Hasan’ın söylediği doğru çıkıyordu. Kendisinin de bu türden tahminleri vardı. Ama pek emin değildi. Yavaşça mağaranın içine adım attı. Mağaranın arkasına doğru ilerledikçe, gözlerinin önündeki beyazlık daha da belirginleşmeye başladı. Beyazlığa ulaşmadan durup biraz düşündü. Beyazlığa ulaştığı gibi, hemen kurcalamaya çalışmamalıydı. Kendi kendine, ‘Tehlikenin tümden bittiği söylenemez.’ diyordu.
Mazlum’un, mayınlardan iyi anladığını biliyordu. Kendisinin de, mayınlardan yana tecrübesi vardı, fakat Mazlum ondan daha eğitimli olduğundan, bu tür işleri ona bırakmalıydı. Beyazlığın üstüne gidip durdu. Hafifçe çömelerek, sadece el değdirmekle yetindi. Dokunduğu, bekledikleri şeyin ta kendisiydi. Elinin altındaki, un torbalarından başka bir şey değildi. Hem de bembeyaz un torbaları. Sevinci, mağaranın sınırlarına sığmıyordu. Mağara, büyüyen sevincine dar geliyordu.
Aylarca bir tek ekmeğin dahi yüzünü göremeyen arkadaşlarını hatırlamaya çalıştı. Gabar’da bir avuç un, altın değerindeydi. Birkaç ekmek için günlerce yol yürünürdü. Günlerce yürünerek sırt üstünde getirilen unlar, birkaç öğünün ötesine geçmezdi. Bir zamanlar ekmeğin olduğunu, hatta ondan yediklerini hatırlayan arkadaşlar da vardı. Ama geçmişte kalan bir düş gibi pek hatırlayamayanlar da vardı. Bin bir güçlük ve eziyetle getirilen un, sadece bir zamanlar ekmek diye bir şeyin de varolduğunu hatırlatmaya yetiyordu. Yedikleri, doğanın hazır nimetlerinden başka bir şey değildi. Çoğunun ağzında diş diye bir şey kalmamıştı. Bunlar, böyle nasıl yapabiliyorlar, anlamak hiç kolay gelmiyordu. Bazen, anlamakta kendilerinin de zorlandıkları oluyordu. Gabar’da bir ekmeğin değeri çok fazlaydı ama olmadığı için de arkadaşlarda hiçbir rahatsızlık oluşmuyordu.
Un ambarlarının kenarında yaşayanlar bunu bilmezler. Belki de onlar, ekmeğin arta kalanını çöplere atıyorlardır. Hatta ‘Kurudur, serttir.’ diye hiç yemedikleri oluyordur. Gelin görün ki, burada böyle değildir işte. Her bir ekmeğin içinde, sayısız yiğidin anlatılmaya gelmez emeği, alın teri vardır. Kan ter içinde kalınmadan bir ekmeğin elde edilişi mümkün olmaz. Burada midenizin ekmeği hatırlamadığına pek şaşırmazsınız. Arada bir bulduysanız şayet, keyfinize diyecek yoktur. Midenizin yabancı olduğu bu tür şeylerden mahrum olduğunuz gerçek, ama insandan yana doyuran duygunun her türlüsüne tanıksınız. Bunu fark ettiğiniz an, müptelası olmaya başlarsınız. Horlanmış, başını kaldırmasına müsaade edilmemiş bütün güzelliklerin, bunun içinde saklı olduğunu görürsünüz. Sizi bundan vazgeçmeye çağırana karşı canınızı dişinize takıp canla başla karşı koyduğunuzu görürsünüz. Karşı koymaya başladığınız andan itibaren de, ait olmak istediğiniz güzelliğin içinde eridiğinizi, ondan bir parçanın ta kendisi olmaya başladığınızı görürsünüz. Önündeki torbalara baktıkça, arkadaşlarından yana güzel duyguların içinde kaybolmaktan kendini alamıyordu. Daha şimdiden sırtladığı önündeki unu, arkadaşların bulunduğu noktaya götürmüş gibiydi. Kan ter içinde sırtlayıp götürdüğü unu, noktanın önündeyken kendisini fark eden yoldaşları, ona doğru sevinçle koşup yardımına geldiklerini, onun ağır yükünü sırtından alıp götürdüklerini görüyordu. Önündeki unun, kamptan uzaklığı neydi ki, diğerlerine göre önündeki un, kampın içinde sayılırdı. Hem de diğerlerinden çok çok daha fazla, dopdolu dört koca torba. Henüz saymamıştı, belki de daha fazlaydı. ‘Kim bilir götürdüğümüzde, ne kadar sevinirler’ diye düşünürken, içi içine sığmıyordu.
Kendi kendine, ‘Daha fazla ne bekliyorum?’ deyip gerisin geriye mağaradan çıkmaya başladı. Kendini, meşe ve palamut ağaçlarının arasından aşağıya bıraktı. Gündüzün aydınlık gözüyle yürüyordu sanki. Arkadaşlarının altında oturduğu ağaçlar, onu kendine doğru çekiyordu, yönünü hiç şaşırmıyordu.
Mazlum, Şahin’in geldiğini fark edince rahatlayarak ayağa kalkmıştı. Şahin, bu sefer çömelmeye gerek duymuyordu. Ulaşır ulaşmaz, ‘Görünürde bir tehlike yok.’ demişti.
Hasan, söylediğinin doğru çıktığına sevinerek, ‘Önceden de söylemedim mi?’ diye karşılık verdi. Mazlum, ‘Mağaraya da baktın mı?’ diye sorunca tehlikeye dönük kaygıdan kurtulan Şahin, heyecan dolu sesiyle, ‘Sadece bakmak mı? Mağaranın arkasını da tekmeledim, asıl baktığım şeyi tahmin edin.’
Hasan ‘Nedir?’ diye sorunca Şahin, ‘Ne mi dedin? Mağaramız, un ambarına dönmüş yoldaşım.’
Hasan, Şahin’in bu sözleri üzerine, sevinç çığlığıyla sesini yükselterek, ‘Gerçekten mi?’ diyerek teyit ettirmekten kendini alamamıştı.
Şahin, ‘Ne o, şaka mı sandın? Gidelim kendin gözlerinle gör.’
‘O zaman ne duruyoruz, gidelim hemen. Boş yere, adamın o kadar günahını da aldık. Ayıp oldu doğrusu. Halbuki beklediğimizden de dürüstmüş adam.’
‘Peki gidelim.’
Sevincin de verdiği kısmi rahatlamayla mağaraya doğru yukarı çıkmaya başladılar. Mazlum ise, daha şimdiden arkadaşları kadar bir rahatlamayı yaşayamıyordu.
Tehlikenin gözle görülemeyişini aldatıcı buluyordu. Asıl tehlikenin gözle görülemeyen perdenin arkasında olabileceği düşüncesini hislerinden koparamıyordu. Daha göreve gönderilirken, kendilerine söylenenleri aklından bir türlü çıkaramıyordu. Ama arkadaşlarına da bir anda, ‘Niye böyle rahatlamaya geliyorsunuz?’ diyemiyordu. Kendisinden başlayan, güvensizliğe işaret bir davranışın içerisine bu koşullarda girmeyi, sakıncalı ve yanlış görüyordu. Arkadaşlarını, rahatlamanın kollarına hemen atılmamaya nasıl ikna etmeliydi? Mağaranın önüne kadar bu düşünceleri taşıyarak gelmişti.
Hasan, Şahin’in arkasından atlayarak mağaraya girdi. Mağaranın arkasından karanlığı yırtıp gözüne gelen beyazlığı görünce, kendisini perişan eden üstündeki ağır yorgunluğu aniden unutuverdi. Şahin’in önüne geçip beyazlığa doğru koşarcasına yürüdü. Un çuvallarının üzerine varınca heyecanını gizleme ihtiyacını görmedi. Ellerinin altındaki beyaz torbaları ellemeye çalışarak, ‘Ambarlarımız un doldu yoldaşlar, beyaz undan ekmekli günler başlıyor.’ deyince, Şahin, ani bir refleksle, ‘Sakın ellemeye kalkışma!’ diye uyardı.
Şahin’in bağırırcasına yaptığı uyarıya, ilk anda anlam veremedi. Şaşkınlıkla, ‘Ne oldu, bir şey mi var?’ deyince Şahin, ‘Daha kontrol etmedik, kontrol etmeden dokunmamız doğru olmaz.’ diye karşılık verdi.
Hasan, güvensizlikten yana duyguyu iğnelemeye çalışarak, ‘Ya, demek hala şüphen var? Öyleyse, tamam ellemeyelim.’ dedi.
‘Henüz adamın dürüst olup olmadığını bilmiyoruz. Bunun altında bir mayının olmadığına dair garantiyi kim verebilir? Böyle bir garanti olmadığına göre, o zaman emniyetli davranmak zorundayız. Heval Mazlum, mayınlardan bizden daha iyi anlar. Onun kontrol etmesinde fayda var diye düşünüyorum.’
Şahin’in bu sözleri üzerine Mazlum, ‘Olur, kontrol edelim. Kontrol, daha emin olmaya götürür bizi. Adamın dürüstlüğünü görmeden, hatta o dürüstlüğü sınamadan duyacağımız güven, lehimize işlemez.’
Mazlum sözlerini bitirirken, torbalara doğru yaklaşmaya başlamıştı bile. Mazlum’un un çuvallarına yanaştığını gören Şahin, ‘İsterseniz kontrolünü biraz dinlendikten sonra yapalım.’
Kontrolünü yapmadan rahat edemeyeceğini düşünen Mazlum, ‘Sorun olmaz, araya zaman koymadan hemen yapmamız daha uygun düşer gibime geliyor.’
Mazlum sözlerini bitirdikten sonra çuvalların üstüne çömeldi.
Ağzına kadar dolu bir su bidonunun altından açılan delikten dökülür gibi damlalar dökülen su içindeki gömleğinin kollarını, elini yana doğru uzatarak kıvırmaya başladı. Arkaya doğru gömleğin kolları kıvrılıp sıkışınca, içinden bardak bardak su boşaldı. Omuzlarına kadar gömleğinin kollarını çektikten sonra, ‘Bana yakın durmazsanız, daha iyi olur.’ deyip elini yavaşça torbaların üstünde gezdirmeye başladı.
Şahin Mazlum’dan uzaklaşmış, mağaranın ağzında duruyordu.
Hemen yanıbaşında sırtını kayaya dayayıp oturmayı yeğleyen Hasan ise, düşüncelere dalıyordu. ‘Allahın bu kıyametinde bu kadar unu sırtlayıp nasıl gidebiliriz? Bizde adım atacak takat mı kaldı? Hem bu kadar unu dışarı çıkardığımız an, heba olmaktan nasıl kurtarabiliriz? Sonra bize deli adını takmazlar mı? Kaba düşünceli olduğumuzu söylemezler mi? Koşullara göre davranmak diye bir şey var, ona göre niye davranmadınız demezler mi? O zaman, bunların hiçbirini hak etmedik deme şansımız da olmaz. Hani bir çuval inciri berbat etti derler ya, o tür davranırsak sadece bir değil, dört, belki de beş çuvalı berbat etmiş oluruz. Hem de bu güzelim beyaz undan. Buna hakkımız da yok.’ diye kendi kendine söylenip duruyordu.
Kara kara düşünmekte Şahin’in de, Hasan’dan geri kalır bir yanı yoktu. Düşündükçe, içinden çıkamıyordu. Hala kulaklarında, aldığı direktifin yankısı vardı. Gözleri kör eden bu karanlığın içinde, hem de bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında sırtlayıp götürmeye kalkışsalar, sırtlarında götürdükleri un, hamurdan başka bir şey olmazdı. Çıkarıp bir yerlerde saklamaya kalkışsalar, üzerine atacakları bir şeyleri yoktu. Neyin altına sokabilirlerdi ki, sabaha kadar burada kalıp, yağmurun dinmesini bekleseler, aldıkları direktifi hiçe saymış olacaklardı. Bir yolunu nasıl bulmalıydı? Kendisinin de dahil, arkadaşlarının üzerindeki bitirip tüketen ağır yorgunluğu görmezlikten gelmeden, bir yolunu bulmanın imkanı var mıydı? Ne kadar da düşünse, içinden çıkmak kolay gelmiyordu.
Mazlum, bütün dikkatini, kontrol ettiği çuvalların üstüne toplamıştı. Beyniyle, çuvalların arasında gezdirdiği parmakları arasında, hassasiyetin yüksek köprüsünü kurmuştu. Üstte duran ilk iki çuvalı kontrol ettikten sonra, arkadaşlarından yardım istemeye gerek duymadan çuvallarını kollarının arasına alarak yerinden kaldırıp sol yanına indirdi. Hassasiyetin elektronlarını ucuna indirdiği parmaklarını, diğer çuvalların arasında gezdirirken, hiç acele etmiyordu. Parmaklarını, sabrın ağır yürüyen tekerleklerine bindirmişti. Kafasına hücum etmek üzere bekleyen düşüncelerin hiçbiri, yanaşma cesaretini gösteremiyordu. Kör karanlık, hislerinin gözünü kapatmayı başaramıyordu. Algılarının kulağına, vaktinde uyarmanın çanlarını takmıştı. Nefesi, hız demeye korkuyordu. Göğüs kafesini vuran kalbinin dövüşçüleri, bir süre dinlenmeye çekilmişti. Kontrolü yapıp yerlerini değiştirdikten sonra, mağaranın ağzında bekleyen arkadaşlarına gelebileceklerini söyledi. Dört değil, üst üste duran beş çuval vardı önünde. Biri de, el değmemiş, ağzına kadar dolu toz şekerdi.
Hasan’dan sonra Şahin de yanına gelince, ‘Bir aksilik yok, sağlam çıktı’ dedi. Hasan, beklediği fırsatı kaptığı gibi Şahin’e dönerek, ‘İki gözüm rahatladın mı şimdi? Hala da adama duyacağın bir şüphenin yeri var mı?
Şahin, içine girdiği coşkunun ses tonuyla, ‘Tamam tamam. Kulaklarımızı yeme, küçük fırsatların ustası, bur sefer de seni haklı çıkmış sayalım.’
Mazlum, ‘Dört çuval una ilave, bir de şeker var.’ deyince daha da keyiflendiler. Fakat keyiflerini kaçıran şey de, hemen önlerinde oturuvermeye başlıyordu. Bundan sonrasını nasıl yapmalıydılar? Kafasına gelen düşüncelerden kurtulamayan Şahin, sırtını kayaya dayayıp sessizce oturdu. Şahin oturunca, Mazlum da ayakta beklemek istemedi. Hasan da oturmazlık edemedi. Oturup sessizce bir süre öylece beklediler.
Şahin ulaşmak istediği karara bir türlü ulaşamıyordu. Kendisine daha önce de böyle olmuş mu diye hatırlamaya çalışıyordu. Bekledikleri tehlike, yakınlarda görünmüyordu. Peki ya, aldıkları direktifi nereye koyacaklardı? ‘Ne denli doğru düşünsen de, ters gelen bir şey kalır.’ deyip içindeki sesi susturmaya çalışıyordu.
Hasan kafasında bulduğu çareye kendini çoktan inandırmıştı. Buna ikna olmamak için bir sebep görmüyordu. ‘Adam dürüst olmasa, bunca şeyi zahmet edip getirir miydi? Dürüst olduğuna göre, olmadık yerde kendiliğinden bir tehlike neden doğsundu ki? Elimizin altına gelmişken, bütün bu değeri yağmurun altına verip heba etmenin deliliğine mi girelim? Sırtlamaya kalkışsak, on adım öteye gidecek takat mı var bizde? Haddinden fazla kaygılanarak kaybetmenin kuyruğuna takılmaktan başka yaptığımız nedir? Sabah ola, hayrola diye bir şey var’ deyip içinden çıkıveriyordu.
Mazlum, bundan sonra yapılacaklara ilişkin arkadaşlarının düşüncelerini öğrenmek isteyerek, ‘Ne yapalım?’ diye sordu.
Şahin, ‘Ben de onu düşünüyordum, ama henüz bir netliğe ulaşamadım.’ dedi.
Hasan, ‘Bana sorarsanız, yapacaklarımızın netliği konusunda bir sorun yok.’ diyerek bu konuda hiçbir endişe taşımadığını göstermişti.
Sıkıntısı, sesine yansıyan Şahin, ‘Bu netlikten önce, bir sigara içelim hele. Tütününü kurtaran var mı? Benimki, suyun içinde yüzüyor.’
Tütünü yeni aklına gelen Mazlum, elini cebine alıp tütününü çıkardı. Daha elini küçük torbanın içine koymadan, tütününün ne hale geldiğini anladı, ama yine de bir umut parmaklarını torbanın içine daldırdı. Kuru tütün yerine, birbirine yapışıp topak haline gelen tütün hamuru geldi parmaklarına. Hasan’ın bez torbacığı da elindeydi. Dayanılmaz bir istek haline gelen sigara içmeyi, o geceliğine unutmak zorundaydılar. Kuru tütün olsa da, çakmakları ateş vermezdi. Mazlum, ‘Maalesef bende sadece tütün hamuru var.’ deyince elinden torbasını indirmeyen Hasan, ‘Bendeki de farklı değil.’ dedi. Şahin, mecbur içindeki sigara içme isteğini bastırarak, ‘İçmediğimizi az mı gördük sanki, bu gece de onlardan biri olsun, dünya yıkılmaz ya!’ deyip, ‘Hasan heval, netlik dediğin şey nedir? Söyle, biz de paylaşalım onu, iyi olmaz mı?’ diye sordu.
Hasan, ‘Tartışmamızın faydalı olacağına, ben de inanıyorum.’ diyerek dilinin ucundakini çıkarıverdi. ‘İlkin kaygımızı götüren şey, bu işin içinde farklı bir niyetin de olabileceğine dairdi.’ Şahin hemen araya girerek ‘Bu niyet, tümden ortadan kalktı mı sence?’ diye sordu.
Hasan, ‘Ben de, onu söylemeye çalışıyordum zaten. Bu aşamadan sonra böyle bir niyetin olabileceğine, pek ihtimal vermiyorum. Çünkü böyle bir niyet olsa, bu kadar unu, ayrıca üstüne bir torba şeker de ekleyerek getirme ihtiyacını duymazlardı. Üstelik kaç günden beri getirdikleri de belli değil. Bunun için, günlerce nöbet tutacak değiller ya. Getirdikleri günde de, bizim geleceğimizi nereden bilsinler? Böyle bir şeyin de olduğunu farz edelim, o zaman adamın bizi beklemiş olması gerekmez miydi? Bizim onu, onun da bizi beklediği bir günde, böyle bir niyetin olma ihtimali yüksektir elbette. Önümüzde, buna benzer bir şey de yok. Adam fedakarlık yaparak getirip bırakmış, ardından da çekip gitmiş. Kendisi, bizim ne zaman gelip alacağımızı da belirleyecek değil ya. Sözün kısası, bununla ilintili kafamda dolaşan bir kuşku yok. Varsayarak kaygı duyduğumuz böyle bir niyet, dolayısıyla bir tehlike olmadığına göre, geceyi burada geçirip yağmurun dinmesini beklememiz uygun düşen tek yoldur diye düşünüyorum. Çünkü böyle bir yağmurda bırakalım dört, hatta beş çuvalı, bir kiloyu dahi dışarı çıkaramayız. Çıkardığımız an, götüreceğimiz şey, daha mağaranın önündeyken kendisi olmaktan çıkar. Herhalde böyle bir şeyi, aklımızdan geçirecek kadar düşünceden yoksun olamayız.’ dedi.
Hasan’ın bu sözleri üzerine Şahin tekrar araya girerek, ‘Peki, gelmek üzereyken, hem de uyarıcı bir şekilde bizzat karargah komutanının söylediklerine ne diyeceğiz?’
‘Onlar böyle bir yağmurun yağacağını biliyorlar mıydı? Kendisi oradayken, burada nelerin yaşandığını nereden bilsin? Kaldı ki onlar, bir arkadaşı nereye, hangi göreve gönderirlerse göndersinler, her zaman alışılagelen uyarılarını yapmaktan geri durmazlar. Bizim bu uyarıları kalıp olarak alma gibi bir zorunluluğumuz yok ki. Onlar orada o koşullara göre düşünürler; biz de burada bu koşullara göre düşünmek zorundayız. Ayrıca kendimizi, bu kadar iradeden yoksun, çaresiz bırakmamızın anlamı da yok. İradeyle inisiyatif diye bize kazandırılmış değerlerimiz var. Onu gösterip uygulamayı bilelim, halledilmeyecek bir sorunumuz olmaz.’
‘Doğrusu, senden çok farklı düşündüğümü söyleyemem. Ama uyarılar konusuna dikkat etmezlik olmaz. Onlar uyarı yaparken, iş olsun diye yapmıyorlar. Çünkü, bir sorunun çıkması halinde ilk elden hesabı verecek olan da, onlardır. Sadece hesap verme meselesi de değil, göreve gidenler kendi yoldaşlarıdır ve o yoldaşlarından da kendileri sorumludur. Doğal olarak kaygısı, hatta fazlasından da kaygısı olacaktır. Bu tür bir kaygıya sahip olmayanların da olduğu kesindir. Biz de her zaman hem bunlara, hem de bunların sorumluluğuna, açık açık söylememiş olsak da şüpheyle yaklaştık. Kuşkuyla yaklaştığımız böyleleri vardır diye kalkıp tümünü aynı kefeye de koyamayız. Yapılan her uyarıyı aynı kefede ele alırsak, henüz doğmamış birçok soruna, kendi ellerimizle kapıyı aralamış oluruz. Uyarılara basit yaklaşıp istediğimiz hale sokma gibi bir hakkı kendimizde göremeyiz. Kimi uyarılar var ki, kulağımızdan hiç düşürmeye getiremeyeceğimiz bir küpe olmak zorunda. İnat ve inisiyatif gösterme fikrini paylaşıyorum. Kulağımıza takılı küpenin çınlayan sesini duymazdan gelmeden, bu inisiyatifi nasıl gösterelim diye düşünüp duruyorum. Kaygısını duyduğumuz tehlikeye işaret eden herhangi bir izi ben de görmüyorum. Durup dururken verdiğimiz bu kadar emeği de, suyun içine atamayız. Geceyi de burada mı geçirsek?’
‘Geceyi burada geçirmemek için bir sebep kaldı mı?’
Hasan’ın bu sözleri üzerine, bizzat karargah komutanının söylediklerini yeniden hatırlatma gereğini duyan Mazlum, ‘Ali arkadaşın söylediğini yalnızca bir uyarı olarak ele alırsak, yanlışa davetiye çıkarmış oluruz. Söylediği bir uyarı değil, kesin bir talimattı. ‘Keşfinizi yaptıktan sonra gidin bakın. İstediklerimiz gelmişse, alabileceğiniz kadar alın, alamadıklarınızı da uygun bir yerlere saklayıp, hızla oradan ayrılın.’ demişti. Şu an hem bir yerlere saklama, hem de sırtımıza alıp götürme gibi bir imkanımız yok. Fakat geceyi buranın dışında, daha güvenlikli bir yerde geçirme imkanından da yoksun değiliz. Hızla ayrılıp gidelim demiyorum. Ama kendimizi, bu mağaranın içine hapsetmeye de kalkışmayalım. Bunun, doğacak bir sürü sakıncası var. Görünürde bir tehlike de olmayabilir. Kendimizi buna kaptırarak yorgunluğumuzun ağır etkisi altında düşünürsek, çok sağlıklı gelmeyebilir. Koşullar ne olursa olsun, kural olarak en güvenlikli yeri seçmek tercihimiz olmak durumunda. Böyle davranırsak, talimatın gereğinden de düşmemiş oluruz.’ diyerek şimdiye kadar Şahin ile Hasan arasında geçen tartışmaya girdi.
Hasan, Mazlum’un daha sözlerine başlarken, ne düşündüğünü anlamıştı. Kendisi, bir tehlikenin varlığına ilişkin ruhuna hücum edebilecek kaygılardan uzaktı. Mazlum’un ise neden bu kadar rahat davranmadığını anlamaya çalışıyor, ama anlamakta zorluk çekiyordu. Mazlum’un duyduğu kaygının çok gerekli olduğunu düşünmüyordu. Pek lüzumu olmayan böyle bir kaygıya dayanarak oturdukları yerden kalkıp bu kıyamette başka bir yere gitmeyi hiç istemiyordu. Bunu düşünmek bile, kendisine bir kabus gibi geliyordu. Boşu boşuna oturdukları yerden kalkıp başka bir yere gitmenin ne anlamı vardı? Buranın dışında, uzak bir yerde kendilerini yağmurdan koruyacak bir yeri nerede ve nasıl bulabileceklerdi?
Suyun içinden çıkmış vücudunu saran elbiselerinden, tenine dayanılmaz bir soğuk girmeye başlıyordu. Soğuktan titrediğini Mazlum da anlıyordu. Soğuktan titreyen sesiyle, Mazlum’u ikna etmenin bir yolunu nasıl bulmalıydı?
‘İnan heval Mazlum, tümden yersizdir demiyorum ama, gereğinden fazla bir kaygı bizi daha fazla yormaktan başka bir fayda getirmez. Bize talimat veren arkadaşların kendileri de bu koşulları yaşasa, şu an yaptığımızın aynısını yapacaklarından kuşku duymuyorum. Bunu kendilerine söylediğimizde de, sadece anlayışla karşılarlar. Anlamak istememe gibi bir tavırları olmayacaktır. Biz de, bir şeyleri birbirinden çıkarma olgunluğuna eriştik artık. Nerede, nasıl davranmamız gerektiğine dair fazla sıkıntı çekmiyoruz. Buna benzer durumlar yaşadığımız günleri az mı gördük? Daha yeni buralara geldiğiniz için doğal olarak kaygılarınız, sıkıntılarınız bizimkinden farklı olur. Buna anlam da veriyorum. Çünkü aynısını, biz de yaşadık. Bunun böyle olduğunu kendiniz de göreceksiniz, o zaman buna nasıl alışmaya başladığınızı da fark edemeyeceksiniz. Alışmaya başladıktan sonra, gerisi kolaydır. Pek sorun çıkmaz. Bir itekleyiverdin mi, kendiliğinden gitmeye başlar. Şahin heval bunu daha da iyi bilir.’
Sırtını kayaya dayayıp oturduğu yerde uykuya dalmamak için kendisiyle kavga eden Şahin, Hasan’ın kendisine söz bıraktığını duyunca, irkilir gibi doğrularak, ‘Doğrusunu söylemek gerekirse, heval Mazlum kaygılarında haksız değil. Senin söylediklerin de yabana atılmaz. Mantıktan uzak değildir demek istiyorum. Başka türlü nasıl davranalım diye ne kadar düşündüysem, söylediklerinden farklı aklıma gelen bir şey olmadı. Çok duyarsız olmadığımı da herkes bilir. Bugüne dek, küçük keyfiyetlere tenezzül etmedim. Başta benim de kaygısından kendimi kurtaramadığım, tehlikeyi çağrıştıran en ufak bir iz olsa, duracağımız bir dakikanın bile sakıncası kuşkusuzdu. Bizi burada tutan zorunlu sebepler olmasa, işimizi bitirdiğimiz gibi geri dönecektik. O zaman fazladan duracağımız bir anın dahi anlamı olmazdı.’
Şahin’in de bu sözleri üzerine Mazlum, yapacağı fazla bir şeyin kalmadığını anlamıştı artık. Kendini bir düşünceye ikna edenleri, başka bir şeye ikna etmenin ne kadar zor olduğunu biliyordu. Daha fazla ısrar etmeyi, boşa gidecek bir çaba olarak görüyordu. Aşırıya kaçan bir ısrarın, kendisi hakkında iyi bir izlenim yaratmayacağını da düşünüyordu. Şahsi bir kaygı ve korkudan bunu yapmadığını, o zaman nasıl anlatabilecekti? Arkadaşlarının, kendisinden deneyimli ve tecrübeli olduklarından kuşku duymuyordu. Hatta bunu kendisine, söz arasında hatırlatmaktan da geri durmuyorlardı. Ama bu tecrübenin onlarda aşırı bir güven oluşturduğunu, aşırı güvenin de büyük ölçüde kaygıları öldürdüğünü görüyordu. Daha önce de davrandıkları gibi davranmaktan çekinmemek, kendilerinin de önleyemediği bir alışkanlık olmuştu. Alışkanlık bir kene gibi yakalarına yapışmış, onları bırakmak istemiyordu. Alışkanlığı, yapıştığı yakadan kurtarmak ise, dünyanın en zor işiydi. Bir anda öldürmeyen, ama adım adım ölüme yakınlaştıran bu tatlımsı hastalığın kolay kolay tedavi olmaya gelmediğini biliyordu. Kendi kendine, ‘Alışkanlık, bir işi tam başaracağın sırada, pusuda gizlice bekleyip arkadan kelleni koparmaya gelen bir hainden farksızdır. Boynunun üstünde kılıcını sallayan, her an vurmaya hazır, görünmeyen bir cellat gibidir. Zamanla hassasiyetimi öldürecek bu düşmanımdan kendimi koruyabilecek miyim?’ demekten de kendini alamıyordu.
Arkadaşlarının yüzüne bakıp görmek istiyordu. Karanlık, gözlerinin ışıklarını daha açılmadan söndürüyordu. Kendini, onların yerine koymaya çalışıyordu. Onları anlamazlık etmiyordu. Kendi kendine ‘Onlara, kendimden daha fazla güven duyduğumdan eminim, sevgimi de anlatmaya hiç gerek görmüyorum. Kendileri de benden yana aynı duyguları taşırlar. Sorun, aralık bırakılan kapının nasıl kapatılabileceğidir.’ deyip düşünmeye devam ediyordu.
Uykusu başına vurmaya başlayan Hasan, Şahin’in söylediklerinden sonra sessizliğe düşen Mazlum’un ikna olmaya doğru gittiğini düşünerek, ‘İkna olma doruğuna götüren yolun son işaretini de ben göstereyim.’ dercesine, ‘Heval Mazlum, yerinde olsam tasalanmaya hiç gerek duymam. Adım gibi biliyorum ki, sorun teşkil edecek bir şey çıkmaz. Yağmur diner, sabah erkenden kalkmayı bilirsek, işimizi bitirdikten sonra gecikmeden çekip gideriz.
‘Sizden farklı bir şey dememe gerek yok sanıyorum. Ne için tasalandığımı da anladığınızı düşünüyorum. Kendimi sizden farklı düşürecek bir konuma götürmem. Deneyimleriniz, size böyle davranmanın aykırı olmadığını söylüyorsa, bana düşen de tabi olmayı bilmektir. Bu tür meseleler de ayrı düşünüyor olmamız, bizi farklı davranmaya götürmez. Sorun ne olursa olsun, birlikte davranmayı başarmak, her zaman esas aldığım bir özellik oldu. Kendimi, bizde bir kültür olmaya başlayan bu özelliğin dışında tutacak değilim.’
Şahin, Mazlum’un yumuşadığını, ama daha ikna olmadığını biliyordu. Söylediği sözlerin, saygı duymayı bilen bir zekadan geldiğini anlamakta zorlanmıyordu. Birlikte göreve çıktıklarından bu yana gösterdiği davranış olgunluğuna hayran kalmıştı. İçtenliğinden tereddüt etmiyordu. Birbirini tanımaya başladıkları andan itibaren, bütün samimiyetiyle ne kadar da kaynaşmayı başarabilen biriydi. Yorulmak nedir bilmeyen, içi sevgi ateşiyle dolu bu adanmış delikanlı ruhu kıskanmamak elde miydi? Duyarlılığı, kendini sorumlu görmeyi bilen o asil duygudan geliyordu. Kendi kendine ‘Koşullar elveriyor olsa, onun karşısında duyarlı olduğu şeyi yapmanın dışında bir şey yapıyor olmazdık.’ diyordu. Aldığı her nefesi onunla paylaşma, ruhunu onun ruhuna katma isteğiyle seslendi Mazlum’a.
Dostları ilə paylaş: |