XXVIII. İzmir
İzmir! Konak semtinde, limana yakın bir yerde oturmaktadır İbrahim. Göçmen bürosundan tanıdığı, kendisi gibi Kafkas göçmeni olan Murat'ı da yanına almış, iki kişi bir apartman dairesini paylaşmaktadırlar. Murat da aslında Murat değildir, ayni, İbrahim'in İbrahim olmadığı gibi. Murat aslında Michael'dir. Bir buçuk yıl beraber oturmalarına karşın birbirlerinin özel hayatlarını sormamış, birbirlerinin soyadlarını bile öğrenmemişlerdir. İbrahim, ev arkadaşına "Murat", Murat da ona "gaspadin (bay) İbrahim" der. Hepsi bu kadar. Yine de İbrahim, diller değişse de insanların nereli olduğunu onların farklı konuşma ağızlarından ve vurgularından anlar. Murat, yani Michael bir Asetin'dir, Kafkasya - Asetiye'lidir ve Ortodoks Hıristiyan'dır. Murat da İtalya'dan İbrahim gibi yeni bir hayata başlamak için Türkiye'ye gelmiştir.
İbrahim arkadaş canlısı, neşeli birisidir ve en katlanamadığı insanlar da neşesiz olanlardır. O, neşesiz biriyle bir saniye bile oturamaz, bu yüzden arkadaşlarını özenle seçer. "İnsanlar ya içki masasında ya da uzun yolda belli olur" derler. İbrahim her zaman birinci yolu kullanır. Arkadaş adayını kasten içki masasına oturtur. "Baktım beş para etmez, bir daha yüzüne bile bakmazdım." Murat'ı da bir akşam böyle bir sınavdan geçirmiş, ondan sonra evine almıştır. Bir buçuk yıl beraber kaldıklarını bakılırsa cidden kafa dengi olmalılar.
Gerçekten Murat da saygılı, kültürlü ve neşeli birisidir. Ve ortak bir merakları vardır: Hipnotizma! Bir gün sahafları gezerken bir kitapçıda eski bir hipnotizma kitabı bulurlar. Kitap Almanca olarak bir Hintli, bir Alman ve bir İngiliz, üç yazar tarafından yazılmıştır. böylece kendilerini yoğun ve ciddi bir biçimde hipnotizma eğitimine verirler. Hipnotizmadan kasıt, genel olarak, üstün beyin gücünün kullanımıdır; sadece adamın gözlerinin içine bakıp uyutmak değil.
Bir buçuk yıl bu eğitimle geçer. Et, süt, yumurta, her tür hayvansal gıda yasaktır. Çırılçıplak bir şekilde gündüzleri güneş, geceleri ay banyosu yaparlar. Kafayı uzun süre su içinde tutarak nefes ve göz çalışmaları; çok karmaşık bir alana, örneğin bir vitrine bir anlığına bakıp sonra her bir ayrıntıyı teker teker anımsama çalışmaları şeklinde sürer gider bu liste. Sonunda öyle bir hale gelirler ki, bakmadan görür, konuşmadan iletişebilir olurlar. Örneğin bir oyun kağıdı destesinden istediğin kağıdı çekebilmektedir İbrahim. Fakat bu işin başında ahlak gelmektedir. Bu yetenekleri ne kendi çıkarları için kullanabilirler, ne de zaten kullanmak isterler. En büyük hayalleri İzmir'den doğrudan Hindistan'a gitmek, çıkıp Himalayalar'da çalışmak, sonra da Hindistan'daki mağaralarda kapanıp Hintli ustalardan eğitim almaktır. İbrahim oradan da Avustralya’ya gidip yerleşecektir. İtalya’dan gelirken aynı gemide tanıştıkları Arnavut arkadaşı Rüştü Preza ile beraber gideceklerdir. Avustralya onları kabul etmektedir ve hatta orada onları Rüştü’nün fabrikatör dayısı Remzi Preza beklemektedir. Fakaaaat!...
XXIX. Düğün
Annemle babam bana, beni ve kardeşim Bahri’yi leyleklerin dünyaya getirdiğini söylemekten asla vazgeçmediler. Hatta bir keresinde Ağabeyim Şamil’in benim için kumbarasında para biriktirdiğini ve beni o parayla satın aldıklarını söylediler diye ilkokul istatistik formuna kendimi “üvey” diye yazdığım bile olmuştu. İkisinin de özel hayatları o kadar gizlidir ki evlilik hikayelerindeki duygusal öğeleri bulmak uzun yıllarımı aldı. Onlara sorsaydınız en fazla, bir arkadaş düğününde tanıştıklarını ve ikisinin de ayrı ayrı, son derece soğukkanlılıkla bir diğerinin ilgisine cevap vererek evlenmeyi kabul ettiklerini söylerlerdi. Belki böyle davranmaları da gerekiyordu. Çünkü hikayenin aslı bambaşka!
Nimetullah İzmir’de, kendisi gibi göçmen bir başka arkadaşı Süleyman’ın düğününe davetlidir. Kız tarafı Osmanlı’ya pek çok önemli ve bazısı da ünlü paşalar yetiştirmiş bir sülale olan “Müftüzadeler.” Kızın babası, Kurtuluş Savaşı gazisi, emekli binbaşı Mehmet Salim Efendi. Modern bir düğün ortamı. Başörtülü yaşlı teyzelerin yanında son derece şık gece tuvaletleri içinde genç kadınlar var. Buna karşın hiçbir lüks ve abartı yok. Bu tevazuda aile karakterinin payı olduğu gibi, emekli gazi subaylarını kaderine terk eden hükümetin de payı çoktur. Mehmet Salim efendinin iki karısından olma iki oğlu, dört kızı ve bir evlatlığı vardır ve gelin ile damadın yanında düğünün merkezini bu grup oluşturmaktadır.
Neşeli bir ortamda bir yandan sohbet, bir yandan müzik ve dans sürerken Nimetullah, yani artık İbrahim masasından kalkar ve doğrudan Mehmet Salim Efendinin masasına yönelir, nasıl bir hamle yaptığından ve bu hamlesinin sonuçlarının neler olabileceğinden en ufak bir haberi bile olmadan. Ailenin ikinci küçük kızı olan, yirmi iki yaşındaki Kâmile’yi dansa davet eder. Kâmile’nin rengi kıpkırmızı olmuş, şaşkın bir halde babasına bakar, babası da:
“Haydi kızım, kalk, ayıp olur” der.
Vals çalmaktadır. O kadar çekingen olmasına rağmen Kâmile böyle düşük bir olasılık için kim bilir ne hayaller kurmuş, ne dans provaları yapmıştı. Ve üzerindeki pırıl pırıl, ipeksi tafta kıyafetinin kumaşını almak için babasının kısıtlı bütçesi kim bilir nasıl sıkıştırılmış ve kendisi onu dikmek için kim bilir kaç uykusuz gece geçirmişti. İbrahim de dans deneyimini esirgememiş, acımasız bir kusursuzlukla valsi ve kollarının arasındaki kadını yönlendirmişti. Ve bir gizli öpücük! Kadının geriye katlanıp erkeğin onun üzerine eğildiği sırada Kâmile’nin boynuna dokunan gizli bir öpücük. Anında şah damarından beynine fırlayan zehir Kâmile’nin tüm benliğini işgal eder. Sonrası karanlık...
Kâmile son derece duyarlı, kırılgan, duygu yüklü bir genç kız, toplumunun ve tarihinin bilinç yükünü üzerinde taşıyan bir şairdir. Bembeyaz teninde parlayan o simsiyah ürkek bakışları şans eseri bir kere yakalandığında takdir edilemeyecek bir derinlik ve zayıf vücudunda nasıl taşıdığına şaşılacak kadar engin bir dünya ile karşılaşılır. İbrahim'in o dünyaya yuvarlanmamak gibi bir seçeneği yoktur. İbrahim ise pek oralarda görülebilecek türden bir erkek değildir. Bir yabancı olduğu, kibarlığı ve vals yapmadaki ustalığıyla yüksek kültüre sahip biri olduğu bellidir. Kâmile'nin arkadaşları birer birer zengin ailelere gelin olurken, o böyle bir evliliği kendi idealist ahlakına yakıştıramamış ve sadece çok kültürlü birine aşık olmayı beklemiştir. Kâmile daha elli yıl beklese bu kadar kültürlü başka birine rastlayamazdı. Üstelik İbrahim geniş omuzlu sağlam yapısı ve güçlü karakteri yüzündeki temiz ve sıcak ifadeyle bütünleşen, şaşırtıcı derecede yakışıklı bir erkek güzelidir.
İbrahim, İzmir'de bir şirketin çevirmenliğini yapmaktadır. Düğünden bir kaç gün sonra orta yaşlı, başı örtülü, akça pakça yüzlü bir kadın İbrahim'i çalıştığı büroda ziyaret eder. Kâmile'den söz eder, hasta yattığını, bir şey yemediğini ve çok güçsüz kaldığını anlatır, gelip görmesini ister. Doğrusu İbrahim de pek sağlam sayılmaz. Onu yeniden görebilmenin heyecanı ile hemen toparlanır. "Ben de aslında bir doktorum" der ve eline bir çanta alır, koşar kadının peşinden.
Sanırım ilk görüşmelerini anlatmam doğru olmaz. Fakat şu kadarını söyleyeyim, o görüşmeden sonra evlenmeye karar verilir. Kâmile'nin babası Yunanistan - Yanyalı Türklerden olduğu için iki ana dilde birden büyümüş, Türkçe ve Yunanca'nın üstüne başka diller de eklemiş, çok kültürlü, gün görmüş, dünyayı gezmiş eski bir savaşçıdır. İbrahim ile ortak nitelikleri çoktur ve iyi anlaşırlar. Mehmet Salim Efendi emekliliğini mangal başında kahve fokurtadıp "Birinci" sigarasını kurutarak ve kitap okurken veya sohbet ederken sürekli sigara içerek geçirmektedir. Bu mangal başında kayın peder ile damat arasında çeşitli dillerde derin sohbetler yapılır. Kâmile mutluluktan uçuyordur. Sonunda baba yeni çifte hediye olarak, tamamlayacakları bir ev verir ve sevgili kızını da İbrahim'e emanet eder. Evlenirler.
Dile kolay, evlenirler ama bu İbrahim için hiç de kolay değildir. Eva'yı ve oğlunu bir daha göremeyeceğini kabullenmiş ve peşini bırakmayan talihsizliklerden ikinci bir kişiyi daha koruma sorumluluğunu üstlenmiştir. Bu ciddi bir sorumluluktur çünkü Türkiye'ye girdiğinden beri KGB tekrar peşine düştüğü gibi, potansiyel komünist yaftasıyla MİT de peşindedir. Çok komik ve çok rezil bir çelişki. İbrahim bir akşam gene evine dönerken her zaman peşine takılan sivil memura artık tepesi atar ve bir aralığa gizlenerek memuru kuytuya çeker ve talihsiz yazgısının hesabını sorarcasına adamı çok fena hırpalar.
Bu süreçte İbrahim evi geçindirme ve narin karısı Kâmile'yi koruma sorumluluğu ile yazgısını eline geçirme savaşına girer. Ankara'ya Sağlık Bakanlığı'na gider ve "ben doktorum, istediğiniz gibi sınav yapın ve bana diplomamı verin" der. Kabul edilmeyince de bakanlık binasında bağırmaya başlar:
"Bana bir çalışma olanağı vermeyecektiniz de neden beni buraya getirdiniz!"
Diye yıkar ortalığı. Gürültüyü duyan bakan yardımcısı onunla ilgilenir ve sınavla doktorluk değil ama eczacılık diploması verebileceklerini söyler. Ertesi gün bir farmakoloji profesörü tarafından sınav yapılır. Ayrıntılı ilaç içerikleri Latince adlarıyla baştan sona gözden geçirildikten sonra, sınavı yapan hoca şaşkın: "Bu adamın farmakoloji bilgisi bizden fazla" der. Bunun üzerine bakan yardımcısı da İbrahim'i eczacı olarak İzmir'deki bir hastaneye atadığını, gidip görevine başlamasını bildirir, fakat eline bir diploma da vermez.
İbrahim koca bakan yardımcısının sözüne güvenir ve bir eczacı olarak İzmir'e döner. Hastanedeki eczaneyi devraldığında şok olur. Eczane atık deposu gibidir, neyin ne, nerede olduğu belli değildir, bir sürü eksikleri vardır, kullanılamaz bir harabe halindedir. İbrahim eczanenin eksiklerini giderir, temizler, her bileşimi etiketler ve ilaçları alfabetik bir düzende yerleştirir. Eczane ilk defa bilimsel bir yapıya kavuşmuştur. Yeni iş düzenini kuran İbrahim'in keyfine diyecek yoktur. Öyle ki bu coşkun neşe bir süre sonra, yakın arkadaş oldukları hastane başhekiminin dikkatini çeker:
"İbrahim sen her zaman çok neşelisin, bir şey mi alıyorsun?"
"Yoo, benim mizacım böyledir, özel bir şey yok."
"Haydii, benden mi gizleyeceksin, getir şu içkiyi de beraber içelim."
İbrahim de içtiğini itiraf eder ve başhekime bir bardak viski getirir. Başhekim içkiyi yudumlayınca lezzetine hayran olur. Neden hayran olduğunu biz biliyoruz ama, başhekim İbrahim'in yeteneklerinden habersizdir. Bunun, kendisinin aldığı pahalı viskilerden daha güzel olduğunu, kendisine de almasını söyler. İbrahim asıl baklayı bundan sonra ağzından çıkarır. Bu viskiyi kendisi yapmaktadır ve her gün tam bir litre viski neşesinin sırrıdır. Hatta bu viski bile değildir, basitçe alkol ve kavrulmuş şekerin özel bir formülle elde edilmiş karışımıdır.
Ne var ki bu neşe pek uzun sürmez. Bir gün yanına bir eczacı daha gönderilir. Bu eczacı yamağı cahil olduğu kadar da süslü, çirkin, genç bir kadındır. Mesleki kompleksinin acısını çıkartmak için tırnaklarını İbrahim'e saplamaya kalkar. İbrahim de kadını kovar. Fakat ertesi gün başhekimin "aman İbrahim sen ne yaptın" ile başlayan açıklamasıyla Türkiye'nin toplumsal gerçekleri hakkında yeni bir bilgi daha edinir: "Türkiye'de unvanlar liyakat ile değil, alta yatmak, tâbi olmak ve yaltaklanmak ile elde edilir." İşte bu, ölse İbrahim'in yapabileceği şey değildir. Sağlık Bakanlığı İbrahim'i kandırıp eczacı diye eczacı kalfası yapmıştır. Eczacılığın e'sinden anlamayan bu kadın da bir şekilde eczacı olmuş ve o eczanenin ve İbrahim'in başına geçmiştir. İbrahim anında istifasını basar ve çıkar. Onun hiç kimseye kişiliğini ezdirmeye niyeti yoktur. Oysa kul- köle kültürünün egemen olduğu Türk toplumsal yaşamında insanlara çocukluklarından itibaren küçük çıkarları için ezmeleri ve ezilmeleri öğretilir. Bu ezici gerilim altında uyumlu tepki vermeyi bilmeyen "dik başlılar"ı da askere gönderip "adam etmek", nadiren aradan kaçan inatçıların da acıdan gerekirse öldürene kadar burunlarını yere sürtmek görgü sahibi her Türk evladının baş görevidir. Türk kültürü genel olarak tözsel belirlenim ve tatminlerle uğraşmaktan, bir sistem işletmeye ve düzenli bir yapı oluşturmaya geçememiştir henüz. Fakat İbrahim'in bu tarihsel paradigmayı çözme olanağı olamazdı ve bu yüzden karşısındaki kamu kurumlarından hep boşuna akılsal tepkiler bekleyecekti. Oysa hakikat çok basittir: Türkiye akıl-dışılığın cenneti ve cehennemidir. İlişkiler ya dostça ya da düşmancadır fakat asla olması gerektiği gibi değildir. Nietzsche vari bir koşulsuz doğruluğa duyduğu imana kendini sonuna kadar teslim etmiş olan İbrahim'in, ve artık ailesinin de bu yüzden çekeceği daha çok acı vardır.
Dostları ilə paylaş: |