Hüseyin Hilmi Işık Efendi (rahmetullahi aleyh)
Allahü teala şefaatine kavuştursun inşallah.
"Sabahtan gece yarısına kadar yanından ayrılamazdım..."
Hüseyin Hilmi Işık Efendi (rahmetullahi aleyh), son devir İslam âlimi, evliya ve fen adamıdır. Müsteâr ismi “Sıddîk Gümüş”tür. Bazı kitaplarında bu ismi kullanmıştır. 8 Mart 1911 tarihinde (H.1329) İstanbul-Eyüp Sultan’da doğdu. 26 Ekim 2001'de vefat etti ve Eyüp Sultan’daki aile kabristanına defnedildi. Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabının önsözünde buyuryor ki:
"İlk tahsîlimi, baba yerim olan İstanbulda, Eyyûb sultânda, Reşâdiyye nümûne mektebinde yapdım. Evimden ve ilk mektebden din terbiyesi, din bilgisi aldım. Halıcıoğlu Askerî lisesi Orta ve Lise kısmında okurken, mekteblerden Kur'ân-ı kerîm ve din dersleri kaldırıldı. Allahü teâlânın, sevgili Peygamberimizin ve islâm âlimlerinin ismleri söylenmez oldu. Hiçbir hocamız din bilgisi vermiyordu. Onları yüksek, olgun tanıyor, çok saygılı olmak istiyordum. Fekat, mukaddesâtıma saldıranları görünce, hayâl kırıklığına uğradım. Îmân ile küfr arasında bocaladım. Küçük aklımla düşünerek, müslimânlık olarak öğrendiğim bütün bilgilerimi inceliyordum. Hepsinin fâideli, iyi, kıymetli olduğunu görüyor, bunları fedâ edemiyordum. Altı sene, bu iki te'sîr altında sarsıldım. Birkaç sene önce, berâber oruc tutduğumuz, nemâz kıldığımız arkadaşlarım, öğretmenlerin ve gazetelerin iftirâlarına aldanarak, ibâdetden vazgeçdiler. Yalnız kalmak, beni dahâ da üzdü. Acabâ haksızmıyım, yanlış yoldamıyım diyordum. (m. 1929) senesinde, lise son sınıfda, onsekiz yaşında idim. Kadr gecesi, mektebde yatmışdık. Uyuyamadım. Şaşkın olarak, yatağımdan fırladım. Düşüncelerimde, îmânda yalnız kalmışdım. Sıkılıyordum, bunalıyordum. Bağçeye çıkdım. Gökyüzü yıldızlarla dolu idi. Eyyûb sultânın, ya'nî Hâlid bin Zeydin türbesine karşı, Halîcin ışıklı dalgaları, sanki bana, üzülme, sen haklısın diyorlardı. Hıçkırarak ağladım. (Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına aldanmakdan koru!) diye yalvardım. Allahü teâlâ, bu ma'sûm ve hâlis düâmı kabûl buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, ilm deryâsı Abdülhakîm efendi hazretleri, önce rü'yâda, sonra câmi'de karşıma çıkdı. Beni, cezb etdi. Eczâcı mektebinde talebe iken, Bâyezîd câmi'i şerîfinde va'zlarına, sonra evine gitdim. Bana acıdı. Sarf, nahv, mantık, fıkh öğretdi. Çok kitâb okutdu. Fransızca Maten gazetesine de abone etdirdi. Arabî ve fârisî öğretdi. (Emâlî kasîdesi)ni, (Hâlid-i Bağdâdî dîvânı)nın bir kısmını ezberletdi. Sohbetleri o kadar tatlı, o kadar fâideli idi ki, çok def'a, sahâhdan gece yarısına kadar yanından ayrılmazdım. Şimdi, o sohbetleri hâtırladığım ânlar, hayâtımın en zevkli dakîkaları olmakdadır.
"öğretmenlik hayâtımda, engin denizden bir damla gibi olan bilgilerimi, gençlerin temiz rûhlarına, onların gonca gibi açılmakda olan körpe dimâglarına akıtmak için çırpındım. İçimde yanan îmân ışığından, onların saf kalblerine birer kıvılcım salmak istedim..."
(m. 1936)ya kadar askerî tıbbiyye mektebinde müzâkereci iken, hem kimyâ yüksek hühendisliğine devâm etdim, hem de o islâm âliminin va'zlarından, sohbetinden ilm ve zevk topladım. Kalbimdeki küfr pislikleri temizlendi. İslâmiyyetin dünyâ ve âhıret se'âdeti için, biricik kaynak olduğunu anladım. Önceleri, büyük sandığım kimseleri, islâm âlimlerinin büyüklükleri yanında, çocuk gibi gördüm. Onların ilm diye söyledikleri ba'zı şeylerin, ilmden, fenden çok uzak, alçakça düzülmüş plânlar, iftirâlar olduğunu anladım. (m. 1936) dan sonra, Ankarada, Mamak kimyâhânesinde vazîfeli iken, almanca öğrenmemi ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin "kuddise sirruh" (Mektûbât)ını devâmlı okumamı söyledi. Her fırsatda İstanbula gelip, ma'rifetler deryâsından inci, mercân topladım. O ilm güneşinin üfûlünden sonra, mahdûm-i mükerremi, Üsküdar, sonra Kadıköyü müftîsi, fazîletli seyyid Ahmed Mekkî efendinin halka-i tedrîsine kabûl buyuruldum. Büyük bir şefkat ve mehâret ile, (fıkh), (tefsîr), (hadîs), ma'kûl ve menkûl, üsûl ve fürû' ilmlerini ta'lîm buyurup beni, 27 Ramezân-ı mubârek 1373 [m. 1953] Pazar günü icâzet-i mutlaka ile, tedrîse me'zûn eyledi.
(m. 1947) den sonra, öğretmenlik hayâtımda, engin denizden bir damla gibi olan bilgilerimi, gençlerin temiz rûhlarına, onların gonca gibi açılmakda olan körpe dimâglarına akıtmak için çırpındım. İçimde yanan îmân ışığından, onların saf kalblerine birer kıvılcım salmak istedim. Elhamdülillah! Rabbim kolaylık gösterdi. Senelerce uğraşarak hâzırladığım ve fâideli ve nefîs kokulu çiçeklerden toplanarak doldurulan tatlı ve şifâlı bal gibi, birkaç sahîfeye yerleşdirdiğim (Se'âdet-i Ebediyye) kitâbı birinci kısmının basılması (m. 1956) senesinde nasîb oldu.
Hanefî mezhebine göre hâzırlanmış olan bu küçük kitâbın, gazete ve mecmû’alarda reklâmı yapılmamış, dıvârlara i’lânları asılmamış, köşedeki bir dükkânın raflarına emânet edilivermişdi. Müslimân ecdâdının nûrlu ve uğurlu yolundan ayrılmayan, mukaddes dînini öğrenmek aşkı ile dâimâ kalbi yanan, asîl ve îmânlı gençler, bu küçük kitâbı aradı, buldu. Az zemânda kapışdı.".
Vatanına saldıran düşmana karşı, kükremiş arslanlar gibi döğüşerek, istiklâl savaşını kazanan şehîdlerin ve gâzîlerin temiz çocukları, bugün de, aynı aşk ve îmânla, babalarının yolunda yürüyerek, istiklâlleri gibi, îmânlarını da, her çeşid tecâvüzden korumağa çalışıyor. Hakka, hakîkate, doğruya koşuyor. Kur’ân-ı kerîme sarılıyor.
Gizlendi güneş artık, oldu her taraf zındân,
görmek istiyor gözüm, durmadan, yorulmadan,
nerde o Işık gelsin! Hiç olmazsa ırakdan,
aydınlatsın çehremi, bakışlariyle bir an,
" Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği ve yeğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı ve şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mubârek kanını dökdüğü ve bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı mukaddes dînimizi, yine onların mubârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve afîf kitâblarından okuyup öğrenmeliyiz."
Evet, islâm âlimi gördüm. Müslimânlığın ne olduğunu ve islâmiyyetin yüksek bilgilerini ondan öğrenmekle şereflendim. Onun islâm ilmlerinde ve fen ve târîh bilgilerinde engin bir denize benzediğini ve islâm dîninden kaynaklanan güzel ahlâkını görerek hayrân oldum. Bu büyük zâtdan, şeyhlikle, mürîdlikle ilgisi olduğunu gösteren bir söz işitmedim. Tekkelerin kapatılmasından önce ve sonra ismleri duyulan ba’zı tarîkatcıların, islâmiyyete ve tesavvuf bilgilerine uymadıklarını, zararlı olduklarını söylerdi. Dünyânın her yerinde, her dilde tesavvuf kitâbları yazılmakdadır. Kanûnlar, tesavvuf kitâbı yazmağı ve tesavvuf ilmini övmeği değil, tesavvuf perdesi altında, şahsî menfe’at sağlamağı ve tesavvufda bulunmıyan kötülükleri yapmağı suç saymakdadır. Tesavvuf âlimleri de, böyle tarîkatcıları red etmişler, bunların din hırsızları olduklarını, islâmiyyeti içerden yıkdıklarını bildirmişlerdir. Kitâblarımda ve konuşmalarımda hep, (Müslimânın kanûnlara uyması lâzımdır. Fitne çıkarmak harâmdır) diyorum.
islâm dîni, birleşmeği, sevişmeği, yardımlaşmağı, hükûmete, kanûnlara karşı gelmemeği, fitne, ya’nî anarşi çıkarmamağı, kâfirlerin haklarını da gözetmeği, kimseyi incitmemeği emr etmekdedir. Ecdâdımız, bütün istirâhatlerini, menfe’atlerini fedâ ederek, dînimizin bu güzel emrlerini bildirmek ve torunlarının dinlerini, îmânlarını korumak için, çok sayıda ve çok kıymetli kitâb yazmış ve bizlere yâdigâr bırakmışdır. Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği ve yeğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı ve şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mubârek kanını dökdüğü ve bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı mukaddes dînimizi, yine onların mubârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve afîf kitâblarından okuyup öğrenmeliyiz.
hâinlerin kalemlerinden çıkan, süslü kelimelerle örtülmüş, zehrli propagandaları okuyarak, azîz ve sevgili îmânımızı kapdırmamağa, aldanmamağa çok dikkat etmeliyiz!
Salâhiyyetim olmadığını bildiğim hâlde, yalnız İslâm âlimlerinin, aklları durduran üstünlüklerine hayrânlığımın ve onlara karşı taşıdığım sevgi ve saygının mükâfâtı olarak ve bu temiz milletin, asîl gençlerin, din simsarlarının tuzaklarından kurtulmaları, dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşmaları için, kalbim sızlayarak etdiğim düâların karşılığı olarak, Allahü teâlânın tevfîkı ile meydâna gelen bu üç kitâbı, (m. 1963) de bir araya getirip, (Tâm ilmihâl) adını verdim. Devâmlı süâller sebebi ile, kitâbımın her baskısına yeni ilâveler yapılmakdadır. Hepsi ingilizceye de terceme edilerek (Endless Bliss) ismi verildi ve Hakîkat Kitâbevi tarafından beş cild olarak basdırılmışdır. Bu kitâbda, bu fakîre âid hiçbir bilgi ve fikr yokdur. Terceme ve toplamakdan başka nasîbim olmamışdır. Büyük, mubârek zâtların yazıları olduğu için, okuyanların fâidelendiklerini, zevk aldıklarını ve bölücülere, kitâblarıma saldıran, iftirâ eden mezhebsizlere aldanmadıklarını görmekle, cenâb-ı Hakka şükr ediyorum. Böylece, temiz rûhlu, sâf kanlı, mubârek gençlerin, müstecâb düâlarına kavuşacağımı düşünerek seviniyor, bu kitâbı ve düâları kıyâmet günü için, biricik sermâyem biliyorum......
Ne olurdu yâ Rabbî! Onu hep görebilsem,
gönlüme sürûr veren, sözlerini duyabilsem,
gözlerine bakmağa, yine doydum diyemem,
o hüsn-i cemâlini, bir milyon kerre görsem,
Kadir Gecesi, okulda yatmışlardı. Uyuyamadı. yatağından fırladı. Düşüncelerinde, îmânda yalnız kalmıştı. Sıkılıyordu, bunalıyordu. Bahçeye çıktı. Gökyüzü yıldızlarla dolu idi. Eyüp Sultân’ın, yâni Hâlid bin Zeyd’in türbesine karşı, Haliç’in ışıklı dalgaları, sanki ona, “üzülme, sen haklısın” diyorlardı. Hıçkırarak ağladı.
“Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına aldanmaktan koru!” diye yalvardı.
8 Mart 1911 tarihinde (H.1329) İstanbul-Eyüp Sultan’da doğdu. Babası Saîd Efendi Plevne’nin Lofca kasabası, Tepova köyünden, annesi Âişe hanım ve annesinin babası Hüseyin ağa da, Lofca kasabasından idiler. Babası Said Efendi, Doksanüç Harbi denilen 1877 Osmanlı-Rus Harbinde muhâcir olarak İstanbul’a gelip, Eyyûp Vezirtekke’ye yerleşti. Said Efendi 1929 senesinde vefât etti. Eyüp Sultân kabristânında medfûndur. Annesi Âişe Hanım, 1954’te Ankara’da vefât etti. Bağlum mezarlığındadır.
Okula Başlaması
Hüseyin Hilmi Efendi beş yaşında, Eyyüb Câmii ile Bostan iskelesi arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. Burada Kur’ânı kerîm’i hatmetti. 1924 senesinde aynı yerdeki Reşadiye numune mektebini birincilikle bitirdi. O sene, Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan, Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş imtihânlarını pekiyi derece ile kazandığı gibi ikinci sınıfa da birincilikle geçti. Her sene takdîrler alarak 1929’da askerî liseyi birincilikle bitirdi ve askerî tıbbiyye mektebine seçildi.
Derslerindeki çalışkanlığı ve üstün istidadı hocalarının dikkatini çekiyordu. Lisede iken geometri hocası, her dersi verince Hüseyin Hilmi Efendiye tekrâr ettirirdi. Arkadaşları, “Sen anlatınca dahâ iyi anlıyoruz” derlerdi.
Lisede okurken, mukaddesâtına saldıranları görünce, hayâl kırıklığına uğradı. Birkaç sene önce, berâber oruç tuttuğu, namaz kıldığı arkadaşları iftirâlara aldanarak, ibâdetten vazgeçtiler. Namaz kılan oruç tutan tek o kalmıştı. Yalnız kalmak, onu çok üzdü. 1929 senesinde, lise son sınıfta, on sekiz yaşında idi. Kadir Gecesi, okulda yatmışlardı. Uyuyamadı. yatağından fırladı. Düşüncelerinde, îmânda yalnız kalmıştı. Sıkılıyordu, bunalıyordu. Bahçeye çıktı. Gökyüzü yıldızlarla dolu idi. Eyüp Sultân’ın, yâni Hâlid bin Zeyd’in türbesine karşı, Haliç’in ışıklı dalgaları, sanki ona, “üzülme, sen haklısın” diyorlardı. Hıçkırarak ağladı. “Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına aldanmaktan koru!” diye yalvardı. Allahü teâlâ, bu mâsum ve hâlis duâsını kabul buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, ilim deryâsı Abdülhakîm Arvasi “rahmetullahi aleyh”, önce rüyâda, sonra câmide karşısına çıktı ve onu kendine çekti.
Ben güneşi severim, ne dersem ondan derim,
Geceyle işim yokdur, ben rü’yâyı neylerim.
"Küçük efendi! Seni çok sevdim. Bizim ev mezârlık arasındadır. Bize gel. Seninle konuşuruz!" dedi. Bu sesin sahibi, Seyyid Abdülhakîm Efendi idi.
Abdülhakîm Arvasi hazretleri ile karşılaşması
Bir gün dersten çıkmış öğle namazını kılmak için Bâyezîd Câmiine gitmişti. Nur yüzlü bir ihtiyâr, içerde oturmuş, önündeki bir kitaptan anlatıyordu. Güçlükle gidip, arkasına oturup dinledi. (Evliyâ mezârları nasıl ziyâret edilir?) konusunu işliyordu. Hiç bilmediği, çok merâk ettiği şeylerdi. O sırada câmi içinde ikindi namazı kılınmaya başlandı. Hoca da kitâbı kapayıp, "Bu kitâp Allah rızâsı için bu küçük efendiye hediyem olsun" diyerek arkasına uzattı. Kalkıp namaza başladı.
Hoca efendi, kendisini görmemişti. Arkasında küçük efendi olduğunu nereden anlamıştı? Kitâbı alınca, câminin boş yerine koşup namazını kıldı. Kitâbın kapağında "Râbıta-i Şerîfe" ve altında "Abdülhakîm" yazılı idi. Yanındakine sorup, kitâbı verenin Abdülhakîm Efendi olduğunu, Cuma günleri, Eyüp Câmiinde vaaz verdiğini öğrendi. Cuma gününü bekledi. Büyük câmide hocayı aradı. Göremedi. Sordu. "O, başka câmide imâmdır. Orada kılıp, buraya gelir. Dışarıda bekler" dediler. Dayanamadı. Dışarı çıktı. Onu, bir kitâpçı sergisinin yanında duruyor gördü.
Cemâat câmiden çıkmaya başlayınca Abdülhakim Efendi kalktı, câminin yan tarafındaki küçük bölüme girdi. Yerdeki yüksek mindere oturup rahle üstündeki kitaptan anlatmaya başladı. Hüseyin Hilmi Efendi, en önde karşısına oturmuş dikkatle dinliyordu. Hiç işitmemiş olduğu çok merâk ettiği din ve dünyâ bilgilerini zevkle dinledi. Defîne bulmuş fakir gibi, serin suya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idi. Gözlerini Seyyid Abdülhakîm Efendiden hiç ayırmıyor, onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye, söylediği, her biri pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendinden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebini, her şeyi unutmuştu. Kalbinde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyor, sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri Hüseyin Hilmi Efendiyi mest etmişti. "Fenâ" denilen ve kavuşmak için uzun seneler çile çekilen nimet, sanki bir derste hâsıl olmuştu.
Ne yazık ki, bir saat geçmiş, ders bitmişti. Bu bir saat, Hüseyin Hilmi Efendiye bir an gibi gelmiş, rüyâdan uyanır gibi, elindeki not defterini cebine koyarak, dışarı çıkmak için kapıdaki kalabalığa karışmıştı. Ayakkabılarının bağcıklarını bağlarken, birisi eğilip, kulağına, "Küçük efendi! Seni çok sevdim. Bizim ev mezârlık arasındadır. Bize gel. Seninle konuşuruz!" dedi. Bu sesin sahibi, Seyyid Abdülhakîm Efendi idi.
O gece, Hilmi Efendi, rüyâsında "Bulutsuz, parlak mâvi bir semâ gördü. Etrâfı, câmi kubbesindeki gibi parmaklıkla çevrilmiş, burada nur yüzlü biri gidiyordu. Başını kaldırıp bakınca, Seyyid Abdülhakîm efendi olduğunu gördü." Heyecanla uyandı. Birkaç gün sonra, yine rüyâsında, "Hazret-i Hâlid'in türbesinde sandukanın baş tarafına oturmuş bir zat gördü. Yüzü ay gibi parlıyordu. İnsanlar elini öpmek için bekliyordu. Hilmi Efendi de gitti ve sırası geldiğinde elini öperken uyandı."
Gizlendi güneş artık, oldu her taraf zındân,
görmek istiyor gözüm, durmadan, yorulmadan,
nerde o Işık gelsin! Hiç olmazsa ırakdan,
aydınlatsın çehremi, bakışlariyle bir an,
Ne olurdu yâ Rabbî! Onu hep görebilsem,
gönlüme sürûr veren, sözlerini duyabilsem,
gözlerine bakmağa, yine doydum diyemem,
o hüsn-i cemâlini, bir milyon kerre görsem,
Nice zulmetleri hep, aydınlatdı bu Işık,
rûhlara hayât veren, şuâ’ları ne de şık,
Düşdüm zulmete, nerde aradığım bu Işık?
imdâdıma gel artık, yolum karmakarışık.
Kalbim râhatlıyor pek, sizi her ân andıkça,
bakışların gel diyor, hayâlin canlandıkça.
O eski hâtıralar, göz önüne geldikçe,
diyorum gelsin artık, nerde kaldı bu Işık?
Tâli’ gülmedi bana, çabuk kaçırdım sizi,
mâziye karışdırdı, tatlı günlerimizi,
yakdı bu hasret artık, kül etdi bendenizi,
gelsin diyorum gelsin! gelsin artık bu Işık!
Gitdi gideli beri, beni üzüntü aldı,
her zerrede bir neş’e, bir parlak ışık vardı.
Ne çâre kaldım yalnız, felek elimden aldı,
bu virâne zındânda, bir garîb (Ahmed) kaldı.
Yanından hiç ayrılmıyordu
Artık sık sık Abdülhakîm Efendinin evine gitmeye başladı. Bâzan sabâh namazından önce gelip, yatsıdan sonra, istemeye istemeye zorla ayrılıyordu. Hatta herşeyi unutup, yeniden görüyormuş gibi oluyordu. Yemekte, namazda, istirâhatte, bir yere gitmekte, Abdülhakîm Efendiden hiç ayrılmıyor, hareketlerine dikkat ediyor ve hep onu dinliyordu. Bir dakîkanın boş geçmemesi için çırpındığı gibi, tatil günlerinde, boş kaldığı zamanlarda da, hep oraya gidiyordu. Câmilerdeki vaazlarını hiç kaçırmıyordu. Abdülhakîm efendi ona önce Türkçe kitaplar, birkaç ay sonra, Arabî ve Farisî okuttu. Emsile, Avâmil, Simâ'î masdarlar. Emâlî kasîdesi, Mevlânâ Hâlid Dîvânı, İsaguci denilen mantık kitâbını ezberletti.
Seyyid Abdülhakîm Efendinin Hüseyin Hilmi Efendiye ilk verdiği vazîfe, İmâm-ı Begavî'nin "Kazâ-kader" hakkındaki, birkaç satırının Arabî'den Türkçeye tercümesi oldu. Tercümeyi, yaparak, ertesi gün hocasına götürünce, "Çok iyi, doğru tercüme etmişsin. Hoşuma gitti" buyurdu. (Bu tercüme, Seadet-i Ebediyye kitabının 412. sayfasındadır)
Tıb Fakültesinden eczacılığa geçmesi
Hüseyin Hilmi Efendi, tıbbiye mektebinde ikinci sınıfa birincilikle geçti. Kemik vizesini vermiş, kadavra üzerinde çalışma zamanı gelmişti. O hafta Eyüp'e gitti. Abdülhakîm Efendi ile bahçede başbaşa otururlarken, "Sen doktor olma. Eczâcılığa naklet! Çok iyi olur" buyurdu. Hilmi Efendi, "Ben sınıfın birincisiyim. Eczâclığa geçmek için izin vermezler" deyince: "Sen istida (dilekçe) ver. Allahü teâlâ inşâallah nasîb eder" buyurdu. Dilekçelerden, yazışmalardan sonra, Hilmi Efendi Eczâcı mektebi ikinci sınıfına gecti. Abdülhakîm Efendinin emri ile, Paris'te çıkan Le Matin gazetesine abone olup, Fransızcasını ilerletti. Eczâcı mektebini ve sonra Gülhâne hastahânesinde bir senelik stajını hep birincilikle bitirip, ilk önce, üsteğmen olarak askerî tıbbiye mektebine müzâkereci tâyin edildi.
Yeni bir buluşu
Bu arada yine hocasının emriyle Kimyâ Yüksek Mühendisliğini okumaya başladı. Von Mises'den yüksek matematik, Prager'den mekanik, Dember'den fizik, Goss'dan teknik kimyâ okudu. Kimyâ profesörü Arndt'ın yanında çalıştı. Takdîrlerini kazandı. Arndt'ın yanında altı ay travay yapıp, (Phenyl-cyan-nitromethan'ın nitron-esteri) cisminin sentezini yaptı ve formülünü tesbit etti.
Dünyâda ilk olan bu başarılı travayı, fen fakültesi mecmûasında ve Almanya'da çıkan "Zentral Blatt" kimyâ kitâbının 1937 târîh ve 2519 sayısında (H. Hilmi Işık) isminde yazılıdır.
Hüseyin Hilmi Işık, 1936 senesi sonunda 1/1 sayılı Kimyâ Yüksek Mühendisliği diplomasını aldı. O sene Türkiye'de ilk kimyâ yüksek mühendisi olduğu, günlük gazetelerde yazıldı. Bu başarısından dolayı askerî kimyâ sınıfına geçirilerek, Ankara, Mamak'ta zehirli gazlar kimyâgeri yapıldı. Burada on bir sene kalıp, Auer fabrikası genel direktörü Merzbacher ve kimyâ doktoru Goldstein ve optik mütehassısı Neumann ile yıllarca çalıştı. Onlardan Almanca da öğrendi. Harp gazları mütehassısı oldu. Başarılı hizmetler gördü.
Allahü teala şefaatine kavuştursun inşallah.
Tâli’ gülmedi bana, çabuk kaçırdım sizi,
mâziye karışdırdı, tatlı günlerimizi,
yakdı bu hasret artık, kül etdi bendenizi,
gelsin diyorum gelsin! gelsin artık bu Işık!
....
Ben güneşi severim, ne dersem ondan derim,
Geceyle işim yokdur, ben rü’yâyı neylerim.
Arapça öğrenmesi
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh", her fırsatta İstanbul'a giderdi. Bu ziyâretleri güçleşince mektup yazarak gönlünü ferahlatırdı. Abdülhakîm Efendi, cevaben bir mektupta şöyle yazmıştır: "Pekçok sevilen Hilmi ve Sedâd! Sevimli mektûbunuzu aldık. Senâ ve şükre bâis oldu. Avâmil'in tercümesini güzel yapmış. Demek ki, anlamış. Hilmi istifâde eder. Sedâd istifâde eder. Avâmil'in bir şerhi, bir de mu'rebi vardır. Bunları bir vâsıta ile gönderirim. Zâten nahiv itibâriyle kâfî olur. Sonra kimyâ mühendisi olduğunuz gibi, bir de sarf ve nahiv mühendisi olursunuz. Diğer mühendisler çoğaldıkça, kıymetten düşerler. Bu mühendislik haddi zâtında makbûl olduğu gibi, nâdir olmuş, azalmış ve bitmiş olduğundan çok makbûl olur. Demek orada bulunmanız, böyle devlet-i azîmeye nâil olmak için olmuş. Selâmlar ve düâlar ederiz."
Başka bir mektupta, "Hilmi, mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatinize şükrettim. Din ve dünyânıza en ziyâde yarayan ve dîn-i islâmda misli telîf edilmiş olmayan Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî kitâbını okuyup bâzısını anlamanın çok ziyâde bir fadl ve ihsân olduğunu bilmelisin!..."
Hüseyin Hilmi Işık, Mamak'ta iken, İmâm-ı Rabbânî'nin ve oğlu Muhammed Masûm'un üçer cild Mektûbât'larının Müstekımzâde tarafından yapılan Türkçe tercümelerini birkaç kere okuyarak, bu altı cild kitâptan, harf sırası ile özet çıkardı. Üç bin sekiz yüz kırk altı madde hâlinde meydâna gelen bu özeti, İstanbul'a gelince Seyyid Abdülhakîm Efendiye okudu. Hepsini, dikkatle dinledi, çok beğendi. Bu bir kitâp olmuş. İsmini "Kıymetsiz Yazılar" koy, buyurdu. Hüseyin Hilmi Işık'ın şaşırdığını görünce, "Anlamadın mı? Bu yazılara kıymet biçilebilir mi?" dedi. (Bu kitap, Hakikat kitabevi tarafından bastırılmıştır)
Evlenmesi
1940 senesinde, Abdülhakîm Efendinin tavassutu ile Karamürsel Kumaş Fabrikası Müdürü Ziya Beyin kızı Nefise Siret Hanım ile evlendi. Belediye kaydını müteakip, nikahı, Hanefî ve Şâfi'î mezheblerine göre Abdülhakîm Efendi kıydı. Düğün yemeğinde Hilmi Işık'ı yanına oturttu. Yatsıdan sonra kendisi duâ etti ve zevcesine teveccüh buyurarak, "Sen benim hem kızım, hem de gelinimsin" dedi. Böylece Hüseyin Işık'ı manevi oğulluğa kabul ettiği anlaşıldı.
Hocasının vefatı
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh", 1943 senesi sonbahârında Ankara, Hamamönü'ndeki evinde otururken, Abdülhakîm Efendinin yeğeni Fârûk Beyin oğlu avukat Nevzâd Işık gelip, "Hilmi ağabey! Efendi babam seni istiyor" dedi. Şaşırdı. Efendi hazretlerinin Ankara'da ne işi olabilirdi? Birlikte, Fârûk Beyin Hâcı Bayram'daki evine geldiler. Abdülhakim Efendinin Ankara'da mecburi ikamete tâbi tutulduğunu öğrendi. Yorgunluktan çok zayıf, hâlsiz oturmakta olduğunu gördü. Hilmi Işık, her akşam gelip, koluna girer ve yatak odasına geçirdikten sonra, üstünü örtüp, yüksek sesle "Kul-e'ûzü"leri okuduktan sonra ayrılırdı. Gündüzleri, ziyârete gelenler, karşısındaki sandalyelere otururlar, az sonra giderlerdi. Hilmi Işık'ı her zaman yatağının içine oturtur, hafîfçe bir şeyler söylerdi. Yirmi gün sonra burada vefat etti. Bağlum'da defnedilirken, oğlu Ahmed Mekkî Efendinin emri ile, Hilmi Işık kabre girip, dînî vazifeleri yaptı. Yine Mekki Efendi, "Babam, Hilmi'yi çok severdi. Onun sesini tanır. Telkîni Hilmi okusun!" buyurdu ve bu şerefli vazîfeyi de Hilmi Efendi yerine getirdi.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh", birkaç sene sonra, İstanbul'da yazdırdığı mermer taşı Bağlum'daki kabre koydurdu. Van'da Seyyid Fehîm hazretlerine de mermer taş yazdırdı. İstanbul'da Abdülfettâh Akri ve Muhammed Emîn Tokâdî'nin kabirlerini de tamîr ettirdi. 1971'de Delhi, Diyobend, Serhend ve sonra Karaşi'yi ziyâret etti; Panipüt şehrinde, Senâullah Dehlevî hazretleri ile Mazhar-ı Cân-ı Cânân'ın zevcesinin kabirlerini tamir ettirerek her iki kabrin muhâfazasını temin etti.
Hüseyin Hilmi Işık, ilim güneşi Abdülhakîm Efendinin vefatlarından sonra, mahdûm-i mükerremi, Üsküdar, sonra Kadıköy Müftîsi, fazîletli Seyyid Ahmed Mekkî Efendinin halka-i tedrîsine kabûl buyuruldu. Büyük bir şefkat ve mahâret ile, (fıkh), (tefsîr), (hadîs), ma'kûl ve menkûl, üsûl ve fürû' ilimlerini tâlim buyurup kendisini, 27 Ramazân-ı mübârek 1953 (H.1373) pazar günü icâzet-i mutlaka ile, tedrîse mezun eyled.....
Teshîr edici gözler, neş’e verici sözler,
hepsi hayâl oldular, ayrılık yamân oldu.
Derin derin bakışlar, içli bir hayât gizler.
dertliyim, görmiyeli, bir hayli zemân oldu.
...
Ben güneşi severim, ne dersem ondan derim,
Geceyle işim yokdur, ben rü’yâyı neylerim.
Abdülhakîm-i Arvasi hazretlerinin oğlu derin âlim Ahmet Mekki Efendi, Seâdet-i Ebediyye kitâbına yazdığı takrizde şöyle söylemektedir:
Dostları ilə paylaş: |