Hipnotik santraç



Yüklə 0,54 Mb.
səhifə10/12
tarix24.10.2017
ölçüsü0,54 Mb.
#12076
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   12

Eğitimi bitince yaka paça savaşa gönderilen genç Nimetullah’ın cephede ve sonra Nazi işkencesi altında ölmedi diye, vampir Stalin’in emriyle öldürmek üzere gönderilen KGB tarafından sıkıştırılması yetmezmiş gibi, bir de Türk devleti tarafından, hem vatandaşlığa kabul edilip hem de yabancı konumunda kenarda tutulması ve üstelik bir de MİT tarafından sıkıştırılması, tek suçu var olmak ve insan olmak olan birisine karşı zalimce işlenmiş tarihsel bir insanlık suçudur, ve üstelik bu suç bir kişiye karşı değil, bilimin ve aklın doruğunda, bilge, iyilik ve sevgi dolu, güçlü ve güzel bir insana karşı işlenmesi açısından, uç düzeyde, tüm insanlığa karşı işlenmiş evrensel bir insanlık suçudur.

Sonunda MİT İbrahim ile doğrudan ilişki kurar ve onu köşeye sıkıştırır. İnsanları ikna etmek için kullanılan yöntemler genelde aynıdır: Ayrıcalık ve öncelik! Diğer vatandaşların her tür haklarını gasp edebilecek ve onları aşağılayabilecek kapsamda demokratik olmayan ayrıcalıklar, güvenceler ve bol para. Dokunulmaz, kutsal bahanesi de “vatan için!” İşte bu gerçek bir yalandır. Zaten her şey vatan için ama, asıl sorun, “vatan kimin için?” Vatan, “milletin efendisi olan köylü” için midir, yoksa başka milletlerin köylülerinin devleti ve istihbaratları için midir? Hani Kore’de “daha değerli köylülerin” yerine savaşmaları için Mehmetçiklerin gönderildiği zamanlar bunlar.

İbrahim’in kaçacak yeri kalmamıştır, teslim olur; ne para ne ayrıcalık ne de öncelik için. Zaten beş kuruş almaz. Daha güçlü olmak ve aşağılık komplekslerini tatmin etmek için ruhlarını karanlık güçlere satan şerefsizlerin refleksiyon yaparak İbrahim ile kurabilecekleri hiçbir ortak yanları olamaz. Tamamen sıradan ve mutlak anlamda masum bir insanın, öğrenciliği yeni bitmiş bir doktorun bu kadar, uluslararası tarihsel hesaplaşmalara alet edilmesi ve bunca işkence görmesi herhalde İbrahim’i başkalarından ayıracak nitelikler olmalıdır. Her akşam pazar filesinde bir somun ekmekle narin Kâmile’ciğine koşmaktan başka hiçbir arzusu olmayan İbrahim’in yaşam olanağı vatandaşı olduğu devlet tarafından gasp edilmiştir; Kâmile’nin de. Böylece İbrahim MİT ajanı olur. İlk iş Almanya’da eğitime gönderilecektir. Kâmile, aile için kendini feda etmeyi anne babasından mükemmel bir şekilde öğrenmiştir. Kocasının isteğine boyun eğer, acısını içine gömer ve sevdiceğini sabırla beklemeye koyulur. Oysa sevdiceği kısa zamanda dönemeyecek ve Kâmile çok kanlı gözyaşı dökecektir.



XXX. Yeniden Almanya

İbrahim 1953 yılında Almanya’nın Münih kentinde MİT tarafından ajanlık eğitimine alınır. Mors alfabesi ve benzeri bazı tekniklerin yanında komünizme karşı ideolojik bir eğitime tabi tutulur. MİT’in komünizm ile ne alakası olabilir demeyin. Bu da çok partili demokrasi yalanının Türkiye’nin başına açtığı belalardan bir diğeri. Birleşmiş Milletler üyelik için Türkiye’den kelle istemişti. Lafı mı olur. CIA’nın Tanrı’nın iyiliği adına Sovyet komünizmine karşı dünyayı ideolojik paylaşma savaşı, kahraman Türk polisinin saf mahalle çocuklarını, vatansever düşünür, yazarları işkencelerle öldürmesi için fazlasıyla yeterli bir nedendir. Ne kadar masum insanların ne kadar korkunç işkencelerle mahvedildiğini kendi gözlerimle gördüm. Neden ve kimin adına işkence görmüşlerdi? Tamamen yabancı ve ideolojik, boş bir yalan için.


İbrahim ilk fırsatta Münih’teki Kafkasyalılar derneğinin başındaki eski arkadaşı Ahmet Nabi Magosa’yı bulur. Ahmet orada eskidir. Babası daha I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya gelmiştir; kendisi ünlü bir inşaat mühendisidir, Japonya gibi, dünyanın çok çeşitli yerlerinde pek çok yapıtı vardır. O da İbrahim gibi hipnotizmaya meraklıdır, hatta Hindistan’a gitmiş, oradaki mağaraları görmüştür. İbrahim, eski hipnotizmacı arkadaşı Asetin Murat’ı da orada bulur. Murat bir radyo kanalında Asetçe komünizm karşıtı propaganda içerikli bir program yapmaktadır. Murat Himalayalar olmasa bile Avusturya Alplerinde bir süre kalmış, yükseklerde hipnotizma çalışmıştır. İbrahim Murat’ı çok değişmiş, güçlenmiş bulur; kendini geliştirmiştir. Gene beraber Hindistan’daki mağaralarda kalmayı planlarlar ama İbrahim artık evli birisidir ve böyle bir lüksü kalmamıştır. Bir ara İbrahim MİT’in nasıl kendisine el koyduğunu anlatınca asıl bombayı Ahmet patlatır:
“Sen ne yaptın Nimetullah? Senin gibi başkaları da gelmişti. MİT sizi İngiliz istihbaratına sattı. Komünizm karşıtı propaganda yapmanız için sizi paraşütle Rusya’ya indiriyorlar. Fakat KGB sizden haberdar, aşağıda sizi bekliyor. Daha yere inmeden Ruslar sizi havada öldürüyor.”
Ohhaa! Başka ne denebilir ki? Siz gidin kendi ana babanızı satın. Nasıl, neden satarsınız kendi vatandaşınızı, nasıl bile bile ölüme atasınız bir insanı, nasıl bir ocağı söndürür, gözü yaşlı genç bir dul kadın bırakırsınız geride, memurunuzu vatan hizmetinde ölmekle görevlendireceğinizi nasıl bildirmezsiniz kendisine? Neden mi? Çok basit: CIA istediği ve Türk hükümeti de vatandaşına hayvan kadar değer vermediği, vatandaşını kendi mülkiyeti bildiği ve gerekirse ayrıcalığı olmayan bütün vatandaşlarını satmayı veya kendisi öldürmeyi hakkı bildiği için! Mehmetçiği satanlar eski bir Rus subayını mı satmayacaklardı? Kaç binlerce kişiyi öldürdüler, babamı mı öldürmeyeceklerdi? Oysa o Türkiye’ye “ana vatan” ve “Müslüman (iyiliksever) memleket” diye gelmişti. CIA bile yabancı ülkelerde yaptığı pislikleri bir süre geçince vatandaşlarına açıkça itiraf etmekteyse de bunlara alet olan demokratik olmayan ülkelerin istihbaratları da elbette “biz de bunlara alet olduk” diyemiyorlar. Türkiye asla yanlış yapmaz ve Türkiye’de her zaman “asayiş berkemâl”dir (!).
O zamandan beri satışlar değişti mi? Günümüzde Birleşmiş Milletler’in sürdürdüğü soğuk savaş yerini küresel finansal savaşa bıraktı ve bu dönemde de Avrupa Birliği’ne girmek için, pek demokrat partinin mirasını çıkarlarına alet eden hükümet, imzaladığı erken Gümrük Birliği sözleşmesi ile ülkenin ekonomik gücünü ve her birimizin canını, nefesini, emeğini, inancını toptan satmıştır.
“Türk milletinin karakteri yüksektir!” Diye haykıran Mustafa Kemallerin, ömrünü askeriyle çöp yiyerek sefil perişan, kanlı cephelerde harcayan dedem Mehmet Salim efendilerin kutsal mirasına en fazla bu kadar ihanet edilebilirdi. Sadece vatandaşlar değil, demokrasi adı altında, Kurtuluş Savaşı’nın zaferi, Atatürk devrimleri, laiklik, halkçılık, cumhuriyetçilik satılmıştır. Bu günahın akla uydurma bahanesi ise açıkça şu mantık üzerine oturur: “Meşru veya meşru olmayan yollardan kendi çıkarın için savaşmak kendini güçlendireceği için, daha güçlü bir üye olarak partini de güçlendirecektir. Partin için her tür pisliğe bulaşmak ise partiyi ve sonunda partinin hükümete katılımını güçlendirecektir. O halde, her yoldan ulusuna hizmet etmek nasıl kutsal bir görev ise her yoldan kendi çıkarına bakmak da aynı şekilde kutsal, ulusal bir hizmet olacaktır!” İşte bürokratlar, politikacılar ve işadamları ülkeyi ve bizi bu mantık (hatası) ile sattılar: Görev bilinciyle! Yabancı güçlerin demokrasi pazarlayarak ulusal irademizi işgal etmeleri, bize karşı fırsatçı bir savaş yürütmeleri gayet doğaldır. Çünkü onların vatandaşları değerlidir, onlar insandır, bizim vatandaşımız ise beş para etmez, insan yerine bile konmaz, toplu halde öldürür, bankaların borç batağına sokar, gece gündüz gebertesiye kadar çalıştırırsın, delirsinler, hapse tık, intihar etsinler, hastane kapılarında ölsünler, hiç önemli değil; “vatan sağolsun.” Ben de sizin...
Oysa Atatürk’ün, arkadaşlarının, dedemin kurduğu devlet bir cumhuriyetti, padişahlık değil. Osmanlı İmparatorluğunda ülke sınırları içindeki bütün topraklar ve bütün insanlar padişahın ve padişahlığın mülkiyeti altındaydı. Türk Cumhuriyeti’nin en (!) temel ilkesi, bunun tam tersidir: Türk devleti cumhura, her Türk vatandaşına aittir. Devletin sahibi vatandaştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin en yüksek makamı Cumhurbaşkanlığı bile değil, onunda gerisinde duran “vatandaşlık makamı”dır. Atatürk “köylü milletin efendisidir” derken anlattığı şey “buğday olmadan yaşayamayız” değildi. Devlet gücünden en uzak kalmış, en yoksun kişi, tek sahip olduğu şey “vatandaşlık” olmakla tüm ulusal iradenin temelini ve devletin ereğini, hizmet etmek için de hedefini oluşturur. İşte Atatürk’ün anlattığı en temel ilke budur. Devlet hizmet makamıdır, hükümet en (!) alttan itibaren vatandaşın hizmetçisidir, parası olanın ve tanıdığı, itibarı olanın değil. Ve öncelikle her bir vatandaş devletine sahip çıkmakla yükümlüdür; öncelikle MİT, ordu ve hükümet değil. Bürokrasinin, MİT’in ve ordunun vatandaşa vatan hainiymişler gibi aşağılayıcı davranması ve hükümettekiler de dahil her tür yolsuzluk en büyük vatan hainliğidir. Çünkü bu, devletin temelini oymaktır. Derin devlet, yani halka karşı halk için devleti yönetmeye kalkmak vatana ihanettir, çünkü vatandaşlık makamına, demokratik ilerlemeye ve ulusal iradeye ihanettir. Eski bir MİT müsteşarının da itiraf ettiği gibi sorun, devletin vatandaşına güvenmemesidir, asıl bu sorun aşılmalıdır.
Osmanlı’da “Devleti-i Âlî’nin varlığı ve Bekaası içün” her eziyeti yapmak meşruydu. Oysa çağdaş Türkiye’nin yönetim biçimi cumhuriyettir ve yönetim toplumsal sözleşme esasına dayanır. Sadece yasal değil, meşru gerekçeleri de olmadan devletin hiçbir birimi vatandaşını, değil İngiliz istihbaratına satmak, onların bir saatlik vaktine, bir lirasına, en ufak bir emeğine, enerjisine bile el uzatamaz, ve her sıra dışı durumu vatandaşına saygıyla bildirmekle yükümlüdür. Ulusal, dinsel değerler yalanıyla nesiller boyu hayvanca vatandaşlarının temel insanlık haklarına toptan tecavüz eden bir devletin hükümet – bürokrat tezgahına baş kaldırmak sadece bir hak değil, ayrıca bir vatandaşlık yükümlülüğüdür. Çocukluğumdan beri Nutuk içimi yıkar: “İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen Türk istiklal ve cumhuriyetini korumaktır.” Vatandaşlığın baş kaldırma hak ve yükümlülüğünü çalarsanız, sonuç, ulusal iradenin vatandaşların kontrolünden çıkıp kimin eline geçtiği ve ulusu nereye götürdüğü belli olmayan bir tehlike olacaktır, ayni, Nazi Almanya’sında olduğu gibi. Almanya için silaha sarılan askerin bile en azından yüzde yetmişi yaptığına inanmayan, yani başkaldıramamış, anlamadan toplu nevrozla sürüklenmiş vatandaşlardır. İşte sözüm: Bu devlet benim! Ve devletin tüm birimleri benim irademin altındadır. Her vatandaşın birinci görevi buna inanmak olmalıdır.
Evet. Sonuç olarak MİT İbrahim’i İngiliz istihbaratına satmıştır. İbrahim’in tek kaçış yolu vardır: Alman adaleti. Fakat Alman adaleti neden İbrahim’e sahip çıksın ki? Her şey o kadar saçmadır ki, ölümün kıyısındaki bu adamın konumunu akla uygun olarak açıklayabilmenin olanağı yoktur. Sonunda İbrahim Nimetullahça bir çözüm yolu bulur. Münih’in çarşı merkezinde bir kuyumcuya dalar, dikkat çekecek şekilde gürültüyle dış camı kırar, silah tehdidi ile insanları yere yatırır, bir miktar altın ve mücevheri bir çantaya doldurtur, sonra çantayı orada bırakır ve hemen kaçar. Kolay bulunabilmesi için gider, yakındaki bir kafeye oturur. Polisler on dakika sonra gelir ve onu orada elleriyle koymuş gibi bulurlar. Herkes mutludur. Yahudi kuyumcu canı bağışlandığı ve nedense (?) malı çalınmadığı için, polisler suçluyu yakaladıkları için ve İbrahim de bir yıl hapis cezası alarak istihbaratların kıskacından ve ölümden kurtulduğu için mutludur.
Genç evlilerin geçirmekte oldukları bu ayrılık süresi içinde bir tarafta Kâmile çevresinin anlayışsızlığı ve kendi özlemiyle başa çıkmaya çalışmakta, diğer tarafta İbrahim buradan iyi kötü mesleki bir sonuç almanın yollarını aramaktadır. İbrahim, cezaevinden çıkar çıkmaz bir dişçilik okuluna yazılır. Aslında çok daha uzun olan eğitim sürecini, önceden dişçilik de okuduğu için bir yıl gibi çok kısa bir zamanda, üstelik “mükemmel” derecesiyle ödüllendirilerek tamamlar. Bu tür başarılar ileride aile geleneği olacaktır. Hocaları da bu duruma şaşırmış ve “şimdi sana kaç yıllık bir diploma vereceğiz” diye sormuşlardır. Beş yıl yazdıracak yerde, başarısını göstermek için o da “bir yıllık” der. Ne hata!
Diplomasını alır almaz Almanya ve Amerika’daki en büyük tıp merkezlerinden geri çevrilemez davetiyeler alır. Bunların yanında, Türkiye’den gelen ucu yanık mektuplar! Kâmile’den. O zamanın aşk mektupları da bir hoş doğrusu. Annemin, babamın mektupları “nasılsın, sağlığına dikkat et, oralarda üşütme, seni özledim, gözlerinden öperim” şeklinde. Oysa Kâmile göndermediği şiirlerini kanla yazmaktadır:
İçimde yanan şu garip volkanı

Bir parça kanatıp durmak isterim

Lavları başımı aşıyor bakın

Onları bir an durdurmak isterim.


Aşkın şarabından içmedim ama

Cananın yanında olmak isterim

Ziyafet çekerken ona dostları

Onun kadehine dolmak isterim...


İbrahim, kayın pederi Mehmet Salim efendiye, kızını bırakmayacağına dair söz vermişti. Buna karşın İbrahim, Türkiye’de altın değerinde olan Kâmile’yi “yabancı dil bilmediği için Almanya veya Amerika’da toplumsal ilişkiler kuramayacak, yalnız ve mutsuz olacak” diye yanına çağırmakta çekimser davranır. Fakat bir gün, Kâmile’den “geliyorum” haberini alınca kendisi apar topar Türkiye’ye geri döner. Bu da hayatının ikinci ayni büyük hatası olur.


Yüklə 0,54 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin