İntikam alırcasına öylesine hırslı düşüyordu ki, altında kalan hiçbir canlının başını kaldırmasına izin vermiyordu. Onun altında yol almak, mümkün olmaktan çıkıyordu. Yol alınmak istense, yüz adım gidilmezdi. Sığınılacak yer bulunsa, zaman sabır etmezdi. Birinci yol, tercih edilecek gibi değildi. Kısa bir süreliğine de olsa, zamana el sallamak durumundaydılar.
Mazlum söylemeye yanaşmıyordu. Şahin aklından geçirse de, söylemek istemiyordu. Hasan, söyleyip söylememe arasında mekik dokuyordu. Başına vuran iri taneler, daha da büyüyordu, darbelerin altında sarsılıp sarsılıp tutunmaya çalışıyordu. Kafatasının altında başlayan çalkantı, dayanılmaz oluyordu. Beyninin üstüne kan boşalmak üzereydi. Gözlerinin, yeni kararmaya başladığını düşünüyordu. ‘Söyleyip söylemesem mi, bıktırıcı olmaya başlıyordu. Sen de bir karar ver be adam, ölmeni mi bekliyorsun.’ dediği an, kafasının sol üst köşesine şiddetle gelen hepsinden iri, kocaman bir buz tanesi çarptı. Sesini yükselterek, ‘Ay!’ diye bağırınca, Mazlum ona bakarak, ‘Ne oldu heval?’ dedi.
Hasan yüksek sesle sesini Mazlum’a ulaştırmaya çalışarak ‘Yoldaş sığınalım bir tarafa, biz deli değiliz ya!’ dediğinde, Mazlum artık bir şey diyemez oldu.
‘Kendimi düşünmüyor olabilirim, fakat arkadaşımı düşünmek zorundayım.’ deyip Şahin’e bağırdı. Şahin, Mazlum’un ne diyeceğini anlamış gibi bir cevap vermeye ihtiyaç görmeden, önünde bulduğu kalın gövdeli, dalları yanlara doğru uzanmış büyük meşe ağacının altına sığındı. Sığındıktan sonra, Mazlum’a cevap vermeye çalıştı.
‘Bir şey mi diyecektin heval Mazlum?’ dediğinde, ‘Ben de bir ağacın altına sığınalım diyecektim.’ deyip soluk almaya çalıştı.
Hasan da ulaşıp gövdenin doğal bir sığınağı andıran eğiminin altına girdi. Tüketmek istercesine nefesini hızla alıp vermeye başladı. Hafif yan eğilip elini gövdeye dayadı. Düşmemek için kendini zor tutuyordu. Bir süre sesini çıkarmadan öylece bekledi. Kafasındaki zıngırtıların sesi kısılmış değildi. Gözlerini bir süre kapalı tuttu. Bıçak darbelerinin altından yara bere içinde zor bela kurtulmuş gibi bir hali vardı. Sadece kafası değil, her tarafı sızlıyordu.
Yola çıktıklarından bu yana Mazlum onun böylesi bir suskunluğuna alışmamıştı. Bu tür duraklama anlarında, mutlaka söyleyeceği bir şeyleri vardı. Suskunluğu seven biri değildi. İçinden çıkmaya hazırlamış sözünü, çevresinden esirgemeye gelmezdi. Dudaklarının üstüne gelmiş olanı söyleyivermezse, rahat etmiş olmazdı. Şimdi ise gözlerini kapatmış, gövdenin altında sessiz sedasız bekliyordu. Bir can çekişme sahnesinden farksızdı. Mazlum onun bu halini görünce, kendi sızılarını unutmaya başladı. Sessizce ondan yana bir adım daha attı ve elini omuzlarının üstüne koydu. Yüzüne bakmaya çalışıyordu. Ama bir karartıdan başka gözlerine ilişen bir şey yoktu. Hafifçe kulaklarına eğildi, yüreğinin içinden getirdiği o sımsıcak sesini kulaklarına üfledi fısıltıyla ‘Nasılsın?’ dedi. Hasan, mucizelerden yaralarına derman sürülmüş gibi aniden kendine gelerek ‘Fena değilim, hatta iyiyim.’ dedi. Mazlum, Hasan’ın sesinden yükselen bitkinlikten, pek de iyi olmadığını biliyordu. Sadece kendisine güzel bir karşılık olsun diye söylüyordu. Kendisini hala bırakmadığının da işaretiydi. O da, Mazlum’a fısıltıyla, ‘Sen nasılsın?’ dedi.
Mazlum beklemeden aynı fısıltıyla, ‘En az senin kadar kendimdeyim.’ diyerek sıcak bir kucaklayışın ifadesiyle omuzlarını sıktı. Şahin de onlardan yana başını çevirerek ‘Nasıl gidiyor?’ diye sordu.
Mazlum, ‘Beklediğimizden de iyi.’ diye cevap verdi. Hasan’dan ses çıkmayınca, ‘Heval Hasan, senden ne haber? Bu sefer duyulmuyordu sesin.’ diye ona da sordu.
‘Kusura bakma heval, bu sefer boğazımda kaldı, ne ettiysem çıkaramadım.’
‘Hadi hadi yorulduğunu saklama.’
‘Olabilir, ama hala ayaktayım, en az o kadar daha gidebilirim.’
Hasan’ın bu sözü üzerine Şahin sevinmişti.
‘İyi o zaman. Bizde pek bir sorun yok. Umarım bize rahat vermeyen bu gök taşları çabuk yorulur.’ diyerek o illet gök cisimlerinin ormanda çıkarttığı gürültüye kulak kabarttı.
Orman, taşa tabi tutulmuş gibiydi. Günah işleyen birinin taşlara tabi tutularak, recim edilmesi sahnesi oynanıyordu sanki. Orman avaz avaz, ‘Ben ne günah işledim?’ diye bağırıyordu. Şahin, bunun uzun sürmeyeceğini biliyordu. Ne kadar erken kesilirse, o kadar iyiydi. Uzun sürdükçe, sabırsızlanmaya başlıyordu. Her bir dakikası, gözlerinin önünde saati geçiyordu. Erken durmayı bilmezse, vurup geçmeyi kafasına koyuyordu. Nihayet dinmeye başlıyordu. Ormanın çıkardığı gürültü, yavaş yavaş kesilmek üzereydi. Kesilen gürültü, kendisini rahatlatmıştı. Yağmur da kesilmişe benziyordu. Hafif bir çiselemeden başka yağmur diye bir şey yoktu.
‘Şahin, yorgunluktan ayaklarının üzerinde durmayı zor başaran arkadaşlarına bir türlü kalkmaktan bahsedemiyordu. Mazlum, ondan ses çıkmadığını görünce, Hasan’a bakmaya çalıştı. Birbirinin yüzünü seçemiyorlardı. Fakat söylenmek istenen şeyi herkes anlıyordu. Mazlum, Hasan’a ‘Nasılsın?’ diye sorduğunda, Hasan hemen doğrulup ‘Gidebiliriz.’ dedi.
Mazlum, Şahin’e dönerek, ‘Gitmeyelim mi?’ dedi.
‘Siz bilirsiniz.’
Toparlanıp bıraktıkları yerden, ardarda patikayı yeniden çiğnemeye başladılar. Ayaklarının altındaki su yarılıp yanlara dağılıyordu. Ağaçlar, önlerinden çekilip ardarda kenara diziliyorlardı. Patikanın üstünde önceden ayaklara takılmaya hazırlanmış köstekler, sağa-sola kaçışıyordu. Karanlıkta görmeye çalışan gözler, daha da açılmaya başlıyordu.
Şahin bir süreliğine kendilerini bırakıp giden zamanı yakalamak istiyordu. Mazlum’un hız arttırma kaygısı yoktu. Hasan da birkaç dakikalığına dinlendikleri yerde kuvvetin şerbetinden birkaç yudum içmeyi başarmıştı. Zaman, arkadan onlara elini uzatmazlık edemiyordu. Bu deli dolu, inatçı delikanlıları sevmeye başlamıştı. Onlara uyuşuk aptallara davrandığı gibi davranamazdı. Dar patika arkaya itildikçe önden genişlemeye başlıyor, açılıp düzgün bir yol halini alıyordu. Bundan daha güzel, daha sevindirici bir şey olamazdı. Yol açılmaya başladıkça, köye yakınlaştıklarının işaretini veriyordu. Hasan’ın bu işaretten bir kuşkusu kalmamıştı. Mazlum anlamak için fazla düşünmeye gerek duymamıştı. Şahin, köyden ne kadar mesafelik uzakta olduğunu biliyordu.
Çiseleyen yağmur, önceki huyunu bırakmak istemiyordu. Yerini doluya bırakırken, bu kısım dinlenmek istemişti. ‘Bu kadar dinlenmek yeter.’ diyordu. Göklerin ilahi emri buydu. Bu emre itaat etmek, onun da hoşuna gidiyordu. Gümleyen şimşekler işaret verdi ve o yerinde duramadı. Bulutların altındaki boşlukta yer kalmadı. Boşluk, yağmur taneleriyle doldu. Taşıdığı yükün ağırlığına dayanamadı ve olduğu gibi yere indi. Boşluk diye bir şey kalmamıştı. Yağmur, boşluğu yerle bir yapmıştı.
Dikkatini yola verip bütün gücünü ayaklarında birleştiren Mazlum, üstüne boşalan suya aldırış etmeden yürüyordu. Aldırış edebileceği neyi kalmıştı ki, ıslanmadık bir tarafını mı korumaya çalışacaktı? Ayaklarındaki ayakkabılarını mı sudan uzak tutabilecekti, ya da bir tarafı kuru kalsın diye şalvarını mı, üstündeki yelek veya yeleğin altındaki gömleğini mi? Yoksa gözbebeği gibi baktığı kolundaki Rus yapımı kleşini mi kuruyacaktı? Ya da şarjörlerinin içinde birkaç merminin ıslanmamış olabileceğini mi düşünecekti? Bir de bombalarını mı? O türden duyabileceği kaygıların tümü, çoktan kaybolmaya başlamıştı. Ne kendisi, ne de üstündekilerin hiçbiri bugüne dek böylesine suyun altında kalıp tepeden tırnağa bütün gözeneklerine kadar yıkanmamıştı. Saatlerdir vücudunun üstünde taşıdığı suyun ağırlığına da aldırış ettiği yoktu. Yağmur, üstten onu vurduğu gibi, o da ayaklarını suyun içine sert vurup geçiyordu.
Hasan, kendisiyle kıyasıya bir kavganın içerisine girmişti. Bedenine hükmetmeye başlamış yorgunluk, onu tutup olduğu gibi yere vurmak istiyordu. O ise, yorgunluğa yenik düşüp yük olmamak için, son kırıntılarına kadar gücünü kullanarak direnmeye çalışıyordu. Ayaklarının önünde genişleyen yoldan köyün yakın olduğu işaretini aldığı için, kendini bırakmaya vermiyordu. Yağmur, çamur, yorgunluk, bitkinlik, hiçbiri Şahin’in aklında yoktu. Köye yakınlaştıkça, bütün dikkatlerini ayağa kaldırıyordu. Hislerini uyandırıp koşan bir at gibi önüne sürüyordu. Varsa bir pusunun, nerede olabileceğini düşünmeye çalışıyordu. Köyün bütün resmini, gözlerinin önüne getiriyordu. Arazisinin pusuya uygun yerlerini hatırlayıp iyice gözden geçiriyordu. Düşündüğü yerlerde varsa bir pusu, bunu nasıl atlatacaklarını ve geri çekilecekleri güzergahları aklından geçiriyordu. Sağlam duran üzüm bağının duvarına bitişik büyük taşın önüne geldiğinde durdu.
Mazlum, Şahin’in bir şeyler düşündüğünü anlayıp hemen ona yetişti. Hasan da geç kalmadı. Taşın önünde sessizce birbirine yanaşıp yere çömeldiler. Şahin sakince, ‘Heval köye girmeye başlıyoruz artık. Bundan sonra dikkatimizi daha fazla arttırmalıyız. Düşünülmüş bir komplo, her an arkamızdan bizi vurmaya gelebilir. Bu tür şeylere zemin bırakmamalıyız. Pusunun olabileceği yerlere geldiğimizde, sizinle işaretleşiriz. Pusu anında, herkes ne yapacağını biliyor zaten. Elden geldiğince, birbirimizden kopmamaya çalışacağız. Şayet kopmak durumunda kaldıysak, buluşacağımız yer, ilk dinlendiğimiz nokta olsun. Buna ilişkin düşündüğünüz farklı bir şey var mı?’
Mazlum, ‘Ben de öyle olsun derim.’ dedi. Hasan da ‘Katılıyorum.’ diye ekledi.
‘Diyeceğimiz başka bir şey olmadığına göre, o zaman kalkabiliriz.’
Yavaşça ayağa kalktılar. Üzerlerine boşalan yağmura kulak astıkları yoktu. Üzüm bağını çevreleyen yüksek duvarın önüne geçtiler. Duvara bitişik olarak dikkatle ilerlemeye çalıştılar. Silahlarını kollarından indirip ellerine almışlardı. Ağzına önceden mermiyi sürdüklerinden, mekanizmayı yeniden çekmeye gerek duymuyorlardı.
Adımlarını aceleye getirmiyorlardı. Yavaş yavaş, sakince ilerliyorlardı. Duyularını, yağmurun çıkardığı seslerden kurtarmaya çalışıyorlardı. Dikkatler, yağmurun çıkardığı seslerin dışındaki seslere yoğunlaşmıştı. Kulaklar, doğal gelmeyen küçücük bir çatırtıyı bile duyabilecek hassasiyete ulaşmıştı.
Kendilerine siper yapıp kenarında yürüdükleri duvar arkada kalmış, yirmi otuz adımdan sonra, önlerine ustaca yapılıp yükseltilmiş yeni bir duvar gelmişti. Çepeçevre sardığı tarlayı, sadık bir bekçi gibi gözetleyip koruyan duvar, bir güven abidesi olarak yerinde sapasağlam duruyordu. Etrafını sardığı tarlayı emniyet altında tuttuğu gibi, kenarında yürüyenleri de emniyet içinde tutuyordu. O duvar da geriye düşünce, ona benzer bir yenisi önlerine gelmişti. Bu duvarlar birbirini takip ederek köyün içine kadar uzayıp gidiyordu. Aynı ölçüye vurulup tek elden çıkmışçasına birbirine benziyorlardı.
Şahin, son duvarın köye bakan ucuna yakınlaştıkça dikkatini daha da arttırmaya başlıyordu. Duvarın bitişine az kala yavaşlamış ve kendisine yetişen Mazlum’dan çömelmesini istemişti. Mazlum, dediğini yapmış, onun ardından Mazlum’un birkaç adım arkasında duran Hasan da yere çömelmişti. Şahin durdukları yerde beklemelerini söyleyip eğilerek duvarın ucuna doğru gitmiş, duvarın yukarı doğru düz bir hat çizdiği köşeye varıp tekrar çömelmişti. Yağmur sesinin dışındaki bütün sesleri duymaya çalışıyordu. Nefesini daha kontrollü alıp veriyordu.
Ne kadar dinlediyse de, kulaklarına çalınan bir ses yoktu. Vücudunu duvarın önünde bekleterek başını köşeden dışarı uzatıp yukarı bakmaya çalıştı. Bir şey olmadığına emin olduktan sonra geri dönüp Mazlum’un yanına gelerek ‘Gidelim’ deyip yeniden ilerlemeye başladı.
Bir süre yürüdükten sonra büyük dut ağacının altına varmışlardı. Şahin tekrar yerlerinde beklemelerini söyleyip öne doğru ilerlemiş ve kısa süren düzlüğü aşarak kendisini köyün dışındaki, üst duvarları yıkılmış ilk eve yetiştirmişti. Üst kısımları içe doğru yıkılmış duvarın dibinde bir süre beklemiş ve gelebilecek sesleri duymaya çalışmıştı.
Başına vurup alnından aşağıya doğru süzülerek gözüne giren suyu eliyle silerek evin etrafındaki düzlükte gözünü gezdirmeye başlamıştı. Gözüyle düzlüğü göremese de, bunun nasıl bir düzlük olduğunu biliyordu. Köye karşıdan bakan küçük sırtın düzlüğüydü. Sırtın üstünde bekleyen yarı yıkılmış bu evden bakılınca bütün köy görünürdü. Kulaklarını son kertesine kadar açarak evin etrafında yavaşça gezinmeye başladı. Köyden yana başını çevirip bir şeyler olup olmadığını anlamaya çalıştı. Yağan yağmurun ve köyün içinden aşağıya doğru gürül gürül akan suyun sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Etrafta dikkati çeken hiçbir belirti sezilmiyordu.
Şahin, geri dönüp dut ağacının altına gelmişti. ‘Dikkat çeken bir şey gözükmüyor.’ dedikten sonra hep birlikte dut ağacının altından çıkmış, yıkılan evin yanına gelip sessizce çömelmişlerdi.
Şahin, görülmeyen kollarıyla köyü tarif ediyor, sağa sola sallanan kollarını söyledikleriyle desteklemeye çalışıyordu. Karanlıktaki bu tarifinden, arkadaşlarının kafasında pek sağlam bir resmin oluşmayacağını bilse de, tarifin faydasına inanarak söylüyordu. Sesini pek yükseltmeden, sakince konuşmaya başlamıştı.
‘Köyün içinden gelen ve sesini duyduğumuz bu küçük derenin etrafı bahçelerle çevrilidir. Bahçeler, köyün içine kadar uzanır. Bahçeler, aklınıza gelebilecek her türlü meyve ağacıyla doludur. Bu ağaçlar, birbirine yakın ve sıktır. Derenin kenarları, çengel dikenli böğürtlenlerle örülmüştür. Karşıdan karşıya her yerden geçmeye yol vermez. Aşağılara inildikçe ağaçlar daha da sıklaşır. Aşağıdaki bahçelerin her iki etrafı da çok sık bir ormanlıktır. Herhangi bir tehlike anında bu ormanlığa ulaşmayı başarırsak oluşan tehlikeyi ortadan kaldırmış olacağız. Şu an tarafımıza düşen aşağıdaki ormanlığa ulaşmak ilk hedefimiz olmalıdır. Kendimizi bu ormanlığa attıysak, birbirimizi ilk anda bulamasak da, kararlaştırdığımız noktada buluşmamak için bir sebep kalmaz. Köy evlerinin yoğunlaştığı yer, karşımızda bulunan Çırav’ın eteklerindeki hafif düzlüklerdir. Yamaçlarında kalan evler de vardır. En sonuncusu da, duvarlarının dibinde oturduğumuz bu evdir. Gideceğimiz yer de, hemen karşımıza düşmektedir. Etrafı ağaçlarla çevrili irili ufaklı kayalıklardan oluşur orası. Kayalar, köy evlerine kadar ulaşır. O kayalıkların altında bir sürü mağara vardır. Aşağıya düşen son mağara da, gideceğimiz mağaradır. Eğer getirilmişse, erzakın oraya saklanmış olması lazım. Bu köy de, diğer köyler gibi çoktan boşaltılmıştır. Civarda bulunan tek tük sahipleri tarafından çok nadir yapılan ziyaretlerin dışında kolay kolay kimse buralara uğramaz. Tek tük yapılan ziyaretler de, son bir iki yılda başladı. O da, ateşkesten sonra yumuşayan havanın sayesinde oldu. Buradan kendimizi aşağıya bırakıp bahçelerin arasından karşı yakaya gideceğiz. Küçük derenin üstünden geçit veren birkaç yer biliyorum. Geçit veren yerleri bulamazsak suya vurup geçeceğiz. Nasılsa ıslanma gibi bir sorunumuz da yok. Söyleyeceklerim bu kadar, varsa bir fikriniz söyleyin. Siz de söyleyin, faydalı olur.
Mazlum, ‘Diyeceğim bir şey yok. Buraya ilk defa geldiğimi biliyorsunuz. Tanımadığım, bilmediğim bir yer hakkında fikir beyan etmem uygun gelmez diye düşünüyorum. Bana düşen, sizi dikkatle takip etmektir.’ dedi.
Hasan, ‘Benim de diyecek bir şeyim yok.’ diyerek Mazlum’a katıldı.
Şahin, ‘İsterseniz etrafı biraz daha dinleyelim. Daha emin olmamız için iyi olur.’ deyince her ikisi de Şahin’in bu fikrini onayladılar.
Konuşmaları bittikten sonra duvarın dibinde çömelerek ses çıkarmadan yirmi dakikadan fazla bir süre etrafı dinlemeye çalıştılar. Gözlerinin önüne çıkan herhangi bir görüntü, kulaklarına gelen herhangi bir ses yoktu.
Bekledikleri süreyi yeterli bulan Şahin, hafifçe ayağa kalkıp ‘Görünürde normal gelmeyen bir belirti yok.’ dedi.
Hasan da, ‘Bu kıyamette farklı bir şeyin olabileceğini sanmıyorum.’ deyip ayağa kalkmıştı. Mazlum ise hiçbir şey söylemeye gerek duymadan ayağa kalkmıştı. Buralarda kendisinden deneyimli olan arkadaşlarının tecrübelerine güveniyordu.
Şahin, ‘Gene de dikkatli olmaya çalışalım.’ diyerek sırttan aşağıya doğru adım atmaya başladı. Aşağıya doğru giden dik yokuşun üstüne geldiğinde Mazlum’a dönerek, ‘Dik yokuştur, dikkatli inelim’ diyerek aşağıya inen patikadan inişe geçmiş, Mazlum da, Hasan’ı uyardıktan sonra onun arkasından kendini bırakmaya başlamıştı.
İndikleri dik yokuşta tutunup yürümek fazladan bir çaba gerektiriyordu. Ayaklarını yan çevirip kenarlarına tutunarak iniyorlardı. Şahin, bu işin ustası olmuştu. Çok kaygan olmasına karşın Mazlum’un da bir sorunu yoktu. Kendilerini tam aşağıya bırakıyorlardı ki, Mazlum’un arkasından gelen Hasan, kaygan zemine daha fazla tutunmayı başaramayıp hızını yeni almaya başlayan bir silindir gibi yuvarlanmaya başlamıştı. Mazlum, hemen arkasından gelen gürültüye doğru dönüp sıkıca pozisyon almıştı. Hasan’ın düşeceğini önceden tahmin etmiş gibiydi. Yuvarlanan Hasan’ın şiddetle çarpıp kendisini aşağıya götürmemesi için sıkıca otlara tutunup Hasan’a set olmaya çalışıyordu. Hasan gelip, doğrudan ona takılmıştı. Mazlum’un koluna tutunan Hasan, pis bir küfür savurmamak için kendini zor tutuyordu. Mazlum onu ayağa kaldırıp tutunmasına yardım etmişti. Hasan ayağa kalkıp tutunmayı başarınca Mazlum elini bırakıp dikkatlice kendisini aşağıya bırakmaya devam etti. Şahin aşağıda onları bekliyordu. Mazlum da indikten sonra beklemeye başladı. Hasan yeni bir yuvarlanışı yaşamadan inmeyi başarmıştı.
Şahin, büyük ceviz ağacının altından etrafı yüksek kavak ağaçlarıyla çevrili bahçeye doğru yönelmişti. Mazlum’un arkasından düşmeyen Hasan ise, halen yuvarlandığında gerilen sinirlerini yatıştırmaya çalışıyordu.
Yıllardır bakımdan yoksun bahçeyi ortasında yararak geçiyorlardı. Ortasından yardıkları bir bahçenin sınırlarına geldiklerinde, önlerine ona benzer yeni bir bahçe geliyordu. Bahçeler boydan boya sık otlarla kaplanmıştı. Bakımsızlıktan ne hale geldiklerini, gelen-geçene göstermek istiyorlardı zavallı bahçeler. ‘Bize bakılmadığı halde, her yıl o kadar meyve veriyoruz ki, kim yiyecek bunları?’ diyorlardı adeta. Üzüm, incir, kayısı, şeftali, armut, elma, ayva, ceviz, ne istenirse bulunurdu bu bahçelerde.
Suyun kenarına gelip karşı tarafa geçecek yer aramaya başlamışlardı. Küçük dere, etrafını çevreleyen sık ağaçların arasında kaybolmuştu. Birbirine çok yakın ve iç içe duran ağaçların arasında yayılan böğürtlen dalları, karşı tarafa geçmeye yol vermiyordu. Şahin, daha önce kullandığı yolu kullanmak istemiyordu. Karşı tarafa geçmek isterken, bunu arkadaşlarına fark ettirmiyordu. Sonunda geçişe yol verecek diğer yerler kadar sık olmayan bir yer bulmuşlardı. Yana doğru uzayıp giden söğüt dalına tutunup birbirine sıkı sıkıya dolanmış böğürtlen dallarının üstünden yüksek çınar ağacının altına atlamışlardı. Kulakları sağır eden dere suyu ve yağmurun sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Dallar, yapraklar, otlar sadece yağmurun sesini çalıyordu. Buna razı gelmeyen dere, sesini yağmurun çıkardığı sesin üstüne kapatmak istiyordu. Önce Şahin suyun içine girdi. Ardından Mazlum atladı, Hasan de arkalarındaydı. Şiddetli gelen su, dizlerinin üstüne çıkıyordu. Karşı kenara geçip suyun içinde yukarı doğru yürümeye başlamışlardı.
Önlerine gelen ceviz ağacının altında durmuşlardı. Başlarının üstüne inen cevizin esnek dalından tutup suyun içinden çıkmış, ceviz ağacının altından geçip bitişiğindeki erik dallarının arasına girmişlerdi. Dalların arasında zikzaklar çizip önlerine çıkan büyük bahçenin içine girmişlerdi. Bahçenin sağ kenarına yönelip ağaçlara bitişik gelen yerde dikkatle yürümeye başlamışlardı. Bahçenin sınırında, göklere yükselen kavak ağaçlarına ulaştıklarında, yönlerini yukarıya doğru çevirmişlerdi.
Yağmur, dinmek bir yana bulutları daha da sıkıştırmaya devam ediyordu. Sıkışan bulutlar da gözeneklerini ardına kadar açıyordu.
Beşinci bahçeyi de geride bırakmışlardı ve artık son bahçeyi de yavaş adımlarla aşıyorlardı. Bahçenin sınırlarının dışına çıktıklarında, gövdesi kalın yüksek bir meşe ağacının altında çömelmişlerdi.
Şahin, onlardan yana başını çevirip kulaklarına fısıldayarak konuştu.
‘Bahsettiğim kayalıklar hemen üstümüze düşüyor. Takip edeceğimiz kayalık, üstümüzdeki ilk kayalık hattı. Onun üstünde de birbirine benzer bir sürü kayalık daha var. Bu kayalıklar düz bir çizgi halinde köye kadar ulaşıyor. Kayalıklara fazla yakınlaşmadan bu ağaçların arasından yana doğru dikkatlice uzanacağız. Gideceğimiz mağaranın önünde büyük bir meşe ağacı var. Meşe ağacının aşağısında da dut ve ceviz ağaçları. Yukardan ceviz ağaçlarının altına doğru bir su kanalı geliyor. Onlar, mağarayı bulmamıza yardım edecekler. Gidelim mi?’
Şahin sözlerini bitirdikten sonra ayağa kalktı, Hasan da ‘Gidelim’ dedikten sonra ayağa kalktı. Mazlum zaten ayaktaydı.
Şahin, bir yılanın toprak üzerinde sessizce kayışını andıran bir hareketle sakince ilerlemeye başladı. Yürürken, aynı zamanda varsa bir tehlikenin nereden gelebileceğini enine boyuna düşünmeye çalışıyordu.
Hasan, bu kıyamette düşmandan gelebilecek bir tehlikenin varlığına pek ihtimal vermiyordu. İçten içe tarif edemediği bir rahatlık, ruhunu sarmaya geliyordu. Bu karanlık gecede vahşi doğayla yürüttükleri kavgayı kazandıklarını düşünüyordu. Kendi kendine, ‘Üstümüze indirdiği yumrukların altında ezilmeden, onunla nasıl baş ettiğimizi gösterdik.’ diyordu. ‘Bizi yıldıramadığını gösterdik’ derken, sabaha kadar rahatça uzanıp güzel bir uyku çekeceği mağarayı gözlerinin önüne getiriyordu.
Şahin’i takip eden Mazlum, dikkati elden bırakmıyordu.
Üstünde bodur palamut ağaçlarının olduğu tümseğin yamacına gelip durmuş, birkaç saniye bekleyip eğilerek tümseğin üstüne çıkmışlardı. Ağaçların arkasında çömelerek etrafı gözetlemeye başladılar. Mağara, yandan karşılarına düşüyordu. Mağara durdukları yerden gündüz gözüyle açık seçik görülürdü. Fakat o an için gözlerin ışığı, karanlık perdeyi yırtıp mağaraya ulaşamıyordu. Mağaranın çevresinde ses, ışık veya buna benzer bir belirtinin olması durumunda fark etmemeleri için hiçbir neden yoktu. Yağmurun kesilmeyen sesi de, böyle bir belirtinin fark edilmesine engel olamazdı. Baktıkça, göze gelen bir şey yoktu. Kulağı uyaran yabancı bir ses de gelmiyordu.
Şahin yavaşça Mazlum’a yanaşarak kulaklarına eğilip ‘Birbirimizden kopmadan biraz mesafeli gidelim.’ dedi. Ayağa tam kalkmadan eğilerek kendini tümsekten aşağı bırakmaya başladı. Mazlum da eğilerek gidiyordu. Hasan’ı sıkan herhangi bir kaygısı yoktu. Mesafeli bir şekilde ceviz ağaçlarının altına kadar yürüdüler.
Şahin, ulaştığı ilk ceviz ağacının altında durdu. Mazlum da, sessizce geldi. Hasan da ulaşınca, Şahin, ‘Siz birkaç dakika bekleyin, ben beş on adım öne çıkıp tekrar dönerim.’ dedi. Mazlum sözlerinin bitmesiyle birlikte ağacın altından öne doğru çıkıp karanlıkta kayboldu. Mazlum, yüzünü ondan yana çevirmiyordu. Rüzgarla sallanıp dalından kopan ham bir ceviz, yüksekten bir taş gibi ağacın altına düşünce, Hasan aniden gövdenin arkasına uçtu. Mazlum da çömelmişti. Ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Altında oldukları ceviz ağacının yükseğinden düşen bir ceviz olabileceğini düşününce rahatlamışlardı. Esen bir rüzgarda, dalına tutunmaya başaramayan kabuk bağlayıp sertleşmemiş nazik cevizler, tıpış tıpış yere düşüyordu.
Şahin, yukarıdan gelen su kanalının kenarında duran dut ağacının altındaydı. Çevreyi dinledikçe, doğa seslerinin dışında hiçbir ses duyamıyordu, aksi giden bir şey yoktu. Kanalın üst yamacında duran ceviz ağacının altına yöneldi. Ceviz ağacının altında da, duyduğu sesler aynıydı. Çok fazla beklemeye lüzum yoktu. Tekrar geri dönmeye başladı.
Mazlum, gelen ayak seslerini yakınında duyunca, Şahin olduğunu anlamıştı. Şahin, ‘Aynı mesafeyle gidelim.’ dedi. Su kanalının üstüne gelip yukarı doğru eğilerek çıkmaya başladılar. Mağaranın aşağısına düşen yüksek palamut ağaçlarının altında çömelip sessizliğe gömüldüler. Bir süre etrafı dinledikten sonra Şahin, ‘Burada bekleyin, beş-on dakika sonra tekrar dönerim.’ deyip eğilerek yukarı doğru sessizce tırmanışa geçti. Her beş on adımda bir oturup etrafı dinlemeye çalışıyordu. Fark ettiği bir şey olmayınca, tekrar kalkıp tırmanmaya devam ediyordu. Kayanın dibinden mağaraya giden patikanın kenarındaki bodur ağaçların altına geldiğinde, yeniden oturup etrafa dikkatlice kulak kesildi. Dinledikçe, her şeyin yolunda gittiği izlenimini ediniyordu. İyice emin olmak için patikanın üstüne çıkıp sağa doğru yavaş yavaş yürüdü. Kayalığın üstüne çıkmaya yol veren aralığın önüne geldiğinde, birkaç saniye daha bekledi. Yüzünü yukarı çevirip aralıktan kayanın üstüne çıktı. Kayanın üstündeki çalının kenarında oturup başını köye doğru çevirdi. Gözlerini, göremediği Çırav’ın zirvelerine doğru uzattı ve yukarılara bakmaya çalıştı. Kulaklarını, dört bir yandan gelen seslere karşı açtı. Aşağısında, zaten arkadaşları bulunuyordu. Yine yalnızca yağmurun, rüzgarın, küçük küçük kanalların üstüne döküldüğü derenin sesi vardı. Her şey iyi gidiyor gibiydi. Birazcık rahatlamaya başlamıştı. Fazla zaman kaybetmeden, çıktığı aralıktan aşağıya indi. Patikanın üstüne gelip mağaraya doğru yavaşça yürüyüşünü sürdürdü. Hala dikkati elden bırakmıyordu. Mağaraya beş on adım kala tekrar durdu. Ayakta, kollarının üzerine kadar inen palamut ağacının dalına tutunarak etrafa göz gezdiriyordu. Doğal seslerin dışında hiçbir ses yoktu. Mağaranın önüne doğru yürüdü. Önünde durup, mağaranın içindeki sesleri duymaya çalıştı. Kulaklarında çınlayan, hep aynı seslerdi. Etrafta, sorun yaratacak hiçbir şey gözükmüyordu.
Dostları ilə paylaş: |