Hersey seninle guzel



Yüklə 1 Mb.
səhifə4/15
tarix04.11.2017
ölçüsü1 Mb.
#30629
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15

Hala birbirlerine sıkıca sarılı vaziyette ağlayıp duran üç minik, bu vahşi canavarların yaptıklarına bir şey diyemiyorlardı. Her üç minik, bu vahşilerin yaptıkları karşısında şok olmuş, küçücük yürekleri burkulmuştu. Koruyucu melek anneleri niye gelip onları kucağına basmıyor, onları yüreğinde saklamıyordu? Babaları neden gelip onları bu vahşilerin pençesinden kurtarmıyordu? Anne ve babalarını o kadar çağırdıkları halde neden bir türlü cevaba gelmiyorlardı? Niçin kendilerini yapayalnız bırakıp, gitmişlerdi? Kendilerini sevmekten vaz mı geçmişlerdi yoksa? İnsan yavrularından o kadar erken kopabilir mi? Şu anda kalkıp korkunç bakan bu kötü gözlü askerlerin arasından kaçsalar, gidip çok özledikleri anne ve babalarının kollarına atılsalar, bu askerler öldürür müydü onları? Askerler onların ne kadar küçük, tertemiz ve her türlü kötülükten uzak olduğunu görmüyor muydu? Onların da böyle küçük ve sevdikleri kardeşleri yok muydu? Onlar da bir zamanlar kendileri gibi küçücük değil miydi? Annelerinin zararsız, sevimli bebekleri olmadılar mı hiç? Kim onları gaddarlaştırdı böyle? Onların ruhuna kötülük tohumlarını kim ekti? İçlerinde bu zararsız masum miniklere bakınca, kendini hatırlayan tek biri de yok mudur? Çocukluklarından çıkalı beri neyle doldurulmuşlardı? Gözlerinin perdelerine hangi renkler çekilmişti? Nasıl bakıyorlardı? Baktıklarında neyi görüyorlardı? Şartlanmışlığın kızgın ateşinde dövüldükten sonra dondurulan bu soğuk, ürkütücü varlıklar nasıl yaratılmıştı? Bunu yaratan, vicdan bağını neye dayandırdı? Bağını dayandırdığı tanrının hangi kitabını karıştırdı? Karıştırdığı kitabın içinde neler yazılıydı? Yazılmış olanın içinde hangi kısmını rehber aldı? Odanın içinde soru soruyu kovalıyor, cevabını beklemeden uçuşup gidiyorlardı.

Pembe yanaklı Mizgin, gözlerini pis küfürler savuran korkunç askerin üstünden ayıramıyordu. Onun her hareketini donuk gözlerinin takibi altında tutuyordu. Kendilerine bir kötülük yapmasın diye, daha kanatlanmamış diğer yavru kuşları da titreyen incecik kollarının altında tutuyordu. Yırtıcı pençe kendilerine doğru uzandığında, üçü birlikte ürpertiyle gözlerini kıstı. O an ışıldayan gözlerini hiç açmak istemediler: Kanatlanıp başka bir dünyaya uçmak istediler. Uçmak için tüylenmemiş kanatlarını defalarca çırpıp durdular, ama bir türlü uçamadılar. Mavi gökyüzünün altında havalanıp özgür uçan kuşlara ulaşamadılar. Kendilerine doğru uzanan yırtıcı pençe, odanın içinde dağınık duran yorganı havaya kaldırıp, yüzlerine fırlattı. Her üç minik, yorganın altında büzülüp birbirine yapıştılar. Hıçkırıkları ağır yorganın altına gömülmüştü, annelerini çağıran nazik, ince sesleri korkunç adamların küfürlü kabalığında boğuldu.

Kendini kaybetmiş bu adamların ruhu çoktan bozulmuştu. Fıldır fıldır dönen gözleri kan çanağıydı. Yüzlerindeki perde zehir yaprağıydı. Dilleri küfür torbasının ipliğine bağlıydı. Kanla doldurdukları soy kırmanın kuyusundan içmişlerdi. Köksüz birer berduş, zilzurna sarhoştular. Evin içinde birbirine katmadıkları yer bırakmadılar. Ellerine geçirdikleri her şeyi kırıp unufak ettiler. Pirinç, un, mercimek torbalarını yırtıp sağa sola döktüler, dağıttılar. Buldukları naylon kapları getirip üst üste biriktirdiler. Duvarları süsleyen göz nuru el örmesi nakışlı perdeleri çekip yerlere attılar. Kışın soğuk gecelerinde altındakini sımsıcak tutan yünden yapılmış geniş yorganları kalın döşeklerin üstüne getirdiler. Tereyağı dolu küplerle birlikte, şehirden binbir güçlükle getirdikleri yağ tenekelerini patlattılar ve ardından gaz dolu bir bidonu hayırsız ellerine aldılar. Evin bir ucundan, diğer ucuna akıtarak gezdirdiler. Kapıdan son çıkan, patlak gözlü, şiş dudaklı olanıydı. Gelip kapının ağzında durdu. Köyün geniş meydanında asker çemberinin içinde sıraya dizilmiş, kendisine bakan geniş kalabalığa dikti gözlerini. Şiş dudaklarını dört köşe açıp kişnemeli kişnemeli sırıtmaya başladı. Ayı pençelerini andıran parmaklarını gömleğinin cebine götürdü. Cebinden uzun Marlboro paketini çıkardı. İçinden bir sigara çıkarıp şiş dudaklarının arasına aldı ve diğer cebinden de çakmağı aldı. Eline aldığı çakmağı çakıp ağzındaki sigarının ucunu tutuşturdu. Ağzında topladığı sigara dumanını üfürüp havaya uçurdu. Ardından eline küçük beyaz bir kağıt aldı. Çakmağı kağıdın altına tuttu. Çakınca kağıt hemen alevlendi. Alevlendirdiği kağıdı eğilerek yavaşça solunda döktüğü gazın üstüne bıraktı. Bıraktığı anda kapıdan dışarıya fırladı. Fırlamasıyla salonun tutuşması bir oldu. Salonun tutuşmasıyla kısa bir anda bütün evi alevler sardı. Çektirilen bu ızdıraba dayanamayan kalabalık içinden, ağlamayla birlikte bağırışlar da yükselince, asker çemberi daha da daralttı.

Bu cehennem ateşinin içinde çocuklarının diri diri yakılışını izleyen baba Salih'in kafası bir anda dönmeye başladı. O güne kadar uyanmamış bütün duyguları ayağa kalktı. Tepeden tırnağa çatlamanın eşiğine geldi. Hala yerinde duran beynine kan sıçradı ve sonunda çıldırdı. Gözleri artık ne asker, ne de üstüne doğrulan soğuk namluları hiç görmedi. Etrafını çemberleyen askerin içinden ayağa kalkıp içeri doğru rüzgar gibi uçmaya başladı. İçeri doğru koşarken, avazı çıktığı kadar bağırdı. Boğazını yırtan sesi, köyün karşısına düşen en yüksek kayalarda yankılandı. Sesinden yamaçların suskun duran taşları yuvarlandı. Kendini yılın bereketine hazırlayan toprak sallandı. Baba Salih başını kaldırıp bütün buyrukları ayağının altına almıştı. Yüksek yerden çıkartılan gizli yasaları hiçe saymış, sahiplerinin yüzüne tükürmüştü. Evi saran cehennem ateşine aldırmadan içeri doğru kapı eşiğini aşacağı an, kendisine doğrulan namlular arkadan namertçe çalışmaya başladı. Büyük bir gürültü içerisinde yüzlerce ateş parçası sırtının üstüne indi. Herkesin gözleri önünde Salih'in bedeni sırtından delik deşik edildi. Onu yere indiren, göğsünün önündeki büyük ateş topu değil, arkadan sırtına inen küçücük ateş çekirdekleriydi. Atmaya çalıştığı adımın arkasını getiremedi. Kızgın alevler elbiselerinden tutup içine çekti. Kökünden koparılmış dalsız bir çınar gibi, göğsünün üstüne düştü. Alevler üstüne çıkıp onu yutmaya başladı. Son bir kez yavru kuşlara doğru elini uzatmak istedi. Uzattığı eli yarıda kesildi, başaramamıştı. İşte o zaman yandı, yanıp küllere döndü.

Daha açılıp serpilmemiş her üç tomurcuk ateş çemberinin içinde çığlık çığlığa ayağa kalktılar. Önde Mızgin, ortada Dilan, arkada Hasan kol kola tutup pencereye doğru koştular. Ama gül dalından ince bacaklar onları götüremedi, götürmeye güç yetiremedi. Boğduran kara dumandan binlerce el boğazlarına uzandı. Boğazlarını sıkan elleri göremediler. Bu elleri görmek için gözlerini açamadılar, Kızıl aydınlık gözlerinde kayboldu. Kara duman, ağızlarından ciğerlerine üflüyordu. Nefesleri boğazlarında kaldı. Harlanan alev onlara dilini uzatıyordu. Alevin uzanan dili başlarına kondu. Önce Mizgin'in kızıl saçları tutuştu, ardından renkli giysilerinin üstüne atıldı ateş. Giysilerinin üstünde kaygısızca oynadı. Giysiler kavrulup nazik bedenine yapıştı. Dilan kolunu Mizgin'in elinden koparmadı. Hasan Dilan'ın elinden çekilmedi. Ak sütün temizliğinden üç yürek, ayrılmazlığın sonsuzluğuna uçuyorlardı. Yangınlar ortasında el ele, göz göze, yürek yüreğe olmanın resmini çizdiler beyaz sayfalara. Sıkışan kızgın alevler, pencereden dışarı kaçıyordu. Yükselen yalımlar ahşap tavanı yalıyordu. Sütunlar çatırdamaya başlıyordu. Kendini tutamayan ağaçlar, ardarda kor ateşin ortasına düşüyordu. Kor ateşin ortasında sallanan duvar kahrından çatlıyordu. Olup biten her şeyin tanığı suskun dam, toprağını boşaltıp katlanamadığı bu eziyetten kurtulmaya çalışıyordu. Damların üstünde oynaşarak yükselen duman, köyün üzerinde kara bulutlar oluşturuyordu.

Anne Meryem, kendisinden kopan canların başına gelenleri göremiyordu artık. Gördüklerine dayanmaya gücü yetmemiş, orta yerde yığılıp kalmıştı. Ölülere dönmüştü. O dünyadan çıkıp başka dünyalara göçmüştü. Onu kendine getirmek için baş ucunda oturup uğraşanlara cevap veremez olmuştu.

Aynı zulmün ateşinde malının, evinin yakılışına isyan etmeyen kızıl sakallı yetmişlik dede Sofi Ahmet, gözlerinin önünde insanoğlunun vicdan kitabına sığmayacak olanlara katlanamaz olmuştu. Binlerce kez kendini yerin dibine batırıp tekrar yüzeye çıkarmıştı. Kirlenmiş vicdanlara lanetler okumuştu. Derviş ruhu sayısız kere buz gibi soğuk suların altına girmiş, yeniden yeniden içine düşen kızgın közlerden bütün tenini yırtmak istemişti. Unutulmamış tarihin izlerini taşıyan yüzündeki derin çizgiler, tümden çatlamanın eşiğine gelmişti. Ariflerin temiz suyunda yıkanmış, hiçbir kirli elin uzanamayacağı göğsünden aşağıya inen uzun kızıl sakalından utanmaya başlamıştı. Bundan böyle hiçbir şeyi sineye çekemezdi. Göz göre göre yapılan bu haksızlığın kılıcı altında boynunu bükmeyecek, bilgeliğini hiçbir korkuya esir düşürmeyecekti. Ruhunun sabır taşları yerinden fırlamaya başlamıştı. İçinde saklı duran ateşli isyanın bayrağını havaya kaldırıp yenilmeyeceğinden emin babayiğit bir pehlivan gibi meydana atıldı. Geniş meydan, bilgeliğinden akan gür sesiyle inledi.

‘Uyguladığınız bu zulüm, insanlığın hangi kitabına sığar? Bu gaddarlığın hakkını nereden, kimlerden aldınız? Diri diri yaktığınız bu masum yavruların hangi kötülüğü dokundu size? Daha ölmemiş insanlığın vicdanını yakarak nerelere ulaşmaya çalışıyorsunuz? Sizi buna taşıyan vazgeçilmez amaçlarınız nedir? Hangi insafa, hangi ahlaka, hangi vicdana sığdırıyorsunuz bu zalimliği? Bizi yakarak, bizi öldürerek, kendinizi de yakıp öldürdüğünüzün farkında mısınız? Kardeş dediğiniz insanlara, bundan başka reva gördüğünüz bir şey yok mu? Neden bu haksızlık? Neden bu zalimlik?’ dediğinde, meydanın altı üstüne geldi. Kalabalığın içine ateş düşmüştü.

Çemberde duran askerler, kalabalığın içine karıştı. Önüne geleni devirdiler. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı hiçbirinin içinde ayırım gözetilmedi. Cesur ihtiyara ulaşmışlardı. Her yetişen asker, kafasına, koluna, kaburgalarına gelişi güzel darbesini indirmeye başlamıştı. Sonradan meydanın ortasına getirip bir çuval gibi yere yığdılar. Herkesin gözleri önünde on-on beş asker etrafını tutup ellerine geçirdikleri kalın sopalarla karnına, sırtına, kol ve bacaklarına durmadan vurmaya başladılar. Yüzü gözü kanlar içinde tanınmaz hale geldi. Uzun kızıl sakalları kan çamuruna bulandı. Yeşil gözüyle sürekli kalabalığı tarayan uzun bacaklı, başıyla işaret ettiğinde askerler geri çekildi. Asırlık çınar cansız bir ceset gibi meydanın ortasında hareket etmeden yatıyordu.

Üstüne dökülen kandan gözlerini açamıyordu, kırılıp kanlar içinde kalan gür sakalının altındaki çenesini kıpırdatamıyordu. Yapılan bütün zulümlere inat ayağa kalkmak istese, bacakları tutmazdı. Ruhundaki teslim alınamazlığın işaretini kaldırmak istese, kolları yükselmezdi. Hakkın ve adaletin dinmeyen gür sesinden konuşmak istese, dili dönmezdi. Boğazından yalnızca zor duyulur boğuk bir hırıltı yükseliyordu.

Yapılan zulmün mahkum ortağı esmer tenli adam, orta yerde serilen bilge ihtiyara bakınca başını önüne eğdi. Yüzündeki kırışıklıklar bir aşağı bir yukarı durmadan gidip geliyordu. Bilge ihtiyarın yüzüne bir türlü bakamıyordu. Baktığında, baştan aşağı içini bir titreme sarıyordu. Başını önüne eğerek titreyişini, titrerken renkten düşüşünü gizlemeye çalışıyordu. Bakmaya çalıştığı bu yüzden korkuyor muydu? Yoksa utancından mı böyle yapıyordu? Ruhunda, anlam veremediği büyük çalkantılar yaşanıyordu. Bir şeyler, sürekli ruhunu kemiriyordu. Her an benliğini yok etmeye götürüyordu. Yaşadığı tek anı dahi, rahat geçmiş değildi. Aradığı huzuru bir türlü bulamıyordu. Her geçen gün, biraz daha bitmez sıkıntıların bataklığına gömülüyordu. Evinde, gittiği tarlasında, soyunun katilleriyle birlikte çıktığı insan avında, onu gölge gibi sürekli takip eden bir şeylerin varlığını hissediyordu. Bu gölgeler, her gece rüyalarına giriyordu. Yediği yemeğin tadını bozuyor, içtiği suyun içinde zehir oluyordu. Vücudunda, anlaşılmaz yaralar oluşturuyor, midesinden, bağırsaklarından çıkmayan ağrılara dönüşüyordu. İliklerine düşen sızı oluyordu. Eşiyle, çocuklarıyla, bütün akranlarıyla duymak istediği sevincin önüne geçiyordu. Her gün benliğini yutan tereddüt, korku ve kaygının girdabından bir türlü kurtulamıyordu.

Bilge ihtiyarın dağılmış yüzüne her baktığında, binlerce soru kafasına hücum etmeye başlıyordu. Yıllarca düşünse bulamayacağı şeyleri, bu nur yüzün üstünden yükselen kıvılcımlar aklına getiriyordu. Damarlarında akan kanın kirlendiğini düşünmeye başlıyordu. Namusuna uzanan ellere rehberlik ettiğini daha derinden hissedip fark ediyordu. Kendi renginden insanları yok eden, soyunu kırmaya çalışan bu katillerin elinde, beş paralık bir değere sahip olmadığını şimdiye kadar yaşadıklarından çıkarmaya çalışıyordu. Dilini tam anlamadığı, yabancısı olduğu, kendisiyle her gün alay eden bu insanların içinde ne arıyordu? Onlara, onlardan daha fazla hizmet ederek neyi elde ediyordu? Kendi renginden, kendi dilinden sıcak insanların içinde başını kaldıramamasının bütün sebebi bu değil miydi? Hiçbir tarafa tutunamayan, dikişleri çürümüş bir yamaydı. Ucuz satılan değersiz bir orospudan farkı yoktu. Derenin bir ucunda bir ayağı, diğer ucunda bir ayağı, nasıl yaşayabilirdi? Ama bundan kurtulmanın yolu, çaresi var mıydı? Bundan kurtulmaya çalışsa, kendisinin, ailesinin başına hangi felaketler gelecekti? Hiçbir felakete uğramadan, bundan kurtulmak mümkün müydü? Soru soruyu iteklediğinde kafası iyice karışıyor, çaresizliğe düşüp içinden çıkamadığında, gözlerinden yaşlar akmaya başlıyordu. Başını önüne eğerek gözlerinden dökülen yaşları gizlemeye çalışıyor, siyah pos bıyıklarının üstüne kadar inen damlaları sildikten sonra geri kalanlarını da içine akıtıyordu. Dövülüp sövülen, yakılıp öldürülen bu köylülerin öfkeli bakışları altında, başını kaldırmaya gücü yetmiyordu.

Köylülerin, askerlerden daha fazla, ona öfkeyle bakmasının sebebini şimdi daha iyi anlıyordu. Çünkü köylüler onu, yedi babasından bu yana iyi tanıyorlardı. Zamanında bu köylülerin ekmeğini az yememişti. Bir türlü yüzüne bakamadığı yerde yatan bilge ihtiyarın, uzun kış gecelerinin koyu sohbetlerinde kendisine ettiği nasihatleri, şu an bir bir hatırlamaya başlıyordu. Büyük meyve bahçesinde ihtiyarın elinden aldığı olgun meyvenin görüntüleri, tekrar tekrar gözlerinin önüne geliyordu. Gözlerinin önünde beliren olgun meyveler, bir anda yerini, gözüne doğru uzanan ihtiyarın kalın, uzun parmaklarına dönüşüyordu. Parmaklar, onun gözünü çıkarmaya geliyordu sanki. Gözlerini açsa mı, kapalı mı tutsa iyiydi, bilmiyordu. Bir ölüp bir diriliyordu. Kaç defa ölüp, kaç defa dirildiğini hesap edemiyordu artık.

Ondan beş adım ötede ikide bir, kendisine bakan çukur gözlü, çelimsiz Hurşit, onun bu halinden memnun değildi. İçinden, gidip arkadaşını dürtmek geliyordu, onu dürtüp sallasa, kendisine gelir sanıyordu. Yıkılmak üzere olan arkadaşı, neden böyleydi, anlayamıyordu. Kendilerine verdikleri silahı, birlikte almışlardı. Ellerine silah aldıklarından bu yana, bir sürü olaya karışmışlardı. Birlikte çok iş yapmışlardı ve birbirlerini iyi tanıyorlardı. Birbirlerini tanıdıkları günden bugüne arkadaşını böyle görmemişti. Hurşit bu duyguların içine daldıkça huysuzlanmaya başlıyordu. Arkadaşını düşününce huysuzlanmaya başladığını fark ettiğinde, ‘Bana ne’ havasından bir el sallayıp arkadaşından on adım daha uzaklaşmaya başladı. Havaya diktiği karga burnundan arkadaşını anlamak istemediği anlaşılıyordu. Arkadaşını aklına getiren kafasındaki kedileri bir bir kovalamaya başlıyordu. Arkadaşından yana atan duygularını kökten sökmeye çalışıyordu. ‘Sanki onu düşünürsem, bana bir faydası mı dokunur?’ diye kendi kendine söylenmeye başladı. Uzun bacaklı, yeşil gözlü üst teğmene doğru on adım daha ilerledi. On beş metre gerisinde hazır vaziyette bekledi. Perişan köylülerin kendi üzerine inen öfkeli bakışlarına aldırış etmiyordu. Onlardan çekindiği yoktu. Arkasında her şeye kadir kudretli bir gücün durduğunu düşünüyordu. Arkasında kudretli güç durdukça kılına bile zarar gelmeyecekti. Canını bu gücün zırhlı kafesinde saklı tutmaya çalışıyordu. Dışarı fırlamak üzere olan kemiklerini, onların elbiseleriyle örtüyor, altındaki ayıplarını bu paçavraların içine gömüyordu. İçine kurt girmiş doymaz karnını, onların ekmeğiyle dolduruyordu, daha ne isteyebilirdi? Kimden çekinebilirdi? Bundan daha büyük bir mutluluk olabilir miydi? Bu mutlulukla, uzun bacaklının gözüne girmeye çalışıyordu. Arkasında, önünde pervane gibi dönüp dolaşıyor, bir dediğini iki etmiyor, kendisine her söyleneni aniden yerine getiriyordu. Ellerine verdikleri çakmakla bazı evleri tutuşturduğunda sevincinden havaya uçmuştu. Damların üstünden göğe doğru alevler yükseldiğinde mazhar olduğu görevi başarmanın rahatlığına erişmişti. Yaptıkları, koca devletin takdirini görecekti. Büyük devletin takdiri, çoluk çocuğunu kurtaracak, ömür boyu hiçbir yaşam derdine girmeyecekti. Öldüğünde bile ay yıldızlı bayrağa sarıp mükafatlı göndereceklerdi mezara.

‘Belki de hiçbir fare ve yılanın giremeyeceği mermerden yaparlar mezarımı.’ diyordu kendi kendine. ‘Ah keşke üstünde beni unutmadıklarını, her zaman hatırımı bildiklerini gösteren bir de mozole yapsalar!’ demeyi eklemekten de geri kalmıyordu. Ölümünün sonrasını bile hesaplayacak kadar büyük düşünüyor, ölümle sonlanan büyük ulaşılmaz hayallerinin içine gömülüp gidiyordu. Sığındığı bu güçlü kudretin yanında bir karınca kadar değerinin olmadığını, insan soyundan koparılıp eşek soyuna bağlandığını ve sadece bir eşek gibi kullanıldığını fark edecek olsa, arkadaşı gibi yaşayan bir ölü olduğundan kuşkulanmaya başlayacak, ölü ruhun içinde kaybolmuş diri öğeler ayağa kalkacaktı. Ama bu duygular kendisinde bulunmuyordu. Onu rahatsız edecek, ölü benliğinin kalın kabuklarını kırıp altındaki diri öğeleri uyandıracak hiçbir şey kendisine yanaşmıyordu. Damarlarında akan insan kanı değildi, her türlü mikrobun karıştığı, pis kokan kanalın kirli suyuydu sanki. Her hücresinde, kalkmaya gelmez kalıcı mikroplar oturmuştu. Benliğini saran mikroplar ruhunu uyuşturup sessiz ölüme kardeş kılmıştı. İçinde kendisinin duyabileceği bir sesi yoktu. İçindeki sesin damarları kökten koparılmıştı. Gözenekleri dıştan gelebilecek bütün ışık zerreciklerine sonsuza dek kapanmıştı. Çıkardığı ses kendisine ait değildi. Efendisinin söylediği neyse, tekrarladığı da oydu. Efendisinin arkasında sallanan sopasına kuyruk sallamaktan sevinç duyuyordu. Amirinin hoşuna gitmeyecek hiçbir davranışta bulunmuyordu. Bugüne kadar amirine ters gelen bir duruma da girmemişti. Hangi hallerde amirinin üstüne kıyametler getirdiğini iyi biliyordu. Amiri öfke krizlerine tutulup üzerine hışımla geldiğinde, kuyruklarını bacaklarının arasına alıp mızıldamaya başlayan korkak bir köpeğin uysallığına bürünür, eti soyulmuş kemik ellerini, önden bacaklarının üstüne indirirdi. Karnını kaldırıp indiren nefesini, hızlanmaya başlayan nabız atışlarını dahi, amirinin eline bırakıverirdi hemen. Kendi kendine, ‘Amirim değil mi? İster döver, ister söver. Her amirin koşulsuz saygı görmeye hakkı vardır.’ diyordu.

Pörsük paytak Hurşit'in bu değişmez huyu, onu tanıyan her komutanın malumuydu. Yeniçerilerin soyundan türeme Balkan dönmesi uzun bacaklı da, Hurşit'in bu huyundan beklediğinden fazlasıyla fayda görüyordu. Tek bakışıyla Hurşit'i istediği her kalıba sokabiliyordu. Uzun bacaklı, Hurşit'in üstüne sert bir bakış indirdiğinde, Hurşit'in koyu yeşil potur pantolonunun içindeki çarpık bacakları titremeye başlıyordu. Üstüne inen sert bakışları yumuşatmak için yere çakılan bir direk gibi hemen hazırola geçip dik durmaya başlıyordu. Böyle yaparak kendini kabul ettirdiğini düşünüyordu. Şimdi de uzun bacaklının sert bakışlarını üzerine çekmeden, on beş adım uzun bacaklının gerisinde teprenmeden, hazır vaziyette bekliyordu.

Hurşid'in önünde, uzun bacakların yükseğe kaldırdığı somurtkan, ablak yüzlü üsteğmen yüzünü ekşiterek kıpık yeşil gözleriyle bir etrafında yan yana dizili kalabalığı, bir yarı ölü yerde yatan ihtiyarı tarıyordu. Kalabalığın içinden ağır ağır yükselen mırıltılar, acı iniltiler keyfini kaçırmışa benziyordu. Durduğu yerden, meydanın ortasına doğru adım adım ilerlemeye başladı. Yürürken başını önüne eğmiş, attığı adımları sayar gibiydi. Her adım başında elini cebine sokuyor, cebindeki elini yumruk haline getirip tekrar dışarı çıkartıyordu. Kalabalığın burnunun dibine kadar sokulup onlara bakmadan yeniden geri dönüyordu. Geri gelip durduğu yerde aniden başını kaldırıp kıpık yeşil gözlerini kalabalığın üstüne indiriyordu. Kalabalığın üstüne indirirken bir türlü açılamayan gözlerini, son haddine kadar açmaya zorluyordu. Yarı yarıya açılan gözlerini bir sağa, bir sola, bir aşağı, bir yukarı durmadan gezdiriyor, kadın, erkek, yaşlı, çocuk herkesi iyiden iyiye süzüyordu. Bazen karşısındakileri ürpertiye sokmak için döndürdüğü gözlerinin yeşil yuvarlağını kaybettirip, yerine daha kabuk tutmamış kırmızı damarlı ördek yumurtasını andıran beyaz yuvarlağı getiriyordu. Bunu, az sonra söyleyeceği sözlerin tesiri için yapıyordu. Tesiri olmayan sözün, karanlıkta görünmeden uçup giden kuştan farkı yoktu.

‘Bugüne kadar devletin sözü, kılığı bozuk bu insanların üstünde neden tesir bırakmamıştı? Koca devlet insanlara benzemeyen bu yaratıkların üstünde bir tesir yaratamayacak kadar güçten mi düştü yoksa? Bu mevzu-i bahis olacak bir şey olamaz.’ diye kendi kendisiyle konuşuyor, edeceği lafları bir bir aklından geçirip her bir lafın ağırlığını yeniden yeniden tartmaktan kendini alamıyordu.

Son adımını yerde serili kızıl sakallı ihtiyarın başucunda bitirdi. Sesini duyurabileceği şahane yer burasıydı. Devrilmiş koca ihtiyarın başucunda söyleyeceği her sözün bırakacağı etkiyi enine boyuna hesap etmişti. Sağ elini havaya kaldırıp, yandan serçe bacağının üstüne indiriyordu. Alt kirpiklerinin altında alkol müptelalığından şişmiş baloncukları daha da şişirmeye çalışıyordu. Arada bir ağzını kapatıp içindeki havayla tombul yanaklarını davul gibi şişiriyor, iyice sıkışıp gözleri kızarınca, içinde topladığı havayı tekrar dışarı boşaltıyordu. Bir ayağıyla iri cüssesini havada tutarken, bir ayağıyla da ileri geri boşluğu dövüyordu. Bazen ileri geri sallandırdığı ayağına hız veriyor, arkadan ihtiyarın başına çarpınca, ihtiyarın başı yerinden oynuyordu. Sonunda bedenindeki hareketlerin tümünü durdurmaya başladı. Düşünüp karnında bıraktığı sözlerini dişlerine sürterek, dudaklarının arasından çıkarmaya başladı.

‘Ulan sinekler, teröriste ekmek vermeyin diye kaç defa ikaz ettik sizi? Sabrımızın da bir sonu vardır demedik mi? Aklınız kıçınızda mı sizin? Kabak kafalılar, o haydutların sizi kurtaracağını mı beklediniz?’ dedi. Sesinin sert, gür çıkmasına büyük bir itina gösteriyordu. Hırsla tırmalarcasına elini yuvarlak çenesine götürüp yüzeyi kan torbasına dönene dek çenesini buruşturuyordu. Sonra elini çenesinden indirip yumruk haline getiriyor, içinden baş parmağını havaya dikerek, karşısındakileri ezen sözlerine başlıyordu.

‘İpsiz, sapsız hainler kime güveniyorsunuz? O yavşak Avrupalıya mı? Hepinizi çırılçıplak soyup etinizin son parçası sopalara yapışana dek sizi dayaktan geçirirsem, bana kim engel olur? Hepinizin gözleri önünde bütün karılarınız ve kızlarınızı soyup...’ askerlerini göstererek, ‘...teker teker şu koçlarımı üstüne geçirirsem, kim bana ne diyecek? Elimden ırzınızı kim kurtaracak? Kimse var mı? İstersem son ferdinize kadar teker teker kurşuna dizer, bu ormanlarda kurda kuşa yem ederim. Kimsenin haberi de olmaz. Ne Avrupalı, ne Amerikalı kimse 'Niye yaptın?' da demez. İstersem, Allah da olsa beni bundan alıkoyamaz. Yırtılsanız, çatlasanız dahi sesiniz şu ağaçları geçmez. O canınızı bile Allah değil, ancak ben bağışlayabilirim. İnsan haklarıymış, minsan haklarıymış, hepsi bir kandırmaca. Buna kas kafalı geri zekalılardan başka kim inanabilir? Akılsızlara, beyinsizlere kim ne söylese hemen inanmaya başlarlar. Kim nereye sürmek isterse, hemen oraya giderler. O Allah bellediğiniz adam, peygamber dediğiniz Apo bile sizi kandırmaktan başka ne yapıyor? Siz bu ahırlarda sürünürken, bu ahırların pis kokusunu sıkılmadan ciğerlerinize çekerken, o adam, geniş, bahçeli ve havuzlu evlerde, villalarda keyif üstüne keyif çatıyor. Her gün altına gıcır gıcır yeni mersedesler alıyor, sofrasından bir kuş sütü eksik. Dış mihraklar, Avrupalı, Amerikalı sırtınıza binmek için, ona her şeyi veriyor. O da, sizi istediği gibi kullanıyor. Bölünmez vatanımıza ve devletimize karşı kışkırttıkça kışkırtıyor. Ulan dangalak kafalılar, aklınız ne zaman başınıza gelecek?’ dediği anda, kızıl sakallı dede, arkasında anlaşılmaz homurtular çıkarmaya başladı.

Ezilmiş ellerini hareket ettirip önüne bırakmaya çalıştı. Elleri, üstüne bıraktığı topraktan güç almaya başlıyordu. Ellerine dayanıp bütün gayretini acıdan sızlayan bacaklarına verdi. Bir kez daha gücünü toplayıp, ayağa kalkmak istedi. Yanı başında duran uzun bacaklının söyledikleri ruhuna dokunmuştu. Uzun bacaklının dudaklarının arasından uçup gelen sözlerin, kulak deliklerinden ruhunun üstüne inmesine bir türlü engel olamamıştı. Kulaklarının deliğinden inen sözler, içinde birer kızgın köze dönüşmüştü. Ruhu tekrar alevlenmiş, bedenini ayağa kaldırıyordu. Ahlaksızlığın kirli suyundan fırlayıp gelen sözlere tahammül gösteremez olmuştu artık. ‘Zehirli suyun dibinden gelen sözlere tahammül göstermektense, bin defa ölmeyi yeğlerim.’ demişti kendi kendine.


Yüklə 1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin