10- Hoşgörüsü
Hoşgörü, literatürümüzdeki deyimiyle müsâmaha, görmezliğe gelme, aldırmama, bir suçluya karşı şiddet göstermeyip geçiverme, katlanma[579] gibi anlamlara gelir.
Hoşgörü, toplum hayatında son derece gerekli bir davranış biçimidir. Çünkü insanlar farklı inanç, düşünce ve davranışlara sahiptirler. Bir konuda dayanakları, amaçları, hedefleri ve yöntemleri çoğu zaman farklı olduğu için her zaman ve her konuda uzlaşmaları mümkün olmayabilir. O sebeple, birbirlerinin düşünce ve davranışlarına hoşgörü ile yaklaşmaları gerekmektedir.
Hoşgörü, çağımızın olumlu anlamda yükselen değerlerinden birisidir. Nitekim 1995 yılı, Türkiye'nin girişimi ile "Hoşgörü Yılı" ilan edilmiştir. Hz. Peygamber'in hoşgörüsünü anlamak, çağımızdaki hoşgörü anlayışı ve uygulamalarının onun uygulama alanına koyduğu hoşgörünün neresinde bulunduğunun anlaşılmasına da yardımcı olacaktır. Hz. Peygamber bizzat hoşgörü anlamındaki müsâmaha kelimesini pek çok sözünde kullanmış ve faaliyetlerinde hoşgörü prensiplerini uygulamıştır. Halbuki hoşgörü, Batı'da, Asr-ı Saadet'ten bin yıla yakın bir zaman sonra, XV. yüzyıldan itibaren bir felsefî kavram olarak kullanılmaya başlamıştır.
Hoşgörü Hz. Peygamber'in faaliyetlerinde önemli bir ilkedir. Bu ilkenin temelini de "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, korkutmayınız" sözleriyle atmıştır. Dinin kolaylık olduğunu[580] açıklamıştır. Hoşgörü ve kolaylık dini olan İslâm'la gönderildiğini bildirmiştir.[581] Bazı kişilerin "Allah katında hangi iş daha üstündür?" şeklindeki sorularına cevap verirken, Allah'a imandan sonra saydığı hususların içine hoşgörüyü de dahil etmiştir.[582] Hoşgörünün cennete girmeye vesile olacağını bildirmiştir.[583]
Hz. Peygamber hoşgörüyü bireyler arasında tek taraflı değil, karşılıklı uyulması gereken bir davranış biçimi olarak görmüştür. Haksızlığa yol açılmaması, bir kişinin sürekli hoşgörü bekleyen, diğerinin ise hoşgörü göstermek zorunda kalan durumuna düşmemesi ve toplumun tüm bireyleri arasında hoşgörünün hakim olması için "Hoşgörülü davran ki sana da hoşgörü ile davranılsın"[584] buyurmuştur. Bu söz, aynı zamanda hoşgörüye aynıyla karşılık verilmesi ve hoşgörünün istismar edilmemesi gerektiğini de ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber kaba ve genel âdâba aykırı davranışlar karşısında fevrî hareket etmez, bunları olgunlukla karşılardı. Bir gün üzerinde Necran mamulü yakası sert bir elbise bulunduğu halde yürürken, yanına yaklaşan bir kişi Hz. Peygamber'in elbisesini hızlıca çeker. Bunun sonucu elbisesinin yakası boynunda iz bırakır. Adam bununla yetinmez ve "Ey Muhammed! Senin yanındaki Allah'ın malından bana vermeleri için emret"! der. Hz. Peygamber adama döner ve güler; onu cezalandırma yoluna gitmez. Arkasından da ona istediğini vermeleri için emir verir.[585]
Yine bir gün bedevînin biri Mescid-i Nebevî'ye küçük abdestini yapar. Orada bulunanlar bu adamı cezalandırmak isterler. Hz. Peygamber onlara müdahele ederek adamın abdest bozduğu yere su dökmelerini ister ve "Siz zorlaştırıcı olarak değil, kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz"[586] der. Bu olayda Hz. Peygamber'in, uygunsuz davranışta bulunan kişiye hoşgörüyle davranmasının yanında, sahâbeyi de eğittiği ve konuyla ilgili genel prensipleri hatırlattığı görülmektedir.
Hz. Peygamber'in, aile bireylerine ve yakın çevresine hoşgörüsü takdire şayandır. Eşlerine, çocuklarına, yanında büyüyenlere ve hizmetinde bulunanlara hoşgörülü davrandığını daha önce gördük. Bunun yanısıra geniş toplum kesimlerine de hoşgörü göstermiştir. Sözgelişi yakınlarına karşı işlenen cinayetlerin ve kendisine karşı tertiplenen süikastlerin faillerini affetmiştir.
Hz. Peygamber başka din mensuplarına hoşgörü göstermiş, onlara saygılı davranmıştır. Örneğin hicretten sonra Medine'de müşrik Araplar ve Yahudilerin de katılımıyla Medine Sözleşmesini imzalamıştır. Gayr-i Müslimlere inanç, fikir, mal ve can güvenliği tanınmıştır. Onlara tanıdığı ibadet hürriyeti konusunda bir örneği burada hatırlatmak gerekir. Hıristiyan Necran heyeti bir ikindi vakti Medine'ye gelerek Mescid-i Nebevî?ye girmişlerdir. Hz. Peygamber ashabı ile henüz ikindi namazını kıldığı sırada ibadet vakitleri gelen Hristiyanlar doğuya yönelerek ibadet etmeye hazırlanmışlardır. Bazı sahâbiler onların ibadet etmesine engel olmak istemişler, fakat Hz. Peygamber onların serbest bırakılmasını ve ibadetlerini yerine getirmelerine müsade edilmesini emretmiştir. Ehl-i kitaba dahil olan zümreler, yani Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusîler, şayet İslâm'ı kabul etmeyip kendi dinlerinde kalmak isterlerse devlete cizye adlı yıllık bir vergi ödedikleri takdirde canları, malları, ırz ve namusları ile din ve mabetleri himaye altına alınmıştır. Görüldüğü üzere bu uygulamada sadece hoşgörü ile yetinilmemiş, bunun çok ötesinde himaye, koruma, garanti altına alma, teminat verme gibi hususlar devreye girmiştir. Bu alandaki uygulamalar daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Hz. Peygamber'in Ehl-i kitaba karşı hoşgörüsünü Hristiyanlarla ilişkiler, Yahudilerle ilişkiler ve toplum yapısı ile ilgili bölümlerde anlattığımız için aynı konu üzerinde burada uzun uzadıya durmak istemiyoruz.
Katlanma olmaksızın hoşgörüsüz hayat geçmeyeceği tabiîdir. Hoşgörü, tahammülün de ötesinde hâkim, egemen, güçlü olduğu zamanda hak tanımak, affetmek şeklinde gerçekleşirse daha da anlamlı olmakta ve önem kazanmaktadır. Bu çerçevede, Mekke'nin Fethi'nde Hz. Peygamber'in yaptığı hoşgörü önemlidir.
Şüphesiz her şeyin hoş görüleceği de söylenemez. Bireye ve topluma karşı işlenen öyle ağır suçlar görülmektedir ki, bunların hoş görülmesi mümkün değildir. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in, yeni bir toplum düzeni kurmaya, toplumsal düzeni sağlamaya ve barışı korumaya yönelik bazı uygulamaları, hoşgörüsüzlük olarak değil, yukarıda çizilen çerçevede değerlendirilmelidir. Peygamberimiz bu tutumuyla, hoşgörüyü safdilliğe varan bir davranış biçimi olarak görmediğini de ortaya koymuştur. Ayrıca her şeyi hoş görmek, yanlış bir hoşgörü anlayışının doğmasına, hoşgörünün bir sığınma aracı olarak kabul edilmesine ve kötü alışkanlıkların yaygınlaşmasına sebep olabilir.
Hoşgörü toplumsal barış ve uzlaşmaya katkıda bulunur. Karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı, kavgasız, çekişmesiz, birbirinin düşüncelerine, görüşlerine, inançlarına saygılı bireylerden oluşan huzurlu bir toplum oluşmasına vesile olur. Ki, böyle bir toplum yapısı, Hz. Peygamber'in en başta gelen hedefiydi. Hz. Peygamber sadece yanlışa göz yummakla yetinmemiş, doğru olanı da göstermiş, aynı yanlışın tekrarlanmaması için gayret göstermiştir. Çünkü aksi takdirde göz yumma, giderek sabrı taşıran, bireyin ve toplumun huzurunu bozan noktalara ulaşabilir. Başlangıçtaki hoşgörü daha sonrası için birikim oluşturabilir.
Hz. Peygamber'in hoşgörüsü Batılı araştırmacıların da ilgisini çekmiştir. Mesela onunla ilgili özel bir eser kaleme alan İngiliz subayı Bodley, çok yönlü bir insan olan Hz. Muhammed (s.a.s.)'in insanların zaaflarını hesaba kattığını ve bu zaaflara karşı müsamaha gösterdiğini, insanların ihtiraslarını anladığını[587] vurgular. Hoşgörü, kolaylaştırma ve ılımlı politikanın onun başarısına damgasını vurduğunu dile getirerek bu konuda şunları söyler: "Ebû Cehil'in oğlu İkrime'nin İslam'ı kabul etmesi, itidal ve kolaylığı haklı gösteren bir zaferdi."[588] Bodley, Hz. Peygamber'in hoşgörü çizgisini hemen her ortamda izlediğini, itidalden en sıkıntılı zamanlarında bile ayrılmama çabası içinde bulunduğunu[589] ifade eder.
11- Cömertliği
Cömertlik, mal ve imkanı gönüllü olarak ve karşılık beklemeden gerekli yerlerde ve gerektiği ölçüde başkalarının yararına harcamaktır. Hemen belirtmek gerekir ki, İslâm dini cömertliği insanın sahip olması gereken temel erdemlerden birisi olarak kabul etmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de cömertlik Yüce Allah'ın sıfatları arasında geçmekte (Kerîm),[590] O'nun ikram sahibi olduğu belirtilmektedir.[591] Yine Kur'an-ı Kerîm'de, cömertliğin tezahürlerinden olan yardımın, kendi canı çekmesine rağmen, karşılık beklemeden,[592] gösteriş yapmadan, kimseyi incitmeden, başa kakmadan,[593] sahibinin yanında değer taşıyan maldan[594] yapılması istenmiştir.
Her konuda Yüce Kur'an'ın prensiplerini uygulayan Hz. Peygamber de söz ve davranışlarında cömertliğe gerekli değer ve önemi vermiştir. Öyle ki o, kendisini çok yakından tanıyan sahâbîler tarafından "insanların en cömerdi" olarak tanıtılmış,[595] cömertliğinin ramazan ayında daha da arttığı[596] belirtilmiştir.
Kaynaklar onun cömertliğini yağmurla mukayese ederler ve hayır konusunda yağmurdan daha cömert olduğunu kaydederler.[597] Buradaki karşılaştırma dikkat çekicidir. Nasıl ki yağmurdan herkes, sözgelişi her dine mensup olan, her yaştan, zengin-fakir bütün insanlar istifade ederse, onun cömertliğinden de her kesimin faydalandığını söylemek mümkündür. Hz. Peygamber'den istenen bir şeye yok dediğinin vaki olmadığı, varsa verdiği rivayet edilir.[598]
Cömertlik, servet edinme duygusuyla karşılıksız harcama ve iyilik yapmaktan kaçınmayı ifade eden "cimrilik" ile, kişinin kendine ait veya sorumluluğu altındaki mal veya imkânı gereksiz yere harcamayı ifade eden ve "İsraf" diye adlandırılan iki aşırılığın ortasında bulunur. Kur'an-ı Kerîm'de müsrifler kötülenip israf reddedilirken, israf ve cimrilikten uzak olarak dengeli harcamada bulunanlar övülür.[599] Kur'an-ı Kerim'de insanlar hayra, ihsana, yardıma teşvik edilirken, cimrilik gösterenlerin bu davranışlarının kendileri için iyi olmadığı ve bilakis fena olduğu,[600] Allah'ın cimrileri sevmediği,[601] cimriliğin zararının, cimri insanın bizzat kendisine dokunacağı,[602] cimrilikten korunanların kurtuluşa ereceği,[603] cimrilik edenin düştüğü zaman malının kendisine fayda sağlamayacağı[604] bildirilir.
Hz. Peygamber cimriliği kötülemiş, bu sıfattan Allah'a sığınmıştır.[605] Kendisinin cimri olmadığını da açıkça ifade etmiştir. İnsanlar hakkında düşünülebilen küçük düşürücü huylardan birisinin cimrilik olduğunu bildirmiştir.[606] Cimrilik duygusuyla imanın bir arada bulunamayacağını söylemiştir.[607] Bir hadisinde, mal hırsını demir zırha benzetmiş, cömert insanla cimri insanın şu şekilde mukayesesini yapmıştır: Cömert insandaki yardım duygusu mal hırsını yenip kişi cömertlik yaptıkça üzerindeki zırh genişler. Böyle bir kişide mal hırsının ve cimrilik duygusunun baskısı gittikçe azalır. Cömert kimse aynı zamanda başkalarının sıkıntılarını hafifletmiş olmaktan dolayı huzura kavuşur. Buna mukabil cimri insandaki mal hırsı, kendisini, gittikçe sıkan bir zırh gibi rahatsız eder. İnsanların sıkıntı içinde bulunduklarını görmekten dolayı da vicdanen rahatsız olur. Buna rağmen cimriliği yüzünden vicdanını rahatlatacak iyilikler yapamaz. Böylece cimrilik duygusu kendisini tam bir psikolojik baskı altına alır.[608] Hz. Peygamber cimrilik sebebiyle geçmişte bazı milletlerin helak olduklarını şu sözleriyle bildirmiştir: "Cimrilikten sakının! Çünkü cimrilik sizden öncekileri helâk etmiş; onları birbirinin kanlarını dökmeye, haramlarını helal saymaya sevketmiştir".[609]
Hz. Peygamber, çeşitli alanlarda kaynak ve imkân savurganlığını, yani israfı önlemeye yönelik çabalarda bulunmuştur. "Yiyiniz, içiniz, tasadduk ediniz, giyininiz. Fakat israf etmeyerek ve kibirlenmeyerek"[610] buyurmuştur. Abdest alırken bile suyun israf edilmemesini istemiştir.[611] Kişinin zamanını, en iyi bir şekilde değerlendirme imkânına sahip bulunduğu dönem olan gençliğini, yani bir bakıma işgücünü, servetini, ilim gibi kaynak ve imkânlarını nasıl kullandığından sorguya çekileceğini[612] bildirmiştir. Bu suretle, kişinin, bahsi geçen kaynak ve imkânları kullanırken sorumluluğunun bilincinde olması gerektiğine dikkat çekmiştir. İsraf, gerek bireysel harcamalarda ve gerekse kamu harcamalarında olumsuz sonuçlar doğurabilir. Kamu alanındaki israf halkı sıkıntıya sokacak ekonomik sorunlara yol açabilir. Bu açıdan bakıldığında, Hz. Peygamber'in bir yönetici olarak, cömertlik sıfatına hâiz olmasının yanında, israfın olumsuzluğuna vurgu yapması anlamlı ve önemlidir. Bunun yanısıra israf, her düzey ve alanda sosyal ve psikolojik bunalımlara sebep olabilir. Çünkü imkânı olanların israfçı tutumları, İmkânı olmayanlarda kıskançlığa ve öfkeye yol açabilir.[613]
12- Yeniliklere Karşı Tutumu
Yenilik, ilerleme, gelişme ve dinamizm, insanlığa mutluluk getiren adımlardır. Hz. Peygamber'in mesajı, herşeyden evvel geldiği çağda dinî, sosyal, ekonomik, ahlâkî ve kültürel düzenlemeler açısından muazzam bir yenilikti. Dolayısıyla onun Peygamberlik döneminin tamamı yeniliklerle doludur. Yalnız şu var ki, o bu yenilikleri gerçekleştirirken o güne kadar insanlığın ürettiği, vahye aykırı olmayan, akla ve insan yaratılışına uygun olan iyi uygulamaları, yani "ma'ruf"u yıkmamıştır. Çünkü Hz. Peygamber'in gayesi toplumun değerlerini ne olursa olsun altüst etmek değil, her alandaki bozuklukları düzeltmekti. Fakat bu ıslah faaliyetleri esnasında da düşündüğü ve uygulamayı planladığı bir hususta daha uygun bir alternatifle karşılaştığı zaman onu reddetme yoluna gitmemiş, aksine uygun gördüğü takdirde derhal uygulama alanına koymuştur. Esasında istişare müessesesine de bu noktadan bakılmalıdır. Onun istişareye verdiği değer de bir bakıma fikir üretmeye ve çok sesliliğe önem verdiğini, makul gördüğü takdirde yeni düşünceleri kabule ve tatbik etmeye hazır olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber'in hayatında yeniliklere açık olduğunu gösteren çok sayıda örnek mevcuttur. Bunlardan birkaç örnek verebiliriz. Mescid-i Nebevî önceleri yatsı ve sabah namazı vakitlerinde hurma dalları ve yaprakları yakılarak aydınlatılıyordu. Hicretin dokuzuncu yılında Temîm heyeti ile birlikte Medine'ye gelen ve yanında birkaç kandil ile fitil ve yağ getiren Temîm ed-Dârî, bir cuma gecesi hizmetçisine Mescid'de kandilleri direklere astırarak yaktırır. Hz. Peygamber Mescid'e gelince bunları kimin yaktığını sorar. Temîm ed-Dârî'nin yaptığını öğrenince ona şunları söyler: "Sen İslâm'ı nurlandırdın. İslâm'ın
mescidini süsledin. Allah da seni dünyada ve ahirette nurlandırsın". Bu olay Hz. Peygamber'i o derece etkiler ki, Temîm ed-Dârî'ye kandilleri asan hizmetçinin adını sorar. Fetih olduğunu öğrenince onun adını Sirâc (kandil) olarak değiştirir. Sahâbe arasında yer alan Sirâc, Mescid-i Nebevî'yi aydınlatma ve isim değiştirme olayını bizzat kendisi anlatmıştır.[614]
Hz. Peygamber'in yeniliklere açık olduğunun bir göstergesi de savaş alanında bir yabancı milletin tekniğini kabul etmesidir. Hendek Savaşı'nda şehri savunmak için İranlıların savunma tekniğini kabul ettiği ve Selmân-ı Fârisî'nin teklifi üzerine şehrin çevresine hendek kazıldığı kaynaklarda kaydedilmektedir. Yine Taif kuşatmasında İran'da mancınık kullanıldığını bildiren Selmân-ı Fârisî'nin teklifi üzerine mancınık kullanmaya karar vermiş ve ona mancınık yaptırmıştır. Yezîd b. Zem'a, Tufeyl b. Amr ve Hâlid b. Saîd gibi şahısların da mancınık getirdikleri ve adı geçen kuşatmada kullanıldığı kaynaklarımızda kayıtlıdır.[615] Bütün bu örnekler, Hz. Peygamber'in insan aklının ürettiği yenilikleri benimsediğini ve daha da geliştirilmesini teşvik ettiğini göstermektedir.
Peki, Müslümanlar tarafından Hz. Peygamber'in hangi tür davranışlarının örnek alınması gerekir? Hz. Peygamber'in kişiliği kendi döneminde olduğu gibi, kendisinden sonraki dönemlerde de Müslüman toplumların yaşayışı için örnek olmuştur. Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Peygamber'in mü'minler için canlı ve mükemmel bir fazilet örneği olduğu bildirilmektedir. Dolayısıyla onun hedefi insanlara hayatta pratik olarak uygulayabilecekleri kuralları öğretmek ve bunları kendi yaşayışında göstermektir. Mü'minlere düşen de onu örnek almaktır. Bu hususla ilgili âyet-i kerîmenin meâli şöyledir: "Andolsun ki Resûlüllah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir"[616]
Hz. Peygamber'in örnek alınmasını emrederken Allah Teâlâ'nın, onun yaşadığı dönemin ve coğrafyanın şartlarına göre yediği yemekleri, kullandığı eşyaları, giydiği elbiseleri, kısaca onun hayatının şeklî yönünü örnek almalarını kastetmiş olmadığı ve böyle bir örnek alma biçimi takdim etmediği açıktır. Zaten o takdirde Hz. Peygamber'in örnek alınmasının imkansızlığı ortadadır. Esasında örnek alınmadaki temel espri de bu değildir. Şayet öyle düşünülürse bugün binmek için deve, yemek için hurma, giymek için de Yemen elbisesi aramak gerekecektir. Aynı zamanda, Hz. Peygamber'in hayatının şeklî yönünü, mesela kıyafetinin örnek alınması gerektiğini savunmak, İslâm'ın evrenselliği ile çelişmektedir. Sözgelimi, hayvan derisi giyen Müslüman bir eskimodan, onun Arabistan sıcağında giydiği kıyafetini örnek almasını istemek gerçeklerle bağdaşmaz. Bu sayılan hususların dinin özüyle alakası da yoktur. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.) peygamberlikten önce ne yiyorsa peygamberlikten sonra da aynı şeyleri yemeye, peygamberlikten önce ne giyiyorsa peygamber olduktan sonra da onu giymeye devam etmiştir. Peygamber olduktan sonra giyim tarzını değiştirdiğine dair kaynaklarda hiçbir kayıt mevcut değildir. Dolayısıyla Müslümanlar için örnek alınması ve hayata geçirilmesi gereken şeyler Hz. Muhammed (s.a.s.)'in uygulamalarının şeklî yönüyle ilgili hususlar değil, bilakis doğruluğu, adaleti, insanlara sevgi ve saygısı, barışa verdiği önem, hoşgörüsü, güvenilirliği, yumuşak huyluluğu, çalışkanlığı, kanaati, şefkat ve merhameti, cömertliği gibi faziletlerdir.[617
Hz. MUHAMMED'İN AİLE HAYATI
1- Aile Reisi Olarak Hz. Muhammed
Hz. Peygamber birçok hadisinde ailenin önemine işaret etmiş ve onun bir huzur yeri olduğunu belirtmiştir. Bir baba olarak çocukları dünyaya gelince sevinmiş; vefatlarında ise üzülmüştür. Sözgelimi oğlu İbrahim'in doğum haberini kendisine getiren Ebû Râfi'e hediye vermiş; İbrahim'in annesi Mâriye'yi de azat etmiştir.[618] Bu çocuğunun bakımı ve yetiştirilmesiyle ilgilenmiş; sütannesine bir hurmalık tahsis etmiştir. Sık sık sütannesinin bulunduğu yere onu görmek için gitmiştir. İbrahim, on altı veya on sekiz aylık iken vefat etmiştir. Onun vefatı üzerine gözlerinden yaş dökülmüştür. Bunun üzerine "Sen de mi ağlıyorsun yâ Resûlallah!" diyen Abdurrahman b. Avf'a bunun şefkatten kaynaklandığını, üzüntülü olduğunu, ancak bağıra çağıra ve feryat ederek ağlamayı yasakladığını söylemiştir.[619]
"Bir dost ve bir baba olarak yaratılışın en ince duygularıyla" bezenmiş olan[620] Hz. Peygamber, bir aile reisinin aile fertlerine nasıl davranması gerektiğini emir ve tavsiyeleri ile açıkladığı gibi, bizzat kendi uygulamaları ile de ortaya koymuştur. Erkeğin kadına iyi davranması gerektiğini çok açık ve kesin bir şekilde dile getirmiştir. Bu anlamda "En hayırlınız ailesi için hayırlı olandır. Bana gelince, ben aileme karşı en hayırlı olanınızım";[621] "En hayırlınız hanımlarına karşı iyi davrananınızdır"[622] buyurmuştur. Enes b. Mâlik, "Ailesine Resûlüllah kadar şefkatli bir kimse görmedim"[623] demiştir. İman, ahlak ve aile fertlerine yumuşak davranma arasında kurduğu bağıntıyı dile getiren şu sözü çok anlamlıdır: "Mü'minlerin imanca en mükemmel olanı, ahlakça en güzel olanı ve aile fertlerine yumuşak davrananıdır."[624]
İnsanın üzerinde hakkı olan kişilerin başında aile fertleri gelmektedir. Çünkü kişinin sevincini ve üzüntüsünü ilk önce paylaştığı kimseler aile fertleridir. Hz. Peygamber çeşitli vesilelerle erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları bulunduğunu söylemiştir. Kadınlar hakkında Allah'tan korkulmasını, onlara haksızlık yapılmamasını istemiştir. Kocasını şikayet için kendisine gelen kadınların sayısı artınca bu tür davranışta bulunanların iyi kimseler olmadığını söylemiştir.[625] Hanımlarına iyi davranmış, onları dövmemiştir. Kendisi bunu yapmadığı gibi, hanımlarını dövenleri de "Kadınlarınızı nasıl dövüyor, sonra da akşam olunca beraberce yatıyorsunuz"[626] diyerek kınamıştır. Kadınların dövülmemesi, hele yüze hiç vurulmaması, kötü sözlerle tahkir edilmemesi ve evinin terkedilmemesi[627] konularında ikazda bulunmuştur. "Kadınları ancak kötüleriniz döver"[628] demiştir. İbn Sa'd, hanımların dövülmesi ile ilgili rivayetleri özel bir başlık altında toplamıştır.[629]
Hanımlarının ve diğer aile fertlerinin yakınlarına da ilgi gösterirdi. Hz. Hatice'nin bir arkadaşı yanına geldiğinde ona iltifatta bulunmuştur. Her koyun kesişinde Hz. Hatice'nin arkadaşlarına et gönderdiği rivayet edilir.[630] Ev halkından sayılan Enes b. Mâlik'in annesi ve büyükannesi ile de ilgilenmiştir. Babasından kendisine intikal eden ve çocukluğunda kendisinin hizmetini gören Ümmü Eymen'e "Anneciğim" diye hitap ederdi ve onun için "Bu, benim ailemin bakiyyesidir"[631] derdi.
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber'in hanımları ve aile hayatı hakkında bilgi verilmektedir. Eşleri ile aralarında geçen tartışmalarda hem Peygamber'e ve hem de hanımlarına öğütlerde bulunulmakta ve yol gösterilmektedir.[632] Bunun yanısıra Hz. Peygamber'in eşlerinin mü'minlerin anneleri olduğu,[633] bildirilmektedir.
Hz. Peygamber aile fertlerinin eğlenme ve dinlenme gibi ihtiyaçlarını karşılar, meşrû eğlencelerden onları yararlandırmaya çalışırdı. Ramazan ve Kurban Bayramı merasimlerine kızlarını ve hanımlarını da götürürdü.[634] Bir bayramda Habeşlilerin sergiledikleri gösterileri Hz.
Âişe'nin seyretmesine izin vermiş ve hatta yardımcı olmuştur. Hz. Âişe ile koşu yapmıştır.[635] Aile bireyleri ile şakalaşmıştır.
Hz. Peygamber çocuklarına olduğu gibi, yanında, kendi himayesinde büyüyenlere, mesela Ali b. Ebû Tâlib'e, Zeyd b. Hârise'ye ve azatlısı Ümmü Eymen'e de son derece şefkatli davranmıştır. Amcası Ebû Tâlib'in yükünü hafifletmek üzere 5 yaşında iken yanına almış olduğu Hz. Ali, babası Mekke'de olduğu halde Hz. Peygamber'in yanında büyümüş ve ömrü boyunca onun yanından ayrılmamıştır. Aynı şekilde Zeyd b. Hârise de Hz. Peygamber'in ailesi içinde büyümüştür. Hz. Hatice, kendisine Hakîm b. Hizâm'ın köle olarak verdiği Zeyd'i Hz. Peygamber'e hediye etmiş; Hz. Peygamber de onu azat etmişti. Zeyd'in babası, oğlunu araya araya Mekke'de bulmuş; Hz. Peygamber onu, kendi yanında kalmak veya babası ile birlikte gitmek konusunda serbest bırakmıştı. Zeyd ise Hz. Peygamber'i babasına tercih etmiştir. Bu da Hz. Peygamber'in ona karşı hareketleri, davranış ve muamelesinin gerçek bir babanın davranışından farksız olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber, babasından kendisine kalan ve Hz. Hatice ile evlendiği zaman azat ettiği Ümmü Eymen'i de ailesinden sayarak ona bir anneye gösterilen muameleyi göstermiştir. Hanımlarını, çocuklarını, yanında büyüyenleri ve hizmetçilerini dövmemiştir.[636] Medine'de Hz. Peygamber'in hizmetine verilen Enes b. Mâlik, kendisine vefatına kadar hizmet etmiş; bir defacık olsun karşıdakinin davranışlarına bıkkınlık, yılgınlık ve iç sıkıntısının bir ifadesi olan "öf" bile demediğini söylemiştir.
Hz. Peygamber hanımları ile istişâre etmiştir. Kaynaklarda bu konuyla ilgili bol miktarda bilgi bulunmaktadır. Ayrıca zaman zaman hanımlarının itirazlarına ve taleplerine maruz kalmıştır. Şayet hep emredici olsaydı, hanımlarına birşey danışmasaydı ve sormasaydı herhangi bir itirazla karşılaşmazdı. Bu bakımdan "hanımlarla istişâre edilmesini, ancak söylediklerinin aksiyle hareket edilmesini"[637] söylediğine dair rivayetin sıhhati üzerinde düşünülmesi gerekir. Herşeyden önce bu rivayet hadis tekniği açısından sağlam değildir; sahih hadis kitaplarında yer almamaktadır. Bu rivayetin ortaya çıkmasına sebep olan sosyal şartların araştırılması ise ayrı bir inceleme konusudur. Şu kadar var ki bu rivayet, Hz. Peygamber'in uygulamalarına ters düşmektedir. Oysa ilk vahiy aldığı zaman, içinde bulunduğu sıkıntılı durumu hanımı ile istişâre etmiştir. Hz. Hatice de hem kendisini teselli etmiş ve hem de onu meseleye kesin çözüm bulacak ve doğru teşhis koyacak bir kişiye, Varaka b. Nevfel'e götürmüştür. Bu olay Hz. Hatice'nin dirayetini, soğukkanlılığını ve isabetli karar verme yeteneğini mükemmel bir şekilde ortaya koymaktadır. İlk vahiy nâzil olduğunda kendisine hanımının yardımcı olduğunu ileriki yıllarda unuttuğu düşünülemez. Hz. Peygamber Hudeybiye seferinde barış antlaşmasından sonra sahâbîlere kurbanlarını kesmelerini ve tıraş olmalarını emreder. Sahâbîler görünüşte antlaşmanın şartlarını Müslümanların aleyhine buldukları için isteksiz davranırlar; hiçbiri kalkıp da bu emri yerine getirmez, o emir verdikçe yüzüne bakarlar. Buna çok üzülen ve hatta kızan Hz. Peygamber hanımı Ümmü Seleme'nin çadırına girerek durumu ona anlatır. Ümmü Seleme şunları söyler: "Yâ Resûlallah! Sen çıkıp kurbanını kes, başını tıraş et. Onların hepsi sana uyacaktır". Peygamberimiz Ümmü Seleme'nin tavsiyesini yerine getirir. Sahabe de duyguları ile hareket etmeyi bırakır ve ona uyar.[638]
Hz. Peygamber, evinde zamanının bir kısmını ibadete, bir kısmını ailesine, diğer kısmını da kendisine olmak üzere üçe ayırırdı. O'na göre kişinin ailesiyle geçirdiği vakit, boşa harcanmış bir vakit değildir. Hz. Peygamber, insanlara, bildiğini anlatacağı ilk kişilerin aile fertleri olduğunu öğretmiştir. O, kendisine gelen heyetleri "Ailenize dönün ve onlara ta'limde bulunun" derdi. Kendisi de aile fertlerini eğitmiştir. O'nun bu yönünden en fazla faydalanan hanımı Hz. Aişe olmuştur. Hz. Peygamber aile kurumunun korunmasına çalışmıştır; boşanmayı zorlaştırmıştır.
Dostları ilə paylaş: |