Bibi. And, Tanzimat; M. And, Türkiye'de italyan Sahnesi-ltalyan Sahnesinde Türkiye, İst., 1989; ay, "Eski Beyoğlu'nda Tiyatrolar", Devlet Tiyatrosu, (Ekim 1965); S. N. Gerçek, "Üç Naum Tiyatrosu", Perde ve Sahne, (Şubat 1942); R. Tuncay, "Naum Tiyatrosu", BTTD, S. 6 (Mart 1968); G. Heinrich, Die Fossati-Ent-utürfe zu Theaterbauten, Münih, 1989.
METİN AND
Mimari
İtalyan mimarlar Gaspare Fossati(->) ve Gi-useppe Fossati(->) tarafından hazırlanan projeye göre inşa edilmişti. 1848'de tamamlanan yapının tamamen ahşap olan iç tezyinatı da İtalyan asıllı sanatçılar tarafından gerçekleştirildi. Binanın mimarisini belgeleyen iki temel doküman bilinmektedir: İsviçre'de, Bellinzona Cantonale Arşivi'nde bulunan 20 Şubat 1846 tarihli mimari proje ve 1862'de Garibaldi onuruna verilen bir şölenin betimlendiği gravür. Zemin kat planı ve istiklal Caddesi üzerindeki giriş cephesini içeren proje Gi-useppe Fossati imzalıdır. Ancak İtalyan tiyatro mimarisini iyi bilen ve tecrübeli bir mimar olan Gaspare Fossati'nin, tasarımın oluşumunda daha etkin olduğu düşünül-
1İI
i«'-"-1 f.: n1 :rmf
Giuseppe Fossati'nin çizgileriyle Naum
Tiyatrosu.
Cengiz Can fotoğraf arşivi
Naum Tiyatrosu'nun içinden bir görünüm. Ahmet Kuzik fotoğraf arşivi
girişler yer alır. Birinci kat cephe tasarımında her iki yanda söveli ve almlıklı birer dikdörtgen pencere ve prizmatik tabanlara oturan Korint başlıklı pilastrlar kullanılmıştır. Birinci kat döşeme seviyesinde ve saçak hizasında dekoratif taşkın silmeler yer alır. Geride yükselen ikinci ve üçüncü kat cepheleri alt katların doluluk-boşluk ritmini tekrar eden sade ve nötr bir düzenlemedir.
1853'te çıkan bir yangında hasar gören yapı İngiliz mimar William James Smith tarafından yenilenmiştir. Bu onarım sonrasını belgeleyen 1862 tarihli gravürde betimlenen iç mekân özgün Fossati tasarımı ile yakın benzerlikler göstermektedir. Yapının Fossati tarafından planlanan İtalyan stilini yenileme sonrası devam ettirmesi, Smith'in kısa süren uygulamasında orijinal planlamaya sadık kaldığını düşündürmektedir.
Bibi. G. Heinrich, Die Fossati-Entıvürfe zu Theaterbauten, 1989; C. Can, "istanbul'da 19. Yüzyıl Batılı ve Levanten Mimarların Yapıları ve Koruma Sorunları", (Yıldız Teknik Üniversitesi, yayımlanmamış doktora tezi), 1993, s. 154-157.
CENGİZ CAN
NAZAR
Toplumlarda yaygın bir inanış olan nazar olgusu İstanbul halkının yaşayışında da önemli bir yere sahipti. Eski İstanbul'da hayranlık duyulan, kıskanılan bir kişiye yönelen beğeni, imrenme veya haset dolu bakışların "nazara uğrama"ya neden olacağı inancı hâkimdi. İnsanların yanında diğer canlılar ve nesneler de nazardan etkilenebilirdi.
Nazar inancı yalnız halk arasında değil, saray yaşantısında da etkiliydi. II. Mah-mud döneminde (1808-1839) padişah şehir içinden geçerken nazardan korunması için, başlarında gösterişli sorguçlar bulunan muhafızlar, padişahın çevresini sararak bir paravan görevi üstlenir ve padişahın görünmesini engellerdi. Padişah geçerken özellikle kadınların kendisine hayranlıkla bakmalarını yasaklayan, bakacak olurlarsa kendilerinin ve kocalarının cezalandırılacağım bildiren bir ferman bulunduğuna ilişkin halk arasında yaygın bir inanış vardı.
Eski İstanbul halkı arasında Hz Mu-hammed'in sahabeleriyle bir mezarlıktan geçerken "Bu mezarlıkta kaç kişi yatıyorsa, mutlaka yarısından çoğu nazardan ölmüştür" şeklindeki sözlerinin nazarın korkunçluğunu gösterdiğine inanılırdı. Bu düşünceye bağlı olarak "nazar insanı mezara, hayvanı kazana, sokar" denilir.
Nazar değmesini önlemek, nazarın kötü etkilerinden korunmak amacıyla; tüt-süleme, kurşun dökme, okutma ve vücudun görünen bir yerine nazarlık takma gibi tedbirlere başvurulurdu.
Nazar değen bir kişinin okunması üfürükçü hocalar yoluyla yapılırdı. Üfürükçüler şehrin çeşitli yerlerinde sanatlarını açıkça icra ederlerdi. Okuma, kısmet açma, kaybolan eşyayı bulma, karı kocayı bir araya getirme ya da ayırma gibi durumların yanında nazarı önlemek için de yapılır;
ardından muskalar yazılır, rüyalar yorumlanırdı. Nazara karşı en etkili önlemlerden biri de, değişik çeşitleri bulunan nazarlıktı.
Nazarın özellikle güçsüz ve savunmasız olmaları nedeni ile yeni doğan çocukları etkileyeceğine; nazara uğrayan çocukların hastalanıp ölebileceğine inanılarak tüt-süleme, kurşun dökme, okuma ve nazarlık takma önlemlerinin yanında başka uygulamalara da başvurulurdu.
Çocuk çamaşırı hazırlanırken gebe kadın bunları evin erkeğine göstermekten çekinir, çocuk doğuramayan kadınların ve nazarı değeceğinden korkulan kişilerin yanında çocuk çamaşırı dikilmezdi.
Yeni doğan çocuğun yüzüne mavi yemeni örtülür, mavi elbise giydirilirdi. Küçük çocuklara kırmızı ve sarı elbise giy-dirildiği takdirde nazara uğrayacaklarına ve bu sebeple onaya çıkan rahatsızlıkların geçmeyeceğine inanılırdı.
Nazara uğramayı engelleyici tedbirler arasında "Maşallah", "Allah bağışlasın", "Allah nazardan saklasın" gibi ifadeler de önemli yer tutardı. İngiliz yazar, J. Pardoe eski İstanbul ile ilgili gözlemlerini aktarırken bu ifadelerin kötü ruhların kudretini yok ettiğine inanıldığını söylemektedir.
İstanbul'da yaşayan Rumlar ise birisi sağlık ve geçim durumlarının iyiliğinden söz ettiğinde hemen göğüslerine tükürür gibi yapar ve bu şekilde nazarı önleyeceklerine inanırlardı.
Eski İstanbul halkı bir yandan nazarın olumsuz etkilerinden korunmaya çalışırken, diğer yandan nazarı değeceği düşünülen mavi gözlü, sarı saçlı, keskin bakışlı kişilerle karşı karşıya gelmemeye özen gösterirdi.
Bibi. M. H. Bayrı, "İstanbul'da Doğum ve Çocukla ilgili Âdetler ve İnanmalar", HBH, S. 113 (Mart 1941), 99; J. Pardoe, Yabancı Gözüyle 125 Yıl Önce İstanbul, İst., 1967, s. 93-94; H. B. Ülgen, "Eski İstanbul'da İnanış ve Âdetler", Yeni Gazete (Kasım 1970, 14 sayılık dizi ya-
Z1SÛ' NİHAL KADIOĞLU
NAZARLIK
Eski İstanbul'da nazarın(->) olumsuz etkilerine karşı başvurulan en etkili yöntemlerden biri nazarlıktı.
Nazarlık yoluyla kişiye, canlıya veya bir eşyaya yönelen bakışların başka bir nesneye yöneleceğine inanılır, bu şekilde nazar değmenin önüne geçilebileceği düşünülürdü. Bu amaçla çeşitli malzemeler ile hazırlanan nazarlıklar vücudun veya eşyanın görünen bir yerinde bulunduruluyordu.
Nazara daha fazla uğrayabileceklerine inanılan yeni doğmuş bebekler ve loğusalar için nazar takımları hazırlanırdı. Loğusayı ve çocuğu nazardan korumak için önceden hazırlanan nazar takımlarının içinde "Ümm-i Sıbyan Duası Muskası", Hint karıncası boynuzu, gümüşlenmiş kurt dişi, yedi delikli ve pençe şeklindeki mavi boncuklar, sarımsaklar bulunur; nazar takımı loğusanın başucuna konulurdu. Loğusayı al basmasından korumak için bir şişe geçirilmiş soğan, sarmısak ve mavi boncuk, kırmızı gaz boyamasına sarıla-
Çeşitli nazarlıklar. Nazım Timuroğlu, 1994
rak loğusa yatağının başında bulundurulurdu (bak. doğum âdetleri).
Doğacak çocuk için tülbentten yapılan mavi gömlek ve yemeni, yeşil bürümcükten işlemeli duvak, takke ve kırmızı kurdele ile bağlanmış nazar takımı hazırlanır; içine çöreotu serpilerek katlanmış kundakla birlikte bohçalanırdı. Bu bohça üzerine Kuran kesesi konduktan sonra kıbleye karşı bir duvarın üzerine asılırdı.
Çocuk doğar doğmaz, nazarı önleyeceğine inanılan çeşitli malzemeler bir araya getirilerek nazarlıklar hazırlanırdı. Yedi çöreotu, yedi üzerlik, şap ve mavi boncuk kırmızı kurdele ile bağlanarak çocuğun takkesine ve omzuna asılırdı. Laden, şap, mavi boncuk, beş pençe, mercan, iğde dalı, köpeğin azıdişi ve yabani karıncanın boynuzu birbirine bağlanarak nazarlık yapılır ve çocuğun omuz tarafına kundak üzerine iliştirilirdi. Ya da çitlenbik dalı, kırmızı geyik boynuzu, Mahmudiye altını, bir parça fildişi gümüşletilip çocuğun omzuna takılırdı. Kırk bir tane çöreotu üzerine birer "Kulhüvallah" (İhlas Suresi) okunarak bir bez içerisinde çocuğun üzerinde bulundurulurdu.
Bu nazarlıkların yanında çocuğa üzeri elmaslarla süslü veya altından oluşan "Maşallah'lar takılır, çocuğu ve anneyi nazardan korumak için gönderilen hediyelerin arasına birtakım kokulu otlar ve sarmısak konulurdu.
Nazarın diğer canlıları ve eşyaları da etkilediği inancıyla kuş kafeslerinin, yük hayvanlarının ve evlerin üzerinde sarımsak, mavi boncuk gibi nesneler bulundurulurdu.
Eski İstanbul evlerinin cephelerinde en dikkati çeken yere "ya Hafız" veya "Maşallah" yazılı kitabeler, levhalar asılması da eski bir gelenekti. Bibi. M. H. Bayrı, "istanbul'da Doğum ve Ço-
NAZIM HİKMET
54
55
NAZİF PAŞA YALISI
MİLLİYE
, 37-39.
cukla İlgili Âdetler ve İnanmalar", HBH, S. 113 (Mart 1941). 99; Bayrı, İstanbul Folkloru, (1972). 101-106: Musahibzade, İstanbul Ya-
NtHAL
NÂZIM HİKMET
(15 Ocak 1902, Selanik - 3 Haziran 1963, Moskova) Şair.
Annesi Ayşe Celile Hanım ana tarafından Alman kökenli Mehmed Ali Paşa'ya, baba tarafından, Gagavuz Hıristiyan Türklerden Mustafa Celaleddin Paşa'ya dayanır. Dedesi Nâzım Paşa valiliklerde bulunmuş, Mevlevîliğe bağlı bir şairdi. Babası Hikmet Nâzım Bey ise memurdu. Ortaokuldan sonra Heybeliada Bahriye Mek-tebi'ne girdi. Şiirleri ilk kez 1918'de Yeni Mecmua' da yayımlandı. Bahriye Mek-tebi'ni bitirdikten sonra donanma stajını yaparken ciğerlerinden hastalandı ve çürüğe çıkarıldı. 1921'de Kurtuluş Savaşı'na katılmak amacıyla Anadolu'ya geçti ve bir süre Bolu'da öğretmenlik yaptı. Daha sonra Trabzon ve Batum yoluyla Moskova'ya gitti ve burada Doğu Halkları Üni-versitesi'ne girdi. Moskova'da edebiyat çevreleriyle ilişki kurdu; tiyatro çalışmalarına katıldı.
1924'te istanbul'a döndü ve Aydın-lık'ta, Orak-Çekiç'te yazı ve şiirleri yayımlandı. Takrir-i Sükûn yasasına göre gıyabında 15 yıl hapse mahkûm edilince 1925'te Rusya'ya kaçtı. 1928'de yurda döndü; yargılandı ve aklandı. İstanbul'da Mehmet Zekeriya (Sertel) ve Sabiha Zeke-riya'mn (Sertel) çıkardığı Resimli Ay'da çalışmaya başladı. Bu dergide bazen takma adla, bazen kendi adıyla şiir ve yazıları çıktı. Şiir kitapları art arda yayımlanmaya başladı: 835 Satır (1929), Jokond ile Si-Ya-U(lS>29), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930), Sesini Kaybeden Şehir (193D, Gece Gelen Telgraf (1932), Benerci Kendini Niçin Öldürdü? (1932). Yasadışı etkinliklere katıldığı gerekçesiyle gözaltına alındı ve yargılandı (1933). Bu arada bir yergi şiiri nedeniyle de hakkında dava açıldı. Bu davalardan Cumhuriyet'in 10. yılı nedeniyle çıkarılan afla bağışlandı. 1934'te "Orhan Selim" takma adıyla Akşam gazetesinde yazı yazmaya başladı. 1935-1937 arasında Tan, Yarım Ay, Ayda Bir, Resimli Her Şey, Her Ay, Yedigün, Resimli Perşembe'de yazı, şiir ve hikâyeleri yayımlandı. Portreler (1935) , Taranta Ba-bu'ya Mektuplar (1935), Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936) adlı şiir kitapları, Bir Ölü Evi yahut Merhu-mun Hanesi (1932), Kafatası (1932), Unutulan Adam (1934) adlı oyunları çıktı. Yazılarını İt Ürür Kervan Yürür (takma adla, 1936), Milli Gwrar(1936), Sovyet Demokrasisi (1936), Alman Faşizmi ve Irkçılığı (alıntılar, derlemeler, 1936) adlı kitaplarda topladı. 1936'da "Komünist kışkırtıcılığı" gerekçesiyle tutuklandı ve yargılandı. Daha sonra bu davadan aklandı (1937). ipek Film'de çalıştığı sırada yeniden tutuklandı (1938). Orduyu isyana teşvik ve ardından da donanmayı isyana teşvikle suçlanarak 28 yıl 4 aya hüküm giydi. Çan-
Nâzım Hikmet
Lütfi Özbek, 1959/Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat
kırı ve Bursa cezaevlerinde kaldığı sıralarda Kuvayı Milliye, Saat 21-22 Şiirleri, Rubailer, insan Manzaraları (Memleketimden insan Manzaraları) adlı şiirlerini; Ferhat ile Şirin, Sabahat, Yusuf ile Zü-leyha adlı oyunlarını yazdı. Takma adlarla şiirleri ve yazıları yayımlandı. Hapiste hastalanması ve hastalığının artması üzerine açlık grevine başladı; annesinin başlattığı kampanya sonunda 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara geçmesiyle çıkarılan aftan yararlanamasa da, cezasının üçte iki oranında indirilmesi nedeniyle özgürlüğüne kavuştu. Bu sırada ikinci eşi Piraye'den ayrılarak Münevver Andaç ile evlendi. Askerliğini yapmadığı gerekçesiyle askere çağrıldı. Kendini güvencede hissetmeyen Nâzım Hikmet Türkiye'den ayrılarak Karadeniz ve Romanya yoluyla Sovyetler Birliği'ne gitti. Burada yaşadığı sürece şiir yazmayı sürdürdü; birçok ülkeye geziler yaptı. Oğlu Memet'in annesi Münevver Andaç'tan ayrıldıktan bir süre sonra Vera Tuliyakova ile evlendi. Bir kalp krizi sonucu öldü. Mezarı Moskova'dadır.
Nâzım Hikmet'in eserleri Türkiye'de 1965'ten sonra yeniden yayımlanmaya başladı. Şiir, oyun, roman, hikâye, masal ve diğer yazılan çeşitli yayınevlerince birçok kez yayımlandı. Bütün eserleri 29 kitaplık bir dizi olarak topluca yayımlandı (1988-1993).
Nâzım Hikmet'in şiirinde istanbul daha çok toplumsal yanıyla yer almış, daha sonra yurtdışına gittiğinde bu bakış açısına özlem de eklenmiştir. Nâzım Hikmet'in ilk şiir denemelerinde İstanbul'un yangınlarına ve işgaline değinilir. Yayımlanan ilk şiirlerinden "Sekiz Yüz Elli Yedi" başlıklı şiirin konusu İstanbul'un fethidir. "16 Mart" ve "Ağa Camii" yine birer İstanbul şiiridir: "Manzum Roman" alt başlığını taşıyan "Dağların Havası"nın girişinde Haydarpaşa Garı anlatılır. Varan 3'te yer alan "Bir Şehir Rehberi"nde Nâzım Hikmet İstan-
bul'a bakışını açıklar ve İstanbul'un eğlenen ve para yiyen kesimini alaycı ve eleştirici bir bakışla anlatır.
Kuvayı Milliye'de "Birinci Bap"ta 1910' lu yıllardaki İstanbul vardır. Bu güzel kentin "dört yanı mavi mavi dağdır, denizdir." Bu kentte seferberlik yaşanmış, yoksul halk "5 numara lambalarda sidiklerini yakmış", "mısır koçanı, arpa, süpürge tohumu" yemiştir. Nâzım Hikmet bu bölümün girişinde İstanbul'un seferberlik yıllarını, savaş zenginlerini, devlet yöneticilerini anlatır; yıl 1919'dur. "Beşinci Bap"ta 16 Mart 1920'de İtilaf devletleri askerlerinin İstanbul'u işgali yer alır: Telgrafçı Manastırlı Hamdi Efendi'nin durumu telle Ankara'ya bildirmesi, Vezneciler askeri karakolunun basılarak Türk askerlerinin şehit edilmesi, Kartallı Kâzım'ın ihanet eden tercüman Mansur'u vurması.
Saat 21-22 Şiirleri hde şair İstanbul'u "namuslu İstanbulum" diye niteler. Dört Hapishaneden (1966) İstanbul bölümüyle başlar; bu bölümdeki şiirler İstanbul Tevkifhanesi'nde yazılmıştır (Şubat 1939). Bu kitabın "Çankırı" bölümünde "Şaban Oğlu Selim ile Kitabı" başlıklı uzun şiirde Balıkpazarı meyhaneleri, Sultanahmet, Sa-rayburnu, Beykoz, Kuzguncuk gibi İstanbul semtlerinden söz edilir. Şiirin kişileri hapishane mukayyidi, işçi Selim, yalnız ve soylu Mebrure Hanım, pansiyoncu Madam ve kızı Raşel'dir. Bu kişiler 1930'ların İstanbul'undaki insanların birer temsilcisi gibidirler.
Memleketimden insan Manzaraları (1966) adlı roman-şiir ya da anlatı-şiir denebilecek eserin birinci kitabı Haydarpaşa Garı ile başlar. Haydarpaşa Garı ve çevresi görünüm olarak yer yer betimlenir. Yolcular arasında mahkûmlar vardır. Tren (15.45 katarı) kalktıktan sonra, 1930'lu yılların sayfiyeleri olan semtlerin arasından
Çocukluk yıllarında Nâzım Hikmet kız kardeşi Saime (Yakınırı) ile. Nâzım. Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı
KUVAYI
Biz ki İstanbul şehriyiz, Seferberliği görmüşüz: Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin, vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
bir de İttihatçılar,
bir de uzun konçlu Alman çizmesi 914'ten 18'e kadar
yedi bitirdi bizi.
Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker erimiş altın pahasında gazyağı ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında. Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
ve süpürge tohumu ve çöp gibi kaldı çocukların boynu. Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve
Ada'da Kulüp'te aktı Ren şaraplan su gibi ve şekerin sahibi
kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıklan. Miloviç de beyaz at gibi bir kan. Bir de sakalı Halife'nin, bir de Vilhelm'in bıyıkları. Biz ki İstanbul şehriyiz, güzelizdir,
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir. Öfkeli, büyük bir şair: "Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi
bakir" demiş bize
geçerken şair Kızıltoprak'tan Pendik'e kadar, yine zaman zaman betimlemeler yaparak bu yöreleri anlatır. Yolcular arasındaki konuşmalarda sık sık İstanbul söz konusu olur. İkinci kitap yine Haydarpaşa Garı ile başlar. Bu kez "Anadolu Sürat Katan" ile gidecek yolcular söz konusudur. Bu bölümde de yolcuların düşüncelerinde ya da konuşmalarında İstanbul vardır. Beşinci kitabın 1. bölümünde İstanbul'dan uzakta bir yerde hapis yatan erkekle İstanbul'da (Üsküdar) yaşayan karısı anlatılır. Kadının yazdığı mektuplarda yaşadığı semt, çevresi, komşuları ve genel olarak İstanbul'un II. Dünya Savaşı yıllarındaki durumu dile getirilir. 2. bölümde İstanbul'dan uzakta bir şehir söz konusudur ama bu bölümde de İstanbul'dan, savaşın getirdiği zorluklar içindeki İstanbul'dan söz edilir. 4. bölümde hapisten çıkıp İstanbul'a dönen biri söz konusudur. Trenin İstanbul'a yaklaşması, eski semtler, yine savaşın koşullan altında yaşayan İstanbul anlatılır bu bölümde.
Yeni Şiirler (1966) adlı kitaptaki şiirler Nâzım Hikmet'in yurtdışında yaşadığı dönemin bir bölümünü kapsar (1951-1959). Buradaki birçok şiirde yurt ve İstanbul özlemi vardır: "İstanbul'dan Mektup", "Vapur", "Ceviz Ağacı", "Kederleniyorum", "Dörtlük" gibi. 1970'te yayımlanan Son Şi-/r/erz ildeki şiirler de gurbette yaşadığı son dönemin şiirleridir (1959-1963). Bu şiirlerin birçoğunda İstanbul ve Nâzım
DEN
ve bir başkası,
yekpare Acem mülkünü feda etti bir
sengimize.
Biz ki İstanbul şehriyiz, işte, arzederiz halimizi
Türk halkının yüce katına. Mevsim yazdır, 919'dur.
Ve teşrinlerinde geçen yılın dört düvele teslim ettiler bizi, gözü kanlı dört düvele
anadan doğma çınlçrplak. Ve kurumuştu
ve kan içindeydi memelerimiz. Biz ki İstanbul şehriyiz, Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan
bir de Yunan, bir de zavallı Afrika zencileri
yer bitirir bizi bir yandan, bir yandan da kendi köpek döllerimiz: Vahdeddin Sultan,
ve damadı Ferit ve İngiliz muhipleri
ve Mandacılar.
Biz ki İstanbul şehriyiz,
yüce Türk halkı,
malûmun olsun çektiğimiz acılar...
Nâzım Hikmet, Kuvayı Milliye, İst., 1988, s. 23-24
Hikmet'in İstanbul'da yaşadığı semtler söz konusu edilir. Yatar Bursa Kalesinde (1988) adını taşıyan kitaptaki "Ayşe'nin Mektup-ları"nda, adı pek az da anılsa, mekân İstanbul'dur. Şair bu kitaptaki şiirlerinde zaman zaman İstanbul'a göndermeler yapar: "Kalbim Çamlıca'da bir harap konakladır, ... çıkar ansızın yatağından / bizim İstanbul'da bahar, sen diyorum İstanbul geliyor aklıma /İstanbul diyorum sen.
Nazif Paşa Yalısı
Gürol Kara/ TETTV Arşivi
Nâzım Hikmet 1930-1935 arasında bazı gazete ve dergilerde takma adla yazılar yazdı: HürAdam'da "Fıkracı", HalkDos-tu'nda "Sarı Murat",' Akbaba ve Yeni Gün'de "Ben", Akşam ve Tan'âa. "Orhan Selim". Günlük fıkralar biçimindeki bu yazıların çoğunda İstanbul'un toplumsal yaşayışını, kamu hizmetleriyle ilgili sorunları dile getirdi. Çöp, su, ulaşım sorunları bunlardan bazılarıdır. Fıkralarım yazdığı dönemde Kadıköy yakasında oturduğu için özellikle bu yakayla ilgili yazılar yazdı. "İstanbul'un Çöpleri", " 'Resmen' Vapur, 'Resmen' Tren...", "Biz, Kadıköy-Bostancı Arasında Oturanlar Makas İste-rük!", "Köprü'nün Açılışı ile Kapanışı", "Dolu Olmak ve Boşalmak", "11.45 Dönüşü", "Kumsal", "Üsküdar-Üvey Evlat", "Sivrisinek Savaşı", "Yine Üsküdar ve Kadıköy Su Kumpanyası", "Bir Broşür ve İstanbul'un Temizliği" bu yazılardan bazılarının başlıklarıdır.
ERAY CANBERK NÂZIM PLAN bak. PLANLAMA
NAZİF PAŞA YALISI
Boğaziçi'nin Anadolu yakasındaki semtlerinden Vaniköy'de, Vaniköy İskelesi ile Yusuf Paşa Yalısı arasında kalan arazi üzerinde bulunmaktadır. Yalının 40/1 kapı no' lu girişi ise Vaniköy Caddesi üzerindedir.
Yalının bugün üzerinde bulunduğu toplam 4.335 m2'lik arazinin, Vaniköy'e ismini veren Vânî (Vanlı) Mehmed Efendi vakfından olduğu ve bir zamanlar bu arazi üzerinde Vânî Mehmed Efendi'ye ait bir yalı bulunduğu bilinmektedir. Ancak, bugün Nazif Paşa Yalısı olarak tanıdığımız bu yapı, Vânî Mehmed Efendi zamanından kalma değildir.
Adını, banisi olan ve Osmanlı Devle-ti'nde iki kez Maliye Nazırlığı yapıp daha sonra vezirliğe kadar yükselen Nazif Ah-med Paşa'dan alan yalının 1897-1905 tarihleri arasında yaptırıldığı sanılmaktadır.
4.335 m2'lik bir arsa üzerinde toplam
NAHİM
56
51
NEA EKKLESİA
389 m2'lik yer kaplayan yalı, biri büyük (harem bölümü) diğeri küçük (selamlık bölümü) iki ahşap bina ile bir kayıkhaneden müteşekkildir. Art nouveau'ya(->) yakın neoklasik bir tarzda inşa edilen yalının mimarı, muhtemelen bir Ermeni idi.
Plan çekirdeğini; denize paralel olarak uzanan bir aks üzerindeki iki merdivenli iki sofanın oluşturduğu büyük bina (harem) iki katlı ve iki bölüklü bir yapıdır. Bir subasman üzerine inşa edilen bu iki katlı ahşap binanın duvarları bağdadidir (dışı ahşap, içi düz badana sıva).
Binanın oda taksimatına gelince; 4 m yüksekliğinde pasalı tavanlara sahip olan binanın bodrum katı boş durumdadır. Birinci katta 6 oda, 2 hol, 2 merdiven girişi, 2 tuvalet, 2 kiler, ikinci katta ise 6 oda, 2 hol, 2 merdiven sahanlığı, 2 tuvalet ve 2 kiler vardır.
Rıhtım üzerinde yapılan incelemelerden ve eski bir fotoğraftan anlaşıldığı kadarıyla, harem bölümü, 75 yıl içinde bazı değişikliklere uğrayarak biraz küçülmüştür. Yalının selamlık bölümü olarak kabul edilen ikinci ve küçük binası da bir subasman üzerinde tek katlı, ahşap, bağdadi olarak inşa edilmiştir. Orijinal oda taksimatına göre bu binada, l salon, l hol, 3 büyük oda, l küçük oda ve gusülhane-tuva-let (alaturka) mevcuttu. Tavan yüksekliği 4,5 m olan binanın duvarlarında nakış yoktur.
Günümüzde mutfak olarak kullanılan ahşap hatıllı, tonozlu, kagir binanın bir zamanlar harem bölümünün çamaşırhanesi ve yalının en eski binası olduğu bilinmektedir. Bu arada, harem ve selamlık arasında yakın zamana kadar ahşap, iki kanatlı bir kapı ve dönme dolap olduğu, sonradan buraya duvar çekildiği de bilinmektedir. Yalı arazisinin en kuzeyinde üzeri örtülü bir kayıkhane yer almaktadır. Bibi. O. Erdenen, Boğaziçi Sahühaneleri, II, 248-251; C. Kayra -E. Uyepazarcı, Mekânlar ve Zamanlar. Kandilli, Vaniköy, Çengelköy, İst., 1993, s. 108-109; ISTA, VI, 2903-2905; M. T. Gökbilgin, "Boğaziçi", DİA, VI, 259-
HALUK KARGI
NAZÎM
(1650 ?, istanbul - Ocak 1121, istanbul) Bestekâr, şair.
Tam adı Nazîm Yahya Çelebi'dir. Kum-kapı'da doğdu. Bazı kaynaklarda Kasım-paşalı olduğundan da bahsedilmektedir. Ali Çelebi adlı bir zatın oğludur. Kardeşi Hüseyin Çelebi de bir musikişinastı. Olağanüstü kabiliyeti keşfedilince, küçük yaşta Enderun'a(->) alındı. Mükemmel bir eğitimden geçti. Musikide Nefiri Ahmed Çelebi, Hafız Post ve Itrî'den faydalanmış olabileceği tahmin edilmektedir. Enderun' daki eğitiminden sonra sarayda kilâr-ı hassa nöbetçibaşılığına kadar yükselen Nazîm, genç yaşta önce Galata Mevlevîha-nesi(->) Şeyhi Arzî Mehmed Dede'ye, daha sonra Edirne Mevlevîhanesi Şeyhi Neşatî Dede'ye kapılanarak dil, şiir ve musiki bilgilerini ilerletme imkânı buldu.
Nazîm'in ilkgençlik yılları, Kumkapı meyhanelerinin mekân oluşturduğu iş-
ret âlemleriyle geçti. Tasavvufi eğilimleriyle bu hayattan çabuk sıyrıldı ve çok genç yaşında bestekârlığı ve hanendeliği ile büyük ün kazandı. Padişah huzurunda yapılan fasıllara katılarak takdir gördü. Geçimini daha iyi temin edebilmesi için kendisine verilen "meyve pazarbaşılığı" görevini ölümüne kadar sürdürdü. Dönemlerini yaşadığı beş padişah; IV. Mehmed (1648-1687), II. Süleyman (1687-1691), II. Ahmed (1691-1095), II. Mustafa (1695-1703) ve III. Ahmed'den (1703-1730) başka, Kırım Hanı I. Selim Giray tarafından himaye gördü. Bestekâr ve musiki bilgim Ali Ufkî Bey(->) de Nazîm'in arkadaşıydı. Uzun zaman Çatalca'daki Kadı Çiftliği'nde oturan Selim Girayla dostluğu, Nazîm'in üreticiliğine önemli etkide bulundu. Ayrıca aralarında Fazıl Ahmed Paşa, Amcazade Hüseyin Paşa ve Nevşehirli Damat ibrahim Paşa gibi önemli isimlerin de bulunduğu devlet adamları da Nazîm'in sanatını destekleyen şahsiyetlerdi.
Hayatının son yıllan Lale Devri'ne(->) rastlayan Nazîm'in bazı eserlerinde, yer yer bu devrin karakteristiğim yansıtan temaların işlendiği görülür. Bestelediği 500'den fazla eserin 300 kadarının güfteleri, çeşitli güfte mecmualarında kayıtlı olmasına rağmen, bu kadar çok eserden bugüne ulaşabilenlerin sayısı 10 kadardır. Klasik Türk musikisinin önemli bestekârlarından biri olduğu kadar, musiki ilmine de olağanüstü derecede vâkıf olan Nazîm, devrinin önde gelen hanendelerinden biriydi. Çok güzel ve tiz bir sese sahip olduğu kaynaklarda kaydedilmektedir. Nazîm, beste ve semai formunda eserler vermiştir. Mevlevî olmasına ve tekke eğitiminden geçmiş bulunmasına rağmen dini nitelikli eseri fazla sayıda değildir. Dindışı musikinin en büyük beste şekli olan "kâr" formunu da kullanmamıştır. Ba-yati makamından bestelediği 20'den fazla beste ve 10'dan fazla semaiyle bir rekorun sahibidir. Aynı makamdan ve aynı formlarda bu kadar çok sayıda eser bestelemiş bir başka musikici bilinmemektedir. Bugün kullanılmayan horasan makamından 4 beste ve 2 semai bestelediği bilinmektedir. Güftelerinin çoğu kendisine aittir. Nazîm'in birçok şiiri de Dellalzade İsmail Efendi(-0, Hacı Faik Bey(-0, Zekâi De-de(->) ve Kazasker Mustafa İzzet Efen-di(->) gibi bestekârlar tarafından bestelen-miştir. Muhayyer zencîr bestesi "Gönül düşüp hatt-ı gîsû-yi yârda kalmıştır" ve şehnaz eseri "Dîdem yüzüne nazır, nazır yüzüne dîdem", çok tanınmıştır. Nazîm, Divan şiirinde naat şairi olarak tanınır. Ayrıca Divan Edebiyatı'nda şarkı türünün de öncülerinden sayılır. Divan'ı basılmıştır (İst., 1841).
Nazîm'in, mezarının nerede olduğu bilinmemektedir. Beşiktaş'ta Muradiye Ma-hallesi'nde bir sokağa, bestekârın adı "Şair Nazîm Sokağı" olarak verilmiştir.
Dostları ilə paylaş: |