12 Mart
“Size doğrusunu söyleyeyim, bu en basit kardeşlerimden biri için yaptığınızı, benim için yapmış oldunuz.” (Matta 25:40)
Burada hem ödüllendiren bir teşvik hem de öğretici bir uyarı bulunmaktadır. Mesih’in kardeşlerinden birine her ne yapar isek, bu yaptığımız Mesih’in Kendisine yapılmış sayılır. Her gün imanlı bir kardeşimize nazik davranarak Rab İsa’ya nezaket göstermiş oluruz. Tanrı halkına konukseverlik sunduğumuz zaman, Rab İsa’yı evlerimizde ağırlamış gibi oluruz. Eğer Tanrı halkına en iyi yatak odamızı verirsek, bu odayı Rab İsa’ya vermiş oluruz.
Eğer Rab İsa kralların Kralı ve rablerin Rabbi olarak gelmiş olsa idi, o zaman herkes Kurtarıcı için elinden gelen her şeyi yapma konusunda hızlı davranırdı. Ama Rab İsa kapımıza genellikle çok alçakgönüllü bir görünüm içinde gelir ve zaten bizim denenmemize neden olan durum da budur. O’nun en basit kardeşlerine davranış şeklimiz, O’na davranış şeklimiz demektir.
Tanrısayar yaşlı bir vaiz kutsallar ile Söz’ü paylaşma amacı ile bir topluluğu ziyaret etti. Bu vaizin kişisel bir karizması yoktu ve dinamik bir kürsü konuşmacısının tarzına da sahip değildi. Ama Tanrının bir hizmetkarı idi ve Rab’den aldığı ve topluluğa aktaracağı bir mesajı vardı. Kilise ihtiyarları ondan toplantılar için kalmasını isteyemeyeceklerini bildirdiler ve ona siyahların yaşadığı bir kenar mahalledeki toplantıya gitmesini önerdiler. O da söyleneni yaptı ve gittiği toplantıdaki kardeşler tarafından sıcak bir sevgi ile karşılandı. Toplantılarının devam ettiği o hafta sırasında, yaşlı vaiz bir kalp krizi geçirdi ve öldü. Rab sanki kibar kişilerin bulunduğu revaç gören topluluktaki kardeşlere şunu söylemek istiyordu: “Siz onu istememiş olabilirsiniz, ama ben istemiştim. Onu reddetmek ile Beni reddetmiş oldunuz.”
Edwin Markham, “Büyük Konuk Nasıl Geldi” adlı şiirinde, Rabbin kendisini ziyaret ettiğini hayal ederek özenli hazırlıklar yapan yaşlı bir ayakkabı tamircisinden söz eder. Rab onu ziyarete hiç bir zaman gelmedi. Ama kapısına bir dilenci geldiği zaman ayakkabı tamircisi ona ayakkabı verdi. Yaşlı bir hanım geldiği zaman onun dinlenmesini sağladı ve ve ona yiyecek verdi. Kaybolmuş bir çocuk geldiği zaman, ayakkabı tamircisi onu annesine geri götürdü.
Sonra sessizlik içinde yumuşak bir ses duydu:
Yüreğini kaldır, çünkü ben sözümü tuttum.
Senin dostane kapına üç kez geldim;
Gölgem üç kez senin evindeydi.
Yaralı ayakları olan dilenci Ben’dim, yiyecek verdiğin kadın Ben’dim,
Yolda kaybolmuş, evini arayan çocuk Ben’dim.
13 Mart
“İşittiklerinize dikkat edin.” (Markos 4:24)
Rab İsa duyduklarımıza dikkat etmemiz konusunda bizi uyarır. Kulak kapımızdan içeri nelerin gireceğini kontrol etmekten biz sorumluyuz ve aynı şekilde işittiklerimizi uygun şekilde kullanmaktan da yine bizler sorumluyuz.
Yanlış olduğu aşikar olan şeyi dinlemememiz gerekir. Mezhepler, propagandalarını çok yüksek ses ile haykırırlar. Her zaman dinlemeye istekli olan birini ararlar. Yuhanna, mezhep yanlısı olan kişileri evimize sokmamamız ve hatta onlara selam dahi vermememiz gerektiğini söyler. Mezhep yanlısı kişiler Mesih’e karşıdırlar.
Aldatıcı bir şekilde altüst eden şeyi dinlememiz yanlıştır. Kolejler, üniversiteler ve seminerlerdeki genç insanlar her gün genellikle Tanrının Sözü ile ilgili bir kuşkular ve inkarlar engeli ile karşılaşırlar. Mucizelere karşı konuşmalar işitirler, Rab İsa’ya sahte övgülerin sunulması ile yüz yüze gelirler ve Kutsal Yazılardaki sade anlamın sulandırıldığını görürler. Oturup yıkıcı öğretiş dinlemek ve bundan etkilenmemek imkansızdır. Öğrencinin imanı mahvolmasa bile zihni kirlenir. “İnsan koynuna ateş alır da giysisi yanmaz mı? Korlar üzerinde yürür de ayakları kavrulmaz mı?” (Süleyman’ın Özdeyişleri 6:27,28) Aşikar yanıt, ‘Hayır’dır.
Saf olmayan ya da imalı sözü dinlemememiz gerekir. Bu günün toplumundaki kirliliğin en kötü şekli, zihin kirliliğidir. Pek çok gazeteyi, dergiyi, kitabı, radyoyu ve televizyon programlarını, filmleri ve insan sohbetlerini tanımlayan tek bir sözcük vardır: iğrenç. Hıristiyan sürekli olarak bunlara maruz kaldığı için günahın günahlılığı duyumunu kaybetme tehlikesi içindedir. Ve tek tehlike yalnızca bu değildir! Zihinlerimize kötü ve imalı sözlerden oluşan öyküleri kabul ettiğimiz zaman, en kutsal anlarımız sırasında gelip bizi rahatsız edecek bir yol bulmuş olurlar.
Zihinlerimizi değersiz ya da önemsiz şeyler ile doldurmamamız gerekir. Yaşam gereğinden fazla kısadır ve görev bu konuda yeterinden fazla acildir. “Bizimki gibi bir dünyada her şeyin içten olması gerekir.”
Tanrının Sözünü işitme konusunda özenli davranmamız kesinlikle gereklidir. Zihnimizi Tanrının Sözü ile ne kadar çok doldurur ve onun kutsal buyruklarına ne kadar çok itaat eder isek, o kadar çok Tanrının düşünceleri ile düşüneceğiz ve çevremizdeki ahlak kirliliğinden o kadar çok uzaklaşmış olacağız.
14 Mart
“Nasıl dinlediğinize dikkat edin.” (Luka 8:18)
Hıristiyan yaşamında yalnızca ne işittiğimize değil, ama nasıl işittiğimize dair bir soru da vardır.
Tanrının Sözünü kayıtsız bir tutum ile işitmek de mümkündür. Kutsal Kitap’ı, bu kitapta Gücü Her Şeye Yeten Tanrının bize konuştuğu gerçeği ile ilgilenmeden başka herhangi bir kitabı okurmuş gibi okuyabiliriz.
Tanrının Sözünü eleştiren bir tutum içinde dinleyebiliriz. O zaman insan zekasını Kutsal Yazılardan üstün tutmuş oluruz. Kutsal Kitap’ın bizi yargılamasına izin vermek yerine Kutsal Kitap’ı yargılamaya kalkışmış oluruz.
Tanrının sözünü isyankar bir tutum ile dinleyebiliriz. Öğrenciliğin katı talepleri ya da kadınların boyun eğmeleri ve başlarını örtmeleri gerektiği hakkındaki konular ile ilgili bölümlere geldiğimiz zaman, kızar ve itaat etmeyi tamamen reddederiz.
Yakup kitabındaki kişi gibi sözü unutanlardan olabiliriz: “Sözün dinleyicisi olup da uygulayıcısı olmayan kişi, aynada kendi doğal yüzüne bakan kişiye benzer. Kendini görür, sonra gider ve nasıl bir kişi olduğunu unutur.” (Yakup 1:23,24)
Belki de en çok görülen grup, bu umursamaz dinleyicilerdir. Bu kişiler Sözü öylesine çok duymuşlardır ki, Söze karşı duyarsızlaşmışlardır. Bir vaazı mekanik olarak dinlerler. Vaaz can sıkıcı bir rutine dönüşmüştür. Bu kişilerin kulakları yorulmuş ve bitkin hale gelmiştir. “Bana daha önce duymamış olduğum ne söyleyebilirsin?” şeklinde bir tutum içindedirler.
Tanrı Sözünü dinlediğimize itaat etmeden ne kadar çok dinler isek, giderek o kadar çok sağır hale geliriz. İşitmeyi reddettiğimiz takdirde işitme kapasitemizi kaybederiz.
Dinlemenin en iyi şekli saygı ile, itaat ederek ve ciddi bir tutum içinde dinlemektir. Bizden başka hiç kimse yerine getirmiyor olsa dahi, Kutsal Kitap’a söylediğini yapmaya kararlı olarak yaklaşmamız gerekir. Bilge kişi, Sözü yalnızca işiten değil ama aynı zamanda yerine de getirendir. Tanrı, Sözünden titreyen kişileri aramaktadır (Yeşaya 66:2).
Pavlus Selanikliler’e öğütte bulundu, çünkü onlar Sözü işittikleri zaman, onu “insan sözü olarak değil, gerçekte olduğu gibi, Tanrı sözü olarak benimsediler” (1.Selanikliler 2:13). Bizler de aynı şekilde işittiklerimize dikkat etmeliyiz.
15 Mart
“Canını kurtarmak isteyen onu yitirecek, canını Benim uğruma yitiren ise onu kazanacaktır.”
(Luka 9:24)
Biz imanlıların temelde yaşamlarımız ile ilgili sahip olabileceğimiz iki tür tutum bulunur. Ya yaşamımızı kurtarmaya çalışır ya da onu Mesih’in uğruna amaca sahip bir şekilde kaybedebiliriz.
Doğal tutum yaşamımızı kurtarmaya çalışmaktır. Benlik merkezli bir yaşam sürebilir, kendimizi çaba ve rahatsızlıklardan korumaya çalışabiliriz. Kendimizi şoklardan korumak, kayıplara karşı güvenlikte tutmak ve rahatsızlığın her türünden sakınmak için özenli planlar yapabiliriz. Evimiz, ön tarafına “Giriş yasaktır” levhaları konulan özel bir mülk haline gelir. Evimiz yalnızca ailemiz içindir – diğer kişilere en az düzeyde konukseverlik gösterilir. Kararlarımız, durumların bizi nasıl etkileyeceği temel alınarak verilir hale gelmiştir. Eğer diğer kişiler planlarımızı bozar ya da bu planlara pek çok iş dahil ederler ise ya da başkalarına yardım etmek için vakıflar kurulmasını talep ederler ise, o zaman kabul etmez ve geri çekiliriz. Kişisel sağlığımıza büyük bir dikkat ile adanmaya eğilimli hale geliriz, bizim için uykusuz gecelere neden olabilecek herhangi bir hizmeti reddederiz, fiziksel risk almamak için hastalık ya da ölüm ile temas kurmayı reddederiz. Aynı zamanda çevremizdeki kişilerin ihtiyaçlarından çok kendi kişisel görünümümüze daha büyük bir ayrıcalık da tanırız. Kısaca, eğer Rab gelmez ise, bir kaç yıl sonra solucanlar tarafından yenecek olan bedenimize özen göstermek için yaşar hale geliriz.
Yaşamımızı kurtarmak için çaba gösterdiğimiz zaman, onu kaybederiz. Bencil bir varoluşun bütün sefaletlerinin acısını çeker ve diğer kişiler için yaşamanın sağladığı tüm bereketlerden yoksun kalırız.
Buradaki seçenek, yaşamımızı Mesih uğruna gözden çıkarmaktır. Bu seçenek bir hizmet ve fedakarlık yaşamıdır. Gereksiz riskler almadan ya da şehitliği davet etmeden tüm bedellere göze alarak yaşamamız gerektiği düşüncesi ile görevden ayrılmayız. “canımızı ve bedenimizi Tanrı için feda etmek ve onları gömmek” eylemimizin bir anlamı vardır. O’nun uğruna harcamayı ve harcanmayı en büyük sevincimizi sayarız. Evimiz açıktır, sahip olduklarımızı ve zamanımızı ihtiyaç içinde olanlar ile paylaşmaya hazırız.
Mesih ve diğer kişiler uğruna yaşamlarımızı bu şekilde ortaya dökmek ile gerçek yaşam olan yaşamı bulmuş oluruz. Yaşamlarımızı kaybetmek ile, aslında yaşamlarımızı kurtarmış oluruz.
16 Mart
“Size şunu söyleyeyim, kimde var ise, ona daha çok verilecek. Ama kimde yok ise, kendisinde olan da elinden alınacak.” (Luka 19:26)
Bu ayetin başlangıcındaki “var” sözcüğü, yalnızca mal mülkten daha fazlasını ifade eder. Bu sözcükte, bize öğretilmiş olanın ve bize verilmiş olanın kullanımı ile ilgili düşünce mevcuttur. Başka bir deyişle, önemli olan neye sahip olduğumuz değil, bize verilmiş olan ile ne yaptığımızdır.
O zaman burada Kutsal Kitap’ı çalışan bizler için büyük bir ilke yer alır. Almış olduğumuz ışığı izlediğimiz zaman, Tanrı bize daha çok ışık sağlar. Hıristiyan yaşamında en büyük ilerlemeyi gösteren kişi, çevresinde aynı şekilde hareket eden hiç kimse görmese bile, Kutsal Kitap’ın söylediğini yapmaya kararlıdır. Başka bir deyişle bu konu, kişinin zihinsel yeteneği ile ilgili bir konu değildir. Gerçekten önemli olan şey onun itaat etmesidir. Kutsal Yazılar, içlerinde barındırdıkları hazineleri itaatkar bir yüreğe hemen açarlar. “rabbi tanıyalım, Rabbi tanımaya gayret edelim” (6:3) diyen Hoşea doğru söylemiştir. Bize öğretileni ne kadar çok uygular isek, Rabbini bize yapacağı açıklamalar o kadar çok olacaktır. Bilgiye uygulama eklendiği zaman, bilgi çoğalır. Uygulaması yapılmayan bilgi çürüyüp kokacaktır.
Aynı ilke, armağanlarımız ve yeteneklerimiz için de geçerlidir. Beş talantı alan ve hemen gidip bu parayı işleterek on talant haline getiren kişiye on kent üzerinde yönetici olma yetkisi verildi ve elindeki talant ile beş talant daha kazanan kişi beş kent üzerine yönetici yapıldı (Matta 25:16-19).
Bu ayetler gösteriyor ki, sorumluluklarımızı uygun bir şekilde yüklendiğimiz zaman, daha büyük ayrıcalıklar ve sorumluluklar ile ödüllendiriliriz. Talantını işletmeyen kişi, onu kaybetti. Bu nedenle, sahip olduklarını Rab uğruna kullanmayı reddedenler, sonunda talantlarını kullanma yeteneklerini kaybederler, bu nedenle, “eğer kullanmazsanız, kaybedersiniz.”
Bedenin bir bölümünü kullanmakta başarısız olduğumuz zaman, bedenin dumura uğrayıp zarar gördüğünü biliriz. Normal gelişmenin gerçekleşmesi ancak sürekli kullanım ile mümkün olur. Ruhsal yaşam için de aynı şey geçerlidir. Eğer korkaklık ya da tembellik nedeni ile armağanımızı gömer isek, çok geçmeden Tanrının bizi rafa kaldırdığını ve bizim yerimize başka kişiler aracılığı ile çalışmaya başladığını görürüz.
Bu yüzden Kutsal Kitap’ın buyruklarına itaat etmemiz, vaatlere sahip çıkmamız ve Tanrının bize vermiş olduğu her armağanı kullanmamız çok büyük önem taşır.
17 Mart
“At ya da katır gibi anlayışsız olmayın.” (Mezmur 32:9)
Bana göre, at ve katır, Rabbin rehberliğini aradığımız zaman, sahip olabileceğimiz iki yanlış tutumu resmeden örnekler gibidirler. At önde olmak, katır ise arkada kalmak ister. At sabırsız, heyecanlı ve yerinde duramayan bir hayvandır; katır ise, inatçıdır, söz dinlemez ve tembeldir. Mezmur yazarı her iki hayvanın da anlayışlarının olmadığını söyler. Her ikisinin de gem ve dizgin ile kontrol edilmeleri gerekir, aksi takdirde efendilerinin yanına yaklaşmayacaklardır.
Tanrının arzusu, O’nun yönlendirişine duyarlı olmamız, O isteğinin ne olduğunu gösterdiği zaman, kendi bilgeliğimiz ile öne çıkmamamız ya da geride kalmamamızdır.
Aşağıda bu konuya yardımcı olacağını düşündüğümüz bir kaç kurala yer veriyoruz:
Tanrının, bize verdiği yönü, iki ya da üç tanığın ağzından onaylamasını isteyin. Tanrı, “Söylenen her söz iki ya da üç tanığın sözü ile doğrulansın.” (Matta 18:16) Bu tanıklar, Kutsal Yazılardaki bir ayet, diğer Hıristiyanların öğüdü ve koşulların bir noktada harika bir şekilde birleşmeleri gibi durumlar ile ortaya çıkabilir ve bize konuşabilirler. Eğer O’nun isteği ile ilgili iki ya üç kesin ima alırsanız, o zaman hiç bir kuşkunuz ya da korkunuz kalmayacaktır.
Eğer Tanrının rehberliğini arıyor iseniz ve bu rehberlik gelmiyor ise, o zaman Tanrının size verdiği rehberlik, bulunduğunuz yerde durmanızdır. “Gitmek ile ilgili karanlık, kalmak ile ilgili ışıktır.”
Rehberliğin çok net hale gelmesi için bekleyin, öyle ki, bu rehberliği reddetmek, kesin itaatsizlik haline gelsin. İsrailoğullarına bulut ve ateş sütunu hareket edene kadar harekete geçmeleri yasaklanmıştı. Kendi düşüncelerinin ürünü olan bir mantık ile bağımsız hareket etme eylemlerine bahane bulamazlardı. Onların sorumluluğu bulut harekete geçtiği zaman hareket etmeleri idi – daha erken ya da daha geç değil.
Sonunda, Mesih’in esenliği yüreklerinizde hakem olsun. Bu sözler, Koloseliler 3:15 ayetinin özgür bir çevirisidirler. Şu anlama gelirler: Tanrı gerçekten yön veriyor ise o zaman herhangi bir yol ile değil, yalnızca doğru yol ile ilgili esenliğe sahip olmamız için zihinlerimizi ve yüreklerimizi de benzer şekilde etkileyecektir.
Eğer tanrısal isteği bilmek için çok istekli isek ve bu isteğe hemen itaat edecek isek, o zaman Tanrının gem ve dizginine ihtiyaç duyulmayacaktır.
18 Mart
“Yalnız kendinizin değil, başkalarının yararını da gözetin.” (Filipeliler 2:4)
Filipeliler 2. Bölümde yer alan anahtar sözcük, “başkaları” sözcüğüdür. Rab İsa başkaları için yaşadı. Pavlus başkaları için yaşadı. Timoteos başkaları için yaşadı. Efafroditus, başkaları için yaşadı. Bizler de başkaları için yaşamalıyız.
Bize böyle yaşamamız, bu yalnızca doğru olduğu için değil, ama aynı zamanda bizim için de yararlı olduğu içindir. Eğer bazen başkaları için yaşamanın bedeli büyük ise, o zaman böyle yapmanın bedeli de daha ağır olur.
Toplumumuz yalnızca kendilerini ilgilendiren şeyler için yaşayan insanlar ile doludur. Diğer kişilere hizmet ederek dolu bir zaman geçirmek yerine evde canları sıkılarak otururlar. En küçük bir ağrı ya da sızı onları düşündürür ve çok geçmeden hastalık hastası kişiler haline gelirler. Yalnızlıkları içinde hiç kimsenin kendileri ile ilgilenmediklerinden şikayet eder ve kendilerine acıma çamuru içinde yuvarlanırlar. Kendileri hakkında düşünmek için ne kadar çok zamanları olur ise, o kadar çok bunalırlar. Yaşam, onlar için karanlığın büyük bir iç gözlem dehşeti haline gelir. Çok geçmeden doktora gitmeye başlarlar ve benlik merkezli olmaktan kaynaklanan rahatsızlıklarını asla tedavi edemeyecek olan çok sayıda haplar yutarlar. Sonra da sık sık bir psikiyatristin sofasına uzanır ve yaşamlarındaki can sıkıntısı ve bezginlikten kurtulmak için çözüm arayıp rahatlamaya çalışırlar.
Bu tür insanlar için en iyi tedavi, diğer kişilere sunacakları bir hizmet yaşamıdır. Eve kapanmış yaşlı ve hastalar ziyaret edilmeyi beklerler. Bir dosta ihtiyaç duyan yalnız kişiler vardır. Gönüllü yardımcılardan hoşnut olacak olan hastaneler mevcuttur. Bir mektup ya da kart ile teşvik edilerek sevindirilecek kişiler çoktur. Yuvalarından gelecek haberler ile sevinecek hizmetliler vardır. Kurtarılacak canlar ve öğretilecek imanlılar doludur. Özetleyecek olur isek, hiç kimsenin canının sıkılması için bir bahanesi yoktur. Kişinin yaşamını üretken eylemler ile doldurması için yapılacak yeterince çok iş mevcuttur. Ve başkaları için yaşama sürecinde dostluk çevremizi genişletir, kendi yaşamlarımızı daha ilginç hale getirir ve doyuma ulaşır ve tatmin buluruz. P. M.Derham şöyle der: “Başkaları için şefkat ile dolu bir yürek kendi üzüntülerinin içine dalıp kalamaz ve kendisine acıyarak kendisini zehirlememiş olur.”
Başkaları, evet Rab, başkaları,
Benim düsturum bu olsun.
Başkaları için yaşamama yardım et ki,
Ben de Senin gibi yaşayabileyim.
19 Mart
“Rabbin meleği, ‘Meroz kentini lanetleyin’ dedi. ‘Halkına lanetler yağdırın, çünkü Rabbin yardımına, zorbalara karşı Rabbin yardımına koşmadılar.’” (Hakimler 5:23)
Debora’nın ezgisi, İsrail ordusu Kenanlılar ile savaşırken, zor durumda olmasına rağmen Meroz yan tarafta durup beklediği için üzerine gelen lanetten söz eder. Ruben oymağının bölükleri büyük bir kararsızlık içinde idiler; niyetleri iyi idi, ama ağıllarından hiç bir zaman ayrılmadılar. Gilat, Aşer ve Dan oymakları konuya müdahale etmedikleri için, Debora’nın ezgisinde kendilerinden, onurlandırıcı sözler ile bahsedilmedi.
Dante şöyle demiştir: “Cehennemdeki en kızgın yerler büyük ahlak krizleri dönemlerinde yansız kalan kişiler için hazırlanmıştır.”
Aynı duygular Süleyman’ın Özdeyişleri kitabında da yansıtılırlar. Orada şu sözleri okuruz: “Ölüm tehlikesi içinde olanları kurtar, ölmek üzere olanları esirge. ‘İşte bunu bilmiyordum desen de, insanın yüreğindekini bilen sezmez mi? Senin canını koruyan anlamaz mı? Ödetmez mi herkese yaptığını?’” (Süleyman’ın Özdeyişleri 24:11,12) Kidner şu yorumda bulunur: “Kötü koşullarda yalvaran gerçek çoban değil, kiralık çobandır (10), umutsuz görevlerde (10) ve bağışlanabilir cehalette (12) mazeret gösteren kiralık çobandır; sevgi böyle kolayca susturulamaz- hele Tanrının sevgisi hiç susturulamaz.”
Ülkemizi Yahudilere karşı büyük bir düşmanlık dalgası kaplasa idi, Yahudiler toplama kamplarına, gaz odalarına ve fırınlara gönderilseler idi, o zaman ne yapardık? Onları korumak için kendi yaşamlarımızı riske atar mıydık?
Ya da Hıristiyan kardeşlerimizden bazıları zulüm görseler idi, ve eğer onları korumak konusunda bir yasak konmuş olsa idi, onları evlerimize alıp saklar mıydık? Ne yapardık?
Ya da belki daha az kahramanca ama çağımıza daha uygun bir durumu ele alalım. Bir Hıristiyan organizasyonunun müdürü olduğunuzu varsayın; sadık bir eleman zengin ve etkin olan bir başka müdürün huysuzluğunu tatmin etmek için işten çıkartılacak ve bu konu toplantıda ivedi bir karar verilerek kesin hale getirilecek. Son oy atıldığı zaman, eliniz kolunuz bağlı durarak sessiz mi kalacaksınız?
Bir an için İsa yargılandığı zaman, bizim de orada Sanhedrin kurulunda ya da İsa çarmıha gerildiği zaman çarmıhın dibinde olduğumuzu varsayalım. Yansız mı kalırdık yoksa kendimizi O’nunla özdeşleştirir miydik?
“Sessiz kalmak her zaman altın değerinde değildir; bazen yalnızca sarı bir renkten ibarettir.”
20 Mart
“Sana karşı günah işledim.” (Luka 15:21)
Baba, ancak kaybolan oğul pişman olup geri döndüğü zaman, onu karşılamaya çıktı, boynuna atıldı ve onu öptü. Tövbe gerçekleşmeden önce, bağışlama sunmak doğru olmazdı. Kutsal Yazılardaki ilke, “Tövbe eder ise, onu bağışlayın” dır. (Luka 17:3)
Kaybolan oğul uzak ülkede iken, babanın ona yardım gönderdiğine dair bir kayıt hiç bir yerde yoktur. Aslında böyle yapılmış olsa idi, o zaman Tanrının bu isyankarın yaşamındaki işine engel konmuş olurdu. Rabbin hedefi, kaybolan oğlun pişman olması idi. Baba, oğlunun gücünün sonuna gelmesi gerektiğini biliyordu, çünkü kaybolan oğul dibe vurmadığı takdirde asla yukarı çıkamayacaktı. Ne kadar çabuk çaresiz kalır ise, kırılmaya o kadar çabuk hazır olacak idi. Bu nedenle, babanın oğlunu Rabbin eline bırakması ve onun yüreğinde gelişecek olan tövbeyi beklemesi gerekiyordu.
Bu, anne ve babaların yapmaları gereken en zor şeylerden biridir. Bu durum özellikle anneler için çok zordur. Baş kaldıran oğul ya da kızlarını Rabbin göndermiş olduğu her acil durumdan çekip çıkarmaya çalışmak doğal bir eğilimdir. Ancak anne ve babalar böyle davranmak ile ancak Rabbin tasarılarını engellemiş ve sevdikleri kişinin çektiği acıyı uzatmış olurlar.
Spurgeon bir kez şöyle demiştir: “Hata yapan kişilere gösterilecek olan en gerçek sevgi, onlara hatalarında arkadaşlık etmemek, ama her konuda Rab İsa’ya sadık kalmaktır.” Kötülük yapan bir kişiye düşkünlük göstermek, sevgi değildir. Gerçek sevgi, kişiyi Rabbin eline bırakır ve şöyle dua eder: “Rab, onu yenile, bedeli ne olursa olsun onu yenile!”
Davut’un yaptığı en büyük hatalardan bir tanesi Avşalom’un yüreğinde herhangi bir şekilde bir tövbe oluşmadan önce onu geri getirmiş olmasıdır. Avşalom çok geçmeden halkı yanına çekerek birçok yüreği kazandı ve babasına karşı bir suikast düzenledi. Sonunda babasını Yeruşalim’den attı ve onun yerine geçerek kral oldu. Avşalom ordusu ile birlikte babasını yok etmek için yola çıktığı zaman bile, Davut, adamlarına Avşalom’un canını esirgemeleri için buyruk verdi. Ama Yoav, Davut’un düşündüğünden daha iyisini düşündü ve Avşalom’u öldürdü.
Tanrının oğullarını ya da kızlarını yenilemek için yaptığı plana katlanmak için istekli olan anne ve babalar kendilerini daha büyük bir üzüntüden esirgemiş olurlar.
21 Mart
“İnsanların gazabı bile sana övgüler doğuruyor, gazabından kurtulanları çevrene topluyorsun.” (Mezmur 76:10)
İnsanlık tarihinin en büyüleyici özelliklerinden biri, Tanrının insan gazabını, O’na sunulan övgüler haline dönüştürme şeklidir. İlk günaha düşüşten bu yana insanoğlu tanrıya karşı, O’nun halkına karşı ve O’nun davasına karşı yumruk sıkıp sallamıştır. Tanrı bu davranışı anında gazap göstererek yargılamak yerine, duruma müdahale etmemiş, aksine bu durumu Kendi adını yüceltmek ve Halkına bereket vermek için kullanmıştır.
Kendi kardeşlerine karşı kötülük tasarlayan bir grup adam onu Mısır’a götürecek olan köle tüccarlarına sattılar. Tanrı ise onu bulunduğu ülkede ikinci güç haline yüceltti ve halkına kurtarıcı yaptı. Yusuf daha sonra kardeşlerine şunu hatırlattı: “Siz bana kötülük düşündünüz, ama Tanrı o kötülüğü iyiliğe çevirdi.” (Yaratılış 50:20)
Haman2ın Yahudilere karşı olan öfkesi kendisinin yıkımı ile sonuçlandı ve mahvetmek istediği kişilerin yüceltilmesine neden oldu.
Üç genç İbrani öylesine kızgın bir fırına atıldılar ki, onları fırına atan kişiler fırının ateşinden tükenerek öldüler. Ama İbranilerin kılına bile zarar gelmedi ve giysilerinin üzerine is kokusu bile sinmedi. Putperest kral bu olaydan sonra, Yahudilerin Tanrısına karşı tek bir söz bile söyleyecek olan her kişinin öldürüleceğini duyurdu.
Daniel göklerin Tanrısına dua ettiği için aslanların mağarasına atıldı. Ama onun mucizevi bir şekilde kurtarılışı, başka bir putperest kralın, Daniel’in Tanrısına saygı gösterilmesini talep eden bir buyruk çıkartması ile sonuçlandı.
Yeni Antlaşma dönemine gelecek olur isek, kiliseye yapılan zulüm müjdenin daha hızlı yayılması ile sonuçlandı. Stefanus’un şehit edilmesi, Pavlus’un tövbesinin tohumları bulunuyordu. Pavlus’un hapse atılması, Kutsal Kitap’a dört mektup eklenmesi gibi güzel bir sonuç üretti.
Daha sonra, John Hus’un külleri nehre atıldı ve kısa bir süre sonra nehrin aktığı her yerde müjdenin yayıldığı görüldü.
İnsanlar Kutsal Kitap’ı yırtarlar ve rüzgarın önünde sürüklenmesi için yere atarlar, ama biri bir sayfasını görüp alır, okur ve görkemli bir şekilde kurtulur. İnsanlar Mesih’in ikinci gelişi ile ilgili öğretiş ile alay ederler ve böylece son günlerde alaycı, bilgisiz ve kararsız kişilerin ortaya çıkacağı ile ilgili bu peygamberliğin yerine gelmesine neden olurlar. (2.Petrus 3:3-4)
İşte bu şekilde Tanrı insanların gösterdiği gazabı Kendisine övgü haline getirir ve O’nu övmeyecek olan her duruma ise engel olur.
Dostları ilə paylaş: |