Bir teori, onu yanlışlayabilecek mümkün bir deney yoksa bilimsel sayılamaz.
“Su, 100 °C’de kaynar” hipotezini yanlışlayabilecek testler yapmak, sınamak olanaklıdır. Keza “bir ışık ışını, uçak aynasından yansıdığında, geliş açısı yansıma açısına eşittir”de öyle. Bir yasa yahut teori, ne kadar iddialı olursa evren hakkında daha kapsamlı tezler öne sürmekte ve bu yüzden de yüksek derecede yanlışlanabilme imkânı vermektedir. Yeter ki daha sonra fiilen yanlışlanmamış olsun. Bunun da teorilerin açık ve kesin biçimde ifade edilmeleri gerektiği yolunda bir sonucu vardır. Yanlışlamacı, ışık hızının bir vakum içinde saniyede 299.8X10 6metre olduğu tezini, saniyede yaklaşık 3000X106olduğu yolundaki daha az kesin teze daha fazla yanlışlanabilir olduğu için tercih edecektir.
Tek bir çürütücü örnek, bir teorinin yanlış veya yetersiz olduğunu göstermeye yeter. Bütün kuğular beyazdır dediğimde tek bir siyah kuğu gözlemi, teorimi çürütmeye fazlasıyla yeter. Yanlış olduğu gösterilen teori bir tarafa bırakılır ya da en azından yeniden gözden geçirilerek, değişikliğe uğratılır. Böylece bilim, teori ve bilimsel kanunların doğru olduğunu kanıtlamak yerine yanlış olduğunu göstermeye çalıştığı takdirde gelişir. Eğer ben bir taşı yere düşürerek Newton’un teorisini doğrularsam bilime katkıda bulunmuş sayılmam. Halbukiiki cisim arasındaki çekimin, cisimlerin sıcaklıklarına bağlı olduğunu ima eden ve Newton’un teorisini yanlışlayan spekülatif bir teoriyi doğrularsam bilime önemli katkıda bulunmuş olurum. Bilimsel bilgi süreci, bilgi dağarcığımızdan yanlış bilgilerin ayıklanması biçiminde işlemektedir. Bir zamanlar öne sürülmüş teoriler, gözlem ve deney tarafından acımasız şekilde test edilmelidir. Bu testlere karşı koyamayan teoriler elenerek yerlerine daha spekülatif (yeni) varsayımlar konmalıdır. Bilim, deneme ve yanılmalarla ilerler ve yalnızca en güçlü teoriler ayakta kalır. Bir teorinin doğru olduğu hiçbir şekilde meşru olarak ileri sürülemezken önceki teorileri yanlışlayan testlere direnmeye muktedir olması anlamında daha iyi ve güçlü olduğu ileri sürülebilir.
Yanlışlamacılığın Eleştirisi
a.Tarihsel hakikatlere aykırılığı: yanlışlamacılık, bilim tarihindeki önemli gelişmelerin hemen hiçbirini yeterince açıklayamamaktadır. Kopernik devrimini yani güneşin evrenin merkezinde olup dünyanın ve diğer gezegenlerin onun çevresinde döndüklerinin kabulünü ele alalım. Yanlışlayıcı örneklerin mevcudiyeti olgusu, alanın büyük şahsiyetlerini, hipotezlerini reddetmeye sevk etmemiştir. Teori, fiziğin yüzyıllar süren gelişmesinden sonra ancak gözlemler karşısında tam ve gereği gibi test edilebilmiştir. Aynı şekilde Newton’un teorisi de ayın yörüngesine ilişkin olarak, teorisinin kamuoyuna açıklanmasından hemen sonra gerçekleştirilen gözlemler tarafından açıkça yanlışlanmıştı. Oysa yanlışlayıcı bu gözlemlerin yanıltıcı oldukları ancak epey bir süre geçtikten sonra anlaşılmıştır. Bu aşikar çürütmeye rağmen Newton ve diğerleri yerçekimi teorisine bağlı kaldılar ve bunun bilimin gelişmesine olumlu katkıları oldu. Hâlbuki Popper’in yanlışlamacı bilim modeline göre Newton’un teorisinden yanlışlanmış olduğu gerekçesiyle çoktan vazgeçilmiş olması gerekirdi. Bu iki örnek, yanlışlamacı bilim teorisinin bilimin fiili tarihine her zaman uygun düşmediğidir. Bilimsel teorilerin nasıl aşıldığı doğru açıklayabilmek için en azından düzeltilemeye muhtaçtır[15].
Bundan da anlaşılıyor ki bir teori nihai olarak yanlışlanamaz. Çünkü hatalı tahminlerin sorumlusu, teste tabi tutulan teori dışındaki bir unsur olabilir. İşte astronomi tarihinden bunu açıkça ortaya koyan örnekler. Newton teorisinin, Uranüs gezegeninin yörüngesiyle reddedilmiştir. Uranüs gezegeninin hareketiyle ilgili ondokuzuncu yüzyıl gözlemleri, Uranüs yörüngesinin tahmin edilen yörüngeden önemli ölçüde saptığını gösterdi. Bu durum Newton teorisi için problem ortaya çıkarıyordu. Uranüs civarında daha önce keşfedilmemiş bir gezegen bulunduğu öne sürüldü. Uranüs ile varsayılan gezegen arasındaki çekim, Uranüsün yörüngesindeki sapmanın nedeni sayıldı.
c. ANALOJİ
Diyelim ki elimizde x gibi ortak bir özelliği paylaşan A ve B gibi iki nesne var. Ayrıca A’nın , “y” gibi başka bir özelliği daha olduğunu biliyoruz. İşte iki nesne arasındaki daha önceki benzerliğe bakarak B’nin de, “y” özelliğini taşıdığını düşünmemiz, analoji yoluyla akıl yürütmenin esasını oluşturur.
ÖRNEK: Elçin ve Yalçın’ın ikisi de solak, çok güzel resim yapıyorlar. Elçin’in bir özelliğini daha biliyoruz. Renkler içinde en çok kırmızıyı sevmekte. O halde Yalçın da kırmızıyı sever diye düşünebiliriz.
O halde analoji; iki şey veya olay arasındaki benzerliğe dayanarak bunlardan birisi hakkında verilen hükmü diğeri hakkında da vermektir. Görünen ve bilinen benzerliklerden, görünmeyen ve bilinmeyen benzerlikleri ortaya çıkartmaktır. Örneğin;
Dünya gezegeninin atmosferi vardır ve üzerinde canlı yaşar.
Merih’te de atmosfer vardır.
O halde Merih’te de canlıların bulunması gerekir.
ORTAK ÖZELLİKLERİN SAYISI NE KADAR FAZLAYSA SONUCUN DOĞRU OLMA OLASILIĞI O KADAR ARTAR.
ANCAK ORTAK ÖZELLİKLERİN ÇOK OLUŞU, SONUCUN DOĞRULUĞUNU İSPATLAMAYA YETMEZ.
Tümevarımda tekil olgu ve nesneler için saptanmış olanın, o olgu ve nesnelerin bütünü için de doğru sayılmasıdır. Yani bir genellemeye gidilmiş olmasıdır. Oysa analojide bir genellemeye gidilmez. Bazı olay, olgu veya nesnelerden öbür bazı olgu, olay ve nesnelere gidilir ve varılır. Analoji, benzerden benzerliği, tümevarım ise tikelden tümeli çıkartır.
TÜMEVARIMDA TİKELDEN TÜMELE, ANALOJİDE İSE TİKELDEN TİKELE VARILIR.
Analojide dört tane unsur bulunur. Bunlar;
-
Benzetilen: Yukarıdaki örnekte “Merih”.
-
Kendisine benzetilen. “Dünya”.
-
İllet/neden: Bu ikisi arasında bulunan ortak anlam yani örnekte “Atmosfer”.
-
Benzetme/hüküm: “Canlı bulunması”.
f. SEZGİ YÖNTEMİ
Sezgiciler, deneyciliğin ve akılcılığın ötesine geçerek doğru bilginin sezgiyle bilinebileceğini öne sürerler. Akıl ve deneyin bilgiyi sınırladığını ve gerçek bilgiyi veremediğini düşünerek bilginin alanının daha geniş olduğunu kabul ederler. Doğru bilginin ölçütünü, akıldan daha üstün olan sezgiye yüklerler. Zira sezgi, aracısız olan doğrudan bilgiyi, onu kavramaya çalışana yine aracısız olarak verir. Böylece sezgiciler, kesin ve apaçık bilginin sezgisel olduğunu varsayan bir bilgi kuramı geliştirmeye çalışmışlardır.
Sezgi; bilginin süjesiyle(insan, akıl), bilginin nesnesi (obje) arasında doğrudan, aracısız kurulan ilişkiye verilen addır. Sezgi, öznenin nesne ile birleşip hakikatı bulmasıdır. Sezginin, nesne hakkındaki doğrudan ve aracısız bilgi edinme yöntemi olduğu hakkındaki tanım eleştirilmektedir. Sezgi yöntemi aslında akıl-deney sentezidir. Deney birikiminin, rastlantısal olarak veya bilgi dağarcığının dolması sonucu aniden kendini göstermesinden başka bir şey değildir. Başka bir anlatımla Arşimet’in “evreka”sı, bilim adamının o sözü söyleyerek hamamdan fırladığı güne kadar yaptığı deneylerin, o yönde yoğunlaştırdığı ussal çalışmaların aniden sonuçlanmasının deyimidir.
Ayrıca sezgi yöntemi aslında aklın bir operasyonudur. Fakat klasik akılcılıkta olduğu gibi bir yargıdan diğerine mantıksal bir yol izlenmemekte, bilinç doğrudan doğruya nesneyi algılamaktadır.
5. MANTIK
Mantık; Arapçada “söylemek, konuşmak, dile getirmek” anlamına gelen nutukkökünden türeyip dilimize geçmiştir. Batı dillerindeki karşılığı olan logos; akıl, düşünme, yasa, düzen, söz anlamlarını içerir. Mantık; düşünmenin, doğru akıl yürütmenin, doğru sonuçlara ulaşmanın şart ve kurallarıyla meşgul olan bir disiplindir. Mantık konuları; önerme, kavram, çıkarım sıralamasını izler. Mantığın kendisi bilgi üretmez ama mantık süzgecinden geçmemiş bir şey de bilgi haline gelmez. Önermeler bahsine geçmeden önce mantık yasalarına bakalım.
5.1.MANTIK YASALARI
Antik Yunan felsefesi düşünürü Aristoteles tarafından sistemleştirilen bu mantık ilkeleri, akıl için evrensel ve zorunludurlar. Evrensel oluşları, her renk, her çağ ve her coğrafyanın insanı için geçerli olmalarından; zorunlulukları ise bunlara riayet etmeyen zihnin bir şey ortaya koyamaması, kendisini ifade edememesi ve bir türlü anlaşmayı sağlayamamasından dolayıdır.
a. ÖZDEŞLİK: Özdeşliği ancak öbür bilinen ve kendisine yakın kavramlar karşısındaki sınırlarını çizmeye çalışarak aydınlatabiliriz. Bir kere özdeşlik, eşitlik demek değildir. Eşitlik, benzerliğin bir sınır durumudur. Benzerlik ise iki ayrı şey arasındaki bir ilişkidir ve iki ayrı şeyin değişik oranlarda ortak özelliklere sahip olması durumudur. Ortak özelliklerin sayısı arttıkça iki ayrı şey arasındaki benzerlik de artar. Bu durumda eşitlik, benzerliğin bir sınır durumu olarak iki farklı şey arasındaki tüm özelliklerin ortak olması durumudur. Oysa özdeşlik, iki ayrı şey arasındaki bir ilişki değil bir şeyin kendisi olmasıdır. Bu nedenle benzerler eşit olabilir ama özdeş olamazlar. Özdeşlik, bir şeyin başka bir şeyle ilişki kurulmaksızın kendisi olarak düşünülmüş olmasını ifade eder.
Mantıkta özdeşlik “A, A’dır” ifadesiyle açıklık kazanır. Bu önermede bir şeyin başka bir şeyle olan ilişkisi değil yalnızca kendisi olduğu ifade edilmektedir. Bir şey, kendisi dışındaki bir şeyle özdeş olamaz ancak benzer veya eşit olur. Özdeşlik önermesindeki iki A, kâğıt üzerinde ve dilsel ifade gereği iki adet yer alır.
Özdeşlik; “Bir şey ne ise odur. Her şey kendisinin aynıdır”.
Bir akıl yürütmenin başında bir terime verilen anlam ne ise o akıl yürütme boyunca o terim hep aynı anlamı taşımalıdır. Bu akıl yürütmenin tutarlılığının, fikirlerin sağlamlılığının ve yeni fikirler elde etmenin zorunlu şartıdır. Herhangi bir konunun açıklanmasında zihin bu ilkeye uymazsa o konu anlaşılmaz. İlk bakışta pek basit görünen A, A’dır ifadesi, doğru düşünme için zihnin uyması gerekli baş ilkedir. Özellikle doğru düşünmenin bir ilkesi olarak tek tek her zihin buna uymak zorunda olduğu gibi diyaloglarda yani başka zihinler arası fikir alışverişlerinde de bu ilkeye uyma zorunluluğu vardır. Diyaloglarda kullanılan kavramlara taraflar aynı anlamı değil de farklı anlamları yüklerse fikir karışıklığı olur sonuçta anlaşma olmaz, doğruyu ortaya koyma olanaksızlaşır. Fikir kavgalarının, tarafların anlaşmaya varamamalarının başta gelen nedenlerinden birisi özdeşlik ilkesine uymamadır. Tartışmanın verimli olabilmesi için kullanılan terimlerin tanımlarında fikir birliğine varmak ve tartışma boyunca kullanılan terimler üzerinde anlaşmaya varılan tanımdan farklı bir anlam vermemek gerekir.
b. ÇELİŞMEZLİK: Özdeşlik, mantıkta başat bir ilke durumunda olsa da tek başına düşünme açısından verimsizdir. Bir şeyin kendisinden başka bir şeyle özdeş olduğunu düşünmek çelişkidir. Buna göre çelişmezlik ilkesini;
“Bir şey hem kendisi hem de başka bir şey olamaz” şeklinde dile getirebiliriz. Çelişmezlik, özdeşlik ilkesi olmadan düşünülüp, tasarlanamayacak bir ilkedir. Bir diğer deyişle, çelişmezlik ilkesi, özdeşlik ilkesinin bir türevi durumundadır. Bir şeye A dedik mi A’dan başka olan her şey, A’ya özdeş olmayan bir şey demektir.
Çelişmezlik ilkesi, “A, A olmayan değildir” biçiminde formüle edilebilir. Aslında çelişmezlik ilkesini, özdeşlik ilkesinin bir onaylanışı, bir tasdiki olarak da yorumlayabiliriz. İlkenin formüle edilişinde bir yadsıma, mantıki deyimle değilleme varmış gibi gözüküyorsa da aslında özdeşliğin bir onayı söz konusudur.
“Her şey kendisi ile özdeştir, hiç bir şey kendisinden başka bir şeyle özdeş olamaz” . Çelişmezlik her ne kadar özdeşlik ilkesinin bir türevi ise de düşünme evrenini (düşünülebilen her şeyi) A ve A olmayan şeklinde iki alana ayırma olanağı sağladığından, özdeşlik ilkesine yeni bir şey katmakta ve düşünme alanımızı genişletmektedir. Gerçekten de tek başına ele alındığında özdeşlik, düşünmemiz için kısır bir ilkedir. Düşünmemiz sadece özdeşlik ilkesinde kalmış olsaydı, bir şeyin kendisi olduğunu düşünmekten öte bir adım atamazdık. Çelişmezlik ilkesinin düşünmemiz açısından önemi, onun bize kendi olmama, kendi dışında başka olma olanağını düşündürtmesi ve böylece düşünülen şeyler arasında ilişki kurabilmemizi sağlamasıdır.
Böylece bir şey –aynı zaman ve şartlar içerisinde- hem kendisi hem de başka bir şey olamaz. Birbiri ile çelişik iki önermeden biri doğru ise diğeri mutlaka yanlıştır. Aynı niteliğin aynı özneye aynı zamanda hem ait olması hem de olmaması olanaksızdır. Yine aynı konuya aynı yüklem aynı zaman ve şartlarda hem olumlu hem olumsuz olarak yüklenemez. Yanlışa düşmemek için düşünceler arasında çelişme bulunmaması gerekir. Örneğin sınıfta asılı şemsiyeyi aynı zamanda hem şemsiye hem atkı olarak göremeyiz. O şemsiye ise şemsiyedir. Hem şemsiye hem atkı olamaz. Tutarlılık, mantıksal düşünmenin de ötesinde kafa ahlakının bir gereğidir.
c. ÜÇÜNCÜ HALİN OLANAKSIZLIĞI İLKESİ: Düşünülebilen tüm şeylerin A ve A olmayan üzere düşünme evrenimizi iki alana ayırdığı açıktır. Bu şu demektir; “ A ve A olmayan dışında üçüncü bir hal düşünülemez”. Bu ilke mantıkta şöyle ifade edilebilir;
“Her x, ya A ya A olmayan olmak zorundadır. Üçüncü hal düşünülemez”.
Bu ilke özdeşlik ve çelişmezlik ilkelerinin bir türevi durumundadır. Diğer bir ifade ile iki çelişik önermeden biri doğru ise öteki zorunlu olarak yanlıştır. İkisi arasında üçüncü bir hal yoktur.
ELEŞTİRİLER: Bu üç ilkeye dayanan klasik mantığa “iki değerli mantık” denir. Örneğin bir kutuda iki renkte bilye bulunuyorsa kutudan ancak bu iki renkten birini taşıyan bilye çıkabilir, üçüncü bir renk çıkmaz. Eğer kutuda üç renkli bilye bulunsaydı bu durumda dördüncü renkte bilyenin çıkması mümkün olmazdı. Kaç değerli mantık sistemi kabul edersek ona göre üçüncü halin imkânsızlığını kabul etmek gerekir.
Buna karşın klasik olmayan mantık, klasik mantığın üç ilkesinden bir veya ikisini dışarıda bırakmalarından ötürü çok değerli mantık olarak adlandırılır. Çok değerli ya da üç değerli mantık, üçüncü halin olmazlığı ilkesinin dışarıda bırakılmasıyla geliştirilmiş bir mantık olur. Üç değerli mantık; doğru, yanlış değerleri arasına belirsiz diye üçüncü bir kategoriye yer veren mantıktır. Klasik determinizm, hareket halindeki cisimlerin durumlarını yer ve hız yönünden aynı zamanda saptamanın mümkün olduğu varsayımına dayalıdır. Oysa kuantum teorisi, elektron ve diğer atom altı parçacıkların herhangi bir andaki durumlarını bu iki yönden aynı zamanda saptayabilmenin olanak dışı bulunduğunu göstermiştir. Makro düzeyde geçerli görünen nedensellik ilkesi mikro düzeyde yetersiz kalmıştır. Konumu saptamada elde edebileceğimiz kesinlik ne kadar yüksekse momentumu saptamada elde edeceğimiz kesinlik o kadar düşük kalmakta. Bunun bir ölçme güçlüğü olduğu itirazları yapılmakla birlikte buna bağlamanın doğru olmadığı yönünde karşı düşünce de vardır.
İtiraz edilen bir diğer ilke de çelişmezlik ilkesidir. Durağan kalıplar çerçevesinde kalmış eski mantık için çelişki, giderilmesi gereken bir aksaklık, bir hata idi. Oysa diyalektik mantıkta çelişki, hatalı düşünmenin bir ürünü değil aksine düşünce eyleminde yer alan bir özelliktir. Diyalektik mantık işlevini çelişkiden sakınmakta ya da onu düzeltmekte görmediği gibi çelişmeyi, bir üst gelişme aşaması için özümsemelidir.
Üçüncü şıkkın imkânsızlığı ilkesine yapılan itirazlar, bu ilkenin yanlışlığını değil onun sınırlı olduğunu ortaya koyar[16].
Bir şeyin bilgi sayılması için öncelikle bir önerme ile dile getirilebilir olması lazımdır. Bu bakımdan bilimsel bilgi içeren önermeleri, bu önermelerin yapısına bakarak, diğer bilgi türlerini içeren önermelerden ayırt edici özellikleri ile ortaya koymaya çalışacağız. Bilimsel bilgiyi,diğer bilgi türlerinden ayırmada ve kendine ait özelliklerini belirlemede de dilsel ve mantıksal analizden yararlanabiliriz.
[1] Ömer Demir, Bilgi Felsefesi, Bursa, Asa Kitabevi, 2001, s.16-17.
[2] Niyazi Öktem, Ahmet Ulvi Türkbağ, Felsefe, Sosyoloji, Hukuk ve Devlet, Der Yayınevi, İstanbul, 2001, s.1-6.
[3] Kadir Çüçen, Bilgi Felsefesi, Bursa, Asa yayınevi, 2001, s. ;Ernest Hirş, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Güncel Dile Uyarlayan: Selçuk Baran, İkinci Baskı, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, Ankara1996,s.
[4] Bu bağlamda Antik Yunan’da kuşkucu düşüncenin temellerini atan Sofistler’den bahsetmeden geçemeyiz. Yunan felsefesindeki MÖ. 600’den 450’ye kadar süren ilk dönemi kozmolojik dönem diye adlandırıyoruz. Bu dönemdeki sorunlar physis ve doğa ya da kozmos ile ilgiliydi. M.Ö.450 civarında insan merkezci döneme geçilerek bizatihi insanla ilgili sorunlar ilgi odağı haline geldi ve ahlaki-siyasi sorunlara kayıldı.
M.Ö.V yüzyılın ortalarında tarih sahnesinde seslerini duyurmaya başladılar. Yunan sitelerinin sosyal ve siyasal yapısı MÖ.V.yüzyılda büyük ölçüde değişmişti. Ticaret yaparak zenginleşen ama aristokrat kökenli olmayan yeni bir sınıf, tüccarlar sınıfının özellikle bilgi ihtiyacını karşılayan ve insanlara güzel konuşma metotlarını öğreten fikir adamlarıdır. Bu yeni dönemde
Demokratik temsilin genişlemesi, siyaseti belirli bir zümrenin tekelinde kurtarıp halkı etkileyecek herkese, bu belagat gücüne sahip olanlara lider olma olanağını hazırlamıştı.
Protagoras’ın meşhur
İNSAN HER ŞEYİN ÖLÇÜSÜDÜR. VAR OLAN ŞEYLERİN VAR OLDUKLARININ, VAR OLMAYAN ŞEYLERİN VAR OLMADIKLARININ ÖLÇÜSÜDÜR. HER ŞEY BANA NASIL GÖRÜNÜRSE BENİM İÇİN BÖYLEDİR, SANA NASIL GÖRÜNÜRSE SENİN İÇİN DE ÖYLE
Deyişinin anlamı şudur: İnsan için dünya, ona olduğu şekliyle olduğu gibi görünen dünyadır. Bir insan tir tir titrediği zaman hava onun için soğuktur. Soğuk, onun için fiilen var olduğundan ona havanın gerçekte sıcak olduğunu söylemenin hiçbir anlamı yoktur.
Protagoras’ın daha genç yaştaki çağdaşı Gorgias ise hiç bir şeyin var olmadığını, bir şey var olsaydı bile onun bilgisine sahip olamayacaklarını, birileri her şeye rağmen bilebilseydi bile bilgisini başkasına aktaramayacağını kanıtlamaya çalışmıştır.
KESİN VE DOĞRU BİLGİ OLANAKSIZDIR. BİZİM SADECE SANILARIMIZ OLABİLİR.
Kesin ve doğru bilgi olanaksızdır. Zira evrende her şey değişmektedir, sürekli bir akış halindedir. Böylesi bir değişim ve akşın, kalıcı-değişmez bilgileri olanaksızdır. Duyum ve algılarımız da kişiden kişiye değişmektedir. Değişebilen algı ve duyumlar da kesin bilgi değil sanılar doğurur. Sanılar da kişiye bağlıdır. Yani her sanı doğrudur.
NE KADAR KİŞİ VARSA O KADAR HAKİKAT VARDIR. BİREY HAKİKATİN VE İYİNİN ÖLÇÜSÜDÜR.
Tüm bu nedenlerden ötürü felsefe doğru bilgiyi değil insanı mutlu edip ona yararlı olan bilgiyi araştırmalıdır.
Sofistler, bu bilgi görüşünden pragmatik bir sonuca vardılar:
YARARLI OLAN BİLGİ DOĞRUDUR.
Hal böyle olduğunda gerçekte önemli olan yegane şey, başarılı olmak ve başkaları üzerinde etki elde etmekti. Vatandaşlar için güç ve paraya sahip olmanın yollarından biri de politikadır. Ayrıca doğrudan demokrasi, yüksek bir eğitim seviyesi ister. Toplumun yönetimine herkesin katılması isteniyorsa gene eğitim daha iyi olmak zorundaydı. Siyasi hayata katılmak için gerekli konuları öğreten Sofistler halkı aydınlatma misyonu yüklenmişlerdi. Bu yol, demokrasilerde etkili konuşmayı gerektiriyordu. Onlar, münakaşa ve hitabeti öğretmeyi vaat etti. Sofistlerin en çok eleştirilen yanlarından biri para ile ders vermeleri yani bilgiyi satmalarıdır. Para karşılığı ders vermek bu yüzyıla kadar görülmüş şey değildi. Platon, fikirlerini para karşılığı satmalarından ötürü sofistleri “ruhun beslenmesi için gerekli gıdayı satan tüccarlar” olarak nitelemiştir. Bu anlamda felsefeden para kazanan ilk ve belki de tek filozoflar sofistler olmuştur. Oysa sofistler bu sayede bilgiyi topluma yayma, toplumun hizmetine sunma işini önemli ölçüde başarmışlardır.
[5] Ahmet Ulvi Türkbağ, “İki Soruda Postmodernizm ve Hukuka Yansıması”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C.LXI, S.1-2, 2003, s.177-178.
[6] Demir, Bilim Felsefesi, s. ; Bilal Güneş, “Paradigma Kavramı Işığında Bilimsel Devrimlerin Yapısı ve Bilim Savaşları: Cephelerdeki Fizikçilerden Thomas S. Kuhn ve Alan S. Sokal”, Türk Eğitim Bilimleri Dergisi, Cilt: 1, Sayı:1 (Kış 2003), 23-44.
[7] Postmodernizimden ve onun biligi ve yöntem anlayışından söz açmış iken bu alanda düşünceleriyle etki yapmış iki bilim insanı ve bilim felsefecisinden bahsetmeden de geçemeyeceğiz. Bunlardan ilki Thomas Kuhn diğeri ise Feyeraband’dır. Üçüncü isim olan Karl Popper’ı ise aşağıda başka bir vesile ile ele alacağız.
Kuhn ve Bilimsel Relativizm
Mantıksal pozitivistlerle ilişkilendirilen geleneksel bilim anlayışına göre yeni kuramlar eskisini kısmen değiştirse dahi bilimsel değişim birikimsel (kümülatif) ve ileriye giden doğrusal bir süreç izler. Keza yine bu görüşe göre bilimsel kuramların amacı hakikate ulaşmaktır. Kuhn ise birikimsel bilimsel değişim düşüncesine karşı çıktığı gibi bilimsel kuramların temel amacının hakikate ulaşmak olmadığı keza hakikatin de kuramdan bağımsız bulunmadığı savını ileri sürer. Bilim tarihinde kırılmalar olduğunu ileri süren Kuhn açısından bilimsel gelişmeler ancak yerleşik bilim anlayışından kesin bir kopuşla mümkündür. Böyle radikal kırılmayı Kuhn, paradigma değişimi olarak nitelendirir. Kuhn bunu, bilim tarihindeki temel gelişim safhalarının eski kanunlara yenilerinin eklenmesiyle değil yeni teorinin eski teorilerle uyuşmazlığını ortaya koyarak gösterir. Bilimsel değişim süreci bir düzenli birikim süreci değil bir yıkım ve yeniden yaratış süreci şeklinde anlaşılmalıdır[7]. Örneğin oksijen, X ışınları ve Uranus’un keşfinde bilim birikimsel değildir zira bunların keşfi farklı paradigmalar içinde olmuştur. Kuhn’un devrim yaratan bilim felsefesine göre bilimde paradigma değişimi birtakım rasyonel ilkelere değil bilim adamlarının sosyolojik ve psikolojik tercihlerine dayanır. Bilim adamları topluluğunun seçimleri her zaman rasyonel ya da bilimsel değildir. Bilim adamlarının kararlarında tarihsel ve toplumsal etkenler önemli rol oynar.
Kuhn, bilimsel disiplinlerin devamlı tekrarlanan farklı safhalardan geçtiğini söyler ve bu safhaları şu şekilde formüle eder. 1.Gelişmemiş bilim 2. olağan gelişmiş bilim 3.bunalım dönemi bilimi 4.devrim dönemi bilimi 5.yeniden olağan bilime götüren anlaşma dönemi.
Gelişmemiş bilim döneminde birbiriyle yarışan ve disiplinin geleceğine ilişkin farklı görüşlere sahip çeşitli bilim okulları vardır. Bunlardan hiçbiri henüz bir üstünlük sağlayamamıştır. Kuhn’a göre sosyal bilim disiplinlerin çoğu hala bilimin bu gelişmemiş evresinde olup ilk paradigmanın oluşması beklenmektedir. Paradigma terimi esas itibariyle bilim adamaları topluluğunun kullandığı standartlar, ön kabuller, inançlar, gizli kurallar ve yöntemler, kullandıkları teknikler kümesidir. Paradigma oluşturulduğunda ise artık ilkel bilim dönemi sona erer ve olağan bilim devresi başlar. Olağan bilim döneminde paradigmanın kuramsal çerçevesinden yararlanan bilim adamları yeni olguları keşfederek kuramın hem genişlemesine hem güçlenmesine katkıda bulunurlar. Yine normal bilim döneminde kurama aykırılıklarla karşılaşıldığında suç kurama değil gözleme yahut araştırmayı yapan bilim adamına yüklenir. Kuhn’un verdiği örnekte olduğu gibi Newton kuramının tahminleri ile sesin hızı ve Merkür’ün hareketi arasında ciddi problemler bulunmasına rağmen Newton kuramı sorgulanmamıştır. Bu dönemde bilim adamları kuramı kurtarmak için ellerinden geleni yaparlar.
Ama bazen çözülemeyen sorunlar artık öyle bir noktaya ulaşır ki bilim adamaları paradigmaya güvenlerini kaybetmeye başlarlar. Çözülememiş sorunlar çoğalıp krize yol açtığında bu kez bilim adamaları paradigmayı sorgulamaya ve yeni paradigma arayışlarına başlarlar. Devrimci bilim dönemi, eski paradigmaya bağlı bilim adamaları ile yeni paradigma/paradigmaları savunanların mücadele ettiği ve bu mücadele sonucunda daha iyi çözüm yoları sunan yeni paradigmaya geçiş yapıldığı dönemdir.
Paradigmaların karşılaştırılması için tarafsız deney ve gözlem verileri olmadığından paradigmalar ortak ölçülemez. Kuhn’n ortak ölçülemezlik savının altında yatan, aslında deney ve gözlemin nötr olmayıp kuram içermesidir. Deney ve gözlem daima bir kuram çerçevesinde yapıldığı için o kuramın kabullerini içerir. İki paradigmanın aynı ölçütlere vurulamamasının nedeni aynı terimlere sahip olsalar da iki paradigmadaki terimlerin genelde farklı anlamlara sahip oluşudur. Örneğin hem Newton hem de Einstein mekaniğinde karşımıza çıkan kütle, zaman, mekan gibi kavramlar söz konusu iki kuramda farklı anlamlara sahiptir. Bilimsel kavramların anlamı kuram bağımlıdır. “Bilimsel bilgi tıpkı dil gibi bir grubun ortak malı olduğundan gruptan bağımsız herhangi bir şey ifade etmez. Onu anlayabilmek için onu yaratan ve kullanan grubun özel niteliklerini bilmek zorundayız.”
Kuhn, bilimin geçerliliğini yok etmekle eleştirilmektedir. Kuhn’un; paradigmaların birbirine çevrilemezlik fikri, hakikatin kuramdan bağımsız olmadığı düşüncesi, bilim adamlarının değişik kuramlar arasında tercih yaparken nesnel ölçütlerde çok bilim topluluğunun sosyolojik, psikolojik tercihlerine başvurduklarına ilişkin görüşü, bilim felsefesine görecelik getiren temel etkenlerdir. Bilimsel hakikatı belirlemeyi güçlülerin eline bırakmaktadır. Bu şekilde Kuhn, bilim adamaları topluluğunun kararını nihai sayarak aslında istemeyerek de olsa onların kararını eleştirmenin önünü kapatmaktadır. Öte taraftan Lakatos’un iddiası, Kuhn’un bilimsel değişmeyi mistik bir karaktere bürüdüğü ve din değiştirmeye benzediğidir.
Rölativizm suçlamalarını kabul etmeyen Kuhn, yazılarında bunlara yanıt vermeye çalışır. Kendisinin relativist olmadığını ve bilimsel ilerlemeye inandığını söyler. Kuhn, kuram tercihinde kullanılacak evrensel bir ölçüt sunmaktadır ki o da kuramın, bulmaca çözme yeteneğidir. Ancak bulmaca çözme yeteneğinin bağlayıcı olmadığını, bilim adamları topluluğunun tercihlerinin bağlayıcı olduğunu söyleyen de yine Kuhn’un kendisidir. Bunun dışında bir paradigmanın diğerlerinden daha iyi olduğunu belirlemenin, doğruluk, verimlilik, yalınlık, tutarlılık, kapsam yahut etkinlik alanı gibi ölçütleri vardır. Bir kuram hem kendi içinde, hem diğer kuramlarla, hem de doğa ile tutarlı olmalıdır. Kuhn, bu değerlerin izafi olmadığı ve sonraki bilimsel kuramların problem çözme konusunda öncekilerden daha iyi olduğu iddiasındadır. Kuhn ilerleme fikrine inanmakla birlikte bunun hakikate doğru bir ilerleme olmadığını açıkça ifade eder. Geleneksel ilerleme anlayışı, yeni kuramların doğayı ya da gerçekliği daha iyi açıkladığı noktasından hareket ederken Kuhn’un ilerleme savı, kuramların bulmaca çözme yeteneğine bağlamaktadır.
Kuhn’un gayesi bilime ve bilimsel metoda meydan okumak değildir. Kuhn’un söylemeye çalıştığı; rakip alanlardaki bilimsel teorilerden hangisinin daha doğru ve geçerli olduğunu belirleyecek bir kriter bulunmadığıdır. Teoriler arasındaki tercih objektif yahut saf rasyonel mülahazalara dayanamaz. Kuhn bu yolla değer yargılarından arınmış bilimsel objektivite, hakikatin temsilcisi olarak bilim gibi ifadelerin tehlikelerine dikkat çeker. Kuhn’a göre paradigma demek olan teorik bir konsensüsün varlığı ya da yokluğu, olgun bilimleri olgun olmayanlardan ayırmaya yarar. Ancak diğer taraftan Kuhn’un ne normal bilim ne de olgun bilimden neyi anladığı açık değildir. Kuhn’a göre teorik konsensüs bilimin olgunluk safhasına işaret eder ama bu, bir disiplini bilime dönüştürmek için bir ön şart değildir.
[8]
Dostları ilə paylaş: |