Tırmanıp her on adımda bir dinlenmeye çalışırken, gözlerini mucize eseri kurtuldukları mağaranın olduğu yere dikiyordu. Durduğu yerden, mağaranın üstündeki kayalığı kolaylıkla görebiliyordu. Oralar asker kaynıyordu. ‘Birkaç insan için, bu kadar askeri hareketlendirip böyle bir yere yığmaktan çekinmiyorlarsa, o zaman dünyanın bütün askeri kendilerine yetmez.’ diyordu.
Kulağına gelen yoğun silah sesleri, çatışmanın sık ormanlığın içine kadar uzandığını gösteriyordu. Silah seslerinin geldiği yer orasıydı. Orası ise bütün ordu da gelse, bir kişinin üstünde bile hakimiyet kuramayacağı yerdi. ‘Evet evet, hakimiyet kuramazlar, çünkü bizim önceden ulaşmayı planladığımız ilk yer de orasıydı. Mazlum da, Şahin de kendilerini oraya ulaştırdığına göre, o zaman sorun bitmiş demektir. Buluşma noktasında kucaklaşacağımızdan şüphe duymuyorum.’ dediği an, Mazlum’un sendeleyişi gözlerinin önüne geliyordu. ‘O sendeleyiş, bedenine işleyen bir kurşunun sendeleyişi miydi acaba? Hakikaten olabilir miydi öyle bir şey? Yo yo, olamaz. Gözlerim, beni yanıltmış olabilir. Bir yanılsama, evet, evet bir yanılsama. İnsanı yanıltan sanılar her zaman olabilir. İnsanın gözlerinin önüne beklenmedik yerde acayip görüntüler de gelebilir. Cin gibi aniden gözlerinin önünde belirip kaybolan bu görüntüler, bazen insana gerçekmiş gibi gelir ve insan buna inanmamakta epey zorlanır. Onun iç yüzünü çözecek kadar ileri bir kafa yapısına sahip değilse, inanmaktan başka çaresi kalmaz. Bu da onun, kendisini kandırmasının başlangıcı olur. Ne kadar uzun süre inanmaya devam ederse, o kadar uzun süre kendini de kandırmaya devam eder. Oysa inandığı şey, sadece bir yanılsama, bir hayal ürününden ibarettir. Niye ben de, hayal görmüş olamaz mıyım yani?’ diye kendi kendisiyle konuşup gözlerinin önünde gerçekleşen o sendeleyişin bir yanılsama olabileceğine dair kendini ikna etmeye çalışıyordu. Ama hemen ardından aklına gelen diğer soru, kafasını ağrıtmaya başlıyordu. ‘Peki onun, Şahin’i savunma ateşi altında tuttuğu gibi, ben de onu savunma ateşi altında tutsaydım, gözlerimin önünde o sendeleyiş gerçekleşebilir miydi? Peki Şahin, neden sendeleyip durmadı? O an parmaklarım, tetiğe neden basmadı? Parmaklarımın tetiğe değmesini engelleyen, içimde itiraf edemediğim o lanet korku muydu? İçimde soğuk bir yılan gibi ayağa kalkıp parmağımı tetiğin üstünde dondururken, onu içimdeki ateşle eritmeyi, cesaretimin yumruğuyla devirmeyi neden başaramadım? Kulaklarıma fısıldayıp ‘Daha gençsin, yazıktır, kendini kolay kolay harcama, bırak kurtulmana yardım edeyim.’ derken, söyledikleri çok mu hoşuma gitti? Onun söylediklerine aldanacak kadar akıldan mı düştüm? Aklıma yön verip, ‘Seni kurtarmak istiyorum’ derken, sahiden beni kurtardı mı, yoksa ‘Seni kurtarıyorum’ derken, asıl o zaman mı öldürdü beni? Ve eğer o an, gözlerimin önünde gerçekleşen yanılsamanın ötesinde bir şey ise, yani gerçekten gözlerimin önünde Mazlum vurulmuş ise ve bu gözlerimle bir daha onu görecek olamazsam, ayaklarımın üstünde gezerek yaşıyor gibi görünsem dahi, kendimi yaşayan biri kabul edebilir miyim? Hani benim tutunacak dalımdı, her yuvarlanışımda çabucak bana uzanan eldi? Eğer kendi gözlerimle bu dalın kırılışını ses çıkarmadan izlediysem, bu elin kesilişine utanmadan bakmışsam, o zaman bana hangi yakışır ad takılmalı? Kendi dalının kesilişine seyirci kalan yeni sıfatıma, hangi müspet ad verilmeli? Yeni sıfatımın soy ismi, sadece kendini seven, sadece kendini düşünen mi olacak? Bana zarar gelmesin diye, kendi dalının kırılışına seyirci kalacak kadar kendine hayran mı diyecekler bundan böyle? Halbuki, bu kavgaya daha ilk adımımı attığımda şöyle dediğimi hatırlıyorum: ‘Kendi adıma değil, Önderim, halkım adına inançla her şeyi paylaştığımız aynı yolun yolcusu yoldaşlarım adına öleceğim’ demiştim. Onlar adına ölümü göğüsleyecek kadar, onları sevdiğimi söylemiştim. Şu an ise bu sevginin yüz değiştirdiğini, başka yüze büründüğünü görüyorum. Bütün bunlar, gerçek mi acaba? Gözlerimin önüne gelip beni yemeye çalışan bütün bu anlaşılmaz acayip şeylerin hepsi de bir yanılsama olmasın sakın. Belki de hepsi benim uydurmam, evet, evet benim uydurmam’ deyip aklına gelen şeylere bir türlü inanmak gelmiyordu içinden. ‘İnanmak istemediğim şeylere, kendimi niye bu kadar inandırmak zorunda bırakıyorum ki? Ben de, anlayamadım.’ diyordu.
Açlık, susuzluk, öldüren yorgunluk, korku, heyecan, yaşama azmi, arkadaşlarına bir an önce kavuşma istemi, karmaşık düşünceler, birbirini bastıran duygular, her şey iç içe girmiş, her şey üst üste binip onu kendinden bıkmaya götürüyordu. O da, ‘Beni benden bıktıramazsınız.’ dercesine, dört ayak üzerinde, nefesiyle ciğerini şişirip el ve ayaklarına bütün kuvvetini vererek dik yokuşu tırmanmaya devam ediyordu. Sağ yanına düşen sırtta mevzilenip tüm dikkatlerini vadiye vermiş askerlerin, tam hizasında bulunuyordu. Kendini belli edecek küçücük bir harekette bulunmak, dikkatlerini çekmeye yeterdi. Öne eğdiği başını kaldıramazdı. Bükük duran boynu tutulmuş, üstüne büyük bir ağırlık çökmüştü. Başını, ellerinin arasına alarak tırmanıyordu. Yukarıya doğru bakınca, gözünü kaşının üstüne çıkarmak ister gibi yapıyordu. Gözünü, kaşının altından yukarı kaldırırken, alnı kırış kırış oluyordu. Yükselen güneş, başını, boynunu, sırtını yakmaya başlıyordu. Çalıların ve taşların olmadığı yerde sürünmek zorunda kalıyordu. Üstündeki elbiselerin sırt tarafı kurumaya başlamıştı. Alt tarafı ise çamur içerisindeydi. Başını kaldırmadan, gözünü önünde bulunan yukarı kayalara dikerek, ‘O kayaların altına ulaşmayı başarabilirsem tamam.’ diyor, ‘Ondan sonrası kolay olur.’ diye düşünüyordu.
Bu arada Şahin ise, arkasındaki askerleri sürüklemeye halen devam ediyordu. Bazen uzaktan gerçekleştirdiği suikastlarla arkasından gelenlerin başını kaldırmalarına fırsat vermiyordu. O ateşi kesip hızla koşmaya başlayınca, sıra peşinden koşan askerlere geliyordu. Hep birlikte, vadiyi kurşun yağmuru altında bırakıyorlardı.
Şahin, içinde koştuğu bu araziyi avucunun içi gibi biliyordu. En küçük ayrıntısına kadar, gözlerinden kaçan hiçbir yeri yoktu. Bu arazide, arkasından sürüklediği askeri istediği yöne çekebilir, hızlı, kıvrak manevralarla onu şaşkınlığa düşürebilirdi. Şu an arkasından koşturduğu askerin tek şansı, arkadaşlarından kopup yalnız başına kalmış olmasıydı. ‘Bu askeri, sadece bu araziye çekmek için neler vermezdim neler? Yanımda birkaç arkadaşım daha olsa, aslan maskesini takmış bu kedilere, anacıklarına kendilerinden iyi haberini gönderemeyecekleri unutulmaz anları nasıl yaşatacağımı ben bilirdim.’ diyordu.
Beklenmeyen, şok edici darbeler indirip aniden kaybolmaya elverişli böylesi yerlere kolay kolay girdikleri olmazdı. Ellerini kollarını sallayarak girmeleri mümkün olmayan böyle yerlere girdikleri anda, verecekleri büyük kayıpları önceden hesaba dahil etmek zorundaydılar.
Bir kişinin peşine verdikleri şu anda, böyle bir hesabı yapmamışlardı. Bir nokta operasyonuyla çok az kişiye yönelik en profesyonel kuvvetlerini kullanarak hızla vurup işi bitirdikten sonra çıkıp gidecekleri bir planla gelmişlerdi. Bu plan da şu an parçalanıp dağılmak üzereydi. Yaptıkları hesap tutmuyordu. Hem küçük, hem de avuçlarının içinde saydıkları bu nokta, önlerinde açılan geniş bir arazi olmaya başlıyordu. Açılıp genişleyen böyle bir arazinin üzerinde hakimiyet kuramayacaklarını, tersine inisiyatif kaybedip arazinin hakimiyeti altına girmeye başladıklarını, bilemedikleri bu arazinin ayrıntılarında kaybolmak ve parçalanmakla yüz yüze geldiklerini görüyorlardı.
İkide bir kendini uzaktan onlara gösterip önlerinde koşan, suikastlar yapıp aniden kaybolan kişinin de tek olup olmadığından emin değillerdi. Peşini bırakmadıkları kişinin arkasında koştukça bir tuzağa çekildiklerini düşünmeye başlıyorlardı. Şahin, onları arkasından sürüklemekten vazgeçmeye gelmiyordu. Kendini onlardan kaybedip sessizliğe gömüldüğü an, bütün güçleriyle Mazlum ile Hasan’a yöneleceklerdi. Bu yüzden, arkadaşlarının üstünde yoğunlaşacak bu saldırı gücünü dağıtmaktan başka düşündüğü bir şey yoktu. Bütün gayesi bunu başarabilmekti. Bunu başaramayıp aklına bile getirmek istemediği o sonuçla karşı karşıya geldiği taktirde, kendini nasıl affedebilecekti? ‘Böyle bir şeyi düşünmek dahi mümkün mü?’ diyordu. Mazlum ile Hasan’ın olduğunu düşündüğü yere karşıdan bakan sırta hızla ulaşmaya çalışıyordu. Ulaşmaya çalıştığı sık ormanlıklı sırtın, Mazlum ile Hasan’ın çatıştığı yerden uzak olduğunu biliyordu. Ama o sırttan başka, onları gören daha iyi bir yer de yoktu. Uzak da olsa, en iyi yer orasıydı. Stratejik hakimiyet bakımından da uygunluğu, başka bir yerle kıyaslanamazdı. Hem kapalı, sık ağaçlı, hem de kayalıklı, irili ufaklı yoğun taşlı bir yerdi. Hava saldırısına karşı en korunaklı yer olması itibariyle de, tercih edilip ulaşılması gereken bir yerdi. Arkasındaki askeri oraya kadar sürüklemeyi başarabilirse, düşündüğünü büyük ölçüde gerçekleştirmiş olacaktı. Orası, karşıdaki askerin dikkatlerini dağıtmaya da uygun gelirdi.
Arkasından gelen kurşun yağmurunun kesildiğini görünce, yeniden uygun bir yer bulup bir iki mermi atmak istedi. Arkasından başlatılan kurşun yağmurunun hedeften yoksun, rasgele olduğunu kendi gözleriyle görüyordu. Sıktığı bir kurşunla, binlerce merminin boşta kalmasına sebep oluyordu. Bunun altındaki mantık ile duygunun ne olduğunu iyi biliyordu. Bu mantık ile duyguyu yıpratabildiği kadar yıpratmak, istediği tarafa yöneltip gücünü kontrollü kullanmasına fırsat vermemek ve gücünü kontrolünden çıkarıp sonuçsuz yere harcamaya götürmek, o anda düşünülen iyi yöntem oluyordu.
Çingene Suratlı teğmen, kan izinin üzerinde yukarı doğru çıkmaya devam ediyordu. Önünde, köpek dişli uzman çavuş vardı. Onun önünde de beş asker, avcı kolu biçiminde ellerindeki silahların namlularını öne vererek korkulu gözlerle sağa sola bakarak çıkıyorlardı.
Baştan başa kızıl kana boyanmış Mazlum, kayalığın üstündeki çalıların arasında, avını bekleyen hassas bir avcı gibi, aşağıdan yukarıya doğru bıraktığı kan izlerini takip ederek gelen kayalığın altındaki askerlere bakıyordu. Kendisinden, iki yüz metre ötede yamacın üstündeki sırta hızla çıkmaya çalışan askerleri görünce, sakince yere çömeldi. Ses çıkarmamaya büyük gayret göstererek yavaşça çalının arkasındaki taşa ulaşmaya çalıştı. Kendine siper yaptığı taşın arkasından, hem yamaca çıkan askerleri, hem de aşağıdan kayalığın altına doğru kan izlerini takip ederek gelen bir avcı kolunu görebiliyordu. Taşın arkasında iyice konum almaya çalıştı.
Bedeninden beynine gelen bütün sızılarını bir kenara bırakmıştı. Sanki delik deşik olan, oluk oluk dışarıya kan akıtan kendi bedeni değilmiş gibi davranıyordu. Ruhu, bedeninin sızılarına ortak olmaya gelmiyordu. Bas bas bağırıp çağıran o sızılara kulak astığı yoktu. Bir kez dahi dinlemeyi, lüzumsuz görüyordu. ‘Her anı altın değerinde olan, kaçarsa bir daha bulunmaz o güzelim zamanı, bu sesleri dinlemekle geçirmek akıl karı mıdır?’ diyordu. Dinlemeyi lüzumsuz gördüğü bu seslere kulak kapatarak kendisini çağıran o ilahi kutsallığındaki seslerin arkasında yürümeye başlıyordu.
‘Bedendeki azapların altından kalkamayan bir ruh nasıl yükselebilir? Ulaşılmaz yüksekliklere çıkıp her şey kanatlarının altındaymış gibi en yukardan bakmayı başarmadan, o büyüklükleri nasıl görebilir?’ diyordu. Ruhu bedenindeki sızıları değil, daha büyük binlerce, milyonlarca bedendeki sızıları hissediyordu. Ruhunu, bedenindeki acılara yenik düşürecek o bayağılıkları çoktan aşmıştı. İçindeki gücünü ayaklarının altında ezmeye çalışan zayıflıklarını bir bir yere sermiş, zayıflıklarının altındaki gücünü mertlik meydanına çıkarıp dimdik ayağa kaldırmıştı. Ayakta olan bayağılıklar, küçüklükler değil, ayağa kalkıp yükselen büyüklüklerdi. Dönen başını, ruhunun kuvvetli kollarıyla durdurmuştu. Gözlerindeki karartı perdesini yırtıp atan beyninin delici gözleriyle bakıyordu.
Avcı kolu gelen askerler kayalığın tam altına ulaşmışlardı. Kayalığın bittiği uçtan yukarı çıkmayı düşünüyorlardı. Yamaçtan yukarı tırmanan askerler, ayaklarına hız katmaya çalışıyorlardı. Komutanları, yavaş ilerlemeye çalışan askerlere duyulmamış pis küfürler savuruyordu.
Mazlum, gelen her iki kolun üstünden gözünü ayırmamaya dikkat ediyordu. Belindeki raxtına bağlı bombasını kılıfından çıkarıp elinde tutuyordu. Gelen her iki grubu aynı anda vurmanın enine boyuna hesabını yapıyordu. Işık hızıyla düşünüp ‘En iyi vuruş biçimi hangisidir?’ diye bulmaya çalışıyordu. Sonunda bulduğu vuruş biçimine ikna olmayı başarmıştı. Bulduğundan daha iyi bir vuruş biçimi bulmak olanak dışıydı. Sonuç getirip kendisine zaman kazandıracak en iyi vuruş biçimi bulduğu biçimdi. Vurduğu anda, kısa süreliğine de olsa onları geri püskürtecekti. Bulunduğu yerden uzaklaşsa da, askerin tekrar aynı yerden çıkması beklenemezdi. Her an, ateşin üzerlerine yağdırılacağı bir yerden çıkmaları için, akıldan pay almamış olmaları gerekirdi. İnsan oldukları pek şüphe götürmediğine göre, o zaman onların da insanlarınkine benzer bir akla sahip olmaları lazım gelirdi. Olduğuna kuşku duyulmayan insanınkine benzer o akla dayanarak aynı yerden çıkamayacakları açıktı. Bu da, kazanılmış altın değerindeki zaman demekti.
Buna dayanarak daha yapılacak çok şey vardı. Durduğu yerde, pozisyonunu iyice sağlamlaştırdı. Arkasındaki kayalığın üstünde duran, birbirine yakın yüksek taşlara baktı. Baktığı taşlar, kendisine pek uzak gelmiyordu. Ve gözlerini, ardından yamaçtan çıkan askerlere dikti. Çıktıkları yerde arkasına atlayacakları uygun taşlar bulunmuyordu. Zaman zaman kaybolup görünmelerine neden olan seyrek ağaçlar vardı. Ağaçlar onları, üzerlerine yağacak kurşunlardan korumaya yetmezdi. Kayalığın altındaki askerlerden bir bölümü, kayanın tam dibinden sola doğru kayarak alttan çevirme yapmak istiyorlardı.
Çingene Suratlı ile köpek dişlinin içinde olduğu avcı kolu da, kayalığın altındaki küçük bir tarlayı andıran düzlükten kayalığın sağ ucuna doğru geliyordu.
Mazlum keskin gözleriyle bir kez daha yamacı görüp alta baktı. Kanlar içinde kalan sol elindeki kleşini taşa dayadı. Sağ elinde tuttuğu bombasını sol eline aldı. Bombayı, mandalı parmaklarının altına gelecek şekilde elinde sıkıca kavramıştı.
Bombayı tetiklemeye hazır hale getirmek için, fünyenin kapsülüne batmaya can atan gergin yayın içindeki iğneyi boşa salmak üzere, parmağını yuvarlak çelik halkanın içine geçirdi. Bombayı sol elinde sıkarak parmağını içine geçirdiği çelik halkayı kendine doğru çekip bir çırpıda çıkarıverdi. Bombanın ilk emniyeti kaldırılmıştı. Sol elinde tuttuğu bombayı, mandalını bırakmadan sağ eline verdi. Sağ elinde sıkılı duran bomba, atılmayı bekliyordu.
Son defa yamaca baktı. Yamacı tırmanan asker, gözlerinin önündeydi. Ardından gözünü kuşbakışı, kayalığın altına indirdi. Önünü yukarı veren asker, kayalığın bitişiğindeki tarlayı andıran düzlüğün içindeydi. Her ikisine aynı anda ulaşmayı düşündü.
Gözleri şahin bakışının keskinliğindeydi. Her iki avın üstüne aynı anda atlamak, her iki avı aynı anda düşürmek, tek gayesiydi. Kendi içinde, ‘Bir Apocu’yu kolay kolay kuşatabileceğinizi sandınız öyle mi?’ dedi.
Ve parmağını mandalın üstünden yavaşça kaldırdı. Mandal zıplayıp eteğine düştü. Boşalan yay, iğneyi kapsülün üstüne indirdi. Tetiklenen bomba, hala elinde sıkıca durmaya devam ediyordu. ‘Her şey ayarında olmalı, zamanında işlemeli.’ diyordu. Acelesi yok gibiydi. Elinde tetiklediği bombanın üstünden bir saniyelik zamanın geçmesine fırsat verdi ve ‘Tam zamanıdır.’ deyip elinde sıkı tuttuğu bombayı kayalığın altındaki düzlüğe, askerin tam ortasına fırlatıverdi.
Aşağıya fırlattığı bomba daha düşmeye devam ederken, şimşek hızıyla elini taşa dayadığı kleşine atıp namluyu yamaca doğrultarak, yukarı doğru tırmanan askere nişan aldı. Bombanın aşağıya düşüp patlamasıyla, parmağın tetiğe basıp namlunun yamaçtaki askere ateş kusması bir oldu. Uzman çavuşun önüne düşen bombanın gümlemesiyle, ateş altında kalan yamaçtaki askerin şok içerisinde can havliyle geriye kaçışı aynı anı buldu.
Çığlıklar ve rasgele atılan kurşun sesleri birbirine karışmaya başlamıştı. Askerin üstüne çöken o panik havasını dağıtmayı kim başarabilirdi ki artık? O güne kadar büyük işler başardığına inanan ordunun göz bebeği köpek dişli uzman çavuş, paramparça olmuş cansız bedenini yerden kaldırıp yeniden büyük işlere girişmeyi bir daha başaramazdı maalesef!
Uzman çavuşun hemen yanıbaşında cansız yatan her iki zavallı şapkasızla kimsenin ilgilendiği yoktu. Uzman çavuşun gerisinde duran kanlar içindeki Çingene Suratlı teğmen, kopardığı çığlıkların içinde boğuluyordu. ‘Of anam, ölüyorum, kaldırın beni buradan.’ deyip panik içerisinde sağa sola kaçışan askerleri imdada çağırıyordu. Ona uzaktan bakıp korkudan titreyen askerler, üstüne gelmeye cesaret edemiyorlardı. Başlarına yeni bir bombanın inmesini istemeyen şoke olmuş zavallıları saklandıkları yerlerden çıkarmak basit bir iş değildi.
Yamaçtan yukarı çıkmaya çalışırken, ani ateşin altında kalıp gerisin geri aşağıya kaçan kolun komutanı durduğu yerden kıpırdamadan bombanın düşüp dehşet yarattığı yere bakıyordu. Gördüklerine inanmak istemiyordu. Oraya kadar gelip o ölü ve yaralıları kaldırmaya cesareti var mıydı, onu da bilemiyordu. Onu düşünmeden önce, zirvedeki binbaşıya haber vermesi en iyi olanıydı.
Mutlaka başarıyı bekleyen binbaşı duyduklarına inanamadı. Olacak şey miydi bu? Duymak istediği haber bu muydu? ‘Ordunun şerefini, haysiyetini peş paralık yaptınız alçaklar! Gebermenin sırası mıydı şu an? Oraya gelip hepinizi kurşuna dizersem, tekinizi sağ bırakmazsam bana, ‘Bunu niye yaptın?’ diyen mi olacak? Ananızdan doğduğunuza pişman etmezsem sizi, karnı şişik boz eşeğin adını taksınlar bana.’ diyordu.
Bütün bunları, yaralı bir ‘Terörist’in yaptığını söylediklerinde çıldırmaya başlamıştı. Bağırıp çağırarak küfür ederken, sesini alçaltmaya lüzum görmüyordu. Gözleri, yuvalarından fırlayacak gibi dönüyordu. Yeni bir destek almadan, bu işin bitmeyeceğini anlamıştı. Merkeze çağrı yapıp önündeki haritada numarayla işaretlendirilmiş, kendilerinin bulunduğu yere kartalların havalandırılmasını istedi. Ardından Şahin’in arkasında sürüklenen kolun komutanına, derhal yeni olay yerine ulaşmalarını emretti.
Mazlum yaptığı hamlenin başarısını görünce heyecanı doruğa çıktı. Adeta sevinçten uçmak istiyordu. Ağrısı sızısı aklının ucuna dahi gelmiyordu. Üzerine bire bin geliyorlardı. Ama yine de, kendisiyle baş etmeye güçleri yetmiyordu. Üstüne binlerce, milyonlarca kurşun yağdırılıyordu. Ama tek birinin bile hedefini bulduğu yoktu.
O korku yaratan heybetli kudretin içindeki hava, batırılan bir iğnenin sivri ucuyla sönmeye başlıyordu. Devrilen, içi boş bir gergedanın maketidir diye, kişnemenin pazarında alay konusu olmaktan kurtulamıyorlardı. O kahramanlık edasıyla er meydanına atılmış baloncuklar, bugün bir iğnenin sivri ucuyla nasıl söndürülüp ayağa düşürüldüklerini, yarın çocuklarına da anlatmadan edemeyeceklerdi. Çocukları onlarla alay edip dururken, onlar da ‘Biz bunu, daha o günden biliyorduk.’ diyeceklerdi. Bir kişi, ama tek bir kişi kendilerinin ne kadar cesaretli olduklarını, göstermeye yetmişti. Ve zorlamalı şişirme cesaretle er meydanında dövüşün olamayacağını, daha ilk günden anlamışlardı. Cesaretlerini nizamiye kapılarında unuttuklarını, taşa toprağa kanları yapışınca fark etmişlerdi. Ne acı, ne felaket, ne korku yaşadıklarını bir tek kendileri biliyordu.
Bir kişinin bakışından binlercesinin nasıl paniğe düştüğünü, gördükleri herkese anlatacaklardı. Yıllar da geçse, görüp karşılaştıkları herkese, ‘Sakın Kürtlerin hassas damarlarına basmaya kalkışmayın. Onlar ölü de görünse, sizi kanatmadan durmazlar. Onlara yapılanları, mezarda da olsalar unutmazlar. Sakın ola anlatmadı, duymadık, unutalım demeyin. Onların nasıl parçalayan pençelere sahip olduklarını kendi gözlerimizle gördük. Uysal birer çocuk gibi görünmelerine bakmayın, binlerce kişinin ortasında tek kişi bile olsa ayağa kalktıklarında, etrafını kuşatanları nasıl titrettiklerini, şu gözlerimizle gördük. Onları zapt etmeye kalkışmayın, çünkü zapt olan kendiniz olursunuz. Onları inkar edip kendinize ait malınızmış gibi görmeyin. Size ait malınızmış gibi davrananları, onlar da kendilerinden saymıyor. Size ait malınızmış gibi davrananlara bakıp onları da öyle görmeye kalkışırsanız, kısa zamanda yanılıp ne kadar aptal olduğunuzu erkenden görmüş olursunuz. Bir an önce, ama bir an önce bu zırvalıklarınızdan, saçmalıklarınızdan vazgeçmeye gelin.’ diyeceklerdi.
Mazlum yaptığı hamlenin ne kadar etkili olduğunu kopan çığlıklar, yükselen ‘Of anam’lı, ‘Babam’lı bağırışlar ve rasgele sağa sola sıkılan mermilerden anlıyordu. Yere serdikleriyle birlikte tam bir panik havasını yaratmayı başarmıştı.
Oluşan panik havası, kendisine kazandırılan zaman oluyordu. Oluşturduğu panik havasından faydalanıp durduğu taşın arkasından kalkarak çalıların arasından hızla önündeki kayalığın üstünde duran taşlara ulaşmaya çalıştı. Koşar adımlarla yürüyordu. Koşarken, yaralarını kapatan beline sarılı kefiyesi, aşağıya doğru sarkıyordu. Kefiye şutıkle birlikte, yaraların üstünden aşağıya inince, açılan yaradan bağırsaklar yeniden dışarı çıkıyordu. Bir süre dışarı çıkmaya başlayan bağırsakları, sol eliyle karnına doğru iterek dışarı dökülmelerini engellemeye çalıştı.
Bu halde yürüyüp yüksek taşlara ulaşmanın zor olduğunu anlayınca, palamut ağacının önündeki taşın arkasına girip yere çömeldi. Raxtı kefiyeyle birlikte aşağıya indiren palaskayı açıp şutık ile kefiyeyi yeniden yukarı kaldırdı. Palaskayı yeniden kapatmadan elini, kefiyeye yapışmış bağırsak parçasına attı. Bağırsak parçası parmaklarının üstündeydi. Bakıp üstünde fazla düşünmeden, taşa doğru fırlattı. Elinden uçup giden bağırsak parçası taşa yapıştı. Palaskasını kapatıp yeniden ayağa kalktı. Sağ eline silahını alıp eğilerek hızla önündeki yüksek taşlara ulaşmaya çalıştı.
Birbirine karışıp yükselen çığlık ve kurşun sesleri, henüz kesilmiş değildi. Onlarda yaratmayı başardığı panik havasını üzerlerinden atmaları için, zamana ve daha büyük bir desteğe ihtiyaçları vardı. Yüksek taşlara doğru koşarken hissettiği, kendi sızıları değildi. ‘Buna benzer etkili bir darbe daha tepelerine nasıl indirebilirim?’ diye düşünüyordu.
İçine düştükleri bu panik havasını atlattıktan sonra, yeniden peşine düşeceklerini biliyordu. ‘Bu panik havasından kurtulmadan, bu taşlara ulaşmayı başarsam, üstüme kolay kolay varamazlar.’ diye düşünüyordu. Kayalığın üstündeki o yüksek ve birbirine yakın duran taşlar hem savunmaya, hem de çatışmaya imkan veren, hakim birer mevziydiler. Alttan yukarıya doğru, üzerinde hakimiyet kurmaları mümkün değildi. Üstten de gelirlerse, istedikleri tarzda hakimiyet kurmaları zordu. Önden de gelmeye kalkışırlarsa, çatışmak için bulunmaz bir yerdi. Arka tarafının nasıl olduğunu, henüz görmediği için bilmiyordu. Arkadan geçit veren bir yeri olsa, eğer yeniden üstüne gelirlerse bir süre çatıştıktan sonra, yol veren o geçitlerden birinden aşağı ormanlığın içine dalmayı düşünüyordu.
‘O ormanlığın içinde üstüme geceyi de getirmeyi başardıysam, üzerime bütün ordu gelsin, dert etmem.’ diye düşünerek yürümeye devam ediyordu. Nefes nefese, kan ter içinde ilk taşın arkasına ulaşmayı başardığında, hedefinin yarısını gerçekleştirdiğini düşündü. Durduğu yerden arkasına bakıp askerin peşinde olup olmadığını anlamaya çalıştı.
Yağan kurşunlar, yükselen çığlıklar hala kesilmemişti. O anda kendisiyle ilgilenen, peşinde koşup yorulan hiç kimse yoktu. Herkes kendisinin can derdine düşmüştü. Böyle olduğunu anlayınca, hiç durmadan taşların arasından öne doğru ilerlemeye başladı. Kenarından geçtiği her taşın etrafını keskin gözlerle inceliyordu. Bazı yerlerde taşlar üst üste yığılmış, geçit vermek istemiyordu. Birbirine yapışmış gibi duran yüksek taşların arasından geçmek kolay değildi. Baktığı her taşın altında doğal bir sığınak vardı. Durmadan arka tarafa ulaşmaya çalıştı. Arka tarafa ulaştığında önünde geçit vermeyen yüksek uçurumları gördü. Uçurumlardan aşağı inmeyi başarmak için, kanatlı olmak gerekirdi. Düşünebileceği en kötü ihtimal, karşısına çıkmıştı. ‘Sırası mıydı şimdi, beklenmedik bu lanet engelin?’ diyordu.
Beklenmedik yerden çıkan bu engelin yarattığı sinir bozucu şeyle fazla uğraşmadan, yeniden geldiği yere dönmeye başladı. Geri dönerken durmadan aşağıya yukarıya bakıp geçit veren bir yer aramaya çalıştı. Ama gözlerine hiç öyle bir yer gözükmüyordu. Üstünde de, altında da geçit vermeyen kayalıklar vardı. Bulunduğu yer yüksek taşlarla doldurulmuş geniş bir koridora benziyordu. Taşların kenarında boy veren seyrek ağaçlar da, bu koridoru doldurmakla uğraşıyordu.
Dostları ilə paylaş: |