‘Heval Mazlum, biraz uyuyup dinlensek iyi olmaz mı?’
‘Bundan başka yapacağımız bir şey olmadığına göre, olmaz demem tabii ki.’
‘O halde yatacak daha iyi bir köşe bulalım.’
Şahin sözlerini bitirir bitirmez ayağa kalktı. Mazlum’dan sonra, uyuklamaya başlayan Hasan da ayağa kalktı. Şahin ellerini kendine destek yaparak sola doğru adım adım ilerledi. Önüne çıkan yukardan aşağıya doğru düzenli kesilmiş kaya parçasına elini dayadığında, bunun mağaranın arka soluna açılan bölümün kapı duvarı olduğunu fark etti. Ayağını eşikten içeri atıp birkaç adım gezdiğinde, içinde gezdiği yerin duvarları sıvalı güzel bir odadan farklı olmadığını anladı. İçine girdiği odadan çıkıp arkadaşlarının yanına gelince çok güzel bir oda bulduğunu söyledi.
Hasan ‘O zaman ne bekliyoruz?’ deyince, ardarda, el yordamıyla odaya doğru adım adım yürüdüler. Şahin’den sonra Hasan girdi. Mazlum, bu bölümü oturdukları yerden daha güvenli buldu, ama yine de rahatlayamıyordu.
Şahin oturunca, ‘Heval Mazlum, gel seni aramıza alalım, nasıl sobaya döndüğümüzü görürsün.’
‘Araya heval Hasan girsin, onun benden daha fazla ihtiyacı vardır.’
‘Yoldaşım orayı sen kazandın, ben hakkımdan fazlasını almam.’
Hasan bu sözleriyle daha yatmaya başlamadan havayı hafifçe ısıtmaya çalışıyordu. Mazlum ne ettiyse, kenarda yatmayı kabul ettiremedi. Bir yandan Şahin, bir yandan Hasan, onu araya alıp sabaha kadar daha sıcak tutmak istiyorlardı. Kendileri gibi, onun bu koşullara daha uyum gösteremediğini düşünüyorlardı. Koşullara alışıp dayanıklı hale gelene dek, kendisine karşı duyarlı davranmalıydılar. Derisi kalınlaşıp onu sıcak tutan bir örtü haline gelmedikçe, onu yalnız başına soğukların insafına bırakamazlardı. Gerekirse kollarını, ona yorgan yapabilmeliydiler. Üstüne örtmek istedikleri kolları, koruyucu melek sevgili ananın şefkat suyuyla yıkanmış sıcak yorgan gibiydi. Koşullar karşısında tam olgunlaşmayana dek, onu bildiği gibi davranmasına terk edemezlerdi.
Mazlum, arkadaşlarının kendisini araya alarak daha sıcak tutmak istediklerini biliyordu. İçinden, ‘Hasan’ın buna benden daha fazla ihtiyacı var.’ diyordu. Bünyesinin, Şahin ve Hasan’ınki gibi yıpranmamış ve daha sağlam olduğunu düşünüyordu. Kendini, bundan çok daha zor koşullara göre hazırlamıştı. Bu geceyi, daha zor koşulları aşmada sadece deneyim veren bir basamak olarak görüyordu. Öncesinde de yaşadığı zorlu günleri, bundan farklı değerlendirmemişti.
Kendi kendine ‘Devrimcilik, en zor olanla başa çıkmak değilse nedir? Bir devrimci, hele hele Apocu bir devrimci, en zor olanı ayaklarının altında çiğnemeden kendi gücünden şüpheye düşmelidir. Güç, en zor olanın tepesinde kurulan bayraktır. Aklım ve yüreğimle, zor olanın tepesinde özgürlüğümün rüzgarıyla sallanan irademin bayrağını dikmedikçe, kendime güç sahibiyim diyebilir miyim?’ demeyi de unutmuyordu.
İstemeye istemeye Şahin ve Hasan’ın arasına girmek zorunluluğundan kendini kurtaramamıştı. Sırtüstü uzanıp gözlerini, mağaranın göremediği tavanına dikmişti. Ona sırtını verip habire sıkıştırmaya başlayan arkadaşlarının arasında kısılıp kaldığından hareket edemiyordu. Ona sırtını veren Hasan’ın titremeye başladığını sarsıntısından anlıyordu. Hasan, titremeye devam ettikçe, Mazlum’un ruhuna tarif edemediği bir sıkıntı giriyordu. Sonunda dayanamayıp ‘Heval Hasan yerimizi değiştirelim’ deyince, Hasan, ısıtmaya çalıştığı havadan düşmemiş gibi, ‘Ne o, terledin mi yoksa?’ dedi. Mazlum, aynı havayla, ‘Hem de nasıl?’ diye karşılık verince Hasan, ‘Elbiselerinden vücuduna dökülen yağmur suyu, seni yanıltmaya başlamış demek ki.’ dedi.
Mazlum, ‘Bu kadar da kolay yanılmaya gelmem, hele bir araya gir, kendin gözlerinle gör.’ deyince Hasan bu sefer ciddileşerek, ‘Yoldaş bırak da biraz uyuyalım.’ diye karşılık verdi. Mazlum, bu defa ısrarından vazgeçmeye gelmiyordu. ‘Ben kalkıyorum, araya girmezsen uzanıp yattığımı göremezsin.’ diyerek aradan çıktı. Daha fazla ısrara karşı koyamayan Hasan, ‘Belanı cinler bile görmesin. Şimdi rahatladın mı?’ deyip Mazlum’un kalktığı yere geçti. Mazlum, ‘Bundan daha iyi nasıl rahat olabilirim?’ deyip Hasan’ın yerine geçti. Hasan’ın yaptığı gibi, aynı şekilde ona sırtını dayayıp sıkıştırdı. Hasan’ı sıcak tutmak için sırtıyla sıktıkça, vücudunun ısısı, onun vücuduyla birleşiyordu.
Hasan buna direnmişti ama pek memnun kaldığı da söylenemezdi. Birbirini korumak için dayatmada bulunmadıkça, başarılı olamıyorlardı. Birbirini korumanın dayatmasında bulunmadan da rahat edemiyorlardı. Şahin, onu kendine çekip götüren tatlı uykuya dalmamak için kendisiyle kavga etmeye gerek duymadı. Kucağına atladığı gibi, yumuşayıp içinde erimeye başladı. Vücudunun altındaki soğuk kaya, yumuşak süngerin sıcaklığına bürünmüştü. Sırtını kayanın üstünden çevirip Mazlum’un sırtına sıkıca dayayan Hasan, sırtından teninin içine hoş bir sıcaklığın girmeye başladığını hissetti. Vücudu, sert taşlarla dövülmüş gibiydi. Üstüne ağrının çökmediği bir tarafı yoktu. Altındaki soğuk kayanın sertliği ile vücudunun sertliği arasındaki farkı ayırt edemiyordu. Sertleşen vücut, kayanın sertliğini hissetmeye gelmiyordu. Sırtından etine giren sıcaklıktan başka hissettiği bir şey yoktu. Aklını kurcalayacak bir şeyleri düşünmenin zamanı değildi. Açılmak istemeyen göz kapakları çoktan birbirine yapışmıştı. Mazlum sırtını Hasan’a dayayıp başını yüzünün sol yanını kapatacak şekilde elinin üstüne bırakmıştı.
Göz kapakları kapanmak bilmiyordu. Karanlığın içine diktiği gözlerinin önüne, aydınlıkta beliren görüntüler geliyordu. Gözlerinin önünde konuşan görüntüler, usulca kulaklarına fısıldayıp içine sıkıntılar bırakıyordu. İçine yavaş yavaş dalmaya başlayan sıkıntıları içinden çıkarıp atamıyordu. Onu sıkıntılarından kurtarsın diye içine bütün iyi niyetlerini bırakıyordu. İçeri dalmaya başlar başlamaz, sıkıntının ekşi yüzüyle karşılaşan niyetler, korkudan titreyip gerisin geri kaçıp gidiyorlardı. Arkadaşları, içlerine iyi niyetlerini ondan daha başarılı bırakmışlardı.
İçlerine oturmaya başlayan iyi niyetin barış melekleri, onlara rahat olmalarını, hiçbir şeyin olmayacağını söylemişti. Peki, kendisine neden böyle söylemiyorlardı? ‘Onlarınki iyiliğin melekleri de, benimkiler kötülüğün şeytanları mıdır yoksa? Her ikisi de farklı yüzler takınan kardeş melekler değil midir bunlar? Kötülüğün şeytanı, iyiliğin meleğine, iyiliğin meleği de kötülüğün şeytanına nasıl da dönüşüp dururlar sürekli?’ diyordu.
Bir melek ilk anın sıkıntısı, bir melek de son anın sıkıntısıydı. İyiliğin meleği, bazen ‘Rahat ol, bir şey olmaz’ deyip yatırır, sonra da, büyük felaketin sıkıntısını getirirdi. Adı şeytan da olsa, ilk sıkıntının meleği de, kafanın içine şiddetli tokmağını vururdu. ‘Ama büyük sıkıntının önüne geçmeyi ben başarabilirim’ diyordu. İlk anın kötü şeytanı, son anın iyi meleği olurdu. İlk anın iyi meleği de, son anın kötü şeytanı. Bunları zamanında gerçek yüzleriyle fark etmek, herkes için neden olmaz olan bir şeydi? Yoksa bunlar, her zaman gerçek yüzleriyle kendini göstermekten korkan melekler miydi? Bunların doğru zamanda, doğru konuştukları görülemez miydi? İyi görünen kötü, kötü görünenin de iyi maskesine büründüğü an, görünmeye en yatkın oldukları an değil midir? Bu anda yapabileceğin en doğru şey, gerçek yüzün üstündeki maskeyi kaldırmak ve bakabilmeyi başarmaktan başka nedir?
Düşündükçe, içindeki sıkıntı artmaya başlıyordu. Arkadaşlarının içine yerleşen iyilik melekleriyle, kendini kandırmaya gelemiyordu. Ama bir gecelik de olsa bu iyilik meleklerinin konuğu olmaktan başka bir yol da bulamıyordu. İçindeki sıkıntıyı arkadaşlarına yansıtmamak için, elinden ne geliyorsa yapmaya çalışıyordu. İçindeki sıkıntıyı yansıtarak arkadaşlarını rahatsız etme hakkını kendinde görmüyordu. Birbirlerine karşı, yüreklerine yerleşen kutsal ananın sevgisinden şüpheye düşmüyordu. Bu sevgiyi zedeleyen en ufak bir davranışta bulunmayı, affedilmez buluyordu. Hatalar olsa bile hoş görüyle karşılamayı, bu sevginin gereği sayıyordu. Aralarında bir nehir gibi akıp giden bu sevgi suyuna atılarak rahatlamaya çalışıyordu. Kendisinden bir farkı olmayan arkadaşları gibi, gözlerine uyku getirmek istiyordu. Ama kapatmaya çalıştığı gözlerini kapatmayı başaramıyordu.
Sudan yeni çıkmış giysilerinin içinden tüm vücuduna zemherinin soğuğu düşüyordu. Vücudunu yalayan dayanılmaz soğuk, kemiklerinin içine kadar işlemeye başlıyordu. Üst üste sakince oturmayı başaramayan dişleri şakırdayıp birbirini parçalamaya çalışıyordu. Vücudu, elektrik şoklarının altındaymış gibi sarsılıyordu. Zangır zangır titrediğini, ilk defa fark etmişti. Daha önce, niye böyle titremediğine şaşırmadan edemiyordu. İlk defa, suya gömülü giysilerin içinde yatmak zorunda kaldığından mı böyleydi? Anlamaya çalışıyordu. Bünyesinin, bunun daha ağır olanını da kaldırabilecek güçte olduğunu düşünüyordu. Onu titreten bu türden soğuklara dayanamayacak adam olmadığını biliyordu. Zor olana dayanmak, kolay olmayanı başarmak yolunda karşılaştığı bu türden şeyleri, hayatının deneyimlerine kattığı bir kazanım sayıyordu. Bu da, o kazanımlardan bir tanesiydi sadece. Kupkuru ve sımsıcak giysilerinin içinde yatmak, herkes için aynı şeydi. Ama buz kesilen suyun içinde yatmanın ne demek olduğunu anlamak gerekirdi.
Etini bıçak gibi kesen soğuğun içinde gözlerini kapatabilmek, az şey değildi. Arkadaşları, bunu çoktan başarmışlardı. Kefiyeleri suydu, yelekleri, gömlekleri suydu, şalvarları, çorapları, ayakkabıları suydu... Üzerlerinde sudan olmayan bir şey yoktu. Ama yine de, deliksiz tatlı uykunun sıcaklığına dalmayı başarmışlardı. Başlarının altındaki silahları, onlara yastık olmuştu. Gözlerini, bir süre kapalı tutmaya çalıştı. Nefesi, titreyerek gidip geliyordu. Hasan’ın sırtından sırtına akan sıcaklığı hissetmeye çalıştı. Vücudunun her köşesine kan taşıyan damarlarını, gelen sıcaklığa açtı. Damarlar, aldığı sıcaklığı bütün vücuda göndermeye başladı. Üstündeki ağır yorgunluğu, yeni hisseder gibiydi. İçinden uyuyup dinlenmek geldiğini yeni anladı. Bir süre kapalı tuttuğu gözlerini yeniden açtı. Üstüne gelmeye başlayan güzel uykuyu kovmamalıydı. Korkutup kaçırtmamalıydı. Kendisine açtığı sıcak kucağını reddetmemeliydi. Ama, onun sıcak kucağına atılırken, uyanık bırakacağı hislerini yitirmemeli, uykunun kollarına atılıp teslim olmalarına izin vermemeliydi. Sırtıyla Hasan’ın sırtını daha da sıkıştırmaya çalıştı.
Kaygılarının ayakta kalmasını emrederek göz kapaklarını üst üste bırakmaya başladı. Kapanan göz kapakları, bu defa açılmak istemedi. Karşılıklı özlem dolu iki sevgili kardeş gibi birbirine sıkıca sarıldılar.
Saman kılçıkları, elbiselerinden dökülen suyun üstünde yüzmeye başlıyordu. Bir zamanlar dikdörtgen kesilen bu kaya odasının samanlık olarak kullanıldığı, suyun üstünde yüzen saman kılçıklarından anlaşılıyordu. Sahibinin zamanında çekip götüremediği samanın kalan kısmını, yıllarca karınca kervanları taşımıştı dışarıya. Köşelerde, çıkıntılarda gizlenip kalan birkaç kılçığı da, taşımaktan yorulmayacaklardı. Onlar, birkaç delikten ibaret olan kendi dünyalarının yorulmayan işçileriydi. Koca evrenin, yorulabilen işçilerine karıştıkları yoktu. Yardıma koşmadıkları gibi, desteklerine de ihtiyaç duymuyorlardı. Herkes kendi işini yapsın, kendi işinin yorgunluğunu görsün havasındaydılar. Her zaman dışardan içeriye, engelsiz, sağlam bir yol hattını yapmışlardı. Bir engelle karşılaşmadan üstünden yıllarca saman taşıdıkları yolu onarım derdinden de muaftılar. Sadece gündüz değil, gece de kullanmaktan vazgeçmedikleri bir yoldu. O gece ise, dışarıda başlayıp giden yollarına su basmıştı. Suyun üstünde yüzdürecek gemileri de yoktu. O gece, suyun çekilmesini beklemek zorundaydılar. Tıpkı mağarada onlar gibi yük taşımaya gelen o gece misafirlerinin, suyun çekilmesini bekledikleri gibi.
Uyku meleklerinin sıcak kolları, vücudunu yalayan keskin soğuğu hissettirmiyordu Şahin’e. Hasan, suyun içinde olduğunu, altında, üstünde soğuk ve sert bir kayadan başka bir şeyin olmadığını çoktan unutmuştu. Mazlum da, etini bıçak gibi kesen soğuğa, nasıl olduğunu anlayamadan kendisini alıştırmayı başarmıştı. Hasan’ın ‘Zamanla nasıl alışmaya başladığını, kendin de anlamayacaksın.’ dediği şeyin kendisi miydi doğrulanan?
Fakat şimdi bunu düşünüp yargısını verecek zaman değildi.
Zor duyulur soluklarının sesinden başka, kendilerinden yükselen bir ses yoktu. Burun deliklerinden çektikleri havayı, içlerinde ısıtarak dışarı veriyorlardı. Verdikleri nefeslerinden yükselen sıcak buhar kabarcıkları, havada uçuşup mağaranın tavanlarına yapışıyordu.
Gecenin yarısından fazlası arkaya yuvarlanmıştı. Şafağın gelmesini bekleyen kısmı, durmadan önüne bakıp ilerliyordu. Gök baba ile yer ana, gece boyu sere serpe oynadıkları aşk sahnesinden yorulmuş gibiydiler. Karşılıklı kollarını bellerine dolayıp birbirlerine son öpücüklerini gönderiyorlardı. Kendilerini, uzun bir ayrılığın son vedasına hazırlıyorlardı. Dökülen damlacıklar, başlayacak ayrılık hasretinin gözyaşlarından başka bir şey değildi. Sevinç ve burukluk, iç içe yaşanıyordu. Çılgınlıkları başlarından uçmuş, uysal iki kuzucuğa dönüşmüştü. Kolları birbirinden kesilince, elleri havadan inmeyi bilmedi. Uzaklaştıkça, arkaya dönüp birbirlerine el sallıyorlardı.
Kesilen bulut parçalarının arasından, parıldayan yıldızlar yüzlerini göstermeye başlıyordu ve vedalaşan bulutlar durup kederlenmek istemiyordu. Sevdalısından hızla uzaklaşıp, kaybolmak istiyordu. Çünkü yüzüne baktıkça, içi parçalanıyordu. Üstüne, dayanılmaz acılar hücum ediyordu. Bundan bir an önce kurtulmak, görünmezliğin kucağına atılmak istiyordu. Ve gökyüzünde yıldızların sevinç bayramı başladı. Yüzlerce, binlerce, milyonlarcası çıkmıştı gökyüzünün meydanına. Baştan başa kurdukları şehirlerin, gök ışıklarını yakmışlardı. Parıldayan yıldızlar, gökyüzünün yüreğini sevinçle dolduruyordu. Aklı başına geldiğinde, yüreği böyle sevinçle doluyordu işte. Ve göklerin gerçek sevinci, bütün dikkatleri kendine çeken yıldızların büyük kraliçesi Seher Yıldızı da geliyordu. Büyük şenlik, onun gelmesini bekliyordu zaten. Şenliğin son dansını, öldürten cazibesiyle tek başına oynayacaktı. Ve bütün yıldızlar, onun dansını izlemeye dalarken, gölgesinde kaybolup gideceklerdi.
Alacakaranlık, yerini sabah güneşinin aydınlığına bırakmaya hazırlanıyordu. Gece şenliğinin yorulan yıldızları, bir bir ışıklarını söndürmeye başlıyorlardı. Gece boyu karanlıkta dövülen yapraklar, kendilerini silkeleyip, bedenlerinin üzerinde aralıklı dizilen incecik kılçıkların kanalcıklarında kalan son damlaları, yere dökmeye başlıyorlardı. Korkuyla geçirdikleri gecenin, yarım kalan uykusundan uyanan sevimli kuşlar, yuvalarının önüne gelip, pırıl pırıl gökyüzünün kanatları altında kendilerine kucak açan yemyeşil cennetlerine koşmaya hazırlanıyorlardı. Yağmurun şamarları altında boyunları bükülen rengarenk çiçekler, kendilerine gülümsemeye gelen güneşe, bütün gece acımasızca nasıl ezdirildiklerini anlatabilmenin heyecanını yaşıyorlardı.
Awal, kendisini görmeye gelecek bir şafağı daha, suskunlukla bekliyordu. Virane olalı beri, kaç koca yıl oldu, sesini duyan olmadı. Kendisini, kollarının arasında tutan anası Çırav da küskündü. ‘Beni kollarının arasında bağlı ve çaresiz tutarak soysuzun sopsuzun ayaklarının altında neden çiğnettin?’ der gibiydi.
Çırav, Awal’ın neden dilsizlere döndüğünü, dilsizliğinin altında hangi dilden söylediğini biliyordu. Çünkü, onun yaşadıklarına, gördüklerine tanık olan kendisinden başkası değildi. Onlarca yıldan bu yana, Awal’ın yaşadığı acı günlerin tek tanığı kendisiydi. Onu, çok uzun yıllar sahipsizliğe zorlamışlardı. Sahiplerini vurup çok uzak diyarlara, sürgünlere yollamışlardı. Yıllar sonra da, kalan bütün sahiplerinden etmişlerdi onu. O günden bugüne, kendi içine çekildi. İçinde yanıp kavruldu, ama bir defa dahi olsun sesini çıkardığını gören olmadı.
Çırav, delirten suskunluğuna katlanmayı öğrenmişti. Omuzlarından indirdiği kollarını, sımsıkı beline dolamıştı. Eteklerinde oturtup onun konuşmaya başlayacağı bir günü sabırla bekliyordu. ‘Sen suskunluktan yorulup çatlamadıkça ben de sana kollarımı sarıp eteklerimde oturtmaktan yorulmayacağım.’ diyordu.
...
Tan yerinde, önündeki karanlıkları paramparça edip dağıtan güneş, kıpkırmızı bir ateş topu gibi başını kaldırıp kızıl ışıklarını Çırav’ın tepesine kondurduğunda, Çırav dehşete kapıldı. Omuzlarının üstünde yüzlerce, binlerce asker dizilmişti. Yüzlercesi, Awal’ı saran kollarına basıp aşağıya iniyordu. Zirvenin tam üstünde ağır makineliler, katuşalar, yüz yirmilik havanlar kurulmuştu. Etrafı siyah bir şeritle çevrili büyük beyaz teleskopun üstündeki gözcü, gözünü teleskopun arka merceklerinden ayırmıyordu. Vadinin içindeki incecik bir ot taneciğini bile avuçlarının içindeymiş gibi görüyordu.
Kor bir ateş parçası gibi yükselen güneşin ilk kızıl ışıklarını kondurduğu zirvenin arka yüzünde kurulmuş çadırında oturan binbaşı, parmaklarının arasındaki sigarasına son yudumunu vurup söndürdükten sonra dışarı çıktı. Kısa kesilmiş, ağarmaya yüz tutan saçlarını tombul parmaklarıyla düzelterek yürüyordu. Parmaklarını, saçlarının üstünden indirdikten sonra, sinek kaydı tıraşlı yüzünü sıvazlıyordu. Etrafında dik duran askerlere fır dönen gözleriyle, kaşlarının altından kaçamaklı bakışlar fırlatıyordu. Tombul gövdesinin üstünde durduğu yüksek ayakları, kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle yürüyordu. Askerlerin önünden geçerken, yüreklerine heybetinden korku salmak için yüzüne ciddi ve sert bir ifade bırakıyordu. Binbaşının kendisine doğru geldiğini gören gözcü, teleskopu bırakarak ayaklarını birleştirip kazık gibi yere çakılıyordu. Binbaşı kendilerini geçtikten sonra biraz rahatlayan askerler, içlerinden kuyruklu küfürler savuruyordu. Binbaşının bunları duymak istediği yoktu, istese de duyacak kulaklara sahip değildi.
Kızıl ışık demetleri zirveyle buluştuğunda, Çırav’ın zirvesinden aşağıya doğru iki kol biçiminde köyü saran yüksek sırtlardan, yüzlerce asker inişe geçmişti. Ulaştıkları her stratejik yeri tutmayı unutmamışlardı. Arkalarında, güçlü savunma hatlarını oluşturmuşlardı. İzci ve gözcülerin içinde yer aldığı ilk kollar, mağaranın üstündeki kayalıklara ulaşmışlardı. Ulaştıkları yerleri, dikkatlice arayıp tarıyorlardı. Hedefe yakınlaştıklarını biliyorlardı. Nereden geldiği belli olmayan bir mermi, her an kendilerini bulabilirdi.
Ta Adapazarı’ndan buralara kadar gelen yakışıklı gözcü asker, uzaktan yakından gördüğü her kıpırtıya, gözlerinin önüne getirdiği dürbünü dikiyordu. Evde onu çok seven bir anası ve onun yolunu dört gözle bekleyen bir de güzel sevgilisi vardı. Ağabeyleriyle kurdukları işi düşündükçe, kendisini bekleyen parlak geleceğin hayaline dalıyordu. Kız kardeşi Ebru, bu yıl liseyi bitirecekti. Daha liseyi bitirmeden, üniversite sınavı hazırlıklarına başlamıştı. ‘Ebru güzel kızdı, akıllıydı, bir de üniversiteyi kazanabilse tamamdır.’ diyordu. ‘Bu vatan haini teröristlerden bu sefer de yakayı sıyırabilirsek, bir ay sonra evdeyiz.’ diyordu.
Çıktığı operasyonun, son operasyon olması umuduyla doluydu. Daha önce de, bu türden operasyonlara kaç defa katıldığını hatırlayamıyordu artık. İçinde olduğu birlik, özel eğitilip yetiştirilmiş özel operasyon birliğiydi. Bu operasyona katılan askerlerin tümü de, bu özel birliklere ait askerlerdi. Aralarında, özel birliklere ait olmayan asker yoktu. Siirt’in Komando Tugayı’nda, kendilerinin özel bir statüleri vardı. Kritik ve işin hızlı bitirilmesi gereken bu türden operasyonlara sürekli kendileri katılırdı. Bu gece buradaysa, başka bir gece daha değişik bir yerde olabilirdi. Çıktıkları her operasyon, çatışmayla biten operasyonlar değildi. Bazı operasyonlarda temasın hiç yaşanmadığı da oluyordu.
‘Sesimi duy Allahım. Bu operasyon da, o operasyonlardan biri olsun. Bu sefer de sevdiklerimden alıkoma beni’ deyip kendini teskin etmeye çalışıyordu. Çıktığı buna benzer her operasyonda, bir türlü sevdiklerini aklından çıkarmıyor, onlardan bir an dahi kopamıyordu. Çıktığı operasyonlarda, üstüne ölümün kabusları çöktüğünde, sevdikleri kendisiyle konuşup, onu kurtarmaya geliyorlardı sanki. ‘Kefeni bu defa da yırtmayı başarırsan, bitti sayılır anacığım.’ diyordu. Kayalardan inen her çatlak, gözlerinin önüne gelen her gedik yüreğini ağzına getiriyordu. Önüne çıkan her çalının arkasında, biri varmış gibi geliyordu kendisine. Her adımını, üstüne çevrili namlunun altında atıyordu sanki. ‘Ya önden değil de, arkadan gelirse. O ateş çekirdeği gelip, tam ensemin üstüne konarsa ne olur? Bu arkadaki orospu çocuğu mu koruyacak beni? Yoksa beni herkesin önüne verirken, kendisi en arkada, ta o tepenin başında çadırının içinde ayak ayak üstüne atıp, kahve ve sigarasını keyfince içen o pezevenk mi?’ diyordu.
Attığı her adımda, bir önüne, bir de arkasına bakıyordu. Kalbi, göğüs kafesini patlatmak üzereydi. Nefesinin kesildiğini sanıyordu. Gözleri, şaşkın şaşkın bakıyordu. Nereye, hangi tarafa bakacağını bilmiyordu. Bacakları tir tir titriyordu. Ensesinden aşağıya soğuk terler dökülüyordu. Kayışını boynuna taktığı M-16 silahını elleriyle zor bela kavrıyordu. Dürbününün kayışını da boynundan çıkarmıyordu. Çıkarırsa, ikisini de aniden yere düşürecekti. Dudaklarını üst üste indirmeyi başaramıyordu. Kendi içinde tanrısına yüzlerce, binlerce dua okuyordu. Adım atıyordu, ama bacakları onu götürmek istemiyordu. Kendini arkada bırakıp esmer yüzlü Karslı Orhan’ın öne geçmesini istiyordu. Bu öncü kolun içindeki teğmen, herkesin arkasındaydı. ‘Kendimi öne verirsem, arkayı kim getirecek? Bu korkaklara güven mi olur?’ diyordu. Kendisini, kimsenin sevmediğini biliyordu. Herkes onu, ‘Konya’nın çingenesi’ diye tanıyordu. Lakabı, Arsız Çingene’ye çıkarılmıştı. Simsiyah yüzünden öfke eksik olmuyordu. Ağzı, küfür torbasıydı. Ona, yalan kumkuması diyenler de vardı. Yapmadığını da, yapmış gibi göstermekten haz duyuyordu. Operasyon dönüşlerinden sonra, arkadaşlarının arasında hep kendini en öndeymiş gibi gösteriyordu. Önü, arkadan yürüterek ilerlediğini kimseye söylemiyordu. Mağaranın üstündeki son kayalığa ulaşmışlardı. Son kayalığın üstüne düşen bir önceki kayalığın dibini tarıyorlardı.
Etrafındaki incecik gri bulut tabakasını parçalara bölüp mor, koyu kızıl ve eflatun renginden muhteşem bir resim çizen güneşin gönderdiği kızıl ışıklar, zirvenin arka yüzünü okşamaya devam ediyordu. Kendini mağaranın içine kapatan gecenin karanlığı, çıkmak istemiyordu. Hasan, uykuya daha demin dalmış gibiydi. Onun sıcak kollarına, yeni yeni sokulmaya çalışıyordu.
Mağaranın altında bulunduğu kayanın üstündeki çalıların önünde çömelen yakışıklı gözcü, gözlerinin önüne dürbününü getirerek aşağıları inceden inceye tarıyordu. Karşıdaki sırttan inen askerler de kendilerini aşağıya doğru bırakmaya başlamıştı. Öncü kolları, köyün karşı yamacından köyün altına doğru iniyorlardı. Köyün altından yukarıya doğru, arada geniş bir boşluk bırakmışlardı. Küçük dere suyunun içinden geçtiği o boşluğu, şu an doldurmayı düşünmüyorlardı. Köyün altındaki aşağı vadide birleştikten sonra, avcı kolları biçiminde aşağıdan yukarıya doğru vadinin tümünü önlerine alarak çıkmaya başlayacaklardı. Gözcünün önünde yürüyen iri yarı, esmer yüzlü Karslı Orhan, mağaranın sağına düşen kayalığın aralığından aşağıya doğru kendini bırakıyordu. Arkasında onlarca asker de onu takip ediyordu. Soldan sağa uzunlamasına bütün kayalıkların üstünü tutmuşlardı. Mevzilenip sabitleştikleri her yerde, birer ağır makineli silah yerleştirmişlerdi. Ağır silahların yanında, lav silahları ve bomba atarlar da bulundurulmuştu.
Gece karanlığının üstüne çöktüğü mağaranın sessizliği bozulmuyordu. Şahin, uçarak kaybolup giden bulutların ardından, yağmurun kesildiğini fark etmemişti. Bulutların kaçmasından sonra, yıldızların başlattığı muhteşem ışık şenliğinin seyrine dalmaktan da geri kalmıştı. Açıldıkça genişleyip pırıl pırıl gökyüzünün, güneşin ışıkları içinde enginliklere indirdiği masmavi kanatlarından da haberdar olmamıştı. Uykunun iyi ve güzel melekleri, hala da gerçek yüzlerini göstermeye yanaşmıyorlardı.
Elindeki G-3 silahını ani reflekslerle ikide bir soluna, önüne doğrultan Karslı Orhan, mağaraya giden patikayı bırakmadan, yavaş adımlarla herkesin önünde yürümeye devam ediyordu. Hedef noktasına çok yakınlaştığını biliyordu. Tarif edilen kayanın altındaki patikanın üstündeydi. Beklediği mağara, her an önüne çıkabilirdi. Ellerinin, bacaklarının titreyişine hakim olamıyordu. Çenesi, yerinden çıkmak istiyordu. Dişleri, birbirini yemeye başlamıştı. Dolap gibi dönen kafasını durdurmayı başaramıyordu. Her zaman keskin bakan gözleri gittikçe kararıyordu. Nişanlısı Hanife, gözlerinin önünden çıkmıyordu. Terhis olduktan hemen sonra, davullu zurnalı, güzel ve unutulmayacak bir düğün yapacaklardı. Düğün salonlarını tutacak kadar paraları yoktu. Olsun, davullu zurnalı da muhteşemdi. Hem isteyen herkes gelip izleyebilecekti. O zaman ne kadar güzel bir düğün alayı kurduklarını, daha fazla insan görecekti. Kendisiyle gelini ve herkesin alkışları arasında nasıl dansa kaldırıldıklarını görüyordu. Bütün alkışlar, onların sevinçli kıvrak sallanışlarına çalıyordu. Birbirinin etrafında gülerek bir o, bir gelin nasıl da yorulmadan dönüp dolanıyorlardı. Ne görülmemiş, ne unutulmayacak büyük bir sevinçti o. Ama her şey, o an alıp verdiği son nefesinde donup kalıyordu. Dizlerinin çözülüşüne mani olamıyordu. Her tarafının buz tuttuğunu sanıyordu. İçinden, tek bir adım dahi atmak gelmiyordu. Ama adımını atmazlık da edemiyordu. Adımını durdurup, ‘Ben gidemiyorum.’ dediği an, ensesine arkadan onları itekleyen o Arsız Çingenesuratlının kurşunu gelecekti. O soysuz, bunu bütün askerin gözleri önünde çekinmeden yapacaktı. Bununla da, öne yürümek istemeyen askere ibret olan şeyden nasıl çekinmediğini gösterip herkesin yüreğine daha büyük bir korku salacaktı.
Dostları ilə paylaş: |