Hukuk kavrami



Yüklə 0,76 Mb.
səhifə2/9
tarix19.12.2017
ölçüsü0,76 Mb.
#35336
1   2   3   4   5   6   7   8   9

GÖRGÜ KURALLARI

Toplumsal yaşamda insanların başka insanlarla kurdukları gündelik ve sıradan ilişkilerinde uyulması gerektiğine inanılan belirli davranış kalıplarına görgü kuralları diyoruz. Aynen ahlâk kuralları gibi görgü kuralları da çağdan çağa, toplumdan topluma, bir toplum içinde sınıftan sınıfa veya kesimden kesime, köyden kente ve hatta insandan insana sürekli ve kesintisiz değişim gösteren kurallardır. Tabii ki, ahlâk kurallarına olduğu gibi görgü kurallarına da uyma zorunluluğu yoktur ve uymamak hukuken bir suç sayılmaz. Ancak toplum içinde genel görgü kurallarına uymayanlara cahil, bencil, kaba, saygısız ve benzeri sıfatlar takılır ve bu kişiler kınanır. Bir yanıyla, bu kurallar toplumun ulaştığı uygarlık düzeyini yansıtan bir gösterge de olabilirler. Gerçekten de, insanın bencil ve kaba düşüncelerinden ve bu düşüncelerinin yol açtığı davranış tarzlarından sıyrılarak başkalarına karşı ilişki ve davranışlarında duyarlı ve nazik olmasını ve diğergâm davranmasını ya da bugünlerde moda olan tabiriyle karşısındaki insanlarla empati kurmasını sağlar. Bu yanıyla bakıldığında görgü kurallarına da aynen ahlâk kuralları gibi söylenebilecek fazla bir söz yoktur. Fakat ahlâk kuralları gibi görgü kurallarının da insanlar arasında ayrım yaratmanın, insanlara ve onların inanışlarına ve değerlerine hakaret etmenin ve insanların birbirlerini ötekileştirmelerinin bir aracı olarak kullanılması – ki çoğu zaman böyle olmaktadır – savunulabilecek bir tutum değildir.
Görgü kurallarını öğrenmenin bir okulu yoktur. Görgü kuralları, bir toplumun ayrı bölgelerinde farklı olduğu gibi değişik uluslarda ve toplumlarda da farklılıklar gösterir. İnsanlar, toplum içinde bir arada yaşamak zorunda olduklarına göre, davranışlarında da göz önünde bulundurmaları gereken kurallar vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz. Hoşgörülü olmak; eleştiriyi yerinde ve zamanında yapmak; toplumun genel giyim-kuşam ve davranış kurallarına önem vermek; giydiği giysilerin mevki, yer ve zamana uygun olmasına özen göstermek; çağrılı olduğu düğüne düzgün bir kılıkla gitmek; başkalarını rahatsız edici davranışlardan sakınmak; yemek yerken başkalarını iğrendirecek davranışlardan kaçınmak; ziyaretlerinin kısa ve zamanlı olmasına özen göstermek; oturuş ve kalkışlarda hareketlere özen göstermek; gerektiğinde özür dilemesini bilmek; özel konuşma yapanların yanına gitmemek; uygun olmayan el şakaları ve sözlü şakalardan kaçınmak ve tanıştırıldığı kimseyle el sıkışmak gibi. Görgü kurallarının egemen olduğu bir alan da giyim kuşam alanıdır. İnsanlar, genellikle, bulundukları iklim şartlarına, çevrenin örf ve âdetlerine, bütçelerine ve modaya göre giyinirler. Toplumsal hayatın her alanında, her sosyal faaliyette, insanlar giyim kuşamlarıyla kabul görürler. Çalışanların işyeri şartlarını dikkate alarak giyinme zorunlulukları da vardır. Bir maden işçisinin, bir büro memurunun ve bir öğretmenin kıyafetinin farklı olacağı doğaldır. “Kıyafet aslında iyi bir tavsiye mektubudur” sözünden esinlenerek, insanlar karşı tarafa görgülü, zevkli, nazik, kültürlü ve ağırbaşlı vb. oldukları izlenimini verecek şekilde giyinmeye özen göstermeli ve aksi mesajlar verecek giyim ve kuşamdan kaçınmalıdırlar. Tabii ki, görgü kurallarının çok abartılmaması ve hoşgörünün esas alınması da hiç unutulmaması gereken bir ilkedir. Başkalarının inanç, davranış ve tutumlarına en az onların bizimkilere göstermelerini beklediğimiz ve istediğimiz saygı kadar saygı göstermeliyiz.
DİN KURALLARI
Toplumsal hayatı düzenleyen önemli kural dizgelerinden biri de din kurallarıdır. Din, en kısa tanımıyla, Tanrı’ya, doğaüstü güçlere ve çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren bir toplumsal kurumdur. Din kuralları bir yandan birey (kul) ile Tanrı, diğer yandan da bireylerin (kulların) kendi aralarındaki ilişkileri düzenler. Din kuralları, Tanrı tarafından konulmuş kurallardır ve bu nedenle, insanların bu kuralları değiştirme şansları ve olanakları yoktur. Sadece yorumlayabilirler, fakat bu yorumlama çabalarının ne gibi sonuçlara yol açtığını gösteren pek çok tarihsel olumsuz sonuç da bilinmektedir. Toplumun ve yaşamın sürekli değişen, gelişen ve yeniden doğan ve doğuran yapısına ve özniteliklerine karşın, din tamamen durağan bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bugün ilkel topluluklar olarak adlandırdığımız ilk toplumlarda, yani tarihin bilebildiğimiz ilk çağlarında, din kuralları ile hukuk kurallarının birbirine karıştığını, hukuk görevlerini (toplumu yönetme görevlerini) üstlenen kişilerin aynı zamanda dinsel görevleri de (büyücülük görevleri gibi) üstlendiklerini biliyoruz. Dinin hukuk üzerinde yüzyıllardır devam eden etkisinin kökeninde yatan etmenlerden en azından biri, belki de budur. Bugünkü gelişmiş dinlerin pek çoğu sihri kabul etmemelerine rağmen, günümüzde kendisini dindar olarak addeden insanların büyüler, sihirler ve adaklar yapıp arzu ve çıkarları için Tanrı’yı yönlendirmeye çalışmaları da bu sosyolojik gerçeğin halen devam eden bir kalıntısı olabilir mi?
Öncelikle, “din” sözcüğünün etimolojik kökenine bakarsak, “din Arapça bir sözcüktür. Dil bilginleri bu kelimenin Arapça “deynkelimesinden türemiş olduğunu kabûl etmektedirler. Deyn, "yükümlülük, belirli zamanda ödenmesi gerekli borç" anlamına gelmektedir. Bu tanımdan, dinin "Belirli zamanda ödenmesi gerekli borcun ödeme biçimini düzenleyen kurallar" olduğu gibi bir sonuç çıkartılabilir. Bununla birlikte, din kelimesi, zaman içinde, bu tanımı pekiştiren semantik anlam kaymalarına uğramış ve “örf, âdet, durum, itaat, hüküm, ferman, yönetme-yönetilme, îtikat, tapınma gibi anlamlara da çekilmiştir. Deyyân da din'den türemiş olup "hüküm sâhibi" demektir. Ayrıca din kelimesine, Kur'ân'da 13 yerde geçen yevmü-d din gibi özel bir deyimle cezâ ve hesaplaşma anlamları da yüklenmiştir. Din kelimesinin Lâtince karşılığı ise “religio kelimesidir. Bu kelimenin kökünün, etimolojik açıdan, iki kaynaktan geldiği ileri sürülmüştür. Bunlardan biri “relegere kelimesidir ve "itinâ ile muamele etmek", diğeri ise “religare”, yâni "bir şeye bağlı kılmak" demektir. Lâtince religio sözcüğü Tanrı’ya veya tanrılara dâir ve kutsallıkla ilgili; res divina Tanrılara hizmet; res publica ise devlete (Roma’ya) hizmet anlamlarına gelir. Ancak sözcüğün tam kökeni muğlâktır: ligare: bağlanmak / okumak / dikkatle gözden geçirmek / seçmek + re: tekrardan, yeniden.

Din kavramı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi websitesinde şöyle açıklanmakta ve tanımlanmaktadır: “Din, ilk insanla birlikte doğal olarak var olmuştur. İnsan var olduğu sürece de devam edecektir. Çünkü insanın yaratılışında, kendisini yoktan var edeni bilme, O’na inanma, bağlanma, kulluk yapma duygusu ve ihtiyacı vardır. …. İnsan, fıtratındaki bu duyguyla aklını kullanarak, yaratanının varlığını ve birliğini kavrayabilir. Ancak yaratıcısının, kendisinin mutluluğu için ondan neler istediğini, hangi davranışlarından râzı olup hangilerinden hoşlanmayacağını, kısacası O'nun hoşnutluğunu nasıl elde edeceğini, bunun yanında, sınırlı olarak yaratılmış bulunan insan aklının, mücerred düşünmekle ulaşamayacağı birtakım soyut mes’eleleri bilemez. İşte sınırlı olarak yaratılmış bulunan insan aklının, tek başına çözemeyeceği bu tür mes’elelerin cevabını ancak hak din verebilir. Bunun için Allah, insanlar içinden peygamber görevlendirerek onlar aracılığıyla insanları dünya ve âhirette mutluluğa ulaştıracak esasları insanlara bildirmiştir. İşte Allah’ın Peygamberleri aracılığıyla akıl sâhiplerine gönderdiği, onları kendi irade ve seçimleriyle doğruya ve mutluluğa ulaştıran bu hayat düzenine din denir. Dinî kuralların koyucusu Yüce Allah’tır. Peygamberler dâhil hiç bir kimsenin din koyma yetkisi yoktur. Peygamberler, dinî hükümleri tebliğ etmekle yükümlüdürler. Tarih boyunca insanların din olarak ortaya koydukları birtakım ilke ve kurallar hiçbir zaman hak din niteliği taşımaz. Vahye dayanmayan yâni bir peygamber tarafından tebliğ edilmemiş olan bu gibi sistemler, insanlığı maddî ve manevî bütün yönleriyle kuşatıcı özelliğe sâhip olamaz. Bunun yanında asılları vahye dayanmakla birlikte, temel ilkeleri korunmamış ve zaman içinde asliyetini yitirip bambaşka şekiller alarak bozulmuş dinler de vardır.”

Bu tanımlama, aslında dinsel inanışların otokratik düşüncelere ne kadar kolaylıkla ve rahatlıkla kayabileceklerinin çok güzel ve çarpıcı bir örneğidir, çünkü dünyada yaşamış veya yaşamakta bulunan, İslâm haricinde 5000 civarındaki “öteki” dini bâtıl saymakta, sadece bir tanesini tek ve gerçek olarak dayatmaktadır. Tabii ki Müslümanlar için hak din İslâm’dır, ama “ötekilerde” de aynı inanışın ve düşüncenin olabileceği neden kabul edilmemektedir?

Dinin soyut kavramı, Batı'da, önce Roma İmparatorluğu'nda biçimlenmeğe başlamıştır. Romalıların bu amaçla kullandıkları religio kelimesi de sonradan bütün Hıristiyan dünyasının malı olmuştur. Cicero (M.Ö.106–43), religio için: "Bir kimsenin lâyık olan her varlık ve özellikle de ilâhî bir varlık karşısında kendi derûnunda duyduğu bağlılık ve saygı" tanımını veriyor ve bu kişinin bağlılık ve saygısının da toplumun bu konudaki örf ve âdetine uygun olarak gelişen âyinlerine (ritüellerine) katılmasında ortaya koyduğu özen sâyesinde ortaya çıktığını ifâde ediyordu.

Bu tanıma göre, otantik sayılabilecek bir dinden söz edebilmek için, en azından:


  1. İnsanların derûnlarında kendisine karşı bağlılık ve saygı duymaları gereken ve kâbına asla varılamayacağına, ona benzer ya da eş olunamayacağına inanılan bir (ya da birkaç) Varlık mevcut olması;

  2. Bu bağlılık ve saygının da bir çeşit ritüel aracılığıyla gösterilmesi ve kalıcı ve sürekli bir biçimde açığa vurulması;

  3. Söz konusu saygıdan ve ritüellerden sapmaların ise A) yasak (harâm ya da tabu) olması ve B) cezalandırılması

gerekir.

Bunlar, en ilkel din şekli için gerekli olan asgarî şartlara işaret etmektedir. Kişilerin derûnlarında bağlılık ve saygı duydukları bu Varlık, dinî tezâhürün türüne göre, ya somut olarak maddî bir nesneyle temsil edilebilmekte, ya da maddî bir şeyle temsil edilmesi mümkün olmamaktadır. Birinci hâlde bu temsil genellikle put adını alır. Totem de bir çeşit puttur. İkinci hâl söz konusu olduğunda, ilkel dinlerde, bu simge, animistlerde Anima, Malinezya'da Mana, Kuzey Amerika'da Algonkin yerlilerinde Manitu, Irokuva yerlilerinde Orenda, Lakota yerlilerinde ise Vakan adını almaktadır.

Gerek etimolojik anlamı gerekse sosyolojik olgusu bakımından bir dinî tezâhür'un ortaya çıkabilmesi için, demek ki, en azından:


  1. İnsanların kendi derûnlarında olağandışı bir saygıyla bağlı oldukları bir ya da birkaç varlığı kabul ve teşhis etmiş olmaları (îmân),

  2. Bu varlık ya da varlıklar karşısında kendilerini bir takım özel tutum ve davranış biçimlerine uymaya zorunlu hissetmeleri (ritüeller) ve

  3. Bu özel tutum ve davranışların (ritüellerin) kalıcı bir örf ve âdet hâlini kazanmış olması (şerîat) ve

4.  Bunlardan sapmalara da belirli bir ceza sisteminin uygulanması (günahların cezalandırılması).

gereklidir.

Bu şartlar din sosyolojisi açısından en ilkel din türünü karakterize eden şartlardır. Câhiliyye dönemindeki Arapların Lât ve Uzzâ gibi putlara karşı tutumları da işte bu anlamda ilkel bir dinî tezâhürdü. Onlar da bu putlara, kendilerine saygıyla bağlı olunması gereken varlıklar olarak îmân ediyorlar; onlara olan saygılarını zaman zaman yiyecekler sunmak, bunların muhafaza edildikleri binayı (Kâbe'yi) çırılçıplak, bağırarak ve el çırparak tavaf etmek ve bu ritüeli yılın belirli zamanlarında daha şatafatlı bir biçimde tekrarlamak sûretiyle gösteriyorlardı. Bunlara karşı çıkan Müslümanlara ise cemiyetten tecrid etme ve ambargo cezası uygulanmaktaydı. Pasifik adalarında ve Kuzey Amerika'daki yerlilerin köylerinin girişine yerleştirdikleri kabile totemlerine karşı saygı dolu tutumları da böyle bir ilkel dinî tezâhür kapsamı içindedir.

Daha gelişmiş dinî tezâhürlerde, söz konusu ilkel dinî tezâhür türünden farklı olarak, bir doktrin ile birlikte dinî kurumların da ortaya çıktığını görmekteyiz. Doktrin, en azından, saygı duyulan, yani Tapınılan Varlık ile müminler arasındaki ilişkiyi düzenleyen ve bir takım yasakları ve yaptırımları ve hatta ceza ve mükâfatları da içeren "norm koyucu" bir inanç (îmân) sistemi olarak ortaya çıkmaktadır. Dinî kurumlardan kastedilen ise, başta söz konusu dinin sâliklerine bu doktrini açıklamakla yükümlü olan ruhban sınıfı ile bu doktrine bağlı olarak kurulan ve dindarların toplantılarını ve tapınmalarını organize eden, dinin yayılmasına ve korunmasına yardım eden kurumlar kastedilmektedir.

Söz konusu ilkel dinlerde bu inanç sisteminin emirlerine uymamak bir yana, bunları tahlîl etmek ve eleştirmek dahî yasaktır ve mutlaka beşerî bir cezayı gerektirmektedir. Bu cezalar ilkel kavimlerde dayak ya da vücûda başka türlü maddî zarar vermekten tutun da hürriyeti kısıtlamaya, cemiyetten atılmaya, işkenceye ve hattâ ölüm cezasına kadar gidebilmektedir.

En gelişmiş dinler, insanların kendi kendilerine bazı kişi ya da nesneleri put olarak tapınma aracı kabul etmelerinden çok farklı olarak, idrâkin çok ötesinde kalan ve maddî emsâli bulunmayan tek ve aşkın bir Yaratıcı Varlık tarafından seçilmiş bazı kimselerin (Peygamberlerin) bu Varlık'dan çıkan ilâhî vahyi herkese alenen açıklamalarıyla ortaya çıkmıştır. Bu Varlığa Allah ve ilâhî direktiflerin toplu olarak sunulduğu kitaba da Semâvî Kitap denilmektedir. Bu kabil dinlerin en belirgin özellikleri:



  1. Dünya hayatına bir düzen getiren,

  2. Müminlerin: A) Allah'a, B) insanlara, C) diğer varlıklara karşı sorumluluklarını belirleyen ve

3.  Bu sorumlulukların yerine getirilmesi ya da getirilmemesi hâlinde ölümden sonra başa gelebilecek olan olayları açıklayan "norm koyucu"

bir ahlâk sistemi olmalarıdır.5


Din kuralları ile hukuk arasındaki ilişkiye tekrar dönersek, dinin bir yanıyla Tanrı’nın (Varlık) yüce iradesi karşısında alçak gönüllülükle onu kabullenmeyi ve ona itaat ve ibadet etmeyi öngören, bunu aslında herhangi bir talep veya çıkar için de değil, sadece yüreklerin arınması, saf ve berrak bir ruh sahibi olmak için gerekli gören ve bu amaca ulaşmak için tutulması gereken yolları (ritüeller, sevap, ibadet) düzenleyen bir inanç sistemi olduğu, fakat diğer yanıyla da dünya hayatını düzenlemeyi hedefleyen, bu özel tutum ve davranışları kalıcı örf ve âdet kuralları (şerîat) haline getiren ve bunları tüm insanlara teşmil eden ve bunların yerine getirilmemesi halinde cezalar (günah) da öngören bir inanç sistemi olduğu açıktır. İşte, din kurallarının hukuka müdahale ettiği alan da dinin bu ikinci yanıdır. Peki, dinin bu alana da girmesinin nedeni ne olabilir? Çünkü her dinde bireyin ölüm ötesi yazgısının onun bu fani dünyadaki davranışlarına bağlı olduğu kabul edilmektedir. Başka bir deyişle, insanın öldükten sonra ona vaad edilen sonsuz mutluluğa ulaşabilmesi için bu dünyada öteki insanlarla ve hatta devletle olan ilişkilerinde belirli davranış kurallarına uyması ve ödevlerini yerine getirmesi ve günahlardan sakınması gerektiğine inanılmaktadır.
Eski Çağ Site Devletlerinde, Orta Çağ Hıristiyan Devletlerinde ve İslam Devletlerinde hukuk ile din arasında bir ayrımın söz konusu olmadığı, hukuka verilen tek görevin dince yasak sayılan eylemleri ve dinin buyurduğu görevleri tekrarlayıp örgütlemekten ibaret olduğu bilinmektedir. Hukukun dinin emrine girdiği, dinle bütünleştirildiği bu anlayış teokratik devlet yapısını doğurmaktadır. Teokratik devlet kuramı, devletin Tanrı’nın iradesine dayandığı temel tezine dayanır. Bu tezin ikinci önermesi de, devletin siyasal örgütlenmesinin temelini oluşturan hukuk kurallarının da Tanrı’nın iradesinin bir yansıması olduğudur. Bu anlayışa göre, insanlar, sadece bu kurallara saygı gösterip uymak zorunda olan ve bu kuralları değiştirmeyi bir kenara bırakın, sorgulama hakkı bile bulunmayan “pasif” özneler, yani kullardır.
Bu durum, yaşamın ve toplumun değişmesiyle değişmek zorunda olan hukuk sistemini de tamamen durağan hale getirmekte, değişmesini ve gelişmesini engellemektedir. Hukuku dinin egemenlik alanlarından biri olarak gören teokratik devlet anlayışına göre, bir yanıyla, din, Tanrı buyruklarını düzenleyen bir dizgedir ve hukuk da onun hizmetkârıdır. Tanrı buyruklarının insanlarca değiştirilmesi ve hatta tartışılmasının bile olanaklı olmadığını ve “günah” sayıldığını düşünürsek, hukukun değişme ve gelişme olanağı tamamen yok edilmektedir. Oysa hukuk, eşyanın doğası gereği, toplum düzenini koruyabilmek, sürdürebilmek ve yönetebilmek için toplumdaki, ekonomideki, sanayi ve ticaretteki ve bir bütün olarak yaşamdaki değişimlere ayak uydurmak ve bunun için de esnek ve değişken olmak zorundadır. Hukuk kuralları, toplumun gelişme düzeyine, örgütlenme biçimlerine ve siyasal, ahlâki ve kültürel değerlerine göre değişebilmelidir. Üstelik teknoloji ve bilim de sürekli gelişmekte ve insanların önüne pek çok yenilikler sunmaktadır. Hukukun tabii ki bunlara da ayak uydurabilmesi gerekir.
Hukukun dinin egemenlik alanına sokulmasının bir başka sakıncası da, bireylerin düşünce ve vicdan özgürlüklerinin engellenmesidir. İnsanlık tarihi, bir açıdan, belli bir dine veya mezhebe mensup olanların kendi dışlarındaki tüm dinlere ve mezheplere baskı ve şiddet uygulamalarının ve insanların din ve mezhep gibi sebeplerle birbirlerini kıymalarının ve öldürmelerinin bir tarihi de değil midir aslında? Bu kıyamların ve savaşların altında tabii ki başka sosyal ve ekonomik sebepler de bulunabilir. Ancak bugün bile insanların birbirlerine dinleri veya mezhepleri sebebiyle kin ve öfke duyabildiklerini göz önüne alırsak – üstelik binlerce yılın kötü deneyimlerine ve pek çok kötü örneğe rağmen – hukuktaki dinsel egemenliğe sadece bu nedenle bile karşı çıkmanın haklı ve insani temelleri olduğunu görürüz. Tarihten sadece bir iki örnek vermek gerekirse, Engizisyon mahkemelerinden ve Kerbela olayından söz edebiliriz.
HUKUK KURALLARI
Bir yanda hukuk kuralları ile diğer yanda ahlâk, görgü ve din kuralları arasında temel ayrım noktası nerededir? Diğer pek çok soru gibi, aslında bu sorunun da her derde deva kesin bir yanıtı yoktur. Fakat pragmatik bir yaklaşımla şu yanıt verilebilir: Hukuk, insanların dış dünyaya yansıyan davranışlarıyla ilgilenir. Bu davranışlar, birisini silahla yaralamak, bir malı teslim almak veya evlenmek gibi olumlu maddi eylemler (yapma fiilleri) olabileceği gibi, bir görevi ifa etmemek veya borcunu ödememek gibi olumsuz maddi eylemler (yapmama fiilleri) ya da bir sözleşmenin kurulması için gereken irade beyanında bulunmamak gibi tutumlar da olabilir. Peki, hukukun tüm bu konuları düzenleyen kurallarına ve hükümlerine uymazsak ne olur? Hukuk kurallarına aykırı tüm davranışların ve ihlâllerin örgütlü ve sistemli bir biçimde devletin zorlayıcı gücüyle karşılaşması öngörülmüştür. İşte, devletin karşımıza çıktığı ilk nokta burasıdır. Devletin zorlayıcı gücü önermesi, hukukun sihirli anahtarıdır ve hukuku diğer toplumsal kuralların tümünden ayıran temel kıstastır. Bir başka deyişle, hukuk kurallarına uyup uymamak, kişilerin elinde ve iradesinde olan bir seçim veya takdir konusu değildir.
Oysa madalyonun öteki yüzüne baktığımızda, ne ahlâk, ne görgü, ne de din kurallarında bu kurallara aykırı davrananların karşısına devlet çıkmamaktadır ya da en azından böyle olmalıdır. Örneğin, din kurallarına uyup uymamak, insanın din karşısındaki tutumuna ve duruşuna göre kendi kararıyla belirleyeceği bir seçim konusu olmalıdır. Hele ki, laik bir devlette, devletin zorlayıcı gücünün bu konuda hiçbir biçimde devreye girmemesi gerekir.
Ahlâk ve görgü kurallarında da aynı durum söz konusudur. Ahlâk kurallarına uymayanlara “ahlâksız”, görgü kurallarına uymayanlara “görgüsüz” damgasının vurulması sadece bu damganın vurulduğu kişileri, belki bir de başka insanlara bu tip damgaları vuran insanları ilgilendirir. Devleti asla ve kesinlikle ilgilendirmez. Başkalarına bu damgaları vuran insanların tek yaptırımı ise, ahlâksız ya da görgüsüz kabul ettikleri kişilerle kişisel ilişkilerini kesmek olabilir. Hepsi, o kadar! Devletin hiçbir yaptırımı bu konuyla ilgili değildir ve olamaz da…
Diğer toplumsal davranış kurallarına uymayanların çevrelerinden “kınama”, “ilişkiyi kesme”, “selam vermeme” veya “arkadaşlık kurmama gibi resmi olmayan toplumsal tepkiler görmeleri ya da vicdanlarında rahatsızlık duymaları gibi sonuçlarla karşılaşmaları olasıdır. Oysa öte yanda hukuk kurallarına aykırı davrananların karşısına devlet ve devletin zorlayıcı gücü çıkmaktadır. Bu zorlayıcı güç, devletin yetkili organlarının kişiler üzerinde fiziksel güç kullanmasını, insanları hapsetmesini, mallarına el koymasını ve bunun gibi başka fiziksel ve maddi müdahaleleri de içermekte ve kapsamaktadır. İşte, yaptırım (müeyyide) kavramıyla tam bu noktada karşılaşırız. Yaptırım kavramı, geniş anlamıyla şöyle tanımlanabilir: Sosyal hayatın bir düzen içinde olması için kişilerin gerek birbirleriyle gerek toplumla olan ilişkilerinde uyacakları birtakım kuralların varlığı zorunludur Kişiler sosyal hayattaki ilişkilerinde bu kuralların koymuş olduğu emirlere ve yasaklara uymak zorundadırlar Aksi halde, bir takım tepkilerle karşılaşırlar Bu tepkiye yaptırım (müeyyide) denir. Ancak bu tanım, sadece hukuk kurallarına değil, din, ahlâk ve görgü kurallarına aykırılıkta da bir bütün olarak toplumun bireye gösterebileceği tepkileri kapsamaktadır ve bu nedenle ayırt edici güce sahip değildir. Bu nedenle, yaptırım kavramını biraz daha dar yorumlamakta fayda vardır. Yaptırım, bu dar anlamıyla, hukuk kurallarına aykırı davrananların devlet adını verdiğimiz bir üstün mekanizmanın tepkisiyle karşılaşmaları ve devletin fiziksel müdahalesine ve zorlayıcı gücüne muhatap olmaları olarak tanımlanabilir. Tanımı tersinden okursak, pekâlâ şunu da söyleyebiliriz: Bir toplumsal davranış kuralına aykırı davranıldığında devletin zorlayıcı gücü devreye giriyor ve müdahale ediyorsa, o kural bir hukuk kuralıdır.
Peki, hangi toplumsal davranış kurallarına aykırılıkta devletin müdahale edeceğine, hangisinde müdahale etmeyeceğine ya da bir başka deyişle, hangi toplumsal davranış kurallarının hukuk kuralı olacağına, hangisinin olmayacağına kim, hangi etkenleri dikkate alarak, neden ve nasıl karar vermektedir? Bu soru da yanıtı çok karışık olan sorulardandır. Hiç dolambaçlı yollara sapmadan kolayca verebileceğimiz yanıt, “devlete egemen olan hukuk anlayışı” yanıtıdır. Bunun en güzel örneği, zina konusudur. Adam öldürmek ve hırsızlık gibi bazı eylemler, hemen hemen her yerde ve her zaman suç sayılmasına rağmen, zina gibi bazı eylemler toplumların her evresinde, her yerde ve her zaman suç sayılmamışlardır ve sayılmamaktadırlar. Devlet, insanların yatak odasına girmeli midir? Girmeli ise, hangi gerekçeyle? Bu gerekçe “kutsal” sayılan aileyi korumak olabilir mi? Kutsal aile kavramı böyle korunabilir mi? Bu suçun tek yaptırımı boşanmak mı olmalıdır, yoksa daha da ileri gidip zina yapanları hapse atmak mı ve hatta recm etmek mi gerekir? Recm edilecekse, hem erkek hem de kadın mı recm edilmelidir, yoksa sadece kadını recm etmek kutsal aile yapısını koruyabilir mi? Peki, neden sadece erkek değil?
Bir insan toplumunun gelişme düzeyi, ekonomik ve sosyal yapısı, siyasal rejimi ve ekonomik sistemi ne olursa olsun, her toplumun belirli hukuk kurallarına ve bu hukuk kurallarının bütününü oluşturan bir hukuk düzenine sahip olduğu bir gerçektir. Latince özdeyişte de söylendiği gibi, “ubi societas ibi ius” (toplum olan yerde hukuk da vardır)…
Hukuk kurallarının ortak nitelikleri nelerdir:
(a) Her hukuk kuralı bir değer yargısına dayanır. Hukuk toplumdaki olayları ve gelişmeleri değerlendirir ve gerekli gördüklerini hukuk kuralı (normu) biçimine getirir.
(b) Hukuk kuralları genelde insan davranışlarını ve bazen de doğa olaylarını düzenler.
(c) Hukuk kuralları çoğunlukla olumlu ya da olumsuz buyruklar getirir. Bazen izin verir, bazen yasaklar.
(d) Hukuk kuralları soyut, genel, kişilerden bağımsız ve sürekli niteliktedir. Herkese uygulanır. Soyut olması, kuralın belli ve tek bir olaya değil, aynı nitelik ve koşullardaki tüm olaylara uygulanabilmesi anlamına gelir.


  1. Hukuk kuralları yaptırıma dayanır. Hukuk kuralına uygunluk kamusal güçle sağlanır.

HUKUK KURALLARINA AYKIRILIKLAR VE BUNLARIN YAPTIRIMLARI

Hukuk kuralları değişik biçimlerde çiğnenebilir.
Örneğin, ceza kanunlarında açıkça tanımlanan ve nitelikleri sayılan adam öldürme, hırsızlık, hakaret gibi eylemler “suç” olarak nitelendirilir. Kanunda suç olarak tanımlanan eylemlere uygulanan yaptırımlara ise “ceza” diyoruz. Suç, ceza kanunlarında tipe uygun, hukuka aykırı ve kusurlu insan davranışı olarak tanımlanır. Ceza ise, suç karşılığında uygulanan yaptırımdır.
Sözleşmeden doğan belirli bir yükümlülüğün zamanında ve gereği gibi yerine getirilmemesi de hukuk kurallarına aykırılıktır, fakat bir suç sayılmaz. Bu durumda kişiye uygulanacak yaptırım da ceza değildir. Bu durumda, ilgili taraf sadece hukuk yoluyla ifaya zorlanabilir ve ödence (tazminat) ödemeye mahkum edilebilir.
Yalnız gerçek kişiler değil, tüzel kişiler de hukuka aykırı davranışlarda bulunabilirler. Örneğin bir şirketin sözleşmesel yükümlülüklerine uymaması halinde de, hukuka aykırı bir davranış söz konusudur ve ona da yaptırımlar (ifaya zorlamak, tazminat gibi) uygulanır.
Hukuk kuralları sadece belirli yasaklar getiren davranışlar değildir; aynı zamanda, kişilerin hak ve özgürlüklerini kullanmaları için uygun ortamı sağlamayı da hedeflerler. Hukuk kurallarının bu iki yönü birbirlerinden ayrılamaz. Örneğin, insan öldürmeyi cezalandıran hukuk kuralı yaşam hakkının; hırsızlığı suç sayan hukuk kuralı mülkiyet hakkının; haberleşme özgürlüğünü güvenceye alan hukuk kuralı ise haberleşmenin gizliliği hakkının güvencesini oluşturur.
Nasıl hukuk kurallarına uyulmasını, aykırı davranışların engellenmesini ve cezalandırılmasını sağlamak devletin görevi ise, hukuka aykırı davranışlara uygun yaptırımları uygulamak da devletin görevidir ve onun yetkisindedir. Ancak ileride ele alacağımız hukuk devleti kavramı devletin kendisinin de hukukun sınırları içinde kalmasını gerektirir. Hukuk devletinin temel kıstası hukuka öncelikle kendisinin saygılı olmasıdır. Suçları caydırmak, cezalandırmak ve önlemek için bile olsa hukuk devleti hukukun sınırları dışına çıkamaz.
Çağdaş hukukta, devletin başat görevi her alanda ve her konuda hukukun üstünlüğünü ve egemenliğini sağlamaktır. Devlet bunu yapamazsa ve devlet yetkisini kullanan kişiler hukukun dışına çıkarlarsa, bu kişileri de mutlaka cezalandırmak gerekir ve bunun yanı sıra, bu kişilerin her türlü hukuka aykırı eyleminden devletin kendisi de sorumlu tutulmalıdır. Bu tip eylemlerin de devletin bağımsız mahkemelerinde yargılanması ve cezalandırılması hukuk devletinin gereğidir.
Buna ek olarak, devletlerin hukuka aykırı davranışlarını yargılamaya yetkili olan ve gücünü uluslararası antlaşmalardan olan “uluslararası” yargı organları da vardır. Örneğin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi.


Yüklə 0,76 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin