1956 yılında İbrahim’in İzmir’e dönüşüyle Kâmile de hayata döner. Mutludurlar. Ne var ki İbrahim’in diplomasındaki eğitim süresinin “bir yıl” olarak yazılması Sağlık Bakanlığı yetkililerini şaşırtır, Türkiye’deki eşdeğer diplomanın ne olabileceğini bulamazlar ve kendisine “Yüksek Diş Teknisyeni” diploması verirler. Türkiye’de sanırım böyle başka bir diploma yok. Hele dünyada bir kere tıp, iki kere dişçilik okuyup da sonunda teknisyen olabilen başka kimse yoktur herhalde. Türkiye’de tıp ve dişçilik alanında bir çok dalda profesörlere ders verebilecek seviyede olan İbrahim’e teknisyenlik uygun görülür. Hoş, o, dişçilikte ünlenen yeteneğiyle, ağızda çözümsüz görünen sorunlara yaratıcı çözümler getirmiş ve pek çok diş hekimine diş hekimliğini yeniden öğretmiştir. Arkadaşları parayla sahte diplomalar alırken o, her koşulda olduğu gibi, dürüstlüğünü gene koruyup kaderine razı olur. Zaten bundan sonra hayatı boyunca kaderine razı olacak ve hayatının gelişimini Türkiye’nin gelişimine, kaderine bağlayacaktır. Nimetullah’ı ve onun macerasını Hitler’in esir kampları durduramamış ama Türkiye durdurmuştur. Türkiye! Çözümsüzlükler ülkesi!
İbrahim’in İzmir’de kurduğu diş laboratuarında kullandığı malzemeler İstanbul’dan gelmektedir; veya gelememektedir. İbrahim, bu işin böyle yürümeyeceğini anlayınca 1958 yılında İstanbul’a gelir, ikinci bir ayrılığa dayanamayan Kâmile de bir süre sonra ardından. İbrahim önce Sirkeci’de yaş sebze- meyve ihracatı yapan Alman Schenkel şirketine çevirmenlik yapar. Şirketin Alman müdürü ve ailesi ile yakın dost olurlar. Müdür kendisine rüşvet vermediği için bir resmi yetkili tarafından rüşvet vermek zorunda bırakılarak rüşvet anında yakalatılır. Bu olayın ardından Schenkel şirketi Türkiye’den çekilir. Babam İbrahim de bize bakmak için ta altmış beş yaşına kadar çalışacağı kendi pek “yüksek” diş teknisyenliği laboratuarını kurar.
Bu arada ağabeyim Şamil ve beş sene ardından da ben doğmuşum. Ağabeyim astım olunca, “hayatı kurtulur” diye, havası daha temiz olduğu için annemle İzmir’e dönmüşüz. Küçük çocukluk dönemime ilişkin anımsadığım en eski anı – belli ki derin bir iz bırakmış – arada bir İzmir’e bizi ziyarete gelen babamın İstanbul’a dönmek üzere kapıdan çıkmasından sonra, işte o sahne: Kapının arkasında cenin pozisyonunda yatar halde ağlayarak çırpınmam. O anlarda kim bilir annemin kalbi ne haldeydi. Sonra İzmir’de kardeşim Bahri de doğmuş ve aile bütünlüğü ve esenliği için annem inisiyatifini kullanarak üç çocuğunun elinden tutup İstanbul’a gelmiş. Gemiyle geldiğimizi anımsıyorum. Elimde bir çocuk gitarı, ön güvertede, o dönemin, “İstanbul’u artık hiç sevmiyorum” adlı popüler aşk şarkısını çevirmiş, İzmir’i artık hiç sevmiyorum” şeklinde söylüyordum. Bir daha İstanbul’dan ayrılmadık. Ne var ki, Kâmile İbrahim’e karşı inisiyatif kullanıp aile bütünlüğünü sağlamış olsa da, bu inisiyatif üzerinde kalmış, İbrahim tam bir aile babası ve sadık bir eş olmasına rağmen, bundan sonra ailesine, bize karşı çok yakın olduğu kadar çok da uzak, bilinmez, ruhu teslim alınmaz, sahip olunamaz bir kişilik olarak kalmıştır.
İbrahim’in cephesinde ise yaşam çok daha farklı seyretmektedir ve onun iç gerçekliğini kavrayabilecek hiç kimse yoktur, İbrahim uzayın bir köşesinde yapayalnız kalmış, Türkiye’nin şaka gibi toplumsal yapısına öldüresiye bir ciddiyetle mahkum edildiğini görebildiği için, irrasyonel saçmalığın egemenliğine kendini teslim etmiştir. Onurunu ve dürüstlüğünü kaybetmeden kimliğini gizlemek ve sadece emeği ve alın teriyle ailesini korumaktan başka hiçbir bağlantısı kalmaz dünyayla. Daha doğrusu yaşadığı dünyanın bağlanacak hiçbir ciddiyeti kalmamıştır. İbrahim için bir çocuk bahçesi hapishanesidir Türkiye. Allah’ın d-ayıları hırsla mala, mülke, makama saldırıp birbirini ezerek adam kılığına girmeye çalışırken, o hiç değişmeden, küskün ve yılgın dünyayı seyreder ve oynar oyuncaklarıyla. Oyuncaklarımı? Çok masum: biraz içki, balıkçılık ve gizemli bilgiler!
XXXII. Oyun Bahçesi
Sirkeci’de Almanca çevirmenlik yaparken başlar İbrahim’in balık merakı. Türkiye’ye ilk gelişinde indiği liman olan Sirkeci’den ve en fazla Fatih’ten fazla ileri gitmemiştir onun işi ve evi arasındaki mesafe arasında kurulan yaşamı. Her sabah saat beşte kalkar, yaz – kış soğuk suyla duşunu alır, eşi Kâmile’nin kendisinden de önce kalkarak hazırladığı kahvaltısını yaparak sokağa çıkar. Yağmur, kar aldırmadan, korunmadan ortalama yarım saat yürüyerek işine gider.
Gündüz çalışmasını erken bitirir ve soluğu hemen her akşamüzeri Sirkeci ve Karaköy kıyılarında alır. O zamanlar da İstanbul bir balık cenneti. Koca koca karagözler, tekirler, barbunlar, mercan, palamut, torikler, lüfer çinekop, sarıkanatlar, kırlangıç, tirsi, kofanalar, minekop, levrek, has kefaller, işkene hatta kılıç balığı ve alyanaklar ki, dünyada sadece İstanbul’da bulunur. Hepsi sürüler halinde boy gösteriyor, ancak işini bilene! Her balık türü için farklı misina, iğne, yem kullanılıyor, kurşunu, kaşığı, tüyü, kılı ve daha pek çok ince ayrıntısı var ve bir de özel bir duyarlılık gerekiyor balığa karşı.
Bütün bu konularda, boğazın kırk yıllık balıkçılarının hiç biri, aralarına sonradan katılan İbrahim’in eline su bile dökemezler. O bir yandan boğazın çılgın dalgalarında sandalla akıntıya karşı tek başına kürek çekerken, bir yandan da oltalarını denetleyebilecek kadar kuvvetli ve beceriklidir. Şimdi bunu becerebilecek hiçbir (motorlu) balıkçı kalmadı boğazda. Çocukken ölçmüştüm, anımsıyorum, babamın pazıları kafam kadardı. Bazen sabahtan çıkar balığa, akşama kadar kürek çeker, hiç yorulmaz, üşümez. Üstünde bir gömlek, bir ceket, bütün gün boyunca yağmur veya kar altında, sırılsıklam, göğün yarılıp denize dönüştüğü, denizin patlayıp göğe erdiği sular evreninde akıntıya karşı çeker küreklerini.
Bir gece eve gitmez ve Galata Köprüsü’nün ışığı altında balığa kalır. Oltaların başında balıkçılar, polisler uyuyup uyanıp tek tük balık alıyorlar. Gecenin bir vakti İbrahim oltasına büyükçe bir şeyin vurduğunu fark eder, çeker, koskocaman bir dip kefalı, has kefal. Nadir bir balık. Tekrar atar hemen; olta bir yerlere takılmaktadır. Sürü! Vakit yok, yem de takmaz, atar oltayı, balığın neresine gelirse. Arkadaşlarına seslenir ama onlar da oltalarını hazırlayıp bir iki has kefal çekene kadar sürü gider. İbrahim ise hızla ata çeke on iki tane devasa has kefal yakalamıştır. Sabahları kayıkla balıkçılar kıyıya yanaşıp gece yakalanan balıkları satın alır, lüks lokantalara satarlar. Bir sürü koca has kefalı gören Yahudi bir balıkçı balıkların hepsini satın alıp cemaatine götürmek ister:
“Gümüş, gümüş!” Bu, “balık alırım” demek. Fakat balık, İbrahim için sadece özel meraktır.
“Ben balıkçı değilim, balıklarımı hiç satmam. Bunları da eve götüreceğim.”
“Bu kadar balığı ne yapacaksın bre, yazıktır.”
Yahudi balıkçının ısrarına dayanamayan İbrahim en iri iki has kefalı Kâmile’ye ayırır, kalanını da Yahudi’ye verir. İbrahim aslında oyun oynamaktadır, İstanbul’un dalgalarına koy vermiştir kendini. Eve her zaman en güzel, en nadir balıklar getirmektedir. Bir buçuk metre boyunda kırlangıçlar, yarım metre boyunda kıpkırmızı mercanlar, göreni şaşkına çeviren deniz tanrıçaları balıklar. Kimisini tuzlar, kimisini ayıklar lakerda basar, kimisinin havyarını ayırır, bol bol da çevreye dağıtırlar.
Bir gün TRT Radyo 1’de bir balıkçılık programı yapılır. Boğazın yaşlı ve usta Rum balıkçısı Kiryako ile görüşme yapılmaktadır. İstanbul’da balıkçılık aslında Rumların işidir, onun için Türkçe’deki balık adlarının çoğu Yunanca’dır. Türkler aslında kırmızı et yerler, balık bilmezler, onlar için balık fakir yiyeceğidir. Bu radyo görüşmesini bir rastlantı eseri İbrahim de dinler ve ertesi günü Eminönü’ndeki balıkhanede Kiryako’yu sorar, soruşturur ve bulur. Kiryako paso sarhoş, tipik balıkçıdır. İbrahim ondan balık tutmanın inceliklerini, balık yuvalarının yerlerini öğrenmek ister. Fakat Kiryako İbrahim’in yüzüne bile bakmaz, İbrahim ısrar edince de kızar:
“Niye öldürmek istersin baliklari, yazik değil midir o canım, güzelim yaratiklara? Onların da yavrulari, anne babalari yok mudur? İnsandan ne farklari vardir? Bir anneyi sudan çıkarip boğsan öldürsen, arkasindan yavrulari ağlamaz sanorsun?”
İbrahim Kiryako’yu bir türlü ikna edemez, “yakaladığımız bütün balıklar senin olsun” der, olmaz, “istediğin kadar şarap alayım” der, yok, o da olmaz. Ertesi gün İbrahim kayığı şarapla doldurur, Kiryako’yu nazlana nazlana kayığına alır. “İstediğin kadar meze alayım” der, Kiryako istemez; o, yalnızca şarapla beslenmekte, arada bir de mini bir dilim çiğ balığı şarabına katık yapmaktadır.
Eminönü’nden açılırlar, Kiryako tek tek yuvaları gösterir. Karagöz ve dip barbunyası yuvaları eski batığın oradadır. Yeni Cami ile Tophane Camisini hizaladığın zaman Selimiye Kışlası ile Galata Kulesi’ni çaprazla, etraf on sekiz kulaçken burası otuz iki kulaçlık bir çukurdur. Mercan yuvaları Kabataş Kız Lisesi ile Haydarpaşa gümrüğünün vinç kuleleri hattını Topkapı Sarayı ile başka bir işaret yerinin çaprazlandığı noktada bulunur. Alyanak yuvaları ise Topkapı Sarayı ile Kız Kulesi ortasındadır. İbrahim artık İstanbul balıkçılığının en büyük mirasçısından el almıştır. Bu sayede balıklara karşı elde ettiği üstünlüğü balıklara iade eder, bilgisini çok balık avlamak için değil, doğru balığı, ölçülü avlanmak için kullanır, çekilmesine razı olmayan balığı çekmez. İstediği balığı seçerek avlar, yavrulara asla, güzelliği kendisiyle konuşan bazı balıklara hemen hiç dokunmaz.
Laboratuarında geçirdiği sıradan günlerden birinde, balığa çıkmaya hazırlanırken, çok eski, tanıdık bir yüz içeri girer. Şok! Udine Rus toplama kampından Paçaşvili ile beraber Fransa’ya kaçan Elmas Ferlsan’ın ta kendisi! Son ayrılmalarında İbrahim Elmas’ı dövmüştü, ama onlar savaş koşullarıydı. Şimdi İbrahim Elmas’ı coşku ile karşılar. Hikayenin eksik kalan kısımlarını karşılıklı tamamlarlar. Datiko Paçaşvili ile Elmas gerçekten Fransa’ya kaçmışlar fakat İbrahim’in öngördüğü gibi, Fransa’ya geçerken İsviçre’nin sınır polisleri bunlara saldırmışlar, Paçaşvili’yi vurup öldürmüşler, Elmas belli ki kaçmayı başarmış.
Elmas da aslında bir çene cerrahıdır ve aynı İbrahim gibi savaş sonunda ancak hayatını kurtarmış, diplomasını kaybetmiştir. Fakat Elmas’ın şöyle bir farklılığı vardı: O, pek çok kişi gibi, doğruluktan sapmayı düşünebilirdi ve bu sayede kendine bir sahte diploma yaptırmıştı. Aslında haksız da değildi: düzen, adaleti sağlayamıyorsa, düzen dışından adaleti sağlamak adildir. Adalet düzenden değerlidir. Her ne ise, işte Elmas sonra Taksim’de bir muayene açmış, iki çocuklu bir bar kadını ile evlenmiş ve onun asistanlığında şimdi çene cerrahlığı yapmaktadır. Elmas ile eşi esrarkeş olmuşlar. Bu halde baktıkları hastaları da bir daha gelmiyor elbette. Elmas tam anlamıyla perişan, öyle ki açlıktan nefesi kokuyor. İşte balıkçılığın hikmet-i hüdâsı burada. İbrahim Elmas’ı elinden tuttuğu gibi balığa götürür, verir eline oltayı. Elmas kibarlıktan başlangıçta nazlansa da sonunda kurtuluşunun balıkta olduğunu görür, zamanla da alışır balık tutmaya. Böylece Elmas kendine gelir, kilo alır, yüzü gözü canlanır. Ne var ki esrarı bırakamaz, sonunda iyice batar, muayenesini kapatır ve karısıyla Amerika’ya göç ederler.
İbrahim’in Fatih’teki muayenesi dergah gibidir. Dişi ağrıyandan başı sıkışana, kafası karışan, başı belaya giren, bilgi almak, sohbet etmek isteyen yetmiş iki millet buranın devamcısıdır. KGB bile. Yakın arkadaşları içinde KGB ajanı olanlar çıkar. Onu sarhoş edip asıl kimliğini ve aile bilgilerini öğrenmek isterler. “Ailen elimizde” tehdidiyle akıllarınca İbrahim’i Sovyetler’e çekecek ve manyaklar savaştan kalma hesapları için babamı öldüreceklerdir.
İbrahim’in ününü duyup dişlerini yaptırmak için gelen hastalardan birinin ağzı içki kokmaktadır. İbrahim kutsal Ramazan ayında olmalarının yarattığı çelişkiyi hatırlatınca, hastası “Ziya Baba”, kendisinin bir Bektaşi Babası olduğunu ve sarhoşluğun aşkla olan ilgisini anlatır. Sohbeti derinleştirirler. İbrahim’in sohbeti ve içkiyi sever halinden başka bir niteliği daha Ziya Baba’nın dikkatini çeker: Beyin gücü. Ziya Baba, İbrahim’i kendisiyle, dört Bektaşi Babası’nın arasına alır. Bunlar hakiki Bektaşi şeyhleridir. Okumuş, kültürlü, aydın, gizli bilgileri ve gizemli güçleri olan bilgelerdirler. İbadetleri okumak, tefekkür etmek, tespih çekmek, müzik dinlemek ve şarap içip sohbet etmektir. Fakat! Öyle herkesin yaptığı gibi değil(!).
Pek çok akşam, çoğunlukla Ziya Baba’nın Fatih’teki evinde sofra meclisi kurulur ve sohbet edilir. Sofrada kimin nereye oturacağı önceden bellidir ve bu düzende kişinin beğeni ve tercihlerine uygun olacak şekilde hazırlanmış özel yemekler sunulmuştur. İlk misafirler gelmeye başladığı andan itibaren, huzurda bekleyen bir neyzen ney üflemeye başlar. Misafirler ney eşliğinde sükunet ve saygı ile karşılanır ve ağırlanırlar. Sofra meclisi açılmadan önce dua yapılır:
“Allah Allah eyvallah. Bismillah ve Bismişah. Evvel Allah Kadim Allah diyelim, geldi Ali sofrası Hak verdi biz yiyelim. Hû Allah eyvallah.” Diye ellerini göğüslerine koyar, sağ el işaret parmağını tuza batırıp yalar ve “Bismillah” diye yemeğe başlarlar.
Yemeye başlayınca şarap kadehleri kalkar. İbrahim sadece sert içkiler içebildiği için o da votka içer. Güncel, kültürel, dinsel ve gizemli konular üzerine yüksek düzeyde ve sofra adabınca karşılıklı neşeli bir sohbete başlanır. Bir süre sonra, sarhoş olmaya başlayanlar “bana destur” diyerek gözlerini kapar, başını önüne eğer, kollarını bağlar, derine dalar ve on dakika kadar sonra sanki hiç içmemiş gibi silkinerek ayılır ve meclise yeniden katılırlar. Geleneksel olanla çağdaş kültürlerin ve sanat, tasavvuf, spiritüalizm ile bilimin birbirleriyle bireşimleştirildiği bir dünyadır bu.
Bu şeyhlerin başka hiçbir tarikat şeyhinde görüp duymadığım türden bir alçakgönüllülükleri ve ahlak anlayışları vardır. Örneğin soğuk ve yağışlı bir İstanbul akşamı İbrahim haber vermeden Ziya Baba’nın evine gider, Ziya Baba evde yoktur, karısı tarafından ağırlanır. Bir süre sonra Ziya Baba gelir ama ne sırtında o pahalı güzel paltosu ne de ayağında ayakkabıları vardır. Kimsenin ne diyeceğine, kendisinin itibarına aldırmadan, üstünde ıslak bir gömlek, yalın ayak sulara basa basa gelmiştir.
“Ziya Baba, ne oldu sana? Böyle hasta olacaksın.”
“Yolda bir delikanlıya rastladım, paltosu yok, ayakkabıları yırtık, ıslanmış, soğuktan titriyordu. Ona verdim. Ben başka şeyler de bulurum giyecek. Hem merak etme, ben hasta olmayacağım.”
Bir başka gün de Ziya Baba İbrahim’e uğrar, “işin yoksa gel, birisine yardıma gideceğiz. Sen de yardımcı olursun” der. Bakırköy’e gider ve bir evin kapısını çalarlar. Kapı büyük bir saygı ile açılır ve içeri buyur edilirler. Evde, oğullarının hastalığından dertli bir anne babayla karşılaşırlar. Oğulları ruh hastasıdır, her tür tıbbi, psikiyatrik desteği almalarına karşın bir şey değişmemiştir. Çaresizlikten yazılan reçetedeki uyuşturucuyu bile verememektedirler. Oğullarını kilit altında tutmaktalar ve oğlan da bir vahşi gibi herkese saldırmakta ve bir şey yememektedir. Ziya Baba kilidi açmalarını ve İbrahim ile içeri gireceklerini söyler. Caydırma çabaları, olmadı, bin bir uyarıdan sonra kapının kilidi açılır. Ziya Baba İbrahim’e, “senin beyin gücünü kullanacağım, sen duvara dön ve zihnini boşalt” der; bir kapta çeşitli otlar yakar ve tütsüsünü oğlana solutur. Biraz sonra, o ana kadar bağırarak saldıran delikanlı, Ziya Baba’nın bakışları altında durgunlaşıverir. Arkalarında İbrahim, karşılıklı, bir süre sessiz otururlar. Sonra Ziya Baba,
“Ne oldu evladım sana böyle, iyi misin?” diye sorar. Çocuğun bakışı, duruşu bile değişmiş, bir anda normalleşmiştir.
“Ya, amca, beni buraya kapattılar, bir şey de vermiyorlar, çok açım.”
Ziya Baba çorba getirmelerini ister; delikanlı çorbayı içer, canlanır. Aile şaşkın ve çok mutludur. Oğulları sağlığına, kendileri de oğullarına kavuşmuşlardır. İbrahim, hipnotizma yeteneğinin ve hayal gücünün kullanıldığını, beyninde bir şeylerin cereyan ettiğini hissetmiş olsa da, ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamamış, olanlara o da şaşırmıştır. Anımsamaya bile değer bulmasalar da en az bunun kadar şaşırtıcı olan bir diğer tarafı da, kendilerine küçük bir servetin sunulmasına karşılık, Ziya Baba’nın bunu kibarca reddetmesi ve bir tek çöp bile almadan oradan sessizce çıkıp gitmeleri olmalıdır.
Ziya Kuldur baba eski İstanbullu, varlıklı bir ailenin oğludur. Hasan Dede Arnavut’tur; bu dört Bektaşi babası içinde en yaşlı olanı Ethem efendi Kürt kökenlidir. Ağzında bir tek dişi vardır, iki metre boyundadır ve eski bir mimardır. Kabataş Setüstü’nde beş katlı bir apartman sahibidir. En üst katında oğlu, binanın bodrumunda da kendisi oturur. Bodrum katında değil, bodrumunda! Bir gece saat 1’de Ziya Baba ile İbrahim, Ethem efendiyi ziyarete giderler. Ethem efendi’yi, karanlıkta, altında çizgili bir pijama, belden yukarısı çıplak, sağ elinde ceviz büyüklüğünde taneleri olan bir tespih, kaymış gözlerle gizemli dualar okur bulurlar. Gecenin loş karanlığında, kaçak ışık hüzmeleri her tarafı tamamen kaplayan büyük örümcek ağlarının ince dokularında kırılmakta, ter içindeki yarı çıplak şeyhin elindeki o muhteşem tespih tanelerinin her düşüşte çıkardığı “şırrakk”, “şırrakk” sesleri sonsuzluğa yayılmış zaman-dışı durgunluğa esrarengiz bir yaşam ritmi katmaktadır. Ethem efendinin daha kendisi görünmeden, azarlayan sesi duyulur:
“Örümcek ağlarına dikkat edin, zarar vermeyin sakın, hayvanları ürküteceksiniz.” Ardından sesi daha da yükselir: “Ziya! Sen bu halde, abdestsiz benim karşıma çıkmaya utanmıyor musun? Yıkıl karşımdan!” Ziya Baba şaşkın bir halde İbrahim’e döner:
“Benim abdestsiz olduğumu nasıl anladı?” der ve Ethem efendiye: “Benim abdestimden sana ne yahu? Daha önemli bir konu mu yok? Bak, İstanbul’da fakirler açlıktan inliyor.” Der. Ethem efendi, bunun üzerine yerinden yavaşça doğrulur ve on parmağını boşluğa üç defa saplayarak:
“O halde, denizler balık dolsun! Denizler balık dolsun! Denizler balık dolsun!”
Diye gırtlağından inleyerek dua eder. İbrahim, böyle şeylere inanmaz; inanmazdı ama ertesi gün denizin, Haliç’in tıka basa balık dolu olduğunu görmeseydi. Torikler suyun yüzeyine sığamıyorlarmış. Ben de bir başka İstanbullu beyden o tarihte Haliç’in torikle dolduğunu duymuştum. Muhakkak o günkü gazetelerin İstanbul baskısı bu haberi vermiştir.
Dostları ilə paylaş: |