döneminde de devam etmiş, sadece Osmanlı devrinde ramazanın üçüncü haftasının erkeklere, son haftasının kadınlara tahsis edilmesi usulü kaldırılmıştır. İstanbul nüfusunun artması, ayrıca ulaşımın gelişmesi sonucunda İs-
tanbul dışından da çok sayıda ziyaretçinin akın etmesi üzerine yakın bir tarihte ziyaretler ramazanın bütününe yayılmış, buna rağmen özellikle Kadir gecelerinde büyük bir izdihamın yaşanması yine önlenememiştir.
BİBLİYOGRAFYA :
Ayvansarâyî, Hadîkatü'l-ceuâmi', I, 52; Konyalı. İstanbul Âbideleri, s. 48-49; Semavi Eyice. İstanbul, Petit guide â travers les monuments byzantins et turcs, İstanbul 1955, s. 83; a.mlf.. "İstanbul Minareleri", Türk Sanatı Tarihi Araş-ttrma ve İncelemeleri, İstanbul 1963,1, 31-132; İbnülemin, Son Hattatlar, s. 286-288; Şeyh Ce-malullah, Vfemen İllerinde Veysel Karanı, İstanbul 1960;Tahsin Öz, İstanbul Camileri, Ankara 1962, 1, 71; H. Rahmi Şenses. Hazreti Veysel Karanı, İstanbul 1963; G. Goodwin. A History ofOttoman Architecture, London 1971, s. 423; Haşim Köprülü [Üveysî], Hırka-İ Şerif ue Veysel Karanı, İstanbul 1975; Ahmet Yaşar Ocak, Vey-sei Karanı ue Üueysîlik, İstanbul 1982, s. 66-67, 84-88; Oktay Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarîsi, İstanbul 1986, s. 440-442; Abidin Sönmez, Veysel Karanı ue Hırka-i Şerif, İstanbul 1987, s. 136-141; Semra ögel, "İstanbul'da 19. Yüzyılın Sekizgen Camileri", Sanat Tarihinde Doğudan Batıya: Unsal Yücel Anısına Sempozyum Bildirileri, İstanbul 1989, s. 65-66; Fâtih Camileri ue Diğer Târihî Eserler(haz. Fatih Müftülüğü], İstanbul 1991, s. 125-127; M. Baha Tanman, "Osmanlı Dönemi Eserleri", Fotoğraflarla Fatih Anıtları, İstanbul 1991, s. 117-118; a.mlf., "Hırka-i Şerif Camii", DBlst.A, IV (1994), s. 68-69; Kasım Kufralı, "Hırka-i Şerif, İA, V/l, s. 450-452;"Hırka-i Şerif Camii", İstanbul Kültür ue Sanat Ansiklopedisi, İstanbul 1984, IV, 1911-1912 |Bu maddenin hat sanatıyla ilgili bölümleri M. Uğur DERMAN tarafından yazılmıştır!. JT1
M. Baha Tanman
r
HIRRÎT b. RÂŞİD
~l
ı_
el-Hırrît b. Râşid et-Temîmî en-Nâcî (ö. 38/658)
Sahâbî.
J
Benî Naciye adıyla meşhur Benî Abdül-beyt b. Haris b. Sâme b. Lüey kabilesinin reisidir. Benî Seleme b. Lüey heyetiyle birlikte Mekke-Medine arasındaki bir yerde bulunduğu sırada Hz. Peygamber'in huzuruna çıkarak İslâmiyet'i kabul etti. Kabilesi Benî Naciye'nin başında irtidad savaşlarına katıldı. Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra çıkan karışıklıklar esnasında 300 adamıyla birlikte Hz. Ali tarafına geçti; Cemel ve Sıffîn savaşlarıyla Neh-revan Vak'asf nda onun maiyetinde bulundu. Hakem Vak'ası'nın ardından Hz. Ali ile beraber Kûfe'ye gitti. Ancak daha sonra, hilâfet meselesinin hakemlere havale edilmesine razı olarak zaaf gösterdiği ve zalimlerden medet umduğunu ileri
sürdüğü Hz. Ali'ye itaat etmeyeceğini, arkasında namaz kılmayacağını ifade ederek adamlarıyla birlikte Kûfe'den ayrıldı. Bunun üzerine Zİyâd b. Hasafe el-Bekrî, Hz. Ali'ye Hırrît ve adamlarının fitneye sebep olabileceklerini söyleyerek takip edilip geri getirilmesini önerdi. Hz. Ali de Zi-yâd'dan, kendi kabilesi Bekir b. Vâil'den bir grupla onları takip edip geri getirmesini istedi. Cercerâyâ mevkiinde Hırrît'e yetişen Ziyâd, ona Hz. Ali'yi terketmesi-nin doğru olmadığını anlatmaya çalıştıysa da başarılı olamadı ve sonunda aralarında bir çatışma meydana geldi. Hırrît ve adamları karanlığın basmasından istifade ederek Ahvaz'a doğru kaçtılar. Ziyâd da kuvvetleriyle birlikte Basra'ya döndü.
Hırrît'le ilgili haberler Kûfe'ye ulaşınca Ma'kıl b. Kays er-Riyâhî Hz. Ali'ye, az sayıda bir kuvvetle onları yakalayıp getirmenin imkânsız olduğunu, daha kalabalık bir kuvvet hazırlamak gerektiğini söyledi. Hz. Ali de Kûfeliler'den 2000 kişilik bir kuvveti Ma'kıl'in kumandasında Hırrît üzerine gönderdi. Basra'dan yola çıkan Hâlid b. Ma'dân et-Tâî de takviye birlikleriyle Ma'kıl'e katıldı. Ahvaz'da bulunduğu sırada ayak takımını ve devlete vergi ödemek İstemeyen birçok kimseyi kendi safına çekmeyi başaran Hırrît, Râmhür-müz dağlarında kıstırılıp kısa sürede bozguna uğratılmasına rağmen bir kısım adamlarıyla Basra körfezi sahillerine kaçmayı başardı ve burada halkı Hz. Ali aleyhine kışkırtmaya devam etti. Hz. Ali'ye düşmanlığı sebebiyle her fırsattan faydalandığı anlaşılan Hırrît, birbirine muhalif olan gruplardan Hâricîler'i, Hz. Osman'ın kanını dava edenleri, zekât vermek istemeyenleri, mürtedleri ve bu bölgede yaşayan bazı hırîstiyanlan kendi saflarına çekti. Bunun üzerine Ma'kıl Hırrît'e karşı harekete geçti. Yapılan savaşta Hırrît, Nu'mân b. Suhbân er-Râsibî tarafından öldürüldü. Onunla beraber 170 taraftan da hayatını kaybetti (38/658).
BİBLİYOGRAFYA :
Taberî, Târih (de Goeje). 1,3418-3441; Zübey-rî, Nesebü Kureyş, s. 440; Mes'ûdî, Mürûcü 'z-ze-heb (Abdülhamîd}, II, 408; İbn Abdülber, el'ls-tfâb, I, 455-456; İbnü'l-Esîr. el-Kâmil, II, 373; III, 102,241, 364-369; a.mlf., Ösdü 7-gJbe< Ben-nâ): II, 128-129; İbn Ebü'l-Hadîd, Şerhu Nehci'1-belâğa^şT. M. Ebü'1-Fazl). Kahire 1965,111,128-151; Nüveyrî, Iİihâyetü'1-ereb, XX, 182-190; İbn Hacer. el-İsabe (Bicâvî), II, 273-274; Ziriklî, el-A'lâm, II, 348; Ömer Rızâ Kehhâle, Mu'cemü kabâ'ili'I-'Arab, Beyrut 1388/1968, İH, 1166; Ch. Pellafal-Ehırrltb. Raahid", £/2(îng-l. V, 19-20. m
İRİ Ethem Ruhi Fığlalı
382
HIRS
r
HIRS
~l
Bîr amaca ulaşma hususunda
kişinin bütün benliğini saran
istek ve tutku anlamında
ahlâk terimi.
L J
Sözlükte "bir şeyi şiddetle arzu etme, ona aşın derecede tutkun olma, şiddetli ve sonu gelmeyen istek, taşkın arzu, aç gözlülük" gibi anlamlara gelen (Cevheri, eş-Şıhâh, "hrş" md.; Lisânü'l-'Arab, "hrş" md.) bir masdar-isim olan hırs İslâmî literatürde genellikle mal, mevki, şöhret, ilim gibi maddî veya manevî imkânları elde etme yahut daha genel olarak belli bir amacı gerçekleştirme hususunda kişinin bütün benliğini saran tutkular için kullanılır; sadece mal tutkusu için kullanıldığı da görülür. Cürcânî'nin, "elde edilmesi yönünde yoğun çaba göstererek bir şeyi isteme" şeklindeki tarifinden de anlaşılacağı üzere (et-Ta*fîfât, "hırs" md.) istenilen şeyin meşru veya gayri meşru oluşuna göre hırsın ahlâkî değeri değişir. Bununla birlikte yalın olarak kullanıldığında genellikle kötü huyu ifade eder. Nitekim Feyyûmrnin "mezmum bir rağbet" şeklindeki açıklaması da bunu göstermektedir (et-Mişbâhu'l-münir, "hrş"md.). İbn Hazm'a göre haset duygusundan tamahkârlık, tamahkârlıktan da hırs doğar. Buna göre hırs, nefiste yerleşmiş olan tamahkârlığın dışa yansıması halidir {el-Afclâk: ve's-siyer, s. 59). Fahreddin er-Râ-zî, geniş ölçüde Gazzâlî'nin îhyâyü "tılû-mi'd-dın'deki açıklamalarından faydalanıp incelediği mal tutkusu zaafının, hırs ve cimrilik şeklinde iki huyun birleşmesinden meydana geldiğini belirterek hırsın mal kazanma ve biriktirmeyle, cimriliğin ise koruma ve saklamayla ilgili olduğunu belirtir [Kitâbü'n-Nefs ve'r-rûh, s. 113 vd). Aynı anlamda İhtiras kelimesi de kullanılır; böyle bir huya sahip olan kişiye harîs veya muhteris denir. Hadislerde ve ahlâk kitaplarında hırs ve ihtirasa yakın bir anlamda tûl-İ emel de kullanılmaktadır (bk. EMEL).
Kur'ân-ı Kerîm'de hırs kelimesi geçmez. Bir âyette (et-Tevbe 9/128), Hz. Pey-gamber'in ümmetine olan sevgisi ve düşkünlüğü haris kelimesiyle ifade edilmiştir. Ayrıca iki âyette (Yûsuf 12/103; en-Nahl 16/37), yine Resûl-i Ekrem'in insanların iman edip hidâyete ermeleri hususundaki şiddetli arzusu, bir âyette (en-
Nisa 4/129), birden fazla kadınla evli olan erkeklerin bunlar arasında adaletli davranma istekleri, diğer bir âyette de (el-Bakara 2/96) yahudilerin dünya hayatına olan aşırı düşkünlükleri hırs kökünden gelen kelimelerle anlatılmıştır.
Hadislerde hırsın yöneldiği amaca göre anlamının değiştiği görülür. Meselâ bazı hadislerde yöneticilik ihtirası taşıyanlar yerilir {Müsned, II, 148; Buhârî, "Ahkâm", 7; Müslim, "İmâre", 14). "İnsanoğlu yaşlansa da onda iki şey, hırs ve haset hep genç kalır" mealindeki hadiste (Müsned, nı, 115,119, 169) haset gibi hırs da aşağılayıcı bir anlamda kullanılmıştır. Buna karşılık hayır yapma arzusunu hırs kelimesiyle ifade edip öven hadisler de vardır (meselâ bk. Buhârî, "Vekâlet", 10; Müslim, "Kader", 34; İbn Mâce, "Mukaddime", 10). Hatta iyilik peşinde koşan bir kişiye Hz. Peygamber, "Allah hırsını artırsın" diye dua etmiştir (Müsned, V, 39; Buhârî, "Ezan", 114; Ebû Dâvûd,"Şalât", 100).
Ahlâk ve tasavvuf kitaplarında hırs kelimesi, zühd ve kanaatin zıddı olarak daha çok para ve mal düşkünlüğünü ifade etmek üzere kullanılmış; dinî, ahlâkî ve psikolojik zararları üzerinde durulmuş; kaderci bir yaklaşımla herhangi bir şeyi şiddetle arzu etmenin o konudaki ilâhî takdiri etkilemeyeceği belirtilmiştir. Özellikle, "İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa mutlaka bir üçüncüsünü ister; onun gözünü ancak toprak doyurur; tövbe edenlerin tövbesini Allah kabul eder" mealindeki hadis (Buhârî, "Rikâk", 10; Müslim, "Zekât", 116, 119; Tlrmizî, "Me-nâkıb", 32), insanın haris ve tamahkâr bir tabiata sahip olduğuna delil olarak gösterilmiş, bu duygunun dizginlenmesinin gerekliliği üzerinde ısrarla durulmuştur. Bilhassa tasavvuf literatüründe hırsın ahlâkî ve mânevi hayat üzerinde meydana getireceği tahribata ağırlık verildiği görülür. Gazzâlî İhytfü ^ulûmi'd-dîn'in hırs, tamahkârlık, başkalarının elindekine göz dikmeme ve kanaat konularını işlediği bölümünde (III, 237-243), insanın en çok bir aylık geçimiyle meşgul olmasını tavsiye ederek daha ilerisinin kaygısını taşımayı hırs saymakta, bu duygunun kişiyi kötü ahlâka ve yanlış tutumlara sevkedeceğini belirtmek suretiyle hırsın kişilik aşınmasına yol açtığına işaret etmekte ve bu duygunun yenilmesi için çareler önermektedir. Bu çareler içinde en dikkate değer olanı kanaati şeref,
hırsı da zillet bilmektir {İhyâ\ III, 242). Gazzâlî, şeytanın kalpleri etkileme vasıtalarından biri olarak gördüğü haset ve hırsın insanların gözlerini kör. gönüllerini duyarsız hale getireceğini belirtir ve bu düşüncesini, "Senin bir şeye olan aşın sevgin gözünü kör eder. kulağını da sa-ğırlaştırır" mealindeki hadisle delillen-dirir {Müsned, V, 94; VI. 450; Ebû Dâvûd. "Edeb", 116).
Mutasavvıfların dışında kalan âlimlerin hırs hakkındaki değerlendirmeleri daha ılımlıdır. Bu âlimler, konuya insanları zorunlu dünyevî faaliyetlerden soğutacak derecede olumsuz yaklaşan tutumun, "âlemin harap olması" şeklinde ifade ettikleri iktisadî gerileme ve çöküntüye yol açacağından kaygı duymuşlardır. Meselâ İbn Hibbân Ebû Hatim el-Büstî, hırsı cimrilikten kaynaklanan ve insanı sürekli huzursuz eden bir manevî yoksulluk alâmeti olarak değerlendirmekle birlikte bu duyguyu büsbütün kötü saymaz; yererken de "ifrat" kavramıyla birlikte kullanmaya özen gösterir. İbn Sîrîn'in. "Eğer istediğin olmuyorsa olabilecek şeyleri iste" anlamındaki bir vecizesini aktararak insanın gerçekçi olması ve isteklerine bir sınır çekmesi gerektiğini, aksi halde kendisine eziyet etmiş olacağını belirten müellif, "Zenginlerin en zengini hırsına esir olmayandır" der; buna karşılık elde edilmesi mümkün görülen şeyleri istemeyi de "övgüye değer hırs" diye nitelendirir. Esasen ona göre, yüce Allah'ın beşer tabiatına hırs ve arzu duygularını aşılaması, kötülükler gibi iyiliklerin de yurdu olan dünyanın harap olmaması hikmetine dayanır. Eğer insanlar hırstan yoksun olarak yaratılmış olsaydı dünyanın düzeni bozulurdu. Şu halde kötü olan hırs değil hırsta ifrata kaçmaktır (Raozatü 'l-\ıka-iâ\ s. 129-132).
İbn Hibbân'ın bu görüşü, hırs yerine "geniş emel" tabiri kullanılarak biraz daha ayrıntılı ve felsefî bir üslûpla Mâverdî tarafından tekrar edilmiştir. Her ne kadar Mâverdî Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn adlı eserinde (s. 222-224) kişinin bütün benliğini kaplayarak onu erdemlerden yoksun bırakacağını, ibadetlerden alıkoyacağını ve şüpheli işlere bulaştıracağını ifade ederek hırsı yermekteyse de yine aynı eserde (s. 135-147) dünya düzenini ve huzurunu sağlamanın vazgeçilmez altı ilkesinden birinin geniş boyutlu bir gelecek kaygısı ve projesi (geniş emel) olduğunu söyler (diğer ilkeler yaşanan din,
383
HIRS
otoriter yönetim, kapsamlı adalet, genel güvenlik ve yaygın refahtır). İbn Hibbân gibi Mâverdî de İnsanların ve nesillerin sadece kendi ihtiyaçlarıyla yetinip gelecek kaygısı taşımamaları, geleceğe ait projelerinin bulunmaması ve buna göre çalışmamaları halinde sonraki nesillere giderek harap olan bir dünya bırakmış olacaklarını, bu tehlikenin önlenebilmesi için Allah'ın insan oğlunu geleceği düşünüp tedbirli olma istidadında yarattığını, bu istidat sayesinde her neslin zorunlu ihtiyaçlarını karşılamada bir önceki neslin bıraktığı şeylerden yararlanırken kendisinden sonraki nesle de daha mükemmel şartlar bıraktığını belirtir; dünyanın ancak bu ilâhî kanuna uyulması sayesinde giderek daha çok gelişip mâmur olduğuna dikkat çeker. İbn Miskeveyh (Tehzl-bü'l-ahiâk, s. 49, 147) ve Râgıb el-İsfahâ-nî {ez-Zeıta ilâ mekârimi'ş-şerFa, s. 321 -322, 377) gibi âlimler de zühd kavramını dünya işlerini terketmek şeklinde anlayan sûfî eğilimi tenkit ederek böyle bir anlayışın ekonomik çöküntüye yol açacağını belirtmişlerdir.
Hiçbir İslâm âlimi ve düşünürü başkalarının malına, canına, mevkiine, namus ve şerefine zarar verici sonuçlar doğuran hırsı hoş karşılamamıştır. Nitekim bu anlamdaki hırsın ferdin dinî, ahlâkî ve psikolojik hayatına zarar vermekle kalmayıp sosyal hayatın düzenini bozduğu, toplumda barış, kardeşlik, adalet, eşitlik, özgürlük gibi yüce değerleri tahrip ettiği, dayanışma ve paylaşma ruhunu öldürdüğü, haksızlık ve zulümlere yol açtığı her dönemde görülmüştür. Yönetimin ehliyetsiz, kabiliyetsiz kişilerin ve çıkarcıların eline geçmesi; kumar, hırsızlık, dolandırıcılık, karaborsacılık gibi ahlâk ve hukuk kurallarına aykırı yollardan kazanç sağlanması gibi sosyal problemlerin temelinde de genellikle kontrol edilmeyen hırs duygulan yatmaktadır. Bundan dolayı başta Kur'an ve Sünnet olmak üzere İs-lâmî kaynaklar aşırı ferdî tutkuları dizgin-leyici ve düzenleyici bir ahlâk öğretisi ortaya koymuşlar; birçok çağdaş müslüman âlim ve düşünürü de bu ahlâkî öğretiyle bağdaştırmakta güçlük çektikleri Batı'-da gelişen aşın liberalizme kuşkuyla bakmışlardır. İslâm dünyasında kapitalizmin uzun süre gelişememesinin temelinde de bu sistemi İslâm'ın adaletçi, dayanışmacı ve paylaşmacı ahlâk zihniyetiyle bağdaştırma hususunda karşılaşılan güçlüklerin bulunduğu kabul edilmektedir.
BİBLİYOGRAFYA :
Cevherî. eş-$thâh, "hrş" md.; UsânQ'l-tArab,
"hrş" md.; Feyyûmî. et-Mişbâhu't-münîr, "hrş" md.; et-Ta'rîfât, "hırs" md.; VVensinck. el-Mu'-cem, "hrş" md.; M. F. Abdülbâkî, el-Mu'cem, "hrş" md.; Müsned, II, 148; III, 115, 119, 169; V, 39, 94; VI, 450; Buhârî. "Ezan", 114, "Ahkâm", 7, "Vekâlet", 10, "Rikak", 10; Müslim, "Zekât", 116, 119, "Kader", 34, "İmâre", 14; İbn Mâce, "Mukaddime", 10; Ebû Dâvûd, "Şa-lât", 100, "Edeb", 116; Tirmizî, "Menâkıb", 32; İbn Hibbân, Rauzatü'l-'ukalâ3 ve nûzhetü't-fu-zalâ* (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd v.dğr). Beyrut 1397/1977, s. 129-132; İbn Miskeveyh, Tehzîbü'l-ahlâk, s. 49, 147; Mâverdî, Edebü'd-dünyâ oe'd-dtn, Beyrut 1978, s. 135-147, 222-224; İbn Hazm, el-Ahlâk oe's-siyer, Beyrut 1405/ 1985, s. 59; Râgıb el-İsfahânî, ez-Zerfa İlâ me-kârimi'ş-şerFa (nşr. Ebii'l-Yezîd el-Acemî). Kahire 1405/1985, s. 321-322, 377; Gazzâlî. ibyâ', III, 237-243; Fahreddin er-Râzî. Kitâbü'n-Nefs ue'r-rûh (nşr M. Sagir Hasan el-Ma'sûmî), Tahran 1364 hş., s. 113-121; Nüveyrî, Nihâyetü'l-ereb, III, 376-378. m
İRİ Mustafa Çağrıcı
HIRSIZLIK
İnsanlık tarihi kadar uzun bir geçmişi olan hırsızlık suçunun ilk dönem toplumlarında nasıl karşılandığı ve cezalandırıldığı hakkında sağlam bilgiler bulunmamakla birlikte, hırsızlığın önceleri daha ferdî boyutta bir suç ve biraz da şahsî öç alma aracı bir eylem iken toplumsal yaşama geçilip mülkiyet düzeninin kurulmasından sonra kamu düzenini ihlâl eden bir suç sayılarak cezalandırılması cihetine gidildiği söylenebilir. Buna ilâve olarak hırsızlığın bütün toplumlarda suç olarak görüldüğü, fakat hangi tür eylemin hırsızlık sayılacağı ve ne tür bir müeyyide ile cezalandırılacağı hususunun toplumlara ve dönemlere göre değişiklik gösterdiği de belirtilmelidir.
Eski Çin ve Hint'ten Asurlular ve Hitit-ler'e kadar kadim toplumlarda ve dinlerde (meselâ Brahmanizm, Konfüçyanizm) hırsızlığın büyük suç ve günahlardan sayıldığı ve değişik müeyyidelerle cezalandırıldığı, meselâ eski İran'da, Sumerler'-de ve Hammurabi kanunlarında hırsızlığa karşı, çalınan malın birkaç katının ödenmesinden hırsızın öldürülmesine kadar çeşitli ağır cezaların öngörüldüğü bilinmektedir. Eski Yunan'da gasp ve yağmacılığın hırsızlık kapsamında görülme-yip kahramanlık ve beceri örneği sayıldığına dair bilgileri, o toplumun genel telakkisi şeklinde değil topluluklar arası hasmane ilişkilerle sınırlı bir yargı olarak algılamak gerekir. Ahd-i Atîk'te yer alan on emirden biri "çalmayacaksın"dır (Çı-
kış, 20/15). Hırsızlara verilen genel ceza çalınan malın misliyle ödetilmesidir (Çıkış, 22/1-5). Eğer çalan kişinin malı yoksa köle olarak satılır (Çıkış, 22/3). İsrâiloğul-lan'na ve eti yenen hayvanlara karşı işlenen hırsızlık üzerinde özellikle durulur. Tevrat'taki bu ilk öğeler Talmud hukukunda başka suçlarla irtibatlandırılarak daha genişletilmiş, eğer kişi hırsızlığı şabat-ta (cumartesi) yapmışsa o zaman ölüm cezasına kadar giden bir anlayış hâkim olmuştur (Ketubbot 31a; Yadayim Gene-vah 3/1 -2). Roma hukukunda geniş bir anlam içeren "furtum" hırsızlığın yanı sıra dolandırıcılık, emniyeti suistimal, zimmet ve ihtilas gibi mal aleyhine işlenen diğer suçları da kapsar. İlk dönemlerden itibaren, mâbedlere ve devlete ait malın çalınması ile kişilere ait malın çalınması arasında ayırım yapılmış, ikinci nevi hırsızlık şahsî bir suç sayılarak suç mağduruna, uğradığı zararı tazmin ettirmekten faili köle edinmeye veya öldürmeye kadar varan bir dizi hak tanınmıştı. XII. Levha Kanunu'ndan sonra, suç üstü yakalanmasına ve köle olmasına da bağlı olarak hırsız ölümle cezalandırılabilir, değilse köle statüsüne geçirilebilir veya çaldığının iki katı Ödetilebilirdi.
Kaynaklarda hakkında pek az bilgi bulunan eski Türk hukukunda meselâ Hun-lar'da hırsızın, sayısı yedi ile 700 arasında değişen sopa cezasıyla veya çaldığının dokuz katını ödemekle cezalandırıldığı, at vb. şeyleri çalanların veya ikinci defa hırsızlık yapanların öldürüldüğü bilinmektedir.
Hıristiyanlık'ta da hırsızlığın yasak olduğu bildirilmekle beraber Ahd-i Atîk'te-ki gibi açık bir ceza öngörülmemiş, Pav-lus'un, "Hırsızlık yapan artık hırsızlık yapmasın" şeklindeki dinî-ahlâkî çerçevedeki öğüdü (Efesoslular'a Mektup, 4/28) esas olmuştur. Kilise hukukunda başlangıçta hıristiyan ahlâkiyatının da etkisiyle, gizli hırsızlıkla tabii ihtiyaçları karşılamaya matuf basit ve alenî hırsızlığı birbirinden ayırıp ikinci tür hırsızlara şefkatle yaklaşma ve daha hafif ceza uygulama düşüncesi hâkim olmuşsa da orta ve ileri dönemlerde Roma ceza hukukuna, ka-nonik hukuka ve mahallî örf ve âdet hukukuna dayanan ve yaklaşık XVIII. yüzyılın ortalarına kadar süren müşterek Avrupa ceza hukukunda hırsızlık ağır bir şekilde cezalandırılmış, hırsızın bazı organlarının kesilmesi ve damgalanması gibi cezalar getirilmiştir. Bu tarihten sonra Batı'da fikir akımlarının ve hürriyet mücadelesinin açık etkisiyle, biraz da bu ağır ceza uygulamasına tepki olarak hir-
384
HIRSIZLIK
sizlik suçunu daha hafif şekilde cezalandırma düşüncesi hâkim olmuş ve kanunlarda diğer birçok suç gibi bunun da prensip itibariyle hapisle cezalandırılması cihetine gidilmiştir.
İslâmiyet'ten önce Hicaz-Arap toplumunda hırsızlık kural olarak ayıp ve suç sayılmakla birlikte merkezî bir siyasî otorite bulunmadığından suçun düzenli bir takibata ve cezalandırmaya mâruz kaldığı söylenemez. Meselâ göçebe Araplar kabile fertlerine, dost kabilelere, mâbed-lere ve kamuya ait malın çalınmasını suç sayarken diğer kabilelerden çalınan malı -ki bunlar genelde deve ve giyeceklerdir-ganimet sayar, bu tür eylemleri de cesaret ve beceriyi simgeleyen davranışlar olarak görürlerdi. Öte yandan hırsızın sosyal konumu ve kabilesinin gücü de cezalandırılmasında önemli farklılıklar doğuruyordu. Kaynaklar, Câhiliye Arapları arasında hırsızlığın bir hayli yaygın olduğundan söz eder. Öyle ki hırsızlık, Arap-lar'da sosyal hayatın aynası durumunda bulunan Arap edebiyatının da ana temalarından birini teşkil etmiş, Araplar arasındaki meşhur hırsızlar ve hırsızlık vak-'aları etrafında oluşan çeşitli şiir, darbımesel ve menkıbeyi konu alan bir literatür türü ortaya çıkmıştır (bu konuda geniş bilgi ve örnekler için bk. Abdülmuîn el-MeNÛhî, s. 11-14, 15 vd; Yûsuf Halîf, s. 7-17)- Câhiliye toplumunda da hırsızlığın hapis, el kesme, kabile himayesinden çıkarma, dayak gibi çeşitli müeyyidelerle Önlenmeye çalışıldığı ve bu dönemde bazı münferit olaylarda hırsızın elinin kesildiği bilinmekle birlikte bu uygulamanın uzunca bir geçmişinin bulunmadığı, hatta hırsızlık için el kesme cezasını ilk koyanın Abdülmuttalib veya Velîd b. Mugire olduğu rivayetleri vardır.
Tanımı ve Mahiyeti. Hırsızlık eski Türkçe'de uğrulama, Arapça'da sirkat ve se-rika kelimeleriyle ifade edilmiş, hırsız için de eski Türkçe'de uğru, Arapça'da sârik ve lişş kelimeleri kullanılmıştır. Sirkat sözlük ve örfte "başkasının malını gizlice alma, çalma" mânasında olup Kur'an'da, bu anlam çerçevesinde mecazi bir kullanım olarak "başkasının konuştuğunu gizlice dinleme" mânasında "istirâku's-sem'a" tabiri geçer (el-Hicr 15/18). Hadislerde namazın rükün ve şartlarını eksik bırakmaya "namazdan hırsızlık" (Dâ-rimî, "Şalât", 78; Şevkânî, II, 299), Arap dilinde "kaçamak bakış" anlamında "bakış hırsızlığı" (müsârakatü'n-nazar) denilmesi, Arap edebiyatında bir şairin başkasının şiirini kendisininmiş gibi ifade
etmesine "sirkat" tabir edilmesi de böyledir. Hukuk dilinde hırsızlığın terim anlamı, ayrıntı teşkil eden farklılıklar göz ardı edilirse hemen hemen bütün hukuk sistemlerinde aynı olup kelimenin sözlük ve örfteki anlamından farklı değildir. Toplumlar ve medeniyetler arası farklılıklar, hırsızlığın suç teşkil ettiği ve çeşitli müeyyide ve tedbirlerle önlenmesi gerektiği noktasında değil suçu önleyecek tedbirlerin seçimi, suçun oluşma şartları ve suça uygulanacak müeyyide hususunda yoğunlaşır.
Kur'ân-ı Kerîm'de, örfte ve hukuk dilindeki ortak anlamıyla hırsızlığa birkaç yönden temas edilir. Birinci grup âyetlerde, Hz. Yûsuf ile kardeşleri arasında geçen olaylar sırasında su kabının çalınması ve hırsızın mal sahibinin yanında alı-konma cezası anlatılır (Yûsuf 12/70, 73, 77, 81)- Mekke'nin fethedildiği gün inen âyette. İslâm'a girenlerin Hz. Peygam-ber'e yaptığı ve içinde "hırsızlık etmeme" taahhüdünün de bulunduğu biattan söz edilir (e!-Mümtehine 60/12). Mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin genel ilkelerden bahseden âyetler hariç tutulursa Mâide sûresinin 38-39. âyetleri, hırsızlığın hukukî ve dinî hükmüyle ilgili özel açıklama getirmesi yönünden ayrı bir öneme sahiptir. Bu âyetlerin meali şöyledir: "Hırsızlık yapan erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Kim bu zulmünden sonra tövbe eder ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allah onun tövbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir". Resûl-i Ekrem'in sünnetinde de hırsızlık, dünyevî ve uhrevî bir dizi müeyyide ve sorumluluğu gerektiren ağır bir suç ve büyük bir günah olarak nitelendirilmiş, suçu sabit görülen hırsızlara Câhiliye döneminde de var olan el kesme cezası uygulanmış, ayrıca suçun önlenmesi, oluşması, cezanın tatbik esasları konusunda birtakım hukukî ve insanî açıklamalar getirilmiş, uygulama örnekleri sergilenmiştir (bk. Wensinck, el-Muıcem, "srk" md.). Gerek hırsızlığın suç sayılması ve cezalandırılması yönünde toplumların öteden beri süregelen ortak tavrı, gerekse Kur'an ve Sünnet'in bu konudaki özel hükümleri ve uygulama örnekleri, sahabe ve tabiîn dönemlerinden itibaren İslâm hukukçularının temel hareket noktası olmuş, bu süreç içinde ve toplumların gelenekleriyle de bağlantılı olarak gelişen İslâm hukukunda hırsızlık suç ve cezası ayrıntılı şekilde ele alınmış, konu etrafında zengin bir hukuk doktrini oluş-
muştur. Hırsızlık suçu ve cezasıyla ilgili dinî hükümlerin müslüman hukukçuların müşahede, kültür birikimi ve doktriner yaklaşımıyla genişleyerek fıkıh literatürüne yansıması ve bu literatürün "Ukü-bât" ana grubu içinde bazan "Kitâbü'l-Hu-dûd" bölümünde "Bâbü's-serika" başlığı altında, bazan da "Kitâbü's-Serika" şeklinde ayrı bir bölüm olarak işlenmesi, muhâ-kemat ve kamu hukuku dalında yazılan eserlerde de ele alınması böyle bir gelişmenin sonucudur.
İslâm hukukunda hırsızlığın, mezheplerin kendi yaklaşımlarını ve eylemin had cezasını gerektiren bir suç teşkil etmesi konusundaki öze! şartlarını yansıtır tarzda birbirinden kısmen farklı birçok tanımı yapılmışsa da hukukî bir terim olarak hırsızlık eylemi "başkasına ait bir malın mülk edinme kastıyla muhafaza edildiği yerden gizlice alınması" şeklinde tanımlanabilir ve suçun tanımında ana unsuru (rükün) malın gizlice alınması teşkil eder. Klasik fıkıh literatüründe tanımla ilgili olarak yer verilen "cezaî ehliyeti haiz kimsenin nisab miktarı mütekavvim bir malı mülkiyet şüphesi bulunmaksızın kendi isteğiyle alması" gibi ilâve kayıtlar, suçun oluşması için aranan şartlan tanıma dahil etme çabasının ürünüdür.
Cezaî müeyyidesinin Kur'an ve Sünnette belirlenmiş olması sebebiyle hırsızlık İslâm ceza hukukunun had, kısas-di-yet ve ta'zîr şeklindeki üçlü ayırımının had grubunda yer alır. Özellikle Hanefî literatüründe bazan hırsızlığın ikiye ayrılıp eşkıyalık, silâhlı gasp ve soygun suçuna "büyük hırsızlık" (es-serikatü'l-kübrâ), basit hırsızlığa da "küçük hırsızlık" (es-serikatü's-suğrâ) denildiği olur. Ancak "sirkat" ve "serika" kelimeleri yalın kullanıldığında kural olarak basit hırsızlık kastedilir. Hırsızlık suçunun tanımında yer alan unsurlar, onu benzeri suç ve eylemlerden ayırmaya yarayan birer kriter görevi de görür. Nitekim eşkıyalık ve gasp suçları cebir, şiddet ve tehdit kullanılarak işlenmeleri yönüyle; yankesicilik, dolandırıcılık, zimmet ve emniyeti suistimal suçları da ele geçirilen malın nisap miktarı olması, muhafaza altında bulunması veya gizlice alınması şartlarının eksik olabilmesi yönlerinden hırsızlıktan ayrılır.
Suçun Unsurları. Hırsızlık suçunun mahiyeti, unsur ve şartları konusunda fakih-ler arasındaki görüş farklılıkları ve literatürde yer alan ayrıntılı bilgiler, had cezasını gerektiren hırsızlığı belirginleştire-rek onu benzeri fiillerden ayırmaya, böylece cezalandırmada hukukî düzen ve is-
385
HIRSIZLIK
tikran sağlamaya yönelik gayretler olarak görülmelidir. Bundan dolayı hırsızlık suçunun işlenmiş sayılabilmesi için suçlu, çalınan mal ve çalma eylemiyle ilgili bazı şartlar aranır. Bunlar da fıkıh mezhepleri arasında kısmen farklı görüşler bulunsa bile suçlunun suç işleme kastının mevcudiyeti, çalınan malın başkasına ait olması, muhafaza altında bulunması ve hukukî-malî bir değer taşıması, bu malın gizlice alınması gibi şartlardır. Bunun dışında kalan benzeri eylem ve teşebbüsler ise ya ta'zîr cezası kapsamına giren ya da sadece kul hakkı ihlâli ve dinî sorumluluk çerçevesinde mütalaa edilen bir fiil olarak kalır.
Hırsızlık suçunun oluşmasında birinci şart failin suç işleme kastını taşıması, ayrıca bu kastın hukuken geçerliliğinin bulunmasıdır. Kasıt, bir kimsenin bir fiili bilerek ve isteyerek İşlemesi olduğundan hırsızın da eylemini böyle bir bilinç ve istekle gerçekleştirmesi, yani başkasına ait olduğunu bildiği bir malı sahiplenme maksadıyla almış olması şartı aranır. Failin bir malı kendi malı veya mubah bir mal olduğu zannıyla ya da kullandıktan sonra geri verme, tehlikeden koruma amacıyla alması ve halin de buna delâlet etmesi durumunda suç oluşmaz. Failin kastının hukuken geçerliliği için de cezaî ehliyete sahip, yani akıllı ve bulûğa ermiş bir kimse olması gerekir. Hırsızlık yapan mümeyyiz çocuklara cezaî ehliyetleri tam olmadığı için had değil ıslah edici bir program uygulanır. Hırsızlığın zorlama (ikrah) altında veya açlık, susuzluk gibi etkenlerle işlenmesi durumunda da kasıt unsuru veya hukuka aykırılık tam gerçekleşmemiş sayılır.
Söz konusu suçun teşekkülü için çalınan malın eylem esnasında başkasına ait olması, bu malda hırsızın mülkiyet cinsinden bir hakkının veya hak şüphesinin bulunmaması şarttır. Bu sebepledir ki babanın çocuğuna, usul ve fürûun, karı kocanın birbirine ait malı, ortağın şirket malını alması başka tür müeyyideleri gerektirirse de fakihlerin çoğunluğu tarafından haddi gerektiren bir suç olarak görülmez. Beytülmâle ait bir malı çalan kimseye haddin uygulanmayacağını söyleyenler de hırsızın bu toplum malında hissesi bulunduğu noktasından hareket ederler. Çalınan malın daha sonraki bir tarihte hırsızın mülkiyetine geçmesi durumunda haddin düşeceği görüşünü, suçun oluşmadığı şeklinde değil infaza engel bir şüphenin ortaya çıkması şeklinde açıklamak daha doğru olur.
Hırsızlık suçunun oluşması için malın bulunduğu yerden gizlice alınması şartı, bu suçu benzeri eylemlerden ayıran bir kriter vazifesi de görür. Bu sebepledir ki meselâ bir malı zorla almak veya emanet olarak elde bulunan malı geri vermemek gizlice alma sayılmadığından hırsızlık değil başka bir suç oluşturur. Mala hıyanet, yankesicilik ve yağma suçlarını hırsızlık dışında mütalaa edenler de (aş. bk.) bu eylemlerde "gizlice alma" şartının tam bulunmayışından hareket ederler. Gizlice alma şartının tamamlanması için hırsızın malı muhafaza edildiği yerden alması, malın mağdurun mülkünün sınırları dışına çıkarılması, ayrıca malın hırsızın zilyedliğine geçmiş olması gibi şartlar aranırsa da hangi durumlarda bu şartların gerçekleşmiş sayılacağı fakihler arasında tartışmalıdır. Meselâ bir eve hırsızlık kastıyla girip de suç üstü yakalanan kimsenin eylemi teşebbüs seviyesinde kaldığından çoğunluğa göre had değil ta'zîr cezası gerekir. Hanefîler, gizlice alma şartının gerçekleşmesi için malın bulunduğu yerden alınmasını, yani mâlikin mülkünden çıkmasını yeterli görmeyip fiilen hırsızın mülk ve tasarruf alanına girmesini gerekli görür. Diğer mezhep fakih-leri ise malın, sahibinin zilyedliğinden çıkmasıyla hükmen hırsızın zilyedliğine geçeceği görüşünde olduğundan bu durumda had cezasından yanadırlar. Malı bizzat alma, tahıl ambarını delip buğdayı dışarı akıtma, malı bir hayvanın sırtına yükleyip veya akarsuya atıp arazi dışına çıkmasını sağlama gibi doğrudan ve dolaylı fiiller arasında fark gözetilmez. Ancak hırsız malı bulunduğu yerde telef ederse bu eylem hırsızlık değil haksız fiil olarak nitelendirilir.
Hırsızlık suçunun oluşum şartlarıyla ilgili belki de en derinlemesine fıkhî tartışmalar çalınan malda aranan vasıflar konusunda yoğunlaşır. Hukukî tanımlarında ve ayrıntıda farklı görüşte olsalar da fakihler çalınan malın menkul, mütekav-vim ve korunan bir mal olması ve belli bir değerin üzerinde bulunması şartları üzerinde ısrarla dururlar. Hırsızlık fiilinin bir malın bulunduğu yerden gizlice alınıp götürülmesi, mağdurun mülk ve zilyedliğinden hırsızın zilyedliğine geçmesi şeklinde işlenmesinin tabii sonucu olarak çalınan malın menkul bir mal olması şartı aranır. Suçlunun fiiliyle taşınabilen her mal menkul mal sayılır. Bu sebeple tabiatı icabı menkul ve taşınır olması zorunlu değildir; suçlunun veya başkasının fiiliyle taşınır hale gelmesi yeterlidir. Meselâ çatıdan keresteyi, maden ocağından
cevheri alıp götürme halinde çalınan mal hırsızın fiiliyle menkul hale gelmiştir.
Çalınan şeyin hukuken hem mal hem mütekavvim sayılması şartı, genelde bütün akidlerde ve hukukî ilişkilerde aranan bir şartın konuya uyarlanmış şeklini ifade eder. İslâm hukukçuları, bir şeyin mal kabul edilebilmesi için o şeyin insanlar tarafından mal edinilmesinin âdet haline getirilmiş olmasını, mütekavvim olabilmesi için de o şeyden faydalanmanın hukuken imkân dahilinde bulunmasını gerekli görürler. "Mütekavvim mal" ifadesi özellikle Hanefî fakihlerinin kullandığı bir tabir olup diğer fakihler genelde "muhterem" veya "kıymetli mal" ifadesine yer verirler. Zeydîler, malın temellükü mümkün bir mal olmasını şart koşmuşlar. Zahirîler de aynı hususu kıymet taşıyan ve taşımayan mal şeklinde bir ayırım yaparak benzeri bir ifadeyle dile getirmişlerdir. Bu şartlan taşıyan mallar İslâm hukukunda haklara konu olur. Buna karşılık kendilerinden faydalanmanın şer'an caiz ve serbest olmadığı gayri mütekavvim mallar haklara konu teşkil etmediği için mülkiyeti de korunmaz, gasp veya telef edilirlerse tazmin edilmez. Şarap ve domuz gibi müslümanlar açısından mütekavvim olmayan bir mala verilen zararın tazmini gerekmez, aynı şekilde bunların çalınması da suç teşkil etmez.
Ebû Hanîfe, mal olma vasfına sahip bulunmayan meyte ve derisi gibi şeyleri veya çok bol oluşu yüzünden kendi döneminde iktisadî bir kıymet taşımayan ve insanların ihtiyaç duymadığı anız, saman, ot ve odun gibi şeyleri veya depolanmayan, çabukça bozulabilen, hemen tüketilen meyve ve sebze gibi yaş yiyecekleri, et, ekmek ve benzeri malları, aynı şekilde mushafı. dinî kitapları veya ilmî eserleri çalan hırsıza had cezasının uygulanmayacağı görüşünü benimserken diğer bazı mülâhazalar yanında bu malların hukuken mütekavvim sayılıp sayılmadığı hususunu da göz önünde bulundurmuş olmalıdır. Diğer mezheplerin hukukçuları. Ebû Hanîfe"nin görüşünde olmayıp mülkiyete konu teşkil eden herhangi bir mal alım satıma konu olabiliyor, takas yapılıyorsa böyle bir malı çalma halinde suçun tam olarak gerçekleştiğini kabul ederler: ancak bu kuralın uygulanmasında farklı görüşlere sahiptirler. Nitekim İmam Mâlik ve Şâfıî mülkiyete konu olmuş her nevi malın çalınmasında, Hanbelîler de malın değerli veya değersiz oluşuna, asıl itibariyle mubah olup olmadığına, derhal bozulabilip bozulmayışına bakılmaksızın
386
HIRSIZLIK
her türlü malın çalınmasında had cezasının uygulanacağını belirtmekle birlikte bu mezheplerde de mushaf, gıda maddesi. su, ot. tuz, buz, toprak, hayvan gübresi, dalındaki meyve, eğlence aletleri gibi malları değişik gerekçelerle bu kuraldan istisna eden fakihlerin bulunduğu görülür.
Hırsızlık suçunun oluşmasında malın "hırz" altında (mahrûz) iken alınmış olması şartı da önemli bir yer tutar. Hırz sözlükte "bir şeyin korunduğu yer" demektir. Terim olarak ise ev, dükkân, çadır gibi genellikle insanların mallarını korumak için yaptıkları yerleri ifade eder. İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, bir malın hangi durumlarda koruma altında sayılacağı konusunda farklı görüşlere sahipse de suçun oluşmasında malın koruma altında iken alınmış olması şartının gerekliliğinde ittifak etmişlerdir. Ancak Zahirîler, hırsızlıkla ilgili âyetin mânasını tahsis edecek herhangi bir nassın bulunmadığından hareketle böyle bir şartı gerekli görmezler. Bir malın koruma altında olması, o malın sahibinin izni olmadan girilemeyen bir yere konmasını veya bir bekçi tarafından korunmakta oluşunu ifade eder. Buna göre açıkta bırakılan veya koruma altında bulunmayan bir malın alınması, bu mal hırsızlık için aranan değere ulaşmış olsa da had grubuna giren hırsızlık suçunu oluşturmaz. Bir eylemin hırsızlık sayılabilmesi için alma eyleminin koruma bölgesinde gerçekleşmesi ve çalınan malın koruma alanından dışarıya çıkarılması şarttır. Bunu İlke olarak benimseyen İslâm hukukçuları ayrıntı sayılabilecek bazı meselelerde ihtilâf etmişlerdir. Nitekim Hanefî fakihleri, bir sandık veya çuvala elin sokulup içindeki malın çalınmasını -suçun diğer şartları da mevcutsa- tam suç saydıkları halde bir evin duvarını delerek veya penceresinden el uzatarak içeriden bir eşyayı almanın haddi gerektiren bir hırsızlık suçu olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Yûsuf, malın koruma alanından dışarı çıkarılmasını yeterli gördüğü İçin hırsızın İçeri girmeyip dışarıdan müdahale ile bir evden mal çalmasını tam suç sayarken Ebû Hanîfe, Hz. Ali'nin bir fetvasına dayanarak hırsızın evin içine girmesi ve buradan malla dışarı çıkması halinde suçun tamamlanmış olacağını söyler. Kâsânî'nin ifadesiyle Ebû Hanîfe, malın koruma altında bulunuşunun ve bunun ihlâlinin kâmil mânada gerçekleşmiş olmasını şart koşmaktadır (BedâT, VII, 65-66). Benzeri bir örnek olarak da, kapısı kırılıp yahut yapılan bir anahtarla kapısı açılıp odanın içinden alınan eşyanın
koruma altındaki bir eşya statüsünde olduğunda veya çok odalı bir yapının bir şahsa ait bir odasından herhangi bir şeyin alınıp aynı binanın diğer bir odasına götürülmesi halinde de yine suçun koruma şartı açısından tamamlandığında fa-kihler müttefiktir. Ancak içinde birden fazla kimsenin kaldığı odalarda veya odaları müstakillen Öğrencilerin ikametine tahsis edilen, fakat aralarında kısmen de olsa bir müştereklik bulunan imaret ve medrese odalarındaki eşyanın koruma altında sayılıp sayılmayacağı tartışmalıdır. İmam Mâlik ve Şafiî, bu tür binalarda malın dış kapıdan dışarıya çıkarılmasını şart görürken Hanbelîler odaların kapısının kilitli ve kapalı olması şartını ileri sürerler.
Hırsızlık suçunun haddi gerektirecek şekilde tam işlenmiş sayılabilmesinde, malın koruma altında olup olmadığı tartışmalarının literatürde önemli bir yer tuttuğu görülür. İslâm hukukçuları suçun oluşmasında ve cezalandırmada ka-nunîliği, hukukî istikran ve güvenliği sağlama düşüncesiyle bu konuda bazı kategorik tesbit ve ayırımlara gitmeyi gerekli görmüşlerdir. Bunun bir örneği olarak klasik dönem fıkıh literatüründe hırz iki kısma ayrılıp ele alınır. 1. Kendi Başına Hırz Sayılan Yerler. Bunlar, mallan korumak için hazırlanan ve izinsiz girilmesi veya açılması yasak olan ev. dükkân, han, kasa, sandık gibi yerlerdir. Ebû Hanîfe, mekân yönünden bir yerin hırz sayılabilmesi İçin o yerin bir yapı olmasını şart koşar; kapı açık veya kapalı olsun, bunlarda bekçi bulunsun veya bulunmasın hırz niteliğinin devam ettiğini söyler. İmam Mâlik, hayvan ağılı ve benzeri yerlerin birer bina olmasını veya çitle çevrilmesini şart koşmaz, o yerin malın korunması için hazırlanmış olmasını yeterli görür. İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel ise bir yerin hırz sayılabilmesi için o yerin meskûn alan içinde bulunmasını ve kapalı bir yer olmasını şart koşar. Zeydîler de kapalı bir yer olma özelliğini aynen benimser, ayrıca dışarıdakinin içeriye girmesine engel olacak ve içeriyi göstermeyecek şekilde etrafının çevrili olması şartını ileri sürerler.
2. Başkası Sebebiyle Hırz Sayılan Yerler.
Bunlar, içinde mal saklamak için yapılmış yerler olmayıp izinsiz olarak girilebilen ve kısmen veya tamamen umuma açık mes-cid, yol ve resmî daire gibi yerlerdir. Bekçisi bulunmadığı takdirde herkese açık kır. mera ve sahra hükmünde olan bu yerlerde eğer bekçi bulunursa bekçi uykuda olsun veya olmasın hırz şartı gerçekleşmiş sayılır. Fakihler bu konuda, uy-
kuda bulunan Safvân b. Ümeyye'nin ri-dâsını (palto) çalan hırsıza Hz. Peygam-ber'in had cezası uygulamış olmasını delil gösterirler (Kâsânî, VII, 73; İbnü'l-Hü-mâm, V, 145). Bundan dolayı Ebû Hanîfe mescidin ancak bekçiyle hırz haline geldiği, oradaki hasır, kandil, süpürge, yaygı ve mushaf gibi eşyanın çalınması durumunda hırsıza kural olarak had cezasının verilemeyeceği, bekçi bulunduğu halde hırsızlık olmuşsa ancak o zaman had uygulanabileceği görüşündedir (Serahsî, IX, 151). İmam Mâlik, mescidin bizzat kendisi hırz sayılmamakla birlikte içindeki mûtat eşyanın, kapı ve çatısının hırz olduğunu, mescidde kullanılmaya müsait bir şeyin çalınması durumunda had cezasının uygulanabileceğini belirtir. İmam Şafiî de mescidin imarı, tefrişi ve ibadet yeri olarak hizmet sunabilmesi için gerekli olan ana malzemelerin çalınmasıyla had cezasının verilebileceği, sırf insanların yararlanması İçin konulmuş hasır, halı. mushaf, kandil gibi eşyaların çalınması durumunda ise had cezasının verilemeyeceği görüşündedir. Hanbelî mezhebinde ise bu konuda iki görüş vardır; birinci görüş Hanefî mezhebi, diğer görüş de Şafiî mezhebiyle birleşir. Zâhiriyye mezhebi hukukçuları hırz şartını kabul etmediklerinden mescidden herhangi bir şey çalana had cezası uygulanacağını söylerler.
Ebû Hanîfe, bizzat hırz sayılan bir yerde bu şartın gerçekleşmesi için ilâve bir şartı, meselâ bekçinin bulunmasını gerekli görmez. Ancak bizzat hırz sayılan bir yere girmesine izin verilen kimse açısından o yer artık hırz olmaktan çıkar. Dolayısıyla iş verene ait bir malı çalan işçiye, çalıştığı evden çalan hizmetçiye, misafir bulunduğu evde ev sahibinin eşyalarını çalan misafire had cezasının uygulanmayacağını söylemesi bu gerekçeye dayanır. Bu yerlerde İzin verilmeyen bir zamanda, meselâ bir ticaret merkezi ise iş saati dışında kapalı iken hırsızlık olursa had cezası verilir. Yine bir kimse mahrem hısımlarından veya eşinden bir şey çalsa had uygulanmaz. Çünkü örf, bir kimsenin hısımlarının bulunduğu yere izinsiz girebileceği yönündedir. Aynı durum eşler arasında öncelikle geçerli olduğu gibi eşlerin birbirinin malını alması örfte de kısmen müsamaha görür. Bu sebeple bu tür eylemlerde hırz şartı gerçekleşmemiş sayılır. Hanefîler'in bu son görüşüne diğer mezhep fakihlerinin de büyük çapta katıldığı, ancak bazılarının bu istisnaî hükmü sadece eşlere veya usule (ana baba vb.) hasrettiği. İbn Hazm'ın ise hiç kabul etmediği görülür. Diğer mezhep fa-
387
HIRSIZLIK
kihleri Hanefîler'in bizzat hırz -dolayısıyla hırz ayırımına fazla iltifat etmeseler de sonuç itibariyle benzeri görüşlere sahiptirler. Onlara göre bir yer mekân olarak hırz sayılabileceği gibi bekçinin bulunmasıyla da hırz olabilir. Meselâ bir kimse girmesine izin verildiği dükkân, ticaret merkezi, çarşı, otel, lokanta, hamam gibi umuma açık bir yerde ve bekçisi bulunduğu halde mal çalsa hırz şartı gerçekleşmiş olacağından kendisine had uygulanır. Öte yandan Ebû Hanîfe ve Mâlik'e göre, bekçi sebebiyle hırz haline gelen bir yerden çalınan mal bekçinin görebileceği bir alanda olmalıdır. Bekçi ister uykuda ister uyanık olsun o mal bekçiyle yine hırz altındadır. Hanefîler'le Mâlikîler, bu genel kuraldan meralarda otlayan koyunun çalınmasını istisna eder. bir sürüden koyun çalana had uygulamayı uygun görmezler. Mâlikîler sürünün otlama anında muhafazasının güç olduğunu, Hanefîler de çobanın sürüyü muhafaza ile değil otlatmakla yükümlü bulunduğunu gerekçe göstererek had cezasının verilmeyeceğini ileri sürmüşlerdir.
Hırz şartıyla ilgili olarak doktrine yansıyan tartışma konularından biri de yankesicilik, dolandırıcılık, mala hıyanet ve mezarları açıp ölülerin kefenlerini, altın dişlerini veya kemiklerini çalma gibi eylemlerin tam bir hırsızlık suçu sayılıp sayılmayacağı ve suçluya had cezasının verilip verilmeyeceği meselesidir. Mala hıyanet edenin, yankesicinin, yağma biçiminde başkasının malını alan kimsenin elinin kesilmeyeceğine dair hadisler ve sahabe görüşü mevcuttur (Şevkânî, VII, 147-148). Öyle anlaşılıyor ki bu eylemlerde malın gizlice alınması, hırz veya nisab şartının tam gerçekleşmemesi hükmün dayanağını teşkil etmiştir. Doktrinde, bu suçlara had değil ta'zîr cezası uygulanacağı görüşünün yanı sıra kamu düzenini koruma ve malın gizlice alınmasını yeterli sayma sebebiyle özellikle yankesiciye had uygulanması gereğini savunanlar da vardır. Mezardan kefen, altın diş vb. şeyler çalanın hükmü de fakihler arasında tartışmalıdır. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre mezar hırsızına had cezası uygulanmaz. Çünkü mezarlıklar kendi başına mal saklanan ve hırz sayılan yerler değildir; üstelik mezardaki malın mülkiyet altında bir mal sayılıp sayılmayacağı da tartışmalıdır. Hanefîler'den Ebû Yûsuf ile Mâ-likî. Şafiî ve Hanbelîler'e göre ise mezar hırsızına da had cezası uygulanır. Çünkü kefen de kendisine göre koruma altındadır ve ölünün mülkü sayılır; ölünün mirasçılarının hırsızın kefeni geri vermesini ve
cezalandırılmasını isteme hakları vardır. Bütün bunların yanı sıra kefen soyuculuk gibi bir fiil, onu yapan kişinin içinde kötülüklerin yerleşip kök saldığını göstermektedir: zira ders ve ibret alınacak bir yerde suç işleyebilmektedir. Şu halde bu kötü fiilden el çekmesini sağlamak için ona da had uygulanması gerekir.
İslâm hukukçularının hırsızlık suçunun oluşması şartlarını ele alırken üzerinde durdukları bir başka husus da çalınan malın malî değerinin belirli bir miktarda (nisab) veya bundan daha yukarıda olması şartıdır. İslâm hukukçuları, bu konuda nisab şartını ilke olarak benimseyip nisab miktarını da geleneksel teamüle uyarak altın veya gümüş para (dinar ve dirhem) cinsinden belirlemekle birlikte Hz. Pey-gamber'den rivayet edilen hadisler ve uygulamalar arasında farklılıklar bulunması sebebiyle farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Literatürde bu konuda ona yakın farklı görüş kaydedilir (îbn Hazm, XIII, 392-393). Hanefîler'e ve Zeydîler'e göre çalınan malın değerinin en az 1 dinar (4,25 gr. altın) ya da -o dönemler itibariyle buna denk bir değeri ifade eden-10 dirhem (yaklaşık3Ogr. gümüş) olması gerekir. Bu miktardan daha az değerde olan bir malın çalınmasından dolayı had cezası uygulanmaz. Onlar bu görüşlerine de-İİ1 olarak Resûl-i Ekrem'in. "10 dirhemden aşağısında el kesilmez" (Müsned, II. 204); "El, 1 dinar veya 10 dirhem miktarı olan hırsızlıkta kesilir" (Ebû Dâvûd, "Hu-dûd", 12; Tirmizî. "Hudûd", 16); "El, ancak kalkanın kıymetine denk bir miktardaki hırsızlıkta kesilir" (Buhârî, "Hudûd", 13; Müslim, "Hudûd", 5; Şevkânî, VII, 140) mealindeki hadislerini esas alırlar. Diğer mezhep hukukçuları, hırsızın elinin kesilmesini gerektiren nisabın 3 dirhem veya çeyrek dinar ve daha yukarısı olduğu görüşündedirler. Delilleri de Hz. Âişe'den rivayet edilen, çeyrek dinar değerinde veya bundan daha fazla bir mal olmadıkça hırsızın elinin kesilmeyeceği hadisiyle (Buhârî, "Hudûd", 13; Müslim, "Hudûd", 2-5; Ebû Dâvûd. "Hudûd", 12) İbn Ömer'in, "Hz. Peygamber, değeri 3 dirhem tutan bir kalkan sebebiyle hırsızın elini kestirdi" şeklindeki rivayetidir (Müslim, "Hudûd", 6: Tirmizî. "Hudûd", 16; Şevkânî. VII, 140). Zahirîler ve Haricîler ise hırsızlıkla ilgili âyetin hükmünü mutlak kabul ederek malın nisaba ulaşmasının gerekli olmadığı görüşündedirler. Suçun oluşması için nisabı gerekli görenler arasındaki ihtilâf. Resûl-i Ekrem döneminde el kesilmesine sebep teşkil eden kalkanın değeriyle ilgili rivayet ve takdir farklılığından kaynak-
lanmaktadır; Hanefîler onun değerinin 1 dinar, diğerleri ise çeyrek dinar olduğunu ileri sürmektedir. Nitekim İbn Rüşd. "Hırsızlık nisabının 3 dirhem olduğu görüşü her ne kadar hırsızlık olaylarını önleme bakımından uygun ise de 10 dirhem olduğu görüşü, değersiz bir şey için şerefli olan insanın çok lüzumlu bir organını kesmenin doğru olmadığı düşüncesine daha uygundur" diyerek İbn Ömer ve Hz. Âişe'nin rivayet ettiği hadislerle, Hz. Osman'ın 3 dirhem değerinde bir malı çalan kişinin elini kestirmesi uygulamasını telif etmeye çalışmış ve çoğunluğun görüşüne meyletmiştir {Bidâyetü'l-mücte-hid, II, 374).
Hanefî hukukçularından İmam Muham-med ile Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel, çalman malın değerinin tesbitinde suçun işlendiği zamanın dikkate alınacağı, Hanefî hukukçularının çoğunluğu ise çalınan malın değerinin suçun işlendiği andan cezanın infazına kadar geçen sürede nisab miktarının üzerinde kalması gerektiği görüşündedirler. Onların bu görüşü, temelde hadlerin şüphe ile sakıt olması ve şüpheli durumdan sanığın faydalandırılması fikrine dayanır.
İslâm hukukçuları, birden fazla kimse tarafından (iştirak halinde) işlenen hırsızlıkta, çalınan mal katılanların her birine eşit şekilde bölündüğünde her birinin payına düşen miktarın nisaba ulaşması durumunda faillerin her birine had cezası uygulanacağı konusunda görüş birliği içindedir. Ancak suça iştirak edenlerin her birine düşen pay nisabın altında kalıyorsa Ebû Hanîfe ve Şafiî'ye göre hiçbirine had uygulanmaz. Mâlikîler'e göre iki veya daha fazla hırsız nisab miktarı bir malın çalınmasına katıldığı takdirde bakılır, eğer her bir şahsın malı tek başına taşımaya gücü var da buna rağmen suçu müştereken işlemişlerse hiçbirine had uygulanmaz. Aksi takdirde, yani malı yerinden çıkarmak için birbirinin yardımına ihtiyaçları bulunursa hepsine ayrı ayrı had uygulanır. Hanbelîler'e göre de iştirak halinde İşlenen hırsızlıkta çalınan malın toplam miktarı nisabı dolduruyorsa hırsızlığa katılanların hepsi had cezasına çarptırılır.
Yargılama Usulü. HirsiZİlk SUÇUnun kla-
sik literatürde had suçları grubunda yer alması ve Allah hakkına taalluk eden bir suç olarak nitelendirilmesi, kural olarak bu suçun takibinin şikâyete bağlı olmamasını ve suçlunun da kamu adına yargılanmasını gerektirir. Ancak hırsızlık suçu netice itibariyle bir şahsın malına karşı İş-
388
HIRSIZLIK
lendiğinden çoğunluğunu Hanefî ve Şâfi-îler'in ve bir kısım Hanbelîler'in teşkil ettiği fakihler bu suçun yargılanmasını, malı çalınan veya hakkı ihlâl edilen kişinin davacı olmasına bağlamayı tercih etmişlerdir. Başta Mâlikîler ve Ahmed b. Han-bel olmak üzere diğer fakihler ise aksi görüştedir.
İslâm hukukçuları, hırsızlık suçuyla ilgili yargılamaya başlanabilmesi İçin davanın açılmasının şart olduğunu müştereken ifade ederlerse de bu davayı açmaya kimlerin yetkili bulunduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Hanîfe1-ye göre çalman malın sahibi yahut emanet, rehin veya ödünç şeklinde akdî bir münasebet sonucu malı elinde bulunduran kimse yani haklı zilyed dava açma hakkına sahiptir. Şafiî mezhebi, malın esas mâlikinin veya vekilinin dava açmasını şart koşar, rehin alan veya kiralayan kişiye dava açma yetkisi tanımaz. İmam Mâlik ise suçun takibini kamu davası niteliğinde gördüğünden sadece malı çalınan veya hakkı ihlâl edilen kişiye dava açma hakkı tanımayı doğru bulmaz. Han-belî mezhebinde bu konuda biri Mâlikî. diğeri Şafiî mezhebinin görüşü istikametinde iki görüş vardır. Öyle anlaşılıyor ki fakihlerin çoğunluğu mağdur şahsın davacı olmasını şart koşarken suçu oluşturan bütün unsurların ayrı ayrı gerçekleşmesini istemiş ve bu hususu ön planda tutmuştur. Bu onların, el kesme cezasının tatbikini sıkı şartlara bağlama ve cezanın uygulama alanını imkân ölçüsünde daraltma temayülüyle de alâkalıdır (M. Ebû Zehre, s. 150-151). Öte yandan bu grubu teşkil eden fakihler bu konuda sadece haklı zilyedi korumayı öngörürler. Bunun için de çalman maldan bir miktarını üçüncü bir şahıs çaldığında Ebû Ha-nîfe"ye göre ilk çalanın o mal üzerindeki zilyedliği hukuken geçerli olmadığından ikinci hırsıza karşı dava açma hakkı da yoktur. İmam Mâlik, mâlikin dava açması şartını koşmadığı için hırsızdan bir mal çalan kişiye de had uygulanabileceği görüşündedir. Ahmed b. Hanbel de mâlikin dava açması şartını Öngörmemekle beraber ikinci hırsıza had uygulamayı uygun bulmaz. İmam Şafiî'nin biri Mâlik'in, diğeri de Ahmed b. Hanbel'in görüşüne benzeyen iki görüşü vardır. İstirdadı talep hakkının kime ait olduğu da fakihler arasında tartışmalıdır. Bazı Hanefî âlimleri, böyle bir durumda ilk hırsızın ikinci hırsızdan malı geri isteme hakkının bulunmadığını öne sürerken diğerleri aksi görüştedir. İmam Mâlik ilk hırsızın çalınan malı geri isteme hakkının bulunma-
dığını, bu talep hakkının gerçek mal sahibine ait olduğunu belirtmektedir. İmam Ahmed ve Şâfıî de Mâlik'in kanaatine katılmaktadır.
Suçun ispatı, davanın karara bağlanması prosedürünün önemli bir parçasını teşkil eder. İslâm hukukunda hırsızlık suçunun tesbitinde, günümüz ceza hukukundaki her şeyin delil olabilmesi ve bütün delillerin hâkim tarafından serbestçe değerlendirilmesi mânasında olan vicdanî delil sisteminin aksine kanunî deliller esas alınmış, ağır cezayı gerektiren had cezalarının ispatı daha zor şartlara bağlanmıştır. Doktrinde ve uygulamada kişilerin kural olarak borçsuz ve suçsuz oluşu esas alındığından {Mecelle, md. 8) suçun işlendiği kesinlikle ispat edilmedikçe kişinin cezalandırılmaması ilkesi hâkim olmuştur.
İslâm muhakeme hukukunda ispat yükü kural olarak davacıya aittir. Nitekim Hz. Peygamber bir hususu iddia eden kimsenin beyyine (delil) getirmesi, davalı konumundaki kişinin de yemin etmesi gerektiğini belirtmiş (Buhârî, "Rehin", 6; Müslim, "Akziye", 1; Tİrmizî, "Ahkâm", 12; İbn Mâce, "Ahkâm", 7) ve bu yargılama hukukunda genel bir ilke olmuştur {Mecelle, md. 76). Bu sebeple klasik doktrinde yerleşik prosedüre göre hırsızlık suçu ya beyyine ya da ikrar yoluyla ispatla-nabilmektedir.
Gerek hukuk gerekse ceza yargılama usulünde en başta gelen ispat vasıtası şahitliktir. Literatürde "beyyine" tabiriyle genelde şahitliğin kastedilmesi de şahitliğin her dönem ve toplum için geçerli en yaygın ve tabii ispat vasıtası olması sebebiyledir. Hırsızlık suçunun ispatında beyyine, kural olarak en az iki şahidin suçun İşlenişiyle ve failin kimliğini tesbitle ilgili kesin isnat ve şahitliğinden ibarettir. Suçun ispatında tereddüde yer bırakmamak için şahitlerin akıllı, bulûğa ermiş, erkek ve dürüst olması aranır; kadınların, doğru sözlülüğünden emin olunamayan, fısk ile tanınan kimselerin ve başkasından naklen şahitlikte bulunanların şahitlikleri hadlerde kabul edilmez. Fâsıkın şahitliğinin kabul edilmeyişi yalan söyleme ihtimalinin yüksek olmasıyla, kadınlarınki ise duygusal davranmalarının, etki altında kalmalarının veya algılama ve anlatım yanlışlığı yapmalarının erkeklere nisbet-le daha çok muhtemel olmasıyla açıklanır. Telâfi edilmesi mümkün olmayan sonuçları bulunduğu için had ve cinayet davalarında şüpheli, en azından ilgililerin şüpheyle karşılayacağı durumların olma-
masına özen gösterildiği, suçun ispatında şüphenin bulunması halinde haddin düşmesi kuralının da bu anlayışın sonucu olduğu söylenebilir. Ayrıca şahitlerin cezanın infazında hazır bulundurulabtl-mesi ihtimalinden dolayı kadınlar hem bu ortamdan, hem de bu tür davalarda taraflar arasındaki çekişmelerden uzak tutularak korunmak İstenmiştir. Buna karşılık kadınların aynı davada hadlerin ispatı dışında kalan hususlarda, meselâ mal hakkında yaptıkları şahitlikleri geçerlidir.
Yapılan şahitliğin geçerli olabilmesi için iki şahidin de hadiseyi bizzat müşahede etmesi, kamuoyu tarafından dürüst kimseler olarak bilinmesi, yapacakları şahitlikte kendilerine veya yakınlarına menfaat sağlama veya bunları zarardan koruma gibi bir ithamın objektif olarak fazla muhtemel olmaması ve ifadeleri arasında çelişki bulunmaması büyük önem taşır. Duruşmada hâkim şahitlerin adaletini re'sen tetkik eder. Suçun ispatı halinde telâfisi mümkün olmayan bir ceza verileceğinden şahitler tezkiye edilmedikçe, yani dürüst ve doğru sözlü kimseler olduğu belirlenmedikçe dinlenmezler. Hâkim şahitlere. İddia edilen suçun işleni-şiyie ilgili önemli gördüğü ayrıntıları sorar. Tezkiye ve şahitlik esnasında kaçma ihtimaline karşılık hırsızlıkla itham edilen kişi ihtiyaten hapsedilebilir.
Hırsızlık suçunun ispatında zaman aşımının etkili olup olmayacağı fakihler arasında tartışmalıdır. Hanefîler'e göre şahitliğin kabul edilmesi için suçun işlenmesi üzerinden uzun bir sürenin geçmemiş olması ilke olarak benimsenirse de Ebû Hanîfe zaman aşımını belirli bir süre ile sınırlandırmamış, bunun takdirini hâkime bırakmıştır. Bazı Hanefî hukukçularının zaman aşımı için bir ay, bazılarının altı ay takdir ettiği rivayeti doğru olsa bile bu sürelerin hangi tür cezalar ve alanlar için öngörüldüğü açık değildir. Öyle anlaşılıyor ki Hanefîler'İn bu görüşü, olayın üzerinden belirli bir süre geçmesi halinde ispatın da şüpheli hale geleceği endişesinden kaynaklanmaktadır. Diğer mezhep fakihleri, zaman aşımının ceza dava-lanndaki şahitlik üzerinde bir etkisi olmadığı görüşündedir. Bu arada Hanbelî mezhebinde zaman aşımını kabul eden ve etmeyen iki görüş bulunduğunu da belirtmek gerekir.
Suçun ispatında ikinci yol hırsızın bizzat ikrarda bulunmasıdır. Bu da, hırsızlık yapan mükellef bir şahsın suçunu kendiliğinden veya yapılan isnat üzerine itiraf etmesi şeklinde olur. İkrar hadlerde ikin-
389
HIRSIZLIK
ci sırada bir ispat vasıtası kabul edilirken bir şahsın kendi aleyhine yalan yerde ikrarda bulunmasının söz konusu olmayacağı noktasından hareket edilmiştir. Ancak ikrarın sayısı konusunda doktrinde farklı görüşler vardır. Had cezası verilebilmesi için Ebû Hanîfe, İmam Muham-med. Mâlik ve Şafiî bir defa ikrarı yeterli görürken Ebû Yûsuf ile Ahmed b. Han-bel, şahitlerin sayısı iki olduğundan hareketle ancak İki defa İkrarla had cezasının verilebileceği görüşündedir. Suçlunun ikrarının tek başına yeterli olup olmadığı da İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır. Ebû Hanîfe, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel, suçlunun ikrarına ilâve olarak suç mağdurunun davacı olmasını da şart koşarlar. Buna göre gaip bir şahsın malını çaldığını ikrar eden kişiye bu ikrar üzerine had cezası verilmez. Ancak Ebû Yûsuf, hiç kimsenin kendi aleyhine ikrarıyla ithamda bulunmayacağından hareketle suçlunun ikrarını tek başına yeterli görür ve böyle bir ikrara istinaden had cezasının verileceğini ileri sürer. İmam Mâlik de hırsızlık ister şahitlikle ister ikrarla ispatlanmış olsun, had cezasının verilebilmesi için suç mağduru şahsın dava açmasını şart koşmadığından sonuç itibariyle aynı görüştedir. Hırsızlıkta suçlu ikrar eder, fakat daha sonra ikrarından vazgeçerse had uygulanmaz. Çünkü ikrardan dönme İkrarın doğruluğu konusunda şüphenin bulunduğunu gösterir.
İkrarın sahih ve kabule şayan olabilmesi için İkrar edenin hiçbir dış etki ve baskı altında kalmaksızın gönül rızasıyla ikrarda bulunması şarttır. MeceUe'üe yer alan. "İkrarda mukırrın rızâsı şarttır. Binaenaleyh, cebir ve ikrah ile vâki olan ikrar sahih olmaz" (md. 1575] kaidesinin de anlatmak istediği budur. İslâm hukukçuları zor ve tehditte, maddî ve manevî İşkence ile sanığın ikrarda bulunması durumunda bu ikrarı yok saymışlardır. Nitekim Hz. Ömer. "İşkence, tehdit, hapis yoluyla kendi aleyhine ikrarda bulunan kişinin bu itirafına güvenilmez" demiş, Şam'da hırsızlık ithamı ile yakalanan ve ikrar edinceye kadar dövülen kişinin durumu Abdullah b. Ömer'e haber verilince İbn Ömer böyle bir kişiye had tatbik edilemeyeceğini belirtmiştir (Serahsî, IX, 184-185). Her ne kadar kaynaklarda Re-sûl-i Ekrem'in Zübeyr b. Avvâm'a, malı kaybetmekle itham edilen bir şahsı suçunu ikrar edinceye kadar ta'zîbi emrettiği (ibn Kayyım el-Cevziyye,ef-Turu/cu7-hükmiyye.s 121), Hasan b. Ziyâd'ın ve bazı müteahhir dönem hukukçularının hırsızın ikrar edinceye kadar dövülmesi-
ne fetva verdikleri (Serahsî, IX, 184-185; İbn Nüceym,V, 56) rivayetleri ve Şâfıî hukukçularından Mâverdî'nin suç isnadının kuvvetine göre valinin sanığı ta'zîren dövebileceği görüşü (el-Ahkâmü's-$uttâniy-ye, s. 274( yer alırsa da bunlar özel durumlardan kaynaklanan istisnaî uygulamalar olarak görülmüş ve İslâm toplumlarındaki uygulama konusunda kesin bir iddiada bulunmak doğru olmasa bile en azından doktrinde, İslâm hukukunun ruhuna da uygun olarak hiçbir sanığın baskı ve tehditle itirafa zorlanmaması, ayrıca suçu sabit olmadıkça dövülmemesi ilkesi hâkim olmuştur. Öte yandan gerek Hz. Peygamber'in uygulamasında (Ebû Dâvûd, "Hudûd", 9 ; İbn Mâce, "Hudûd", 29), gerekse doktrinde (Serahsî, IX, 93. 102 ; Kâsânî, VII, 49), suçunu itiraf eden sanığa bu itirafından istiyorsa vazgeçebileceği telkinatının yapılması ve suçun ispatında şüphe olması durumunda had-din düşmesi ilkeleri önemle vurgulanır. Bu yaklaşım da baskı altında suçunu ikrar ve İtiraf eden sanığın bu beyanının kabul edilmeyeceği ilkesinin bir diğer uzantısıdır
Hükmü. Hukuken sabit olan bir hırsızlık suçunun biri bedenî, diğeri malî olmak üzere iki temel sonucu (hükmü) vardır. Bedenî hüküm hırsıza el kesme cezasının uygulanması, malî sonuç ise çalınan şeyin iadesi ya da zararın tazmin edilmesidir, a) Elin Kesilmesi. İslâm hukukunda hırsızlık suçunu işleyen kimseye uygulanacak bedenî ceza Kur'an"da, "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir" (el-Mâide 5/38) mealindeki âyette açıkça belirlendiği, Hz. Peygamber'in ve sahabenin uygulaması da bu yönde olduğu için klasik dönem İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, hırsızlık suçunu işleyen kimselerin sağ elinin bilekten kesilmesi gerektiği konusunda görüş birliği içindedir. Haricîler sağ kolun omuzdan kesilmesi gerektiğini ileri sürerler. Çünkü onlara göre el parmak uçlarından koltuk altına kadar uzanan bir organın adıdır. Aralarında tabiîn âlimlerinin de bulunduğu bazı İslâm hukukçuları sadece parmakların kesilmesi gerektiği görüşündedir. Onlara göre bir şeyi tutmak ancak parmaklarla mümkündür ve parmaklar kesilince el tamamen fonksiyonunu yitirmiş olur. Ca'ferîler ise Hz. Ali'nin benzeri uygulamasının bulunduğunu da ileri sürerek elin baş parmak hariç dört parmağının, ayağın da yansının kesilmesini yeterli görür. İbn Hazm hırsı-
zın köle olması durumunda böyle bir ceza öngörür {el-Muhattâ, XIII, 405). Ancak fakihlerin çoğunluğu, âyette geçen "el"in parmaklar yahut omuza veya dirseğe kadar kol şeklinde anlaşılmasını zorlama bir te'vil olarak nitelendirir, sünnette ve sahabe uygulamasında yer alan örneklerin de kendi görüşleri istikametinde olduğunu belirtir.
Klasik dönem İslâm hukuk doktrininde hâkim telakkiye göre hırsızlığın ceza-sı bu suçu ilk defa işleyen kimsenin sağ elinin bilekten kesilmesidir. İkinci defa hırsızlık yapan kişinin sol ayağı bilekten kesilir. Bu iki ceza uygulandıktan sonra tekrar hırsızlık yapan kimseye, Hz. Ali ve tabiînden birçok âlimin yanı sıra Hanefî-ler'e, Hanbelîler'e ve Zeydîler'e göre artık üçüncü bir organ kesme cezası verilmez, tövbe edinceye kadar hapsedilir. Burada hapisle, suçluyu cezalandırmaktan çok onun tövbe edip ıslah olmasına imkân hazırlamak, ayrıca bu zaman zarfında topluma verebileceği muhtemel zararları önlemek amaçlanmaktadır. Hz. Ali'nin uygulaması böyle olduğu gibi Hz. Ömer'den de benzer uygulama nakledilmiştir. Mâ-likî ve Şâfiîler'e göre üçüncü defa hırsızlık yapan kimsenin sol eli, dördüncü defa hırsızlık yapan kimsenin sağ ayağı kesilir. Zâhirîler'e göre ise ilk defa hırsızlık yapanın sağ el zorunluluğu bulunmaksızın bir eli. ikinci defa yapanın da diğer eli kesilir. Zira onlara göre Kur'an'da ve Sün-net'te elin kesilmesi emredilmekte. ayakların kesilmesinden bahsedilmemekte-dir. Üçüncü defa hırsızlık yapan kimseye ise ta'zîr cezası verilir ve ıslah oluncaya kadar hapsedilir (İbn Hazm. XIII, 403-405). Tabiînden Atâ b. Ebû Rebâh'ın da bu görüşte veya hırsızın sadece sağ -bazı rivayetlerde sol- elinin kesilmesi, tekerrür halinde dayak ve hapis şeklinde ta'zîr cezasının verilmesi görüşünde olduğu rivayet edilir (İbn Hazm, XIII, 399; İbn Kudâme, IX, 131). Öte yandan Ebû Hanîfe'ye göre sağ elinin kesilmesi için sol elin sağlam olması gerekir. Eğer sol el kesik veya çolak ise veya baş parmağı yahut baş parmağı dışında iki parmağı kopuk ise hırsızın sağ eli kesilmez. Ayrıca sağ ayak kopuk veya topal ise sağ el de kesilmez. Çünkü bu durumlarda uygulanacak el kesme cezası öngörülen ölçüyü aşan ağır bir ceza olmaktadır.
İmam Mâlik ile Şâfıî, hırsızlığın tekerrürü halinde her iki el ve her iki ayağın kesilebileceği hususunda aynı görüşte iseler de Mâlik açıkça sakat olan elin veya ayağın kesilemeyeceği kanaatindedir.
390
HIRSIZLIK
İmam Şâfıî ise elin veya ayağın sakat olması durumunda da kesilebileceğini söyler. Ancak bütün İslâm hukukçuları, kesilmesi gereken organın hırsızlıktan sonra herhangi bir sebeple yok olması halinde bu cezanın başka bir organa uygulanamayacağı, dolayısıyla sakıt olacağı görüşünde birleşmektedir. Benzeri bir durum olarak suçlu kesilmesi gereken organını kasten kesecek olursa yine kesme cezası düşer. Ancak bunu yapana ta'zîr cezası verilir. Had cezasını gerektiren diğer suçlarda olduğu gibi hırsızlık suçunda da tedahül geçerlidir. Buna göre had uygulamasından önce birden fazla hırsızlık suçu işleyen kimse için sadece bir kesme cezası yeterli olur. Şafiî ve Ahmed b. Hanbel suçluyu cezalandırma, Özellikle de diğer insanları bir daha böyle bir suçu işlemekten alıkoyma amacıyla cezanın infazının aleniyetine ve infaz sonrası teşhire ayrı bir önem verirler.
İslâm hukukunda hırsızlığın cezası son derece ağır olmakla birlikte İslâm hukukçuları suçun oluşmasını ve cezanın uygulanmasını çok sıkı şartlara bağlamış, bu şartlardan birinin bulunmaması veya şüpheli olması durumunda had cezasının düşmesi ilkesini benimsemiş, bunlara ilâveten toplumda kişileri hırsızlık suçunu işlemeye iten sebeplerin de en aza indirilmesi yönünde bir dizi tedbirden söz etmişlerdir. Bundan dolayı ilk İslâm toplumunda hırsızlık olaylarının eskiye oranla bir hayli azaldığı, Hz. Peygamber ve Hu-lefâ-yi Râşidîn dönemlerinde el kesme cezası uygulamasının sınırlı sayıdaki olaya münhasır kaldığı görülür. Fakihlerin ortaklaşa ifadelerine göre hırsızlık için öngörülen ceza işlenen suçun ağırlığına denk, ibret verici yönü bulunan, hem hırsızlığa teşebbüs ve niyet eden kimseyi caydıracak, ıslah edecek, hem de toplumu bu yönde uyaracak ve gerekli tedbirleri almaya zorlayacak nitelikte bir cezadır, öte yandan hırsızlık suçuna ceza uygulamak amaç değil belki son çaredir. Önemli olan hırsızlığı besleyen veya kamçılayan sosyal dengesizliği, iktisadî ve manevî sıkıntıları, ihtirası, eğitimsizliği, ahlâkî çöküntüyü ortadan kaldırmak, lüks ve israfı mâkul bir dereceye kadar azaltmaktır. Şartlar iyileşti rildikten ve gerekli tedbirler alındıktan sonra işlenen hırsızlık suçunun cezalandırılması da adaletin gereği ve İslâm'ın toplum düzenini ve hakların himayesini sağlamadaki kararlılığının bir parçasıdır.
b) Çalınan Malın İadesi veya Tazmini.
Had cezası uygulandıktan sonra çalınan
mal elde bulunuyorsa bunun sahibine iade edilmesi gerektiğinde İslâm hukukçuları arasında görüş birliği vardır. Ancak çalınan mal harcanmış veya zayi olmuşsa tazmini gerekip gerekmediği ihtilaflıdır. Hanefîler'e ve Zeydîler'e göre hırsızlık için öngörülen had cezası uygulanmışsa hırsızın ayrıca bir de tazmin borcu yoktur. Onlar bu durumda tazmini bir suçun mü-kerreren cezalandırılması olarak görürler. Bir kısım tabiîn âlimine ve Mâlikîler'e göre hırsızın malî durumu iyi ise hem had, hem de telef olan malın tazmin cezası birlikte uygulanır, malî durumu müsait değilse sadece had uygulanır. Şafiî, Hanbelî, Ca'feriyye ve İbâzıyye mezheplerine göre ise hırsız ister zengin ister yok-sul olsun had ve tazmin cezası birlikte uygulanır. Zira bu mezhep fakihlerine göre hırsızlık eyleminde iki ayrı hakkın ihlâli söz konusudur. Biri Allah hakkıdır ki bu had ile, diğeri malı çalınan kişinin hakkı olup bu da iade veya tazminle karşılanır. Çalınan mal hırsızın elinde duruyorsa onu aynen iade ile mükelleftir. Eğer malı telef etmiş veya elden çıkarmışsa o zaman da telefte bulunduğu kısmı kıymetini ödeyerek veya mislini vererek tazmin eder.
Cezanın Düşmesi. İslâm hukukundace-zanın düşmesine yol açan sebepler hırsızlık için öngörülen had için de geçerlidir. Bunlar da genelde suçun oluşması ve ispatı için gerekli olan şartlarda bir eksikliğin veya cezanın infazına engel bir durumun ortaya çıkması halinde söz konusu olur. a) Şüphe. Özellikle had cezalan, gerek suçlu gerekse kamuoyu açısından derin etkilere ve çok defa telâfisi imkânsız sonuçlara sahip olduğundan, suçun unsurlarında ve ispatında herhangi bir şüphe ve tereddütün bulunması veya infaz öncesi bu kabil bir eksikliğin ortaya çıkması durumunda öngörülen hatta yargı kararına bağlanmış bulunan haddin düşmesi esastır. Şüpheden sanığın faydalanması İslâm hukukçularınca ilke olarak benimsenir. Resûl-i Ekrem'in, şüphe durumunda ve imkân ölçüsünde hadlerin uygulanmasına engel olunmasını tavsiye eden sözleri (Ebû Dâvûd,"Şalât", 114- Tir-mizî, "Hudûd", 2; İbn Mâce, "Hudûd", 5) doktrinde geniş bir uygulama alanı bulmuş, sanığın bir suçtan dolayı ceza görmesi için suçun bütün unsurlarının tam gerçekleşmiş, şüpheye yer vermeyen bir kesinlikle ispat edilmiş ve bu kesinliğin infaz safhasına kadar devam etmiş olması şartı titizlikle korunmuştur. Hırsızlık suçunda haddi düşüren sebepler suçun unsurlarına ve ispat yollarına ilişkin şüpheler olarak iki kısımda incelenebilir.
Suçun unsurlarındaki şüpheler, meselâ çalınan malda sanığa ait cüz'î de olsa bir mülkiyet hakkının bulunması, malın hukuken muteber bir koruma altında bulunmaması veya faili bu suçu işlemeye sevkeden zorlayıcı bir dış baskının veya zaruret halinin mevcudiyeti yönündeki şüpheler fiilin suç olmasını önlediğinden sonuçta haddin de düşmesine yol açar. Aynı şekilde, suçun işlenmesinden sonra çalınan malın mülkiyetinin hırsıza intikal etmesi de suçun unsurlarında bir şüphenin ortaya çıkması olarak görülür. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre, dava açılmış olsa bile dava sonuçlanıncaya kadar çalınan malın mülkiyeti hibe veya satın alma gibi bir yolla hırsıza geçse had cezası düşer. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre ise mahkemeye başvurulduktan sonra artık hibe veya satışla mülkiyet hırsıza geçse bite had cezası düşmez. Çünkü Hz. Peygamber. Safvân b. Ümeyye'nin ridâsını çalan hırsızın elinin kesilmesini emrettiğinde Safvân, "Ben böyle olmasını istemedim; benim ridâm ona sadaka olsun" demiş ve bunun üzerine Resûl-i Ekrem. "Bunu bana gelmeden önce yapsaydın ya" demiştir (Ebû Dâvûd, "Hudûd", 15; İbn Mâce, "Hudûd", 28).
İşlenen bir suçun mahkeme huzurunda hiçbir tereddüde yol açmayacak tarzda kesin delillerle ispat edilmesi şart olduğundan suçun ispatı safhasında ortaya çıkacak bir şüphe de haddi düşürür. Meselâ suçun ispatının en başta gelen aracı sayılan şahitlikte kullanılan lafızların mânaya delâletlerinin kesinlik bildirmesi, şahitlerin ifadelerinin açık ve net olması gerekli görüldüğünden buna aykırı bir durum haddin de düşmesine yol açar. Yine şahitlerin suçluya karşı, şahitliklerini ihtiyatla karşılamayı gerektiren bir kin ve düşmanlık içinde olmaması, şahitliği yerine getiren ya da ikrarda bulunanların bu şahitlik veya ikrarlarından dönmemeleri, haddin infazı vaktine kadar bunda ısrarlı olmaları da aranır. Çünkü aksine bir durum suçun ispatını gölgeleyecek, bu da haddin düşmesine yol açacaktır. Ancak bu kabil şüphelerin haddin düşmesine sebep teşkil edeceği açıksa da faile had dışında ve ta'zîr grubunda herhangi bir ceza verilip verilmeyeceği hâkimin takdirine bağlı bir mesele olarak devam eder.
b) Zaman Aşımı. Hırsızlık suçunun ispatından ve buna bağlı olarak hükmün verilmesinden sonra ve had cezasının yerine getirilmesinden önce belli bir sürenin
391
HIRSIZLIK
geçmesinin (müruruzaman, tekâdüm) had-din düşmesine yol açıp açmayacağı İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır. Ebû Hanîfe ve İmâmeyn'e göre cezanın yerine getirilmesinde geç kalınması, suçun oluşması veya ispatında bir şüphenin ânz olması hükmünde olup haddin uygulanmasını engeller. Onların bu görüşü, suçun oluşum ve ispatında herhangi bir şüphenin bulunmaması ve şüpheden sanığın yararlanması ilkesinde gösterdikleri titizliğin bir devamı mahiyetindedir. Ancak Ebû Hanîfe, ceza hukukundaki zaman aşımı için belli bir sınır tayin etmeyip bu konuda hâkime takdir hakkı tanımayı ve hâkimin her olayda haddi düşürücü zaman aşımı süresini şartlara göre tesbit etmesini uygun görmüştür. Zira mazeretlerin, haklı sebeplerin ve şartların farklılığı bu konuda önceden belirli bir süre vermeyi zorlaştırmaktadır. Kaynaklarda, İmam Muhammed'e göre hadler-de zaman aşımı süresinin altı ay, Ebû Ha-nîfe'ye ve Ebû Yûsuf a nisbet edilen bir görüşe göre de bir ay olduğu'şeklindeki rivayetleri genel bir süre belirlemesi niteliğinde değil münferit hadiselerle ilgili olarak gündeme gelmiş öneriler olarak anlamak daha isabetlidir. Bu sebeple de Hanefî mezhebinde hâkim görüş, zaman aşımı sürelerinin devletin yetkili organlarının takdirine bırakılması yönündedir.
Zaman aşımının haddi düşüreceğini kabul edenler, hırsızlık cezasının yerine getirilmesinde gecikilmesi durumunda artık cezanın fertleri ıslah etme ve toplum düzenini sağlama rolünün zayıflayacağı, cezadan beklenen gayenin gerçekleşmeyeceği, aradan uzun süre geçtikten ve suçun kamu üzerindeki menfi tesirleri kaybolup unutulduktan sonra suç ve cezanın tekrar gündeme getirilmesinin faydadan çok zarar doğuracağı gibi mülâhazalardan hareket ederler.
Hanefî âlimlerinden İmam Züfer de dahil olmak üzere fakihlerin çoğunluğu zaman aşımının haddin infazını etkilemeyeceği kanaatindedir. Onlara göre had cezası, mahkemenin hükmü sonunda sabit ve uygulanması gerekli bir ceza olmuştur; hiçbir kimsenin bu cezayı uygulamama veya uygulamayı geciktirme hakkı olamaz.
c) Mülkiyet İddiası. Hırsız çaldığı malın kendisine ait olduğunu iddia ederse böyle bir iddianın kesme cezasını düşürüp düşürmeyeceği İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır. Hanefî ve Şâfıî mezhep-leriyle Hanbelîler'de bir görüşe göre sanık hırsızlık suçunu reddederek aldığının
kendi malı olduğunu, davacıda emanet veya rehin bulunduğunu veya ondan satın aldığını yahut kendisine hibe edildiğini ya da onu almaya kendisine izin verildiğini söylediğinde çalmadığını ispat ede-mese bile kendisine had uygulanmaz. Çünkü onun bu ifadesinde az da olsa doğruluk ihtimali vardır ki bu ihtimal sebebiyle ceza tatbik edilmez. Hanbelîler'in ikinci görüşüne göre hırsızın hırsızlığı daha önce biliniyorsa veya bu konuda kötü sicili varsa had cezası gerekir. Mâlikîler ise nisaba ulaşan miktardaki bir hırsızlıkta mülkiyet iddiasında bulunan hırsızın sözüne itibar edilmeyip kendisine had tatbik edileceği görüşündedirler.
d) Çalıntının Nisabının Eksilmesi. Ebû
Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a göre çalınan malın kıymeti koruma alanının dışına çıkarıldıktan sonra nisabdan aşağı düşerse kesme cezası verilmez. Hanefîler'den İmam Muhammed ve Züfer ile Mâliki, Şafiî ve Hanbelî fakihlerine göre ise bu durumda da had cezası uygulanır. Zira bunlara göre çalınan malın kıymeti hırzdan çıkarıldığı andaki kıymettir.
e) Kesme Mahallinin Yok Olması. İslâm
hukukçuları, kesilmesi gereken organın hırsızlık cürmünden sonra herhangi bir sebeple yok olması durumunda kesme cezasının düşeceği görüşündedirler. Bu durum, ister bir kaza sebebiyle ister bir kısas veya cinayet sebebiyle olsun farket-mez. Meselâ hırsızlık suçundan sonra bir hırsız belirtilen sebeplerden biriyle sağ elini kaybetse hakkında terettüp edecek kesme cezası düşer, sol ayağının kesilmesine de geçilmez. Yine bir kimse hırsızlık suçundan sonra başka birinin sağ elini kesse ve hırsızın kısasen sağ elinin kesilmesine hükmedilip ceza da infaz edilse artık hırsızlık suçu sebebiyle verilecek kesme cezası düşer, ona bedel başka bir organı da kesilmez. Fakat kısas cezası verilen cinayet hırsızlık cürmünden önce işlenmişse o zaman kesme cezası sol ayağa geçer.
f) Tövbe. Suça teşebbüs halindeyken veya fiili bitirdikten ve sonuç gerçekleştikten sonra pişmanlık duyup tövbe eden kimseye ceza verilecek midir, yoksa tövbesi cezayı düşürür mü? Bu noktada Ha-nefîler, hırsızın çaldığı malı yakalanmadan önce iade edip tövbe etmesinin haddi düşürdüğü görüşündedirler. Çünkü hırsızlık haddinin yerine getirilmesinde gerekli olan şart dava açılmasıdır. Hırsız çalmış olduğu malı dava açılmadan önce iade edecek olursa dava açmaya imkân kalmaz. Zira davanın esası çalınan malın
iadesini istemedir. Hanefîler'in burada suçlunun ıslahına ve suçun aleniyet kazanmasının Önlenmesine öncelik verdikleri söylenebilir. Hanbelî, Zahirî ve bazı Şâfİîler de suçlunun yakalanıp mahkemeye sevkedilmeden önce tövbe etmesinin belli şartlarda cezayı düşürdüğü kanaatindedir ler.
g) Af. İslâm hukukçuları, dava açılmadan önce affın caiz olduğu noktasında görüş birliği içerisinde olup hırsızlık suçunu işleyen kişinin yetkili mercilere götürülmeden, yani resmî prosedür başlatılmadan önce mağdur tarafından affedilmesinde bir sakınca görmemişlerdir. Çünkü suçun affedilmesi o cürmün gizlenmesi anlamındadır. Affedilmemek suretiyle açığa vurulan bir suçun başka bir suçu davet etmesi ve kendi cinsinden suçların yayılmasına yol açması sebebiyle suçluya hoşgörülü olma ve hakkındaki affı hukuken de etkili sayma onun tövbe etmesini ve toplumla barışık hale gelmesini sağlayacaktır. Bu düşünceden hareketle hırsızlık suçunda mesele mahkemeye intikal etmeden önce suç mağdurunun suçluyu affetmesi etkili sayılmış, neticede haddin uygulanmasına engel görülmüştür. Bununla birlikte fakihler böyle bir affın sadece haddi düşürdüğünü, gerektiğinde kendisine ta'zîr cezası verilebileceğini ayrıca belirtirler. Öte yandan İslâm hukukçuları, hüküm kesinleştikten sonra hırsızlık suçunu affetmenin suçun oluşmasına ve haddin uygulanmasına engel olamayacağı görüşündedirler. Fakihlerin genel anlayışına göre hırsızlık meselesinde kul hakkı sadece dava açma noktasındadır, diğer açılardan kul hakkından söz edilemez. Bu sebeple de suça ilişkin dava açılmış, suç mahkemede sabit olmuş ve yargı karan kesinleşmişse artık mesele şahsî hakkı ilgilendiren bir konu olmaktan çıkmış ve Allah hakkı olarak had cezasını verme gereği ortaya çıkmıştır.
Uygulama. Bir fiilin hırsızlık olarak nitelendirilmesi, suçun oluşması ve ispat edilmesinde aranan şartlar, ayrıca suçluya verilecek ceza konularında Hz. Peygamber ve sahabe dönemi uygulamaları, daha sonraki dönemde oluşan klasik doktrinin ana malzemesini teşkil ettiği gibi Emevîler'den itibaren çeşitli İslâm toplumlarındaki uygulama örnekleri de dokt-riner görüşlerin uç noktalarını ve yapılabilecek yorum çeşitlerini örneklendirmesi bakımından önem taşır.
Hz. Peygamber döneminde hırsızlık yaptığı için el kesme cezası verilen ilk erkeğin Hıyar b. Adî b. Nevfel, ilk kadının
392
Dostları ilə paylaş: