Her gerillanın hayalinde parlayan eşsiz Gabar’ı avucunun içi gibi bilirdi. En küçük ayrıntıları dahi şaşırmayan, sürekli bir öncüydü. Ben Güney’den geldikten sonra, birbirimizden hiç ayrılmadık. Son ayrılışımız Güney’e gidişiydi. Gitmek gelmiyordu içinden, ama uzun süre kararlara itiraz etmeyi de uygun görmüyordu, gitmek durumundaydı. Maxmur’a yerleşip, orada sürdürecekti ülkeye hizmetini. Onun için, uzun süre ayrı kaldığı ailesi de çağrılmıştı.
Nihayetinde onu Güney’e yolcu etmek üzere birbirimizden ayrıldık. Ayrıldığımızda, içimi yakan bir şeylerin varlığını kısa sürede hissetmeye başlamıştım. Bir boşluğa düşmüş gibiydim, onsuz yapamayacağı çok değerli bir varlığını kaybeden bir çocuğa dönmüştüm adeta. Bunu arkadaşlara fark ettirmemeye çalışmıştım. Ama daha ilk günden itibaren etki altında kalan ruh halimdeki değişimi fark etmişlerdi.
Kendimi birkaç günde toparlamaya çalıştım, duygularımı kontrol altına almamın üstünden daha bir hafta geçmemişti ki, hiçbir zaman alışmak istemediğimiz o acı haber geldi. Haftanin’den Metina’ya geçerken, tank pususuna düşmüşlerdi. Arkadaşların büyük kısmı sağ kurtulmayı başarmışlardı. Ama onunla birlikte Bahoz ve Çekdar arkadaş da ölümsüzler kervanına katılmışlardı.’ Şahin bu sözleri söylerken, boğazı düğümlenmeye başlamıştı.
Mazlum, arkadaşının nasıl içten ve duygusal bir ruha sahip olduğunu biliyordu. O an utanmasın diye yüzüne bakmamaya çalışıyordu. Kendisi de, ondan pek farklı değildi. Fakat bunu yansıtmak istemiyordu. Şahin, birkaç nefes alıp verene dek konuşamadı. Kendini kapıldığı o duygu atmosferinden kurtarmaya çalışıyordu. Kendine gelince Mazlum’a sordu, ‘Sen asker bir adamın, hele hele devrimci bir askerin bu kadar duygusal olmaması gerektiğini söyleyeceksin değil mi?’
Mazlum, ‘Ben duygusu olmayan bir devrimci askerin yeterli, hatta sağlıklı bir yoldaş dahi olabileceğini düşünmüyorum. Ama bir şartla, duygunun düşünceyi bağlayan sıkı bir kelepçeye dönüşmemesi gerekir. Duygu düşüncenin önünü açıp onu kışkırttığı oranda doğrudur. Düşünce de büyüdüğünde arkasında kalan duyguyu unutmaya terk etmemelidir. İkisi birbirinden koparılırsa, felakete davetiye çıkarılır. İkisinin bir denge içerisinde beslenip büyümesi, büyüyüp yürümesi şarttır. İlan edilmiş düşünce krallığı adına, toplumun hangi haksızlıklar ve acımasızlıklarla yüz yüze bırakıldığına tanık değil miyiz? İnsanın bilimsellik adına ulaştığı yüksek akıl gücü, tamamen çıkara bulaştırılmıştır. Çıkara bulaştırıldığı oranda da duygudan uzak düşmeye başlamıştır. Sonuçta çıkara göre ayarlanmış; soğuk, adeta donmuş insan ilişkilerini meydana getirmiştir ki, bu da toplumu anlamlı olmaktan çıkarmaya götürmüştür. Hakikaten duygusuz insan düşünülebilir mi? Kaldı ki, yalnızca düşünen ve yaşayan varlıkların değil, bütün canlı varlıkların, bitkilerin bile duygulu olduğu söylenir. Cansız maddeler içerisinde dahi varsayılan duygunun, tartışma konusu yapıldığını unutmamak gerekir. Duygunun tartışmazlığı ortadayken, buna rağmen insanın, dolayısıyla toplumun duygudan, vicdandan, daha da ötesi olması gereken ahlaktan yoksun bırakılmak istenmesi, toplumun sonunu getirir. Böyle bir şeyin başarılması mümkün mü, bunu düşünmek bile istemiyorum. Düşünce yargıladığında duygunun hak verme şartı, duygu hoş görüp, kabul ettiğinde düşüncenin de sorgulama şartı her zaman aranmalıdır. Başkan Apo’nun bu dengeyi kurmak için nasıl bir çaba içerisinde olduğu hiçbir suretle görmezden gelinemez.
Daha iyi bir örnek de var önümüzde’ deyip sürdürdü konuşmasını; ‘İngilizlerin hep akılla hareket ettikleri, pek duygulu bir millet olmadıkları söylenir. Aynı İngilizlerin, neredeyse bütün dünyayı kendi çıkarları uğruna nasıl kullanmak istediğini ve büyük bir kısmını acımasızca kullandığını gözlerimizle görüyoruz. Bir canavar gibi bütün dünya insanlığını yutmak istemektedirler adeta. Sayısız milleti bölüp parçalamaya, birbirine kırdırtıp zalimce yok etmeye götürdükleri halde, en ufak bir vicdan sızlamasını duymamaktadırlar. İnsanların her türlü hakkı elinden alınmış, dili, düşüncesi, geçmişten gelen rengi inkar edilip hem de çıkarılan kanunlarla yok sayılmış, hakkını arayan, özgürlüğünden yana insanlar sorgusuz, sualsiz vurulmuş, işkencelere alınmış, açlıktan, hastalıktan ölüp gitmiş, eğitimsizlikten cahil kalmış, günlerce, hatta yıllarca büyük acılar içinde kıvranıp ağlamış umurlarında mı? Çıkarları elverdiği sürece bütün bunları planlayıp uygulamaya sokmakta en ufak bir tereddüt duymazlar. Çıkarları gerektirdiyse, duyguya, duygusallığa yer kalmamış demektir, hatta duygulu varlığı kopyalama yöntemleriyle yaratmaya bile kalkışmaktadırlar. Bunun bir anlamı da şudur, ‘İstediğim zaman yaratır, istediğim zaman da yok ederim. Nazarımda insanların, bir teknikten hiçbir farkı yoktur, yaratılan bir varlık olduğuna göre, her türlü kullanılmaya da müsaittir. Bunun günahı, ayıbı da olmaz’ demeye getirmektedirler.
Doğanın başına getirilenler, insan toplumunun başına getirilenlerden de beterdir. Doğanın nüfuz edilmedik yeri bırakılmamıştır. Doğa, eski doğa değildir. Doğanın doğa olmaktan çıkarıldığını söylemeyen yoktur. Her gün doğanın kalbinden kaç damarın söküldüğü bilinmez. Akıllı çıkar, doğayı insan toplumuna karşı bir canavara dönüştürmek üzeredir. Doğa kendini kaybedip çıldırırsa, insan toplumu diye bir şey kalmaz. Duygudan yabancılaşmış çıkarın aklı, bunu tarihin hiçbir döneminde görülmeyen, her zamankinden daha yakın bir tehlike haline getirmiştir. Bugünkü insan toplumu doğa felaketleri karşısında çaresiz olan ilk insan toplumundan daha fazla tehlike, dolayısıyla tehdit altındadır. Bir doğa felaketi karşısında çok güçsüz olan o ilkel insan toplumunun bile tümden yok olmayla yüz yüze geldiği görülmemiştir. Ama doğa karşısında bu kadar güçlenen ve doğayı hizaya getirip istediği biçime sokabileceğini iddia eden bugünkü akıllı insan toplumu, bu defa doğanın felaketiyle bir karşılaşmayagelsin, o zaman gör sen o akıllı, güçlü insanın halini. Ters dönüp, ayakları başının üstüne çıktığında, duygulu düşünme lüzumu de kalmayacaktır artık.
Neresinden bakarsak bakalım, bugünkü insanlık toplumu büyük tehlikelerle kuşatılmış durumdadır. Tarihin hiçbir döneminde görülmemiş risklerle karşı karşıya gelmiştir. Bu denli yakınlaşan risklere karşı ne İngilizlerin duyguyu horlayan aklı, ne de onun türdeşleri olan Amerika ya da Avrupa herhangi bir tedbir alma ihtiyacını duymamaktadır. Tersine sahip oldukları bilim-tekniğin muazzam gücüyle daha da kontrolsüz ilerlemenin bencil hesabını yapmaktadırlar.
Sınırsız gücün sahibi devlet de bunun emrinde dört dörtlük amadedir. Duygusuz devlet akıllı çıkar, akıllı devlet duygusuz çıkar bozulmaz bir işbirliği içerisinde, doğa ve toplumdaki yaşam kaynaklarını hepten tüketene dek yüklenmektedir. Doğa ve toplumu yıkıma götüren bu canavarlığın önünde engel olarak duran her girişim, aynı canavarlığın hışmına uğramaktadır.
Söz konusu canavarlığı barajlamaya çalışan hareketlerin çoğu, daha ilk soluklarında nefessiz kalmaktan kurtulamadılar. Eşsiz buluşların sahibi memur bilimcinin ve kör inancın sahibi tarikatçının da buna çare olmadığını gördük. Bunların sunduğu reçetelerin hiçbiri derde deva olmamıştır.
Biri gerçeği parça parça edip tanınmaz hale getirirken, biri de karanlığa doğru sürüklemiştir. Geriye ne kaldı o zaman? Bu canavarlığın zaptı hiç mi mümkün olmayacak? Bu sorunun cevabından çok uzak olmadığımızı söylersek abartıya kaçmış olur muyuz acaba? Küçümseyen gözlerle bakılırsa, abartılı gelir, ama özünün derinliğine inilirse, abartılı olmadığı görülür. Hiç kuşkusuz barajlama hareketleri her zaman varlığını koruyacaktır. Zaptını gerçekleştirmeye çalışan girişimlerin sonu da gelmeyecektir. Burada önemli olan eksikli olmaktan kurtulmaktır. Bilimsellik adına her şeyi ruhsuzlaştıran kaba deterministin yöntem hatasına düşmemek, kör inancın kuyusuna düşen duygunun bataklığında boğulmamak verilen cevabın can damarlarından birini teşkil eder.
Maddi gerçeklerden hareketle her şeyi birbiriyle bağlantılı, akışkan ve değişimci gören düşünme biçimi esastır. Bu düşünce sisteminde tek renk değil, ana renklerle birlikte sonsuz sayıda renk tonları vardır. Birbirlerine zorunlu ihtiyaçları dolayısıyla bağımlılıkları kadar sınırsız özgürlükleriyle de eşsiz güzeldirler.
Anlamsız geçen tek bir gün dahi yoktur. Bütün tarihi bir anda bulur, bir an bütün tarihin değerini taşır. Tarihin bugünde, bugünün tarihin başlangıcında saklı olduğunu söyler. Doğa, tarih ve topluma aydın gözlerle, dinamik ve canlı bakar. Koca bir toplumu bireyde çözer, bireyi bir ulus kadar değerli görür. Uygarlığın en gaddar gücü devleti, özgürce büyümesi gereken bireyi küçültmenin sebebi sayar.
Yanıltan devletli yalan düzenini ilk günden itibaren değerlendirir. Acımasız komplo ve hilelerle uyguladığı büyük haksızlıklardan beslenen versiyonlarını, bununla bağlantılı ve daha da vahşileşmiş sonuçları sayar. En çok inandığı doğruların arkasındaki yanlışı mutlaka arar. Geçmişten bugüne, etrafında olup biten her şeyi şüphenin süzgecinden geçirir. Kutsal bilinip dokunulmaz, yıkılmaz tabuların kalın duvarlarını kuşkunun balyozuyla parçalar.
Hep güzel dünyalara doğru akan arayışın nehrinde yüzdürür gemisini. Kendini büyük savaşımlarla yaratan çıkarsız aşkların özgürlüğüne, özgürleşen güzel aşkların büyüklüğüne güvenir. Kölenin sevgisine metelik vermez. Emek, özgürlük ve aşkın bağlarını sağlam kurar. Toplumla sağlam bağlar kurmuş, özgür emeğin yaratıcılığından şaşmaz. Yüksek aklın gözüyle doğaya, derin duygunun gözüyle topluma bakar. Aynı şekilde aklın gücüyle toplumu, büyüyen, her tarafa açılan duygunun gözüyle de doğayı görür. Düşündükçe hisseden, hissettikçe düşünen bir bütünlüktür bu. Onu yok etmek üzere yöneltilen dayanılmaz acıların içinde kendini yeniden yeniden yaratacak kadar büyüyüp güçlenen bu duygu ve düşünce bütünlüğüne verilecek başka bir örnek var mıdır tarihte?
Umutsuzluk içerisinde tükenişin eşiğine gelmiş insanlar toplumuna umut olmak, onları uçurumun kenarından çevirip yeniden yaşama bağlamak, zengin yaşamın büyük coşkusu içerisinde onları ilerletip umut ettikleri güzel özgür dünyalarının kurtuluş sınırlarına getirmek, hiçbir zaman bırakmadığı ve bırakmayacağı eşsiz bir özelliğidir.
Doğaya dost, sınıfsız, sınırsız bir dünyanın hayalini hep canlı tutar, insanlara vermeyi en güzel erdem bilir. Bencilliği, tedavisi zor bir hastalık, bireyci çıkarı da bu hastalığı azdıran zehir sayar. Her şeye insani gözle bakar. Gerçek, dürüst, yakın ve samimi dostluğa en yüksek değeri biçer. Arkadaşsız bir yaşamın varlığını tanımaz.
Tarihteki peygamberlerin, filozofların, yüce özgürlükçü ideallerin peşinde koşan önderlerin, gerçeğin yoluna baş koymuş bilim ustalarının, erdemin yüksek katında yürüyen bilgelerin, her türlü dünya malına göz kapatmış nefsin yılmayan savaşçıları, dervişlerin arkadaşlığını yapmaktan gurur duyar. Hepsiyle çok yakın, sağlam ve canlı bağlar kurup divanında toplamayı başarır. Tarihin akıcı diyalogunda onlardan yarım kalan yanlara dikkatleri çekerken, onların gerçek özlemlerine ne kadar yaklaştığını heyecanla gösterir.
Tanrıçalık katından indirilip kaybedilen yaşamın doğurgan gücü kadını bulup yeniden yüceltirken, onunla tekrar başlayacak yalandan uzak, baskısız ve korkusuz özgür yaşamın engelsiz yolunu açar. Sevgisine muhtaç ve her türlü tehlikelerle karşı karşıya olan insanlarını, büyük bir şefkatle yüreğinin içine alır, onları yüreğinin derinliklerinde saklayarak, yok edici saldırıların hedefi olmaktan çıkarır. Yüreğinin koruması altında, onları bütün insanlığa mal olacak büyük çıkışa hazırlar. Onların yolunu beyninden akan tükenmez enerjinin gücüyle aydınlatır.
Uygarlığın duygusuz akıllı çıkar tanrılarının asıl korkusu da, bu tür işleyen bir beyin ve yüreğin varlığıdır. Özde eksiksiz ve çok sağlam kurulmuş beyin ve yüreğin bu eşsiz yapılanmasından korktukları için, üstüne betondan kalın duvarlar ördüler. Önüne demir parmaklıklar diktiler. Ama ne soğuk betondan kalın duvarlar, ne de demirden parmaklıklar, birbirini kusursuz bütünleyen bu beyin ve yüreği hapsetmeye yetmedi. Tersine yürek daha da açılıp genişledi, beyin daha da büyüyüp erişilmez yükseklere ulaştı.’
Bu sözlerinden sonra biraz soluklanmaya çalıştı. Şahin sessize onu dinlemeye devam ediyordu. Bitirmesini istemiyordu. Arkadaşının dilinden dökülen akıl dolu ve samimi sözlerine öylesine kendini kaptırmıştı ki, bu yüzden kendisinin anlatmaya çalıştığı şeyi bir kenarda unutmaya terk etmişti neredeyse. Tanıdığından bu ana dek, Mazlum'un pek konuşkan biri olmadığını sanmıştı. Böyle düşünmesinin haklı yanları da vardı. Çünkü Mazlum, çok gerekli görmediği sürece edilen lafların arasına atılmazdı. Neşeli ortamların sürükleyen ilgi odağıydı, ama ateşli tartışmaların davetsiz konuğu olmayı tercih eden değildi. Karşısındakini dinlemekten sıkıntı duymazdı. Hep önde tuttuğu bu yanından vazgeçmeye gelmezdi. Gereğini gördüğünde ise sözünü ihmale bırakmazdı. Şimdi de gereğine inandığı için anlatıyordu. Mazlum’un bakışları altında bıraktığı yerden devam etti:
‘Sonsuz dünyalara açılan bu yüreğin, ulaşılmaz yükseklere çıkan bu beynin yarattıklarından herkes etkilenmiştir. Bizler sadece etkilenmekle kalmadık. Aynı ortak duygunun sahipleri olan ben de, sen de bundan yaratıldık, benim senin gibi, on binlercesi, yüz binlercesi, hatta milyonlarcası bu yaratımın dolaysız ürünleri olmaktadır. Hepimiz bu düşünce ve duygu bütünlüğünden doğduk. Bunun inkara gelir yanı var mıdır? O zaman bizim bundan çıkaracağımız sonuç çok açıktır değil mi?’ dedi Şahin.
Arkadaşının bağladığı son sözüyle, ne söylemek istediğini gayet iyi anlamıştı. ‘Seninle aynı fikirdeyim.’ dedi.
‘Farklı düşündüğüm olsa çekinmem. Sorduğum soruyla belki de bunu dile getirmek istedim. Aynı doğruya geliyoruz, ortak duyuşumuz bizi aynı yere getirir. Yoldaşımızı içimize almadan, onun üstünde titremeden, onun hayalini beslediği dünyanın kuruluşuna götüren düşünceyi de yakalayamayız. Hem duygumuz, hem de düşüncemiz birbirini bütünlemek durumundadır. Biri ayağa kaldırır, diğeri de süratlandırır, ileri götürür. Tek başına biriyle yürümek sakıncalıdır, hatta tehlikelidir. Fakat her ikisi birlikte yürürse dahi, bazen biri diğerinin önüne geçebilir. Bunu da çok fazla yadırgamamak lazım.
Her şeyiyle bir paylaşım içerisinde olduğumuz bir yoldaşımızı kaybettiğimizde elbette duygulanırız. Etkisinde kalışımız bazen uzun zamanları da alabilir. Bunun doğallığı yadsınmamalıdır. Bana sorarsan, böyle bir durumda hissiz kalan bir devrimciden şüphe ettiğimi söylerim. Kuşkusuz her şey duygulanımla sınırlı tutulamaz. Duygulanımın ifade ettikleri ve sonrasında kişiye kazandıracağı manevi, ahlaki ve düşünsel değerler önemlidir. Sadece kişiye de değil, kişinin içinde yer aldığı hareketin kendisine kazandırır. Hareketimizin bu seviyeye ulaşmasında bu gerçeğin rolü temeldir. Bu temelin üstünde, onun manevi gücüyle bugünlere geldik. Görmezden gelmek, inkara kalkışmak affedilemez. Şehitlik kavramına, hiçbir hareket, hareketimiz kadar eğilmedi. Şehit yoldaşa bağlılığın ilk aşaması hissedilenlerdir. Bağlılığın gereği de, ardından yapılanlardır. Hissedilmezse, duygulanım olmazsa, gereği de yapılmaz. Ama gereği yapılmaz ise, o zaman duygulanımın yaşandığı da söylenmez. Başlangıcımızın bütün örnekleri böyledir. İlkin tepeden tırnağa sarsılarak hissedildi. Ardından da hepimizin tanık olduğu böylesine büyük şeyler yapıldı.
Eğer, şehit yoldaşımın yaşayan ifadesiysem, o zaman onu hiçbir zaman unutmaya gelemem, her fırsatta onu anmam ve bütün çalışmalarıma ondan aldığım gücü katmam, sırtımda borç bıraktığı ağır bir yüktür. Bu da yetmez. Onun özlemlerine giden yolda cesaretle ve hızlı koşmazsam, üstüme her türlü laneti çekmeye hak kazanmış olurum. Bu duyguyu sürekli yaşayan biri olmaktan da gurur duyarım. Feqe, sevgimin içinde büyük bir yer tutardı, onun bedenen gitmesiyle yeri boşalmadı. Aksine kapladığı yerin sınırları daha da genişledi. Yokluğunda onu daha iyi anlamaya çalıştım. Attığı adımların devamını getirme zorunluluğundan hiçbir zaman düşmedim. Omzuma bıraktığı yükün altından kaçmayı, bağlandığım değerlerden kopmak, ahlaki sınırların dışına çıkmak olarak anladım. Birlikte yaşadıklarımız kolay unutulmaya gelmez. Bu toprağın üstünde yaşamanın tadını birlikte aldık. Bizi kucağına alan bu dağlar her türlü kötülüklerden korurken, aramıza fark koymadı. Henüz tamamlanmamış ondan kesilen yaşamın yarım kalmaması lazım. Kesilen yerde eklenen güçlü bir bağ olmanın sözünden çıkmadan yürüyeceğiz. Kesilen yerde eklenen güçlü bir bağ olmanın sözünden çıkmadan yürüyeceğiz.
Şu an seninle olduğu gibi, her fırsatta Feqe'yle de bitmesini istemediğim uzun sohbetlere dalardık. Onun dilinden dökülen doğal sözlerinin hiçbirini kaçırmazdım. İndiği gibi hafızamda oturan sözlerine geniş bir yer açardım. O da bunu bildiğinden, inen hiçbir sözünün önünde engel durmazdı. Şu an sana anlatmak istediğim şeyi de, durduğumuz bu duvarın üstünde kendisi anlatıyordu bana. Köyünde yaşadıklarının benzerine burada da tanık olmuştu. O gün acil bir görevi yapmak üzere gelmişti bu köye. Köyde kendisine bağlı çalışan arkadaşlarının önüne de yeni görevler koymayı tasarlamıştı. Türk ordu güçlerinin püskürttüğü ateşin alevleri, bu köyü de sarmadan bir takım tedbirin hazırlığını yapmıştı. Ama daha köye ulaşmadan köyden göğe doğru yükselen gri duman bulutuna gözleri iliştiğinde, geç kaldığının farkına varmıştı. Köye yaklaştıkça göğü yırtan feryatlar kulağında yankılanmaya başlıyordu. Türk ordusunun askerleri köyden çıktığında arkalarında insan olanın soyuna reva göremeyeceği bir manzara bırakmışlardı. İnsan soyunun kendilerinden uzak vicdanını da yakmışlardı.
Güneşin, gökteki gri bulutları kızıla boyadığı sabahın şafak vaktinde askerler, önce etrafını sardıkları köye üç koldan giriş yapmışlardı. Yabancı bildikleri askere doğru havlayıp koşan köpekler üstlerine yağan mermilerle bir anda cansız düşmüşlerdi toprağın üstüne. Sabahın seher vaktinde annelerinin arasına karışıp sevinçle meleyen kuzular, ağızlarına yeni aldıkları anne sütüne daha duyamadan, vakitsiz kopan gürültünün şokuna girmişlerdi. Anneleriyle birlikte köyün sokaklarına, sokaklardan köyün dışına doğru kaçışırken, canlarından fışkıran kanın çamuruna gömülüyorlardı. Baharın heyecanındaki sığırlar, daha sağılmamış memeleri süt dolu koca inekler, arkalarına yavrularını alıp köyün dışındaki ormanlıklara doğru delice can havliyle koşarken, birbiri ardına düşmeye başlıyorlardı. Dört mevsim, sahibinin yükünü kaldıran katırlar, yeşil çimenlikler üstünde acıyla yuvarlanıyorlardı.
Emir yüksek yerdendi, taa Ankara'dan... Önceden üstünde düşünmüş, tartışmış ve planlamışlardı. Hiçbir şeye acımayacaklardı. Önlerine koydukları her şeyi kaldırmaktan çekinmeyeceklerdi. Direnç gösteren her canlı, derhal yok edilecekti. İbretlik alemin manzarasını en iyisinden kendileri çizecekti. Bu sadece bir köy için değil, içinde namuslu Kürdün yaşadığı her köy için geçerliydi.
Bahar sabahının şirin uykusundan irkilerek uyanan küçük çocuklar, korku içerisinde annelerinin eteklerine yapışmışlardı. Kendilerinden çalınan sabahın tatlı uykusuna aldırış etmiyorlardı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Uyku diye bir şeyi hatırlamıyorlardı artık. Keyifli anlarına, sevinçlerine ayak basılmıştı. O sabah hep birlikte köyün geniş meydanına dalıp doyasıya oynayamayacaklardı. Köyün etrafındaki çimenliklerde birbirini kovalamayacak, saklambaç oynarken, bir orman kadar yükselmiş ceviz ve dut ağaçlarının arkasında saklanamayacaklardı. Ilık rüzgarın esintisinden narin narin sallanıp duran çiçeklerin arasına karışıp koklamayacak, deste deste koparıp anne ve babalarına getiremeyeceklerdi. Renkli elbiselerini giyip baharın coşkulu bayramını göremeyeceklerdi. Gruplar halinde ev ev dolaşıp minnacık ellerine geçirdikleri poşetlere renkli şekerler dolduramayacaklardı. Küçücük, ama tertemiz ve çok güzel hayallerine neden kıymışlardı? Çocuğun hayaline de kıyar mıydı insan? Bir türlü anlamıyorlardı.
Kapının önünde gümbürdeyen potinlerin sesini duydukları an, bir kez daha annelerinin yüreğinde saklanmak istemişlerdi. Onları koruyacak bundan daha iyi bir sığınak bulamıyorlardı. Alnını koyu yeşil kuşakla bağlamış, kısa kollu komando elbiselerine sarılı bir direk uzunluğunda yüksek ve iri yapılı yüzünü isle kapkara siyaha boyamış o korkunç asker, dizlerine kadar çıkan altı tırtırlı siyah potiniyle tahta kapıyı bir tekmede indirdiğinde, Newroz ürpertiden havaya fırlamıştı. Parçalanan kapının karşısına düşen salonda korku içerisinde olanları bekleyen annesinin yüreği dahi, onu saklamaya yetmemişti.
Ellerindeki silahların namlularını kendilerine doğrultan askerlerin yüzü, ürküntü uyandıran yılanın soğukluğundaydı. Ömür boyu hatırlayacağı bu yüzleri sevmeye asla yanaşmayacaktı.
Askerler yüksek gürültülerle içeri dalınca, babası daha tam giyinmeden, üstündeki benekli pijamayla salonun sol tarafına düşen odadan çıkıp hemen yanlarına geldi. Askerlerin her biri bir yerden konuşuyor, her biri ayrı ayrı küfürler savuruyordu. Yüzlerinde acıma duygusundan eser kalmamıştı. İnsani duyguların tümünden arınmışlardı. Avının peşine düşüp parçalamaya çalışan yırtıcı bir hayvanın saldırganlığına bürünmüştü her biri.
Davul kafalı, patlak gözlü, şiş dudaklı asker; ‘Hain Kürtler, Ermeni uşağı teröristler, hepinizin kökünü kazımalı.’ dediğinde, Newroz'un babası Salih, bu seferki saldırının her zamankinden çok farklı olduğunu anlamakta gecikmemişti. Derin kaygısından gelen bir korku içini yavaş yavaş sarmaya başlıyordu. Çocuklarının, eşinin, akrabalarının, bütün köylülerinin başına gelecekleri düşündükçe, tir tir titremeye başlıyor, alnından soğuk ter damlacıkları dökülüyordu.
Annesinin kucağında titreyerek bekleyen Newroz'un sapsarı kesilen yüzüne bakınca donup kalıyor, nefes alıp vermekte güçlük çekiyordu. Patlak gözlü, şiş dudaklı asker yüksek sesle, ‘Derhal dışarı!’dedi.
Salih titrek bir sesle, ‘Kurban giyinmeme izin verin.’ dediğinde gözünü kan bürüyen asker, sağ tarafından omzuna hiddetle bir dipçik indirdi.
Babası, boylu boyunca salonun içinde yere serilince Newroz'un, kulak perdelerini yırtan çığlığı koptu. Babalarının geldiği yan odada yataklarının üstünde birbirine sarılan Newroz'un küçükleri de hüngür hüngür ağlamaya başlamışlardı.
Anneleri Meryem, ani refleksiyle çocukların ağladığı odaya koşunca, iki asker arkadan hemen koluna yapışıp kapıdan dışarı çıkardılar. Anne Meryem'in bağırışlarına kimse engel olamıyordu; kolundan ve saçından tutup döve döve geniş meydana sürükleyen askerler bile. Bütün yakarışlarına rağmen, anne Meryem bir daha içeri giremedi. Ardından biricik Newroz'unu da fırlatmışlardı dışarı. Newroz saçı başı dağılmış, toz-toprak içinde sürüklenip dövülürken, halden düşmüş annesinin yanıbaşında bekliyordu hemen. Hıçkırıkları, annesinin hıçkırıklarına karışıp geniş meydana yayılıyordu.
Baba Salih, potinlerin altında ezilmeye aldırış etmeden içerde ağlayan üç çocuğunu almak için yalvarıyordu.
‘Çocukları dışarı çıkarmama müsaade edin, ondan sonra beni istediğiniz kadar dövün, hatta öldürün. Bana değil, çocuklara acıyın.’ diyordu.
Patlak gözlü asker, ‘Biz acıyalım, siz de teröriste büyütün öyle mi? Ne güzel!’, dişlerini birbirine sürterek devam ederek ‘Merhametin bu kadarı da fazladan gelir size, ben kökünüzün altına kibrit suyunu dökmekten bahsediyorum ulan! Daha anlamadın mı? Sen, inandığın allahına yalvar bakalım, o gelip sizi kurtarır mı?’ deyip karnının üstünde zıplamaya başladı. Yoruluncaya kadar durmak bilmedi. Patlak gözlüden işaret alan iki asker, kemiklerine inen darbelerin altında ezilen Salih'i sürükleyip dışarı çıkardılar. Salih gitmemekte direndikçe, başına, gözüne darbeler inmeye devam ediyordu. Omzunun üstünde sallanan dipçikler bir inip bir kalkıyordu. Kaburga kemiğine, karın boşluğuna yediği tekmeler tümden nefesini kesiyordu. Yüzü, gözü kanlar içinde kalmasına rağmen, arkasına bakmaktan vazgeçmiyordu. Acı diye bir şey duymuyordu. Ruhunu, çocuklarının yanında bırakmıştı. Bir yandan da belki de evi arayıp çıkarlar diye kendi kendini teskin etmeye de çalışıyordu.
Hasan, Dilan ve Mizgin'in birbirine sarılı ağlayıp çaresiz beklediği odaya giren askerler, önce babalarının askıdaki ceketini aldılar ellerine. Ceketin bütün ceplerini yokladılar, ceplerdeki üç beş kuruşu da ceplerine indirdiler. Biricik annelerinin dolabın üstünde duran küçük sandığını kırıp içine daldılar. Babalarına nişanlandığı mutlu gününde parmağına geçirdiği altın yüzüğünü, gelin gelirken boynuna taktığı yuvarlak reşadi altınlarını küçük sandıktan çıkarıp ceplerine attılar. Bunun dışında aradıkları başka bir ganimet bulamadılar. Ceplerine sokacakları ganimet kalmayınca, rasgele odanın içini birbirine katmaya başladılar. Ellerine ne geldiyse alıp yere vurdular, kırdılar, döktüler.
Dostları ilə paylaş: |