2- Doğruluğu
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber bir doğruluk abidesi idi. Aynı zamanda doğru insanlardan oluşan bir toplum oluşturmak onun en büyük hedefiydi. Bu bakımdan önce kendisi doğruluk örneği olmuştur. Gerçekten doğruluk, onun hayatının her safhasında görülen bir haslettir. Onun içi ile dışı, özü ile sözü birdi. Bir başka ifade ile olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olurdu. Söyledikleri ile yaptıkları arasında uyumsuzluk yoktu. Doğruluğu ile insanlara örnek olduğu gibi bu konudaki sözleriyle de ümmetini doğruluğa sevketmeye gayret göstermiştir. Kaynaklarda onun doğrulukla, doğruluğun faziletiyle ilgili yüzlerce sözü mevcuttur.
Hz. Peygamber bireyden doğru olmasını isterken, diğer insanlara da doğruluğun telkinini emretmiştir. Bu konudaki bir sözü şöyledir: "Doğru olunuz; doğruluğa yöneltiniz".[536] "Yâ Resûlallah! İslâm hakkında bana öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiç kimseye sormayayım" diyen bir kişiye "Allah'a inandım de, sonra da dosdoğru ol"[537] demiştir. Bu sözünde dosdoğru olmayı, Allah'a imandan hemen sonra dile getirmesi ve doğrulukla Allah'a iman arasında bağlantı kurması dikkat çekicidir. "Yaşlandınız yâ Resûlallah" denildiğinde "Beni Hud ve Vâkıa sûreleri yaşlandırdı"[538] demiştir. Çünkü Hûd Sûresinde "Seninle beraber tevbe edenlerle birlikte
emrolunduğun gibi dosdoğru ol"[539] buyurulmuştur. Yukarıdaki âyet-i kerîmeye ve bu konudaki daha başka âyet-i kerîmelere göre doğru davranmak ona ve bütün Müslümanlara Allah'ın emridir.
Doğruluğu hayatında uygulayan Hz. Peygamber'in bu yöndeki tavsiyeleri de toplum üzerinde tesirli olmuştur. Onun doğruluğu konusunda dostları, düşmanları, muhalifleri, hasılı herkes sözbirliği etmiştir. Ebû Süfyan henüz Müslüman olmadığı bir sırada bir Suriye seyahati esnasında Bizans İmparatoru Herakleios, Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında bilgi almak üzere kendisini huzuruna çağırdığında, onun özelliklerini sayarken, doğru olduğunu ve doğruluğu emrettiğini ifade etmiştir.
Doğruluğun zıddı olan ikiyüzlülük, yalancılık, sahtekârlık gibi kötü huylar bireyler arasında sağlıklı ilişkiler kurma imkanını ortadan kaldırır. Hz. Peygamber de daima, insanlara bu huylardan şiddetle kaçınmalarını söylemiştir. Yalan söylemeden, hile ve sahtekarlık yapmadan mutlu bir hayat sürülebileceğinin somut örneğini kendi hayatında göstermiştir. Bunun yanında insanlara da bu doğrultuda emir ve tavsiyelerde bulunmuştur. Doğrulukla çelişen davranışların her çeşidini kötü görmüştür. Bir çocuğu "Gel sana şunu vereceğim" diyerek çağırıp da sonra bir şey vermemeyi bile aldatma ve yalan saymış; bu tür davranışlardan kaçınılmasını istemiştir.[540] Şu olay, bu hususa güzel bir örnektir. Bir gün Hz. Peygamber Abdullah b. Amr XE "Abdullah b. Amr" 'ın evinde misafir iken, annesi onu bir şey vereceğini söyleyerek yanına çağırır. Hz. Peygamber çocuğa ne vermek istediğini sorar. Annesi hurma vereceğini söyler. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Eğer aldatıp bir şey vermeseydin sana bir yalan yazılmış olurdu"[541] buyurur.
Doğruluğun iyiliğe, iyiliğin cennete götüreceğini, yalanın kötülüğe, kötülüğün ise cehenneme sürükleyeceğini veciz bir şekilde vurgulamış, yalandan şiddetle kaçınılmasını istemiştir. Sorulan bir soru üzerine Müslümanın korkak olabileceğini, cimri olabileceğini, ama asla yalancı olamayacağını ifade etmiştir.[542] Kaynaklarda onun doğruluğun fazileti ve yalanın kötülüğü ile ilgili yüzlerce sözü bulunmaktadır.
Hz. Peygamber asla hâinlik yapmamıştır. Bir sözünde hâinlikten Allah'a sığındığını dile getirmiştir.[543] En azılı düşmanlarına bile hâinlik düşünmediği görülmektedir. Mekke'nin Fethi'nde, görüldükleri yerde öldürülmelerine izin verilenler arasında bulunan Abdullah b. Sa'd b. Ebû Serh'i bağışladıktan sonra sahâbîlere söylediği söz dikkat çekicidir. Bununla ilgili olayın gelişmesi kısaca şöyledir: Abdullah önce Müslüman olup hicret etmiş, vahiy kâtipleri arasında yer almış, ancak daha sonra irtidat edip Mekke müşriklerinin yanına dönerek onların İslâm aleyhindeki çalışmalarını desteklemişti. Mekke'nin Fethi'nde öldürüleceğini anlayınca süt kardeşi olan Hz. Osman'a sığındı. Yaptıklarından pişmanlık duyduğunu belirterek ondan kendisi için Hz. Peygamber'den eman dilemesini istedi. Neticede Hz. Osman'ın ricası üzerine Hz. Peygamber onu affetti ve bîatını kabul etti. Abdullah, Hz. Osman'la birlikte Hz. Peygamber'in yanından ayrıldıktan sonra onu öldürmek üzere fırsat kollayan bazı sahâbîler, eman vermeden önce kendilerine onu öldürmeleri yönünde niçin işarette bulunmadığını sordular. Bunun üzerine Hz. Peygamber "İmâ etmek hâinliktir. Peygamber'e îmâ etmek yakışmaz"[544] dedi.
Hz. Peygamber her zaman sözünde durmuştur. Diğer ahlâkî faziletlerde olduğu gibi bu konuda da ümmeti için örnek bir yaşayış sürdürmüştür. Verdiği sözde durmayı imandan saymış, aykırı davranmayı ise münafıklık alâmeti kabul etmiştir. Çünkü verdiği sözde durmamak, sözüne güvenilmez olmak, imanın özünde bulunan doğruluk vasfı ile çelişmektedir. Kendisi birine söz verdiği, vaad veya taahhütte bulunduğu zaman onu yerine getirirdi. Antlaşmalara uyardı. Aşağıda anlatacağımız olay onun antlaşmalara riayete ne derece önem verdiğini gayet güzel bir şekilde gözler önüne sermektedir: Ebû Basîr adlı sahâbî Müslüman olduğu için Kureyş müşrikleri tarafından hapse atılır. Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra bir yolunu bularak kaçar ve Medine'ye Hz. Peygamber'in yanına gelir. Müşrikler Ebû Basîr'in kendilerine iade edilmesi için derhal Medine'ye iki adam gönderirler. Peygamberimize hitaben bir de mektup yazarlar. Mektubu Übey b. Ka'b'a okutan Hz. Peygamber daha sonra Ebû Basîr'i çağırarak, Hudeybiye antlaşması gereğince kendisini Kureyşlilere teslim etmek zorunda olduğunu bildirir. Ebû Basîr ise teslim edilmemesini ister. Fakat Peygamberimiz "Bildiğin gibi biz Kureyş müşriklerine söz verdik. Dinimizde vefasızlığa yer yoktur" der. Ancak müşriklere verdiği sözde durmaya özen gösterirken Müslümanı da gücendirmez; Allah'ın ona ve onun durumundaki Müslümanlara bir çıkış yolu göstereceğini söyler.[545] Yine Hudeybiye'de gelişen bir başka olay bu hususa güzel bir örnektir: Hudeybiye'de antlaşma metni imzalandıktan sonra Kureyş heyetinin başkanı Süheyl b. Amr?ın oğlu Ebû Cendel, Müslüman olduğu için atıldığı hapisten kaçarak ayaklarındaki zincirleri sürüyerek Müslümanlara sığınır. Antlaşma gereğince Hz. Muhammed (s.a.s.), Kureyşlilerle yaptığı antlaşmaya sadık kalacağına dair Allah adına söz verdiğini belirtip kendisine sabır tavsiye ederek onu babasına iade eder.[546]
3- Lüzumsuz Davranışlar Karşısında Tutumu
Hz. Peygamber, tabiatları gereği bazı kimselerin sergilediği kaba ve lüzumsuz davranışlardan hoşlanmazdı. Müslümanlar Bedir Savaşı'na giderken yolda bir bedevîye rastlarlar; ondan bilgi almak isterler. Fakat adamda bilgi olmadığını görürler. Peygamber'e selam vermesini isterler. Adam içinizde peygamber var mı diye sorar. "Evet" derler. Selam verir. "Eğer sen peygamber isen bu devemin karnındakini bana bildir" der. Orada bulunan Seleme b. Selâme, "Onu Peygamber'e sorma, bana gel ben sana haber vereyim" der ve bazı şeyler söyler. Seleme'nin bu davranışı Hz. Peygamber'in hoşuna gitmez. Adama karşı kaba ve fâhiş şeyler söylediğini belirtir.[547] Aynı sahâbînin Bedir savaşından Medine'ye dönerken sarfettiği bazı sözler karşısında Hz. Peygamber'in takındığı tavır da anlamlıdır. Bedir savaşı esnasında Medine'de kalan Müslümanlar Hz. Peygamber'i ve mücahitleri kutlamak için karşılarlar. Seleme b. Selâme'nin "Bizi ne için kutluyorsunuz? Allah'a andolsun ki biz, bağlanmış develer gibi saçları dökülmüş ihtiyarlarla karşılaştık ve onları boğazladık" şeklinde münasebetsizce sözü karşısında tebessüm eder; Müslümanların başarısını küçümsememesi yolunda ona şu sözü söyler: "Kardeşim! Onlar eşrâf ve reislerdir".
Bu rivayetler, Hz. Peygamber'in lüzumsuz davranışlardan hoşlanmadığını ortaya koyduğu gibi, bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber karşısında son derece serbest davrandığını, Hz. Peygamber'in de onları kırmadan, sert davranmadan cevaplar verdiğini göstermektedir. Birinci olay, câhiliye Arabının peygamber anlayışını ve bir peygamberden beklentisini ortaya koyması açısından da ayrıca dikkat çekicidir.
4- Nezâketi
Hz. Peygamber nâzik ve kibar bir kimseydi. Bu niteliğini hayatı boyunca aile fertlerine, diğer Müslümanlara, Medine'de kendisini ziyarete gelen heyetlere, davette bulunduğu şahıslara ve mektup gönderdiği kimselere karşı davranışlarında görmek mümkün olduğu gibi, bunun dışında, müşriklere karşı davranışlarında müşahede etmek de mümkündür. Sözgelimi Umretü'l-Kazâ esnasında üç günlük müddet dolunca, Hz. Peygamber, Ebtah mevkiine kurulmuş olan deri
çadırında ensardan Sa'd b. Ubâde ile birlikte otururken Kureyş müşriklerinden Süheyl b Amr ile Huveytıb b. Abdüluzzâ, onun yanına gelirler. Antlaşmaya göre üç günün dolduğunu hatırlatarak Mekke'den çıkmasını isterler. O esnada Sa'd b. Ubâde Süheyl b. Amr'a kızar ve ona şu sözleri söyler: "... Burası ne senin ve ne de babanın toprağıdır. Resûlüllah buradan ancak antlaşmaya uyarak gönül rızasıyla çıkar". Bunun üzerine Peygamberimiz tebessüm eder. Sa'd'a dönerek "Konak yerimizde bizi ziyarete gelenleri incitme" buyurur ve sahâbeye hareket emri verir.[548]
5- Hayata İyimser Bakışı
Hz. Peygamber hayata iyimser bakar ve etrafındakilere de öyle tavsiye ederdi. Yüzünden tebessüm eksik olmazdı. En sıkıntılı anında bile üzüntüsünü belli etmez, yanındakilerin içini karartacak tavır sergilemezdi. Halbuki o, Mekke döneminde müşriklerin eziyetlerine ve Medine döneminde de çeşitli saldırılara ve süikastlere maruz kalmış, sıkıntılarla karşılaşmıştır. İnsanoğlu için en büyük felaketlerden biri olan savaşlarla, silahlı saldırılarla defalarca karşı karşıya gelmiştir. Aç kaldığı zamanlar olmuştur. Bütün bunların yanında, altı defa evlat acısı yaşamıştır. Hz. Fatıma hariç, diğer bütün çocuklarını sağlığında iken kaybetmiştir. Kaynaklar bize kızlarının ve oğlu İbrahim'in vefatında son derece üzüldüğünü ve gözlerinden yaşlar aktığını naklederler.[549] İbrahim'in vefatı esnasında karşısındaki dağa dönerek şunları söylemiştir: "Ey dağ! Benim başıma gelen senin başına gelseydi yıkılıp giderdin. Fakat biz, Allah'ın emrettiği gibi 'biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz,[550] hamd âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur'[551] deriz".[552] Bu söz, onun karşılaştığı güçlüklerin, çektiği sıkıntıların boyutunu; bunun yanısıra sabrının, metanetinin, teslimiyetinin derecesini ve beşerî yönünü ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.
Hz. Peygamber aile fertlerine olduğu gibi, sahâbeye de çok düşkündü; onların başına gelen musibete kendi başına gelmiş gibi üzülürdü. Sözgelimi Bi'rimaûne'de, yetmiş kişilik tebliğ heyetinin müşrikler tarafından hâince katliama uğramasına son derede üzülmüştür. Bütün bu üzüntü ve sıkıntı verici olaylar onun dünyasını karartmamıştır. Tam tersine metanetini daima muhafaza etmiştir. Hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmamıştır. Hayata iyimser bakışı onun en önemli örnek davranışlarından ve özelliklerinden biridir. İyimserlik ve yüksek moral, başarıya ulaşmanın ve örnekliğin temel unsurlarındandır. İnsanların, morali bozuk, hayata küsmüş birisini örnek almak istemeyecekleri tabiîdir.
6- Alçak Gönüllülüğü
Tarih boyunca insanlık, eline geçirdiği maddî veya manevî güçle, kendi cinsine, hatta Allah'a bile kafa tutan nice iktidar sahibi tanımıştır. Ancak, hem maddî ve hem de manevî güce sahip olan Hz. Muhammed (s.a.s.) farklıydı. O bir sözünde "Ben ne bir kralım, ne de zorbayım; bilakis Kureyş'ten kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum"[553] demiştir. Bu sözüyle halktan biri olduğunu vurgulamıştır. Kendisi Kelime-i Şehâdet'de de ifadesini bulduğu şekliyle "Allah'ın kulu ve elçisidir". Bu özellik, onun bütün hayatına yansımıştır. Sözgelimi bir topluluğa girdiğinde boş bulduğu yere oturduğunu görüyoruz. Gerçekten, hayatını bir "devletli" gibi değil sıradan bir "Allah'ın kulu" olarak yaşamıştır. Debdebesiz, sade bir hayat tarzını seçen Hz. Peygamber'in hayatında "peygamberliğin kişisel bir menfaat için kullanıldığı da görülmüş değildir."[554]
Yaşlı sahâbî Mahreme b. Nevfel bir gün Hz. Peygamber'in kendisine gelen elbiseleri dağıttığını duyar. Oğlu Misver'i yanına alarak Hz. Peygamber'in evinin önüne gelir. Ona Hz. Peygamber'e seslenmesini söyler. Fakat çocuk çekinir. Bunun üzere Mahreme "Evladım, o bir zorba değildir"[555] diyerek çocuğu rahatlatır. Mahreme b. Nevfel'in bu sözü, Hz. Peygamber'in, içinde yaşadığı toplum tarafından nasıl algılandığını açıkça göstermektedir. Arnaldez'in tabiriyle o, "Hiçbir zaman despot olmamıştır."[556]
Müslüman olmadan evvel bir Hristiyan ve İslâm düşmanı olan, daha sonra bir heyetle Medine'ye gelen Adiy b Hâtim et-Tâî, Hz. Peygamber'in yanında akrabasından bir kadın ve çocukların bulunduğunu görünce, onda İran ve Bizans krallarının niteliklerinin bulunmadığını anlar.[557] Hz. Peygamber, Adiy b. Hâtim'i evine götürürken, kendisini durdurup sıkıntısını anlatan yaşlı bir kadının uzun müddet derdini dinler. Evine vardıklarında içi lif dolu deri minderini misafire verip kendisi yere oturur. Onun bu davranışından ötürü Adiy b. Hâtim "Vallahi bu bir kral değildir"[558] değerlendirmesini yapar ve sonunda müslüman olur.
7- Aşırılıklar Karşısındaki Tutumu
Hz. Peygamber aşırılıklıklardan hoşlanmaz, bu tür davranışlardan uzak durur, hiçbir zaman ifrata kaçan duygu ve düşüncelerin etkisi altında kalmaz, sahâbîleri de bu konuda ikaz ederdi. İslâm'a söz getirebilecek, insanları usandıracak, İslâm'dan nefret ettirecek davranışları, İslâm'ın temel prensiplerini zedeleyici hareketleri hiç hoş karşılamazdı. Bu tür olaylar kendisine intikal edince üzülür ve hatta öfkelenirdi. Bu gibi durumlarda açık tavır takınır ve böyle davranışlarda bulunanları uyarırdı. Bu konudaki tutumuna birkaç örnek verelim. Sahâbîlerden birisi cemaate namaz kıldırırken uzun sûreler okuyarak namazı iyice uzatır. Bu durumu cemaatten birisi Hz. Peygamber'e iletir. Bunun üzerine Hz. Peygamber ayağa kalkarak topluluğa karşı şu veciz konuşmayı yapar: "İnsanlar! İçinizde halkı nefret ettirenler var. Herhangi biriniz imamlığa geçip de halka namaz kıldırırsa namazı uygun bir şekilde kısa kessin. Zira onlar arasında hasta, yaşlı ve işi-gücü olanlar vardır". Olayı anlatan sahâbî, Hz. Peygamber'i o günkü konuşması esnasındaki kadar öfkeli hiç görmediğini söylemektedir.[559]
Sakîf heyeti Medine'ye gelip Müslüman olunca, içlerinden heyetin en genç üyesi olan Osman b. Ebü'l-As'ı kendi kabilesine vali ve imam tayin eder. Ona şu tavsiyede bulunur: "Sen imamlık yaptığında halka namazı hafiflet, namazı itidal üzere kıldır. Halkın en zayıf olanlarını, içlerindeki yaşlıların, küçüklerin, zayıfların ve işgüç sahibi olanların durumlarını göz önünde bulundur".[560]
Hz. Peygamber, helal olan iki durumdan birisini seçmek gerektiğinde kolay olanını tercih ederdi. İbadetlerde fıtratı, yani yaratılışı ve insanın yeteneklerini zorlamazdı. Mekke'nin Fethi'nde Peygamberimizin yanına bir adam gelerek "Ben, Allah sana Mekke'nin fethini nasip ederse Beytülmakdis'de namaz kılmayı adadım" der. Peygamberimiz "Burada kılman daha faziletlidir" karşılığını verir. Hz. Peygamber'in hanımı Meymûne de "Yâ Resûlallah! Şayet Allah sana Mekke'nin fethini nasip ederse Beytülmakdis'de namaz kılmayı adadım" der. Peygamberimiz ona da şunu söyler: "Senin buna gücün yetmez...". Bunun üzerine Meymûne "Önümde ve ardımda muhafızlarla giderim" deyince "Sen buna güç yetiremezsin. Beytülmakdis'in kandillerinde yakılacak yağ gönder. Oraya gitmiş gibi olursun" der. Meymûne, Beytülmakdis'in kandillerinde yakılmak üzere yağ satın alınması için her yıl Kudüs'e para gönderirdi.[561]
Hz. Peygamber, ibadetlerin îfâsında da insan takatını zorlamayı hoş karşılamazdı. Enes b. Mâlik'in anlattığına göre bir gün Hz. Peygamber Mescid'e girdiğinde iki direğin arasına çekilmiş bir iple karşılaşır. "Bu ip nedir"? diye sorar. "Bu Zeyneb'in ipidir. Namazda ayakta durmaktan yorulunca bu ipe tutunur" derler. Hz. Peygamber bunun üzerine şöyle buyurur: "Hayır, bu ipi
çözünüz. Sizden biriniz zinde ve dinç olduğu müddetçe namaz kılsın. Yorulunca da hemen otursun".[562]
8- Güvenilir Oluşu
Güzel ahlâkın en önemli özelliklerinden olan güvenilirlik, aynı zamanda peygamberlerin genel niteliklerindendir. Hz. Peygamber, gençliğinden itibaren güvenilir olarak tanınmıştır. O, yirmi beş yaşlarında iken Mekke'de sadece "el-Emîn" diye anılıyordu. 35 yaşında iken, Kâbe'nin tamiri esnasında Hacerülesved'in yerine konulmasında Kureyş kabilesi arasında çıkan anlaşmazlıkta meselenin halledilmesi, ertesi gün Kâbe'ye ilk girecek şahsa bırakılmıştı. Tam o esnada Hz. Muhammed (s.a.s.)'in geldiğini görünce "el-Emîn" geliyor diyerek sevinmişlerdi. Onun "el-Emîn" lakabıyla anıldığına dair kaynaklarda daha pekçok örnek vardır.
Mekkeliler, kendisine kıymetli eşyalarını teslim ederlerdi. Hz. Muhammed (s.a.s.) bu emanetlere asla ihanet etmez ve sahiplerine sağlam bir şekilde iade ederdi. Emanetlere en zor anında bile hainlik yapmamıştır. Bilindiği üzere Medine'ye hicret edeceği gece müşrikler, öldürmek maksadıyla onun evini kuşatmışlardı. Evini terketmeden önce, yanında bulunan emanetleri Hz. Ali'ye teslim etmiş ertesi gün sahiplerine vermesini istemiştir. Burada dikkat çekici bir husus vardır. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Hz. Ali'ye teslim ettiği bu malların müşriklere ait olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü o sırada Müslümanlar Medine'ye hicret etmişlerdi. Mekke'de birkaç Müslüman kalmıştı.
İslâm dininin başarıya ulaşmasında Hz. Peygamber'in güvenilir oluşunun payı büyüktür. Şayet davranışlarıyla güven vermeyen birisi olsaydı insanlar onun etrafında toplanmazdı.
Hz. Peygamber şahıslara, şahısların mallarına ihanet etmediği gibi, kamu malına da ihanet etmemiştir. Nitekim Huneyn Savaşı'ndan sonra ganimetlerin toplandığı yerde durmuş ve eline devesinin hörgücünden bir tüy alarak şunları söylemiştir: "İnsanlar! Benim sizin ganimetinizde gözüm yoktur. Hatta şu tüyde bile".[563] Sahâbîlere daima güvenilir olmayı telkin ederdi. Emanetin zıddı olan hiyanetin çirkin bir davranış olduğunu söylerdi. Sahâbîler de Hz. Peygamber'i emîn olarak tanımışlar ve sonsuz bir güvenle kendisine bağlanmışlardır.
Hz. Peygamber, iman ile güvenilir kimse olmak arasında sıkı bir bağ bulunduğunu bildirmiştir. Bu hususla ilgili sözlerinden birkaçı şöyledir: "Kişinin kalbinde iman ve küfür bir arada bulunmaz. Güvenilirlik ve hâinlik de bir arada olmaz".[564] "Mü'min, insanların kendisine güvendiği kimsedir. Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların sâlim olduğu kişidir. Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a andolsun ki, kötülüklerinden komşusunun emîn olmadığı kimse cennete giremez".[565] "Emanet(e riayet)i olmayanın imanı yoktur".[566]
Güven duygusu, toplumun her kesiminde ve her alanda bulunması gerekir. Anne babanın çocuğa, çocuğun anne babasına; eşlerin birbirine; âmirin memura, memurun âmire; işçinin işverene; işverenin işçiye; satıcının müşteriye; müşterinin satıcıya güven duyduğu bir toplum sağlıklı bir yapıya kavuşmuş olur.
Burada Hz. Peygamber'in çok önem verdiği alışverişteki güven üzerinde kısaca durmak gerekir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, alışverişin özü karşılıklı güvendir. Alışverişte güven ortadan kalktığı ve güvensizlik yaygınlaştığı zaman insanlarda her şeyi şüphe ve ihtiyatla karşılama duygusu gelişir. İnsanlar arasındaki manevî bağlar zayıflar. Çekingenlik ve sevgisizlik meydana gelir.
Kendisini aldatan veya aldatmaya çalışan insana karşı kimsenin sevgi ve saygı duymayacağı ve hatta nefret edeceği kesindir. İnsanlar, sözüne ve işine güvenilmeyen kimselerle irtibat kurmaktan çekinirler. Şayet bu kişi ticaretle uğraşıyorsa alışveriş yapmaktan, müşteri ise mal vermekten, sanatkar ise iş sipariş etmekten kaçınır. Dolayısıyla bu tür kişilerin mallarına ve çalışmalarına rağbet azalır, kazançları artmaz. İşte Hz. Peygamber'in "hainlik fakirlik getirir" sözündeki incelik burada yatmaktadır. Ama tersi olursa, yani herkes birbirine güvenirse kazanç, üretim ve tüketim artar. Bu da bolluğa ve zenginliğe vesile olur.
Ticaretle uğraşanların topluma yaptığı hizmetler inkar edilemez. Çünkü herkes malın üretildiği yere kadar gidip ihtiyacını karşılayamaz. Nitekim Hz. Peygamber ticaret erbabının kişiye ve topluma yaptığı hizmetler nedeniyle büyük manevî mükafatlara erişeceğini müjdelemiştir. Her türlü aldatmayı, hileyi ve karşıdaki insana zarar vermeyi yasaklamıştır. O, bir gün yiyecek maddesi satan birinin yanına uğrar. Elini ürünün içine daldırdığında parmakları ıslanır. Sonunda ürünün üstü, yani müşterinin göreceği kısmın kuru, alt kısmın ise yaş olduğu anlaşılır. Tahılın sahibine "Bu ne"? diye sorar. Satıcı, yağmur yağdığını söyler. Bunun üzerine Peygamberimiz şunları söyler: "Islak kısmı, insanların görebilmesi için yiyeceğin üzerine neden koymadın? Bizi aldatan bizden değildir".[567]
Güven duygusu bir milletin kendi bireyleri arasındaki ilişkilerinde önemli olduğu gibi, uluslararası ilişkilerde de önemlidir. Kendisine güvenilmeyen bir ulusun uluslararası ilişkilerde, ekonomiden siyasete hiçbir alanda başarıya ulaşması mümkün değildir. Hz. Peygamber sadece Mekke'de, Medine'de veya daha geniş anlamıyla Hicaz bölgesinde ticaret yapan bir işadamı değildi; bilakis uluslararası ticaretle uğraşan bir tâcirdi. Uluslararası ticarette de telkin ettiği güven sayesinde, Hz. Hatice'nin kervanını yönettiği Suriye seferinde beklenmedik kâr elde etmiştir. Bu sebeple Hz. Hatice ona vadettiği ücretin iki katını vermiştir. Bu da güvenilen bir ticaret adamının kazancının artacağına güzel bir örnektir.
9- Adaleti
Toplum sevgiyle kaynaşır, adaletle ayakta durur. Herkesi kucaklayan bir adalet uygulaması, fertlerin birbiriyle kaynaşmasına vesile olur. Haksızlık ve adaletsizlik ise huzursuzluğa yol açar. Çünkü hiç kimse bir başkası tarafından hakkının çiğnenmesinden hoşlanmaz. Kurân-ı Kerim'de adalet üzerinde çok durulmuştur. Adaletten yoksun olan kişi ile adâletli kimse bir misalle mukayese edilmiştir. Buna göre adaletten yoksun olan kişi dilsiz, bir şey beceremeyen ve hiçbir şeye yaramayan bir köleye benzetilmiş; böyle bir kişinin, doğru yolda yürüyerek adâlet vasfını kazanmış bir kişiyle bir tutulamayacağı bildirilmiştir.[568] Bir hak konusunda hüküm verilirken hakkın kendi lehine hükmedilmesi halinde bundan memnun olan, fakat aleyhine hükmedilmesi halinde bu hükmü tanımayan insanların zalim oldukları bildirilmiştir.[569] Kişisel çıkar, akrabalık, zenginlik, fakirlik, kin, düşmanlık taraflardan birinin soylu veya aşağı tabakadan olması, bedenî ve rûhî bakımdan kusurlu olması gibi durumların bir hakkın ihlâlini, örtbas edilmesini, âdil davranmamayı, adalet ilkesinden sapmayı mazur göstermediği ifade edilmiştir.[570] Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber insanlar arasında adaleti gerçekleştirmekle emrolunmuştur.[571]
Hz. Peygamber faaliyetlerinde daima adaleti esas almıştır. İbn Sa'd, Hz. Peygamber'in İslâm'dan önce de anlaşmazlıklarda hakemliğine başvurulan birisi olduğunu kaydetmektedir.[572] Nitekim Kâbe hakemliği meşhurdur. O, insanlar arasında fark gözetmemiştir. Peygamberliği döneminde de başkalarının gelişigüzel istek ve telkinlerinden etkilenmeden İlâhî emirlerin gösterdiği doğrultuda hareket etmiştir. Kaynaklarda onun adaletle ilgili çok sayıda sözü mevcuttur.
Peygamberimiz hak hususunda titiz davranır, kimsenin canına ve malına zarar vermeyi ve üzerine kul hakkı geçmesini istemezdi. İstemeden zarar verdiği olursa, bir özür dilemekle halledilebilecek veya buna gerek duyulmayacak durumda bile, şayet kendisinden bir kısas talebinde bulunulursa seve seve bu isteği yerine getirirdi. Bedir Gazvesi'nde savaştan önce elinde bir okla İslâm ordusunun saflarını düzeltirken, Sevad b. Gaziyye adlı sahâbînin safı bozduğunu ve biraz ileri çıktığını görür. Karnına okla dokunarak hizaya geçmesini ister. Bunun üzerine Sevâd, "Yâ Resûlallah canımı acıttın! Şüphesiz Allah seni hak ile gönderdi; kısas uygulamama müsade et" der. Hz. Peygamber karnını açarak kısas uygulamasını söyler. Sevâd hemen onu kucaklar ve öper. Peygamberimiz niçin böyle yaptığını sorduğunda, "Yâ Resûlallah! Görüyorsun, öldürülmemekten emin değilim. Seninle son temasımın cildimi cildine değdirmek olmasını istedim" der. Peygamberimiz de ona hayır dileğinde bulunur.[573] Görüldüğü üzere Sevâd b. Gaziyye'nin asıl hedefi kısas uygulamak değildir. O, Hz. Peygamber'e sevgisini bu şekilde dile getirmek istemiş ve onun bedeninden hikmet beklemiştir. Peygamberimiz aslında işin bu ciheti üzerinde pek durmamış, ona iyilik dilemekle yetinmiştir. Ancak sevgisini bu şekilde göstermek isteyen adamı kırmamıştır. Bu olaydan çıkarılması gereken bir sonuç da Hz. Peygamber'in onun asıl niyetini bilmediği ve zahire göre hareket ettiğidir. Fakat bu rivayette bizim asıl dikkat çekmek istediğimiz husus, Hz. Peygamber'in adalete ve kul hakkına verdiği önemdir. O, üzerine geçen bir kul hakkını, her zaman ve her yerde, en sıkıntılı anında bile, savaş için orduyu tanzim ettiği bir sırada olsa dahi ödemeye hazır olduğunu göstermiştir.
Bu konuda bir örnek daha vermek istiyoruz. Huneyn Savaşı'na katılan bir sahâbî anlatır: "Ben devemin üzerinde Hz. Peygamber'in yanında ilerliyordum. Ayağımda sert pabuç vardı. Devem Peygamber'in devesini sıkıştırdığında pabucumun kenarı Resûlüllah'ın baldırına dokunarak rahatsız ediyordu. Bunun üzerine Resûlüllah ayağıma kamçı ile vurarak "Canımı yakıyorsun, arkamdan yürü!" dedi. Ben de onun yanından savuştum. Ertesi gün Resûlüllah beni istemiş. Kendi kendime "Beni dün ayağını incittiğim için aramıştır" dedim. Yanına geldim. Bana "Sen dün benim ayağımı incitmiş, canımı yakmıştın. Ben de senin ayağına kamçı ile vurmuştum. Seni bunun karşılığını ödemek için çağırdım" dedi ve bana seksen koyun verdi".[574]
Taif kuşatması kaldırılıp Ci'râne'ye dönülürken Resûl-i Ekrem'in kamçısı deveye her vurduğunda, onun terkisinde giden Ebû Zür'a el-Cühenî adlı sahâbîye değer. Hz. Peygamber bir ara dönüp şöyle bir bakar ve "Yoksa kamçı sana mı değiyor"? diye sorar. Ebû Zür'a "Evet" cevabını verir ve bunun önemi olmadığını belirtir. Ci'râne'ye varıldığında Hz. Peygamber Ebû Zür'a'ya hediye verir.[575]
Hz. Peygamber'in sahâbe arasında meydana gelen hukuk ihlallerinde taviz vermediği ve adaleti sağladığı görülmektedir. Kaynaklarımızda bununla ilgili çok sayıda örnek yer almaktadır. Enes b. Nadr adlı sahâbînin kızkardeşi Rubeyyi,' bir kadının dişini kırar. Dişi kırılan kadının yakınlarına diyet teklif edilir. Ancak kabul etmeyip kısas isterler. Durum Hz. Peygamber'e bildirilir. O da kısas uygulanmasını emreder. Bunun üzerine Enes b. Nadr Hz. Peygamber'e gelerek "Vallahi Rubeyyi'in dişi kırılamaz" diyerek itirazda bulunur. Hz. Peygamber bunun Allah'ın emri olduğunu ve uygulanması gerektiğini belirtir. Fakat o sırada dişi kırılan kadının yakınları kısastan vazgeçerek diyete razı olurlar.[576]
Hz. Peygamber adaletin zıddı olan zulmü her vesile ile kötülemiştir. Kaynaklarımızda onun bu hususla ilgili çok sayıda ikazı yer almaktadır. Bunların en meşhurlarından birisi şudur: "Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez..."[577] Bu sözüyle o, Müslümanların kardeş olduğunu dile getirdikten sonra, Müslümanın en başta gelen vasfının kardeşine zulmetmemek, haksızlık yapmamak olduğunu bildirmiştir. Müslümanların birbirine haksızlık yapmamasını istediği gibi, aynı zamanda muâhide zulüm yapılmamasını da emretmiştir. Kendisi haksızlığa uğrayanı daima korumuş, mazlumun korunmasını ve ona yardım edilmesini istemiştir. Zulmün uhrevî zararlarını da açıklamıştır.[578]
Dostları ilə paylaş: |