Hersey seninle guzel



Yüklə 1 Mb.
səhifə5/15
tarix04.11.2017
ölçüsü1 Mb.
#30629
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15

Kızıl sakallı ihtiyarın bu vakitsiz uğraşı, uzun bacaklının yaptığı konuşmanın ahengini bozmuştu. Konuşması yarıda kesilen uzun bacaklı, bir anda patlamaya başlamıştı. İhtiyarın bu ısrarlı uğraşı onu çıldırtmaya yetmişti. Hiç beklemeden yabani bir kedi gibi inanılmaz bir gayretle ayağa kalmaya çalışan ihtiyarın üzerine atladı. İhtiyarı tekrar şiddetle sırt üstü yere devirdi. Karnının üstüne çıkıp oynamaya başladı. Karnına, kaburgalarına, başına, bacaklarına, neresi denk geldiyse öfkeyle vurmaya başladı. İhtiyarın ayaklar altındaki kemikleri çatlarken, ahları dışında sesi duyulmuyordu. Uzun bacaklının ağız torbasının içine doldurduğu kaşmer küfürleri, ayaklarının altından kesik kesik yükselen ıhları da boğmaya başlıyordu. İhtiyarın üstünde şiddetle tepinmekten yorulduğunda, potinlerini ihtiyarın üstünden kaldırıp birkaç adım geri çekildi. Askere doğru elini uzatarak yanına dört asker çağırdı. Kep ve potin arasında sıkışmış dört asker, hemen yanında hazır oldu. Bindiği hiddetin atından daha inmeyen uzun bacaklı, küfür torbası ağzını henüz kapatmış değildi. Yanında hazır bekleyen askere bakmadan küfür yükünün altındaki çenesini durmadan şakırdatmayı sürdürüyordu. Ağza alınmayacak küfürler eşliğinde gözlerini ihtiyara dikerek, ‘Bu yaşınla ölü numarası yaparak beni kandıracağını mı sanıyorsun? Beni kandırmaya çalışmanın ne demek olduğunu sana gösteririm ben. Ulan gözlerini, bu ellerimle oymazsam, bu at kuyruğu sakallarını kendi elimle yolmazsam’ diyerek askere buyruğunu verdi. ‘Alın bunu, götürüp Korkmaz’a teslim edin. Bunların başından ne pisliklerin çıktığını ben bilirim.’ deyip askerleri yanından uzaklaştırdı.

Askerler, bilge ihtiyar Sofi Ehmed'i yatalak haliyle, karga-tulumba kolundan, bacağından tutup kalabalığın içinden dışarı çıkardılar. Kızıl sakallı ihtiyar, sıra halinde bekleyen köylülerinin arasından çıkarılıp götürülünce, kalabalıktan acı iniltiler, bağrışmalar, haykırışlar yeniden yükselmeye başladı.

Rahatsız eden bu vaziyet, uzun bacaklıyı daha fazla sıkıntıya sokuyor, aklını başından alıyordu. Köylüye yaptıklarının beklediği tesiri yapmadığını görünce, bütün nefretini sinirlerinde topluyordu. Tepesinde toplanan sinirler, aklının üstüne çıktığında kudurganlaşıp gözü dönmeye başlıyordu. Boğazı yırtılırcasına bağırmaya başladı:

‘Ulan hayvanlar, gebertmemi mi istiyorsunuz?’ deyip kalabalığın üstüne üstüne yürüdü. Kalabalığın üstüne yürüyen uzun bacaklının küfürleriyle evleri yutan alevlerin çatırtıları birbirine karışıyordu.

Köyün her yanından göğe doğru uçan dumanlar, köyün üstünde koyu gri dumandan oluşan bir bulut dağını oluşturmuştu. Yıllarca ıssızlığa alışmışmış köyün batı yakasına düşen kenar evi de, ıssızlığından uzaklaşmaya başlamıştı. Bir bölümünü saran alevler, onu da yeni yeni kucağına almaya başlıyordu. Kollarıyla her tarafını sarmak için, pek acelesi yok gibiydi, bir bölümünü iyice yalamadan, diğer bölümlerine geçmek istemiyordu. Evin altına düşen kaynaktan da çekindiği yoktu. Kimsenin kaynaktan üstüne su boşaltacağını beklemiyordu. Kaygısızca, rahat, istediği tempoda oynayabilir, ilerlemek istediği yere kadar ilerleyebilirdi. Beyaz kesme taştan yapılma sağlam bina edilmiş ev de, kaderine razı gelmeye başlamıştı. Kendini alevlerin kucağından kurtarmak için, herhangi bir gayret göstermiyordu. Gayretkeşliğini tümden bir kenarda bırakmıştı.

Her gün üstüne konan kuşlardan, etrafında sallanan ağaçlardan da küsmeye başlamıştı. Her zaman yorulmadan, sıkılmadan baktığı gökyüzünün berraklığından da yüz çevirmişti. Yüzünü gri duman bulutunun altında örtmekten başka yaptığı bir şey yoktu. Daha düne kadar burada topladığı köyün bütün neşesini unutmaya başlamıştı. Avlusuna taşıdığı o muhteşem düğün gününde, yakışıklı genç erkeklere sevinçle, heyecanla cilve yapan nazlı kızların, güzel genç kızlara acemice kur yapmaya çalışan genç erkeklerin hiçbirini hatırlamıyordu. Minik çocukların sevinç dolu kıkırdılarını bile duymak istemiyordu artık. Bugün çatısı altında olanlara tanık olduktan sonra, ayakta durmanın anlamdan düştüğünü biliyordu. Kahrından çatlamak üzereydi. Onu sarmaya başlayan alevlerin içinde yanıp küle dönmek, kavrulup yoklara karışmak istiyordu.

Yan odayı sarmaya başlayan alevlerin daha ulaşamadığı dış kapının eşiğinde bekliyordu Xezal. Karakış gecelerinin sert esen, dondurucu soğuk rüzgarının altında üstüne buzdan soğuk su dökülmüş gibi tir tir titriyordu. Elinde siyah yünden ördükleri kalın uzun bir ip tutuyordu. Bir tavşan gibi ürkekçe sağına soluna bakıyor, yan odada havaya kalkan kızgın alevlerin ulaşmaya çalıştığı eşikten uzaklaşmaya başlıyordu. Ayaklarında ayakkabıları yoktu, yalın ayak gezdiğinin farkında değildi. Ayak tabanlarına batan dikenleri hissetmiyordu. Çıkarken avlunun dışında ayak parmaklarını kesen cam parçasına aldırış etmemişti. Yürürken arkasında kan izleri bırakıyordu. Avlunun dışındaki koca dut ağacı onu kendine doğru çekiyordu. Arkasında kan izleri bırakan ayakları onu yaşlı dut ağacının altına götürüyordu. Kan ağlayan ayakları, onu dut ağacının altına kadar taşıyabildi.

Hala elektrik şokuyla sarsılmış gibi titriyordu. Geçirdiği sarsıntıdan dolayı ayakta durma takatinden yoksun düşmüştü. Daha fazla ayakta durmayı beceremezdi. Bir o yana, bir bu yana sallanıyordu. Ağacın kalın gövdesinin dibinde duran siyah taşın üstünde hafifçe oturmaya başladı. Mosmor olmuş yüzünü avuçlarının arasına aldı. Gözlerinden inen yaşlar, avuçlarının arasından alacalı fistanının üstüne dökülüyordu. Göreneğe uygun dikilmiş, belinden aşağı kıvrımlı alacalı fistanını gelin gelirken geçirmişti bedeninin üstüne. İlk defa bu fistanının içinde güzelliğinin farkına varmıştı. Bu fistanın içindeyken, o sevinçli gününde, etrafında heyecanla dönüp dolanan bütün genç kızlar, kendisine hayranlıkla bakmışlardı. Coşku veren alacalı fistanının üstüne, kısacık bir zaman sonra göz yaşlarının boşalacağını hiç hayaline getirmemişti. Sevdasına bu kadar erken kıyılacağını asla beklemiyordu.

İlkbaharın, ilk geliniydi. İlkbaharda gelin gelişinin baharını yaşamasına izin vermemişlerdi. İlkbaharda, daha gelinliğinin ilkbaharındayken vurmuşlardı onu. Bahara yeni açılmış nazlı bir körpeydi, nazikti, kırılgandı, incinmeye gelmezdi. Ama bakmadılar nazikliğine, kırılganlığına.

O kabuslu sabahın köründe ateş kusan namluların dehşetiyle, kapılarında patlayan potinlerin sesiyle uyanmışlardı. Şirin uykusunu geçirdiği odalarına, korkunç kılıklı askerler doluşmuştu. Evin bütün erkeklerini, kadınlarını ve çocuklarını tekme tokat dışarı çıkarmışlardı. Sesi zor duyulur, kamburlu, derisi kemiğine yapışmış, ömrünün son günlerini sayan buruşuk yüzlü ihtiyar nineyi de götürmüşlerdi.

Sevdasının kaynağı haşin ruhlu yiğidi, İbrahim'i de koparmışlardı ondan. O da, burnunun ucunda filizlenen bahar çiçeğinin kokusuna doyamadan kayıp gitmişti. Güneşe yeni açılan gençlik baharının üstüne çöken karabasanı kaldırmaya, onun gücü de yetmemişti. Köy meydanına doğru iteklenirken, sırtına ve omuzlarına inen dipçiklerin altında defalarca arkasına bakmıştı. Geride bıraktığı yavru ceylanını kendine çekmek için, arkasında havada bıraktığı elini bir türlü indirememişti. Yavru ceylan genç Xezal, minik bir serçe gibi kafese kısılmıştı. Dar odada çakal sürüsünün ortasına yapayalnız düştüğünü görünce, çaresiz bir o köşeye, bir bu köşeye sıçramaya başlamıştı. Sayısız kez yalvardı, yakardı, leş kargaları kudurganca üstüne çullandılar.

Kolundan, saçından tutup yere serdiler. Gözünün yaşına bakmadılar. Biçare çırpınınca elmacık kemiklerinin üstüne ateşten şamarlar indirdiler. Kulak zarlarını patlatıp, beyninin içini zonklattılar. Küçücük burnundan, incecik dudaklarından çizgiler halinde çenesinden aşağıya doğru akan masum kana acımadılar. Üstüne, dayanılmaz baskının ağır duvarları yıkılmıştı. Körpe bedeni baskının ağır duvarları altında sıkışıp kalmıştı. Bağırışları, çığlıkları mavi gökyüzünün perdelerini yırtmış ama hiç kimse o ince, tiz sesini duymamıştı. İnandığı hayır meleklerinin hiçbiri de koşamamıştı imdadına.

O güne değin ettiği bütün dualar beyhudeye gitmişti ve şimdi koca dut ağacının altında eski renginden uzak, mosmor kesilen yüzünü utancından avuçlarının içinde saklıyordu. Kurumaya yüz tutmuş gözlerinden boşalan yaşlar, kınalı ellerinin arasından inip alacalı fistanını ıslatıyordu. Yüreği burkulmuş, kolu kanadı kırılmıştı. Ruhunun baharında filizlenen sevincini yitirmişti.

Dudaklarının üstünde gururla havaya bakan küçücük kalkık burnu aşağıya doğru bükülmüş, yerin dibine batmıştı. Dudaklarının üstünde, uçmaya hazırlanan sevimli minik yavru bir kuş gibi, yüzüne şirinlik katmıyordu artık.

Gururu kırılmış, onurunu kaybetmişti. Yeniden insanların arasına çıkmaya takati kalmamıştı. Bundan böyle hiç kimsenin yüzüne cesaretle bakamazdı. Bütün bu olanlardan sonra aralarına çıkmak istediği insanlar, kendisine hangi gözle bakacaklardı? Köyünün genç kızları biraraya toplandıklarında, kendisinden nasıl bahsedeceklerdi? Ya dedikodu müptelası kocakarılar onu doladıkları dillerinden ne zaman düşüreceklerdi? Namusun koruyucu bekçisi erkeklerin yargılayan bakışlarından nasıl korunabilecekti? Yeni doğmuş çocukların ellerine verdikleri şereften düşmüş kirli resmini bir daha ellerinden nasıl çıkarabilecekti? Burnunun dibinde filizlenen narin çiçeği olan İbrahim'i, onu eskisi gibi koklayabilir miydi? Hiçbir şey olmamış gibi, eskisi kadar kendisini sevebilir miydi? Kaynanası, kayın babası, kayınları, onu bu rüsva haliyle kabul edebilirler miydi? Kırılgan, nazik ruhunda açılan derin yaralara derman basmaya kim yanaşabilirdi? Sabırla yeni baharlara açılmanın azmini vermeye kim gelebilirdi? Ruhunda dirayetin tohumlarını ekip ayağa kaldırmaya gelen bir meleği var mıydı? Hayallerine bağladığı umutlarının sağlam ipini düşürdüğü yerden, kim tekrar eline verebilirdi?

Avuçlarının altına gömdüğü dudaklarının arasından ‘Hayır, hayır!’ sesleri yükseliyordu.

‘O helal ak sütüyle beni büyüten kurban olduğum annem, babam, biricik eşim, kaynanam, bütün köylüm, herkes ve bütün dünya beni sevgiyle kucağına almaya çağırsa da, yanaşmaya yüreğim razı gelmez. Kırılıp un ufak olan yüreğimin camlarını hiç kimsenin onarmaya gücü yetmez. Soyumu kıran kök düşmanımın kirlettiği bedenimle yaşamaktansa, kirli bedenimin köleliğinden kurtulan arınmış, tertemiz ruhumla toprağın derinliklerindeki atalarımın, soyumun kutsal ruhuna kavuşmayı yeğlerim.’ dedi kendi kendine. Gururla hayat süremeyeceği zalim dünyadan elini eteğini sonsuza dek çekme kararını vermişti.

Yanlarında olamadığı köylülerinin başına nelerin geldiğini bilmiyor, bilmek de istemiyordu. Her şeye rağmen, yeniden hayata tutunmaya çalışan kader ortaklarını düşünmüyor, onları yeniden yaşama bağlayan esine de sahip olmak istemiyordu. Bundan sonra aklına gelebilecek her şeyi dondurmaya başladı. Yüzünü örten kınalı ellerini, yüzünden aşağıya indirdi. Titreyen sol elini dizlerinin üstüne bıraktı. Sonra kaldırıp üstünde oturduğu siyah taşa dayadı. Sağ yanına bıraktığı siyah yünden örme ipi, sağ eliyle kavradı. Altındaki taşa dayadığı eliyle, titreyen dizlerine güç vermeye çalıştı. Kalkmakta güçlük çekiyordu. Nefesini tutup zorlukla ayağa kalkmayı başardı. Ayağa kalktığında hafifçe ağacın gövdesine doğru sendeledi. Ağacın gövdesine tutunarak ayakta durmaya çalıştı.

Ilık rüzgarın savurduğu siyah saçları, yüzünü örtüyordu. Etrafı görmeye engel olan saçlarını, sol eliyle yana taradı. Açığa çıkan yüz hatlarının üstüne şaşkınlığın dondurucu ifadesi konmuştu. Usulca başını yukarı doğru kaldırdı. Yuvalarında durgun bekleyen siyah gözleri, gördüğü en yakın dala takıldı. Siyah kalın ipi omzuna doladı. Elini kalın ağaç gövdesinin ortasındaki çıkıntıya uzattı. Kanlı yalın ayağını, gövdeye yapışık düğümün üstüne bıraktı. Nefes nefese yukarı doğru zorlukla tırmanmaya başlıyordu. Ağaca tırmanmaya alışkındı. Ama bu sefer tırmanırken zorlanıyordu. Ruhundan, bedeninden yaralıydı çünkü. Yana doğru uzayıp giden kalınca dalın üstüne varınca durdu. Düşmemeye gayret gösteriyordu. Bir eliyle kafasının üstündeki ince dala tutunarak hafifçe eğilmeye başladı. Boşta bıraktığı elini, yavaşça üstünde durduğu dalın üzerine bıraktı. Dalın üstünde oturmayı başarınca, bir eliyle destek tuttuğu ince dalı bıraktı.

Şiddetle bıraktığı ince uzun dal, kafasının üstünde bir süre gidip geldi. Omzuna doladığı siyah ipi, omzundan indirdi. Elinde birbirine dolanık duran ipi özenle açmaya başladı. Kalın siyah bir yılanı andıran ipi daldan aşağıya sarkıttı. Ucunu elinde tuttuğu uzun kısmını hafifçe eğilerek dalın altına indirdiği eliyle dala dolamaya başladı. Elini dalın etrafında götürüp getirirken, ipi dala iyice sarmanın dışında bir şey düşünmüyordu. Sardıktan sonra elinde kalan ucunu aşağıya sarkıttığı kısma sıkıca bağlamaya çalıştı. Düğüm üstüne düğüm attı. Atacak düğüm kalmayınca, aşağıya sarkıttığı kısmı yukarı çekmeye başladı. Buğday rengi esmer alnından ter damlacıkları boşalıyordu. Alnından dökülen ter damlacıklarına aldırış etmeden boynuna rahat takıp sıkabileceği bir halka yaptı. Yaptığı halkanın çözülmemesi için iyice sağlamlaştırdı. Sonunda her şey hazır hale gelmişti. Uzun süre taşıdığı ağır yükün altından kurtulmuş gibiydi. Derin bir nefes almaya çalıştı. Ama yine de kalbi bir tokmak gibi hızla vurmaya başlıyordu nazik göğüs kafesine.

Son defa bindiği ağaç dallarının parlak yaprakları arasında, güneşin parlattığı masmavi gökyüzüne bakmak istedi. Başından geçen o kabuslu, korkunç saatlerden sonra, ilk defa bakmak istiyordu gökyüzüne. Dut ağacının rüzgarda sallanan parlak yaprakları arasından bakıp,görmek istediği parlak mavi gökyüzünü göremedi. Mavi gökyüzünün üstüne, köyden yükselen kara bulut perdeleri çekilmişti. İşte o an yüreğinin sağlam kalan son damarı da kopmaya başladı. Yırtılmış kanlı dudakları yana doğru büzülmeye başladı. Simsiyah gözleri yuvalarında saklanmaya çalışıyordu. Siyah gözlerin arkasında saklanmaya çalıştığı kirpiklerin arasından morarmış yanaklarının üstüne yaşlar boşalıp geldi. Göz yaşlarını kınalı parmaklarıyla da silmek istemedi. Yeniden başlayan sessiz hıçkırıklarına engel olamamıştı. Her şeyi, ama her şeyi bitirmenin sırasıydı artık.

Son defa bakmaya çalıştığı gökyüzünü örten kara perdeleri bir daha görmek istemiyordu. Özenle hazırladığı halkayı her iki eliyle yavaşça başından geçirip boynuna taktı. İlmeği sıkıştırmak için ellerini boynunun üstüne uzattı. O gün, ağaç dalına konan minik kuşların hiçbiri ötmüyordu. Nazlı gelinin yaptıklarına engel olmak ister gibi, başlarını ondan yana aşağıya doğru uzatmışlardı. Nazlı gelinin anlayacağı türden konuşan dilleri, imdada koşan güçlü kolları olsa da engelleyebilseler. Ama çaresiz bakıp hüzünlenmenin dışında ellerinden bir şey gelmiyordu. Onların hüzünlü bakışları altındaki nazlı gelin, boynundaki ilmeği sıkıştırmakla uğraşıyordu. Tamamlanmayan bir şey yoktu.

Son defa derin bir nefes aldı. Sonsuza dek gözlerini kapatıp boylu boyunca kendini boşluğa bıraktı. Esen ılık rüzgarda titreşen alacalı fistanı, boşlukta sallanan kanlar içindeki ayağa uzanıp hürmetle öpmek istiyordu. Yaralı köy, bir de ilkbaharın eli kınalı nazlı gelini yavru ceylan Xezal'ından olmuştu. Harlanan alevler, evleri içindekilerle birlikte yutup götürüyordu. Damlar bir bir çökmeye başlıyordu. Yanık ve duman kokusu her tarafa sinmişti. Köyün üstünde dumandan kara bulutlar oluşmuştu. Mavi gözlü sarı bir kedi, yanan evlerin arasında kaçışıp duruyordu.

Öfkeden kuduran uzun bacaklı, biri genç, ikisi orta yaşlı üç kişiyi kalabalığın önünde meydanın ortasına çıkarmış, askerler onları sıra dayağına çekiyorlardı. Kalabalıktan yükselen ah sesleri, iniltiler, homurtular bir türlü kesilmiyordu. Üç kişinin üstünde süren dayak faslı son bulduğunda, uzun bacaklı, korkunç askerlerin geri çekilmesini emretti. Askerler cansız kıldıkları bedenleri meydanın ortasında bırakıp geri çekildiler. Gözü dönmüş uzun bacaklı, kaldığı yerden sürdürdü konuşmasını:

‘Ulan soyu bozuk yaratıklar, iyiliğin size yaradığı yok. Taş kafanızın içine, aklın gireceği kuşkulu. Kalın kafanıza birer kurşun yedirmediğime dua edin siz. Daha fazla sabrımı taşırmayın. Tümden merhametimi yitirmek istemiyorum. Son bir yaşam fırsatı tanıyorum size. Gerisini siz düşünün. Yirmi dört saat içerisinde bir kedi bile görmek istemiyorum bu köyde. Derhal bu köyü boşaltmaya başlayın. Hangi cehennemin dibine gidiyorsanız gidin. O beni ırgalamaz. Yarın bu saatte tekrar buraya döndüğümde karşılaşacağım hiç kimseye acımam. Gözünün yaşına bakmam, anında gebertirim, ona göre!’

kendi anlattıkları karşısında Şahin'in boğazı düğümlenmişti. Elini seyrek sakalının altında büzülen dudaklarının üstüne bırakmıştı. Mazlum'un tüyleri birer mızrak gibi yerinden fırlamak üzereydi. Gözlerini Şahin'in bakışlarından kaçırmaya çalışıyordu. Şahin'in dili zorlukla dönüyordu;

‘Feqe; ‘Köye vardığımda artık yapabileceğim bir şey yoktu.’ diyordu. Seninle şu an bu duvarın üstünde oturduğumuz gibi olanları anlatırken, anasını, babasını kaybetmiş bir çocuk gibiydi. ‘Bunu yapanlardan en şiddetli biçimde hesabını sormadan, yaşamımın her anı haramdır.’ diyordu. Son anına kadar da sözüne uygun yaşadı. Sözünün eri olmayı başarabildi.’ diyerek anlatacaklarını sonlandırdı Şahin.

Rahat bir nefes almaya çalıştı. Cebinden çıkardığı tütün tabakasını önce Mazlum'a uzattı. Mazlum elini, kendisine tütün tabakasını uzattığı eline dokundurarak önce kendisinin sarmasını istedi. Şahin elini geri çekerek tütün tabakasının kapağını yavaşça açtı. Tabakanın içindeki desteden ince ak bir sigara yaprağını kopardı. İnce kağıdını dudaklarının arasına alıp sararmış dişleriyle uçlarını hafifçe kesti. Dişleriyle kesti uçları, diliyle ıslattıktan sonra dudaklarından indirip parmaklarının arasına aldı. İçine, girebileceği kadar tütün doldurdu. İçindeki tütünün rahat sarılması için kalın parmaklarıyla düzeltmeye çalıştı. Sonra ince kağıdı tütünün etrafına yuvarladı. Parmaklarının arasında bir süre yuvarlayarak kalınca sardığı sigarayı dudaklarına götürdü. Cebindeki muhtar çakmağını çıkarmadan tabakayı Mazlum'a verdi. Mazlum da aynı şekilde kalınca bir sigara sarıp dudaklarının arasına aldı.

Güney’den, arkadaşı ve adaşı Mazlum Tekman’dan hediye getirdiği çakmağı cebinden çıkardı. Bir süre bakıp arkadaşını hatırlamaya çalıştı. Sonra çakmağın çakıp üstünde oynaşan küçük alevi sigaranın ucuna tutuşturdu. Başlarının üstünde oluşan açık gri duman halkacıkları açılıp gökyüzüne doğru süzülüyordu. Mazlum Güney’deyken bırakmıştı sigarayı. ‘İlk sigaramın dumanını Botan'ın sınırını geçince tüttüreceğim.’ demişti. Şimdi de bu dumanın devamını tüttürüyordu. İçine çektiği dumanın tüm nikotini ciğerlerine yapışmadan bırakmıyordu.

Şahin son yudumunu çekiyordu. Ateşi parmaklarının arasına kadar inen sigarayı parmaklarının ucuna getirip üstünde oturdukları duvarın gri taşına yapıştırdı. Taşta söndürdüğü arkası nikotinden sararmış ucu, hala kendisinden gelen seslerin kulaklarında çınladığı önündeki meydanın yeşil sık otlarının arasına fırlattı. Arkasından Mazlum'un fırlatışı geldi. Şahin geniş meydana ve sonra etrafında yakılıp yıkılan evlere baktıkça aklına Halepçe geliyordu. Halepçe'yi düşündükçe, gözlerinin önünde büyük küçük yüzlerce, binlerce Halepçe beliriyordu. ‘O korkunç günler insanlarının üstünde çökük durdukça, nasıl rahat yaşamayı düşünebilirim?’ diyordu. Henüz söylemek istediği birkaç sözü daha vardı Şahin'in.

‘Bu insanların yaşadıklarından bir an dahi koparsam, yaşamımın anlamı kaybolmaya başlar. Damarlarımızda taşıdığımız kanın kaynağı onlardır çünkü. Onlar damarlarımızı şahlandırırken, bizden bekledikleri çok şey vardı.

İpte sallanan baharın eli kınalı nazlı gelini Xezal'ın resmi gözlerimin önünde durdukça ağzımdaki ekmeğim boğazımdan nasıl geçebilir? Koca çınar bilge ihtiyarı, kim bilir hangi uçurumlardan attılar, hangi kuytuluklarda kaybettiler? O minik yavruların cayır cayır yanan saçlarını gözlerimin önünden nasıl silebilirim? Yurdundan, yuvalarından sürülen o insanların başına daha sonra neler geldi?

Hiçbir zaman alışamayacakları uzak diyarlara, koca kentlere sürüldüler. Koca kentler değer bilmez ve utanmaz bir yosma gibi onlara dişlerini göstererek pis pis sırıtmaktan, onlarla alay etmekten başka ne yapabilir? Onlara, yok olmanın yolunu göstermekten başka hiçbir şey yapmaya gelmez. Elinde tuttuğu yurtlarına olan hasretin hançerini, her gün defalarca yüreklerine saplamaktan zevk duyar. Onları açlığın, sefaletin, öldürücü hastalıkların pençesinde kıvrandırırken, utanç duymaya gelmez. Annelerinden, babalarından aldıkları dili söylemeye rıza göstermez. Yüzlerine çirkinleştirici yabancıyı gösteren renk yutucu boyaları sürerek kendilerini tanımaz hale getirmek ister. Yani düşünebileceğin kadir bilmezliğin her türden örneği var bu manzarada ve bunun karşısında payımız nedir diye hep durup düşünürüm. Onların ekmeğini az yemedik, bunu helal kılmak bize düşmüştür artık.’ deyip bitirdi.

Mazlum, ‘Bu insanlar haramzadeleri, asla affetmeye gelmez. Bu da boynumuza takılan borcumuzun zincirini hatırlatır bize. Bunu bir kez dahi hatırdan düşürdüğümüz an, bir haramzadeden farkımız yok demektir.’ deyip Şahin'i destekledi.

Şahin, elini Mazlum'un güçlü omuzlarına bırakıp ayağa kalkmaya başladı. Dizlerine hafif bir uyuşukluğun bastığını hissetti. Yukardan aşağıya doğru birkaç defa ayaklarını salladı. Kalın parmaklarıyla da, birkaç saniye dizlerini ovuşturmaya çalıştı. Doğrulup başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Güneyden kuzeye doğru hızlı hızlı bulut kütleleri geliyordu. Güneşten yeşil örtünün üstüne kesik kesik inen ışık demetlerini biçip götürüyordu. Gözün uzağı görmesini zorlaştıran ağır kurşuni bir hava indiriyordu.

Uçan bulutlardan gözünü indirmeyen Şahin, ‘Bu yıl Gabar meyvelerinin yaz göreceği yok galiba.’ dedi.

‘Bana da öyle geliyor.’ diye karşılık verdi Mazlum. O da Şahin gibi ayağa kalkmış, güneyden gelen koyu kül rengi bulutları seyrediyordu.

Şahin daha fazla beklemeden, ‘Bir an önce gitsek iyi olur herhalde.’ deyince Mazlum da, ‘Geçen her an aleyhimize işleyecek gibi görünüyor.’ dedi. Beklemeden geniş meydanı boydan boya örten sık otların arasına atladılar. Anılarını yaşadıkları yakılmış evin duvarları önünden geçip Hasan’ın bulunduğu yere geldiler.

 

 



 

Hasan, uzandığı taşın kenarında daldığı şirin uykusundan hala kesilmiş değildi. Şahin gelip mışıl mışıl uyuyan Hasan’ın başucunda durdu. O kadar güzel yatıyordu ki, uykunun güzel perileri yüzünün üstüne tatlı bir tebessüm kondurmuştu. Kaç gündür böyle rahat uyuyamamıştı. Bu aralar görevler o kadar sık kendisini buluyordu ki, yorgunluktan halsiz düştüğü halde, bir türlü iyi bir uyku çekme fırsatını bulamamıştı. Uykunun güzel perileri tam da onu deliksiz uykunun döşeğine çekmişken, uzun süredir fırsatını kolladığı bu şirin anına kıymak istemiyordu Şahin. İçinden tatlı uykusuna kıymak gelmese de, uyandırmak zorundaydı.

Gür sesine ruha işleyen bir müziğin tınısı gibi ince nazik bir ahenk katarak, ‘Heval Hasan!’ diye uyku perilerinin döşeğine gömülmüş kulağına çağrıda bulundu. Hasan hiç uyumamış gibi aniden havaya fırladı.

Şahin bağırarak ‘Rojbaş.’ dedi.

Hasan, ‘Rojbaş, rojbaş da, bunca zamandır nerelere takıldınız? Az daha sizi aramaya çıkıyordum.’

‘Vay seni beşi dörde satan seni, rüyanın yorganına sarılan o perinin atıyla mı çıkacaktın bizi aramaya.’

‘Ya Allahtan kork, topu topu yarım saat bile olmadı. O da zaten yatmadım, sadece biraz uzandım.’

‘Ha öyle mi, onun için mi gözlerin böyle kızardı?’

‘Nedir öyle gözlerimdeki zaafı bile bana karşı kullanıyorsun. Uzandım, bu arada biraz da gözlerim ısındı, bunda ne sorun var? Kaldı ki, gözlerimin çok hassas olduğunu biliyorsun, biraz ısınınca hemen kızardığını da. Bunda benim suçum ne?’

‘Ohooo, suçlarını saymaya kalkışırsam, burada bir mahkeme kurmamız lazım. Neyse heval Hasan bırakalım bunları, acele toparlan da gidelim hemen.’

‘Hazırım heval, bende sorun yok. Çaydanlığı ve götüremeyeceğimiz diğer küçük şeyleri de gördüğün şu taşın altına koydum. Yeniden bir çay demlemeye yetecek kadar kuru çay ile şekerimiz var.’

‘O zaman görev dönüşümüzün ilk çayını burada yudumluyoruz, bu harika. Onu ben demleyip ikram edeceğim size.’

Deriye Miştaxe'ye doğru yola koyuldular. Köyün üstünde bulunduğu toprağın derinliklerinden fışkırıp coşkun bir şekilde Hiltanis vadisine akan Basret suyu, arkalarında kalıyordu. Miştaxe’ye doğru, yıllardır sahipsiz ve bakımsız kalan meyve bahçelerinin arasından tırmanışa geçerken, olgunlaşma yolunda kimseye fark ettirmeden sabırla ilerleyen, o yıl hesapsız tutmuş türlü türlü meyvelere takılıyordu Mazlum'un gözleri. Bir tarafta elma, bir tarafta kayısı, bir tarafta şeftali, bir tarafta erik, bir tarafta incir, bir tarafta üzüm, bir tarafta nar, bir tarafta armut. Bu yıl bu kadar tutmuş meyve ağaçlarının dalları, onların altında dayanabilecek miydi? Bütün bakımsızlığına rağmen, bereketinden düşmeyen bu bahçelere bir de sahiplik eden olsa, kim bilir kaça katlanırdı bereketi?


Yüklə 1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin