5- Muhalefet Sebepleri
Kur'ân-ı Kerîm, insanları Allah'ın birliğine inanmaya ve sadece ona ibadet etmeye çağırıyor, putları ve putperestliği kötülüyor, onların ne fayda ve ne de zarar verdiğini açıklıyordu. Bu âyetlerden bazıları şunlardır: "Siz, Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyorsunuz, asılsız sözler uyduruyorsunuz".[143] "Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ve ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar".[144] Yine Kur'ân-ı Kerim, putların ve putperestlerin cehenneme yakıt olacaklarını bildiriyordu: "Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız...".[145] Aynı zamanda meleklere ve cinlere tapanları eleştiriyor, insanların ve cinlerin Allah'a ibadet etmek için yaratıldıklarını açıklıyordu. Kısacası, müşriklerin tüm bâtıl inanç ve ibadetlerine karşı çıkıyor, kendilerini tevhide davet ediyordu. Onlar ise, atalarından miras olarak devraldıkları inanç, tapınma ve gelenekleri terketmek istemiyorlardı.
Kâbe, tüm Araplar tarafından kutsal mekan olarak kabul ve ziyaret edildiği için, Mekke müşrikleri, burada bütün Arapların hakkı olduğunu düşünüyorlardı. Onlar, Kur'ân'ın ifadesiyle, Hz. Peygamber'e "Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan atılırız"[146] diyerek, İslâm'ı kabul ettikleri takdirde Mekke'den sürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceklerini, bahane olarak, dile getiriyorlardı. Fakat Allah Teâlâ, onların bu iddiasını, "Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler"[147] buyurarak eleştirmektedir.
Kureyş müşrikleri putperestliğin yıkılmasıyla bütün Arap kabileleri nezdinde elde etmiş oldukları dinî üstünlüğün ve ticârî menfaatlerin ellerinden gitmesinden endişe duyuyorlardı. Ayrıca put imal edip Kâbe'ye gelenlere satanlar vardı. İslâm'ın bunu haram kılmasına put ticareti yapanlar fena halde kızıyorlardı.
Araplar, kültürel geleneğin taşıyıcısı olarak kabul ettikleri 'atalar'dan intikal eden örf, adet ve geleneklere büyük önem veriyorlardı. Kureyşliler için de putperestlik, korunması gereken bir değerdi. Babalarını belli bir dine inanmış olarak bulduklarını ve kendileri için de en akıllıca yolun babalarının geleneğini sürdürmek olduğunu sık sık söylüyorlar, kendi tutucu davranışlarını haklı çıkarmak için babalarının geleneklerini ileri sürüyorlardı. Dolayısıyla ataları taklit, gerek inanç ve gerekse ibadet ve yaşama tarzlarında müşrikler için vazgeçilmez bir esastı. Muhalifler, İslâm'ı atalarının yoluna, yani geleneksel davranış ve inançlara saldırı olarak görüyorlardı. Kur'an-ı Kerim'de onların bu tutumları eleştirilmektedir: "Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e gelin' denildiği vakit, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter" derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi"?[148]
Kur'an-ı Kerim, Arapların ahlaksızlığını, zulüm ve haksızlıklarını, kötü ve çirkin yaşayışlarını açıkça eleştiriyor, fenalıklarını sayıyor ve yaptıklarını yüzlerine vuruyordu. Kur'an-ı Kerim'in getirdiği ahlakın Arap toplumunun geleneksel ahlak anlayışından köklü bir şekilde koptuğu ortadadır.[149] Onların ahlakı, Kur'an-ı Kerim'in öngördüğü ahlak ile çelişki teşkil ediyordu. Kur'an-ı Kerim insanları güzel ahlaka ve fazilete davet ediyordu.
Mekke müşrikleri ölümden sonraki ebedî hayata, yaptıklarından hesaba çekileceklerine inanmıyorlar veya inanmak istemiyorlardı. Kur'an-ı Kerim'in kötülük işleyenlerin cezaya çarptırılacağından bahsetmesinden memnun olmuyorlardı. Kötü alışkanlıklarından, haksız kazançlarla insanları ezmelerinden, içki, fuhuş... gibi İslâm'ın yasakladığı günahlardan dolayı hesap vermeyi düşünmek bile istemiyorlardı. "Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır, ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder"[150] diyorlar ve ahireti inkar ediyorlardı.
Kabile yapısında sosyal tabakalara önem veriliyordu. Mekkeliler, kölelerin, efendisinin dininden başka bir dine girmesine tahammül edemiyorlar, onların Müslüman olmalarını kendilerine karşı isyan kabul ediyorlardı. Halbuki Hz. Peygamber eşitliği emrediyor, insanlar arasında sınıf farkı gözetmiyor, mensuplarını ister köle, ister efendi, ister zengin, isterse fakir olsun, aynı seviyede kabul edip üstünlük ölçüsünün takvâ olduğunu belirtiyor, mü'minleri kardeş ilan ediyordu. Efendiler, kendilerini kölelerle eşit tutan bir dine girmek istemedikleri gibi ona cephe de alıyorlardı.
Mekkelilerin İslâm'a muhalefetinde kabile rekabetleri de önemli yer tutmaktaydı. Ebû Cehil'in aşağıdaki sözleri onun Abdümenâfoğullarına rekabeti yüzünden Hz. Muhammed (s.a.s.)'e inanmadığını göstermektedir. O, şöyle diyordu: "Biz Abdümenâfoğullarıyla şeref hususunda anlaşmazlığa düştük. Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar yaya kalmış kimselere binek verdiler, biz de verdik. Onlar halka bağışta bulundular, biz de bulunduk. Sonunda aynı dereceye ulaşıp burun buruna giden iki yarış atı durumuna geldiğimizde onlar "İşte bizden, semâdan kendisine vahiy gelen bir Peygamber çıktı" dediler. Biz buna ne zaman ulaşacağız? Allah'a andolsun ki ona asla inanmayız".[151] Ebû Cehil, peygamberliği Mekke şehrinin idaresi ve hac ibadeti ile ilgili görevlerden birisi gibi telakki ediyor ve bu görevin Abdümenâfoğulları içinden birisine verilmesine tahammül edemiyordu. Onun bu husustaki düşüncesini dile getirdiği bir sözü şöyledir: "Sikâye, rifâde ve meşvere görevleri Abdümenâfoğullarının elinde bulunmaktadır. Şimdi de Peygamber onlardan çıktı. Peki bize ne kaldı"?[152]
Kimi muhalifler Kur'an'ın Hz. Muhammed (s.a.s.)'den daha asil birisine verilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Velid b. Muğîre, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamber olmasını bir türlü kabul edememiştir. O, şöyle derdi: "Nasıl olur? Ben Kureyş kabilesinin büyüğü ve başkanı olayım da bir kenara bırakılayım. Muhammed'e vahiy gelsin? Nasıl olur Ebû Mes'ud Amr b. Umeyr es-Sakafî, Sakîf kabilesinin başkanı olsun da o da bir kenara bırakılsın? İkimiz bu iki şehrin (Mekke ve Tâif) başkanlarıyız". Onun görüş ve iddialarına cevaben Yüce Allah şöyle buyurur: "Onlar dediler ki: Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı? Rabb'inin nimetini onlar mı paylaşıyorlar"?[153]
6- Hz. Hamza ve Hz. Ömer'in Müslüman Oluşları
Kureyş müşriklerinin İslâm'a muhalefetinin bütün şiddetiyle devam ettiği bir sırada, kahramanlık ve yiğitlikleriyle meşhur iki kişi, Hamza b. Abdülmuttalib ve Ömer b. Hattab İslâmiyet'i kabul ettiler. Bu olay, Müslümanların güçlenmesine vesile olduğu gibi İslâm muhaliflerinde de şok etkisi yaptı. Öneminden dolayı ilk İslâm Tarihi kaynakları bu iki şahsın Müslüman oluşlarıyla ilgili olayları müstakil başlıklar altında kaydederler.
Hz. Hamza, yeğeni Hz. Muhammed (s.a.s.)'den bir kaç yaş büyüktü. İkisi çocukluk arkadaşı ve süt kardeşi idiler. Hz. Hamza avlanmayı severdi. Avdan dönünce evine gitmeden Kâbe'yi tavaf ederdi. Güçlü, kuvvetli idi; haksızlığa maruz kalanlara destek olurdu. Henüz Müslüman olmamıştı, ama yeğenini çok seviyor ve ona yapılan haksız muamelelere çok üzülüyordu. Bir gün Ebû Cehil, Safâ tepesinin yanında Hz. Peygamber'e hakaret etmiş, dinini ve peygamberliğini küçümseyerek hakaret dolu sözler söyleyip her zamanki gibi onu incitip üzmüştü. Hz. Peygamber ise karşılık vermemişti. Abdullah b. Cüd'an'ın bir câriyesi, olayın meydana geldiği yere yakın olan evinden olup biteni görmüş ve söyleneni duymuştu. Bu kadın biraz sonra avdan dönen Hamza'ya, Ebû Cehil'in yaptıklarını anlattı. Hamza kadının anlattıklarını duyunca içerledi. Doğruca Mescid-i Haram'a giderek Kureyş'in ileri gelenleri ile birlikte oturan Ebû Cehil'e doğru ilerledi. Yanına varınca yayını kaldırarak başına vurup yaraladı. Sonra da "Sen Muhammed'e sövüp sayarsın ha! İşte ben de onun dinindeyim. Elinden gelirse bana da cevap ver, bana da söv de seni göreyim"! diyerek onu tehdit etti. Bu sırada Ebû Cehil'in kabilesi olan Mahzumoğullarından bazıları ona yardım etmek için harekete geçmek istediler. Ancak Ebû Cehil, Hamza'nın haklı olduğunu söyleyerek onlara engel oldu. Hz. Hamza'nın İslâm'ı kabul edişi Hz. Peygamber'e ve Müslümanlara güç verdi. Müşrikler, ondan korktukları ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'i savunacağını bildikleri için kötülük yapmaktan çekinmeye başladılar.[154]
Hz. Hamza'nın İslâmiyet'i kabulü Hz. Ömer'den önce idi ve o sırada Hz. Peygamber Dârülerkam'da faaliyetini sürdürüyordu. Hz. Peygamber bir taraftan tebliğ vazifesini sürdürürken diğer taraftan İslâm'ın ve Kur'an'ın zaferi için bazı kuvvetli şahsiyetlerin hidayete ermesini Yüce Allah'tan niyaz ediyordu. Ebû Cehil ve Ömer'den birinin hidayeti için şöyle dua etmiştir: "Allah'ım! İslâmiyeti ya Ebü'l-Hakem b. Hişam (Ebû Cehil) veya Ömer b. Hattâb ile te'yid edip güçlendir." Bu duadan nasibini alan Ömer b. Hattab olmuştur.
Ömer b. Hattab, Adiy kabilesine mensuptu. Kureyş'in yiğitlerindendi. Başlangıçta İslâm'ın şiddetli muhalifi idi. Müslüman cariyelere işkence yapardı. Bir gün kılıcını kuşanarak Hz. Muhammed (s.a.s.)'i öldürmek maksadıyla Dârülerkam'a doğru yöneldi. Yolda yine Adiy kabilesinden Nuaym b. Abdullah'a rastladı. Nuaym ona nereye gittiğini sordu. Ömer "Kureyş'in birliğini bozan ve onları akılsızlıkla itham eden, dinlerini kötüleyen, ilahlarına hakaret eden Muhammed'i öldürmeye!)" diye cevap verdi. Bunun üzerine Nuaym ona, Muhammed'i öldürürse Abdümenafoğullarının kendisini sağ bırakmayacağını hatırlattı. Peşinden, eniştesi Saîd b. Zeyd ile kızkardeşi Fâtıma'nın da Müslüman olduğunu bildirdi. İslâm'ı kabul etmiş olan Nuaym'ın muhtemelen bundan maksadı, Saîd ile Fatıma'yı ihbar etmek değil, Ömer'in ilgisini başka tarafa yöneltip zaman kazanmaktı. Kızkardeşini öldürmeyebilirdi; ama Hz. Muhammed (s.a.s.)'i öldürmeye kararlı görünüyordu. Ömer derhal eniştesinin evine yürüdü. Habbâb b. Eret onlara Kur'an öğretiyordu. O, hemen gizlendi. Ömer hiddetle içeriye girdi. Dışarıda iken, evde okunan Kur'an'ı işitmişti. Duyduklarının doğru olduğuna kanaat getirdi. Eniştesini ve kızkardeşini dövmeye başladı. Kızkardeşi, İslâm'ı kabul ettiklerini, ne pahasına olursa olsun bundan vazgeçmeyeceklerini haykırdı. Bunun üzerine Ömer, okuduklarının kendisine getirilmesini istedi. Tâhâ Sûresi'nin yazılı olduğu kağıdı kendisine getirdiler. Okuduklarının hoşuna gittiğini söyledi. Bunun üzerine Habbâb b. Eret gizlendiği yerden çıktı. Ömer, Muhammed'in bulunduğu yere gitmek istediğini söyleyerek doğruca Dârülerkam'a yürüdü. İçeridekiler Ömer'in kılıcını kuşanmış vaziyette geldiğini görünce kapıyı açmakta tereddüt ettiler. Fakat içeride bulunan Hz. Hamza "İyi niyetle gelmişse bu iyiliği kendinden esirgemeyiz; yok eğer bir kötülük arıyorsa onu kendi kılıcıyla öldürürüz" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber kapının açılmasına izin verdi ve Ömer'i avluda karşılayarak ne maksatla geldiğini sordu. Ömer "Ey Allah'ın Resûlü! Ben Allah'a, onun elçisine ve Allah tarafından indirilen şeylere inanmak için geldim" cevabını verdi. Hz. Peygamber bunun üzerine tekbir getirdi. Hz. Ömer'in İslâm'ı kabul etmesi Müslümanları güçlendirdi ve sevindirdi.[155] Onun Müslüman oluşu biraz sonra göreceğimiz Habeş Hicreti'nden sonra ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamber oluşunun 6. yılının Zilhicce ayında (m. 615) gerçekleşmiştir.
Burada, insanların İslâm'a dahil olmasında, şahısları ve kitleleri İslâm'a cezbetmede Kur'an-ı Kerîm'in tesirine işaret etmek gerekir. Ömer ve onun gibi pekçok kimsenin İslâm'a girmesinde Kur'an-ı Kerim'in üslubunun güzelliğinin ve etkileme gücünün rol oynadığı görülmektedir. Kur'an üslûp ve edebî özellikler bakımından beşerin söyleyemeyeceği üstünlüğe sahiptir; kulağı okşadığı kadar kalbe de hitap eder. Ömer'den başka Devsli meşhur şair Tufeyl b. Amr'ın, Ebû Zer el-Gıfârî'nin, ünlü sihirbaz Dımâd b. Sa'lebe'nin, Akabe mevkiinde İslâm'ı kabul eden Hazrecli altı kişinin, Evs kabilesi reislerinden Sa'd b. Muaz'ın ve daha pekçok sahâbînin Kur'an-ı Kerim'i dinledikleri anda Müslüman oldukları bilinmektedir.
7- Habeşistan'a Birinci Hicret
Hz. Peygamber, sahâbenin karşı karşıya kaldığı sıkıntılardan dolayı üzülüyor, ancak elinden bir şey gelmiyordu. Sonunda onlara "Allah çektiğiniz sıkıntılardan kurtulmanız için bir yol gösterinceye kadar Habeşistan'a göç etseniz iyi olur. Zira orada, yanındakilerden hiç birine zulüm yapılmayan bir hükümdar vardır" diyerek bu ülkeye gitmelerini tavsiye etti.
Bunun üzerine Müslümanlardan bir kısmı Habeşistan'a göç ettiler. Bu, İslâm'da ilk hicrettir. Kaynaklar Habeşistan'a hicretin iki kez olduğunu, birincisinin peygamberliğin 5. yılında (m. 615) ve Recep ayında gerçekleştiğini kaydederler. Birinci Habeş hicretine katılanların, dördü kadın, on biri erkek olmak üzere toplam on beş (bazı kaynaklarda on altı) kişiden ibaret oldukları kaynaklarda kaydedilmektedir. Bunlar, Osman b. Affan ve hanımı Rukıye, Ebû Huzeyfe b. Utbe ve hanımı Sehle bint Süheyl, Ebû Seleme ve hanımı Ümmü Seleme, Âmir b. Rebîa ve hanımı Leylâ bint Ebû Hasme, Zübeyr b. Avvâm, Mus'ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'ûn, Ebû Sebre, Hâtıb b. Amr ve Süheyl b. Beydâ'dır. Görüldüğü gibi bunlardan bazıları hanımı ile birlikte gitmişlerdir. Bu muhâcirler kimisi binekli, kimisi de yaya olarak gizlice Kızıldeniz kenarına, Şuaybe Limanı'na kadar gittiler. Limana tam o sırada iki ticaret gemisi gelmişti. Ücret karşılığında bu gemilere binerek sağ-sâlim Habeşistan topraklarına ayak bastılar. Kureyş müşrikleri onları yakalamak üzere peşlerinden adamlar gönderdiler. Fakat bu adamlar muhâcirlere yetişemediler. Muhâcir Müslümanlar orada huzur ve güven içinde yaşamaya başladılar.[156]
Müslümanlar başka bir bölgeye değil de özellikle niçin Habeşistan'a hicret etmişlerdir? Bu soruya, Arap Yarımadası'nın çeşitli bölgelerini, Müslümanların oralara hicret imkanı olup olmadığı açısından değerlendirmek suretiyle cevap vermek mümkündür. Her şeyden önce Arabistan'daki Arap kabilelerinden herhangi birinin yanına hicret edemezlerdi. Çünkü bu kabileler henüz müşrik idiler. Çeşitli vesilelerle Mekke'ye geldiklerinde kendilerini İslâm'a davet eden Hz. Peygamber'e hiçbiri henüz olumlu cevap vermemişti. Üstelik bu kabileler Kureyş müşrikleri ile irtibat halinde idiler. Müslümanlar için Kureyş'le aralarının açılmasını istemezlerdi. Arabistan'da oturan Yahudi ve Hristiyanların hakim oldukları bölgelere gidemezlerdi. Zira yarımadadaki Yahudi ve Hristiyanlar birbiri ile çekişme içinde ve yekdiğerine karşı egemenlik kurmakta birbiriyle rekabet halinde idiler. Onlar yeni bir rakip istemezlerdi. Yemen bölgesine de hicret edemezlerdi. Çünkü burası Mecusî İran'ın sömürgesi idi. Semâvî bir dini kabul etmeye yanaşmadıkları gibi, bu dine mensup olanları
da kabul etmezlerdi. Irak ve Suriye bölgesi de Müslümanların hicretine elverişli değildi. Zira bu iki bölgeye ulaşmak zor olduğu gibi, Kureyşlilerin bu bölgelerle yakın ticârî ilişkileri vardı. Dahası, buralarda İran ve Bizans nüfûzu hakimdi. Bunun yanısıra, bu bölgelerin idarecileri halka zulüm yapıyorlardı. Umman bölgesinde de zulüm hâkimdi. Dolayısıyla tek güvenli bölge Habeşistan'dı. Nitekim Hz. Peygamber de orayı tavsiye etmiştir. Hz. Peygamber'in özellikle oraya hicreti tavsiyesinden, onun dünyayı iyi tanıdığını da anlıyoruz. Müslüman muhacirler Habeşistan'da gerek hükümdar ve gerekse halk tarafından iyi muamele görmüşler, ibadetlerini serbestçe yapmışlar, eziyetle karşılaşmamışlar ve kimseden kötü bir söz işitmemişlerdir.
Bu sırada Habeşistan'daki muhacirlerden bazılarının Mekke'de meydana gelen bir olay sebebiyle hicretten dört ay kadar sonra Mekke'ye döndüğü, ancak olayın asılsız olduğunun anlaşılması üzerine tekrar Habeşistan'a gittikleri söylenir. Hicret receb ayında gerçekleşmişti. Muhacirler orada şaban ve ramazan aylarında kalmışlar, şevval ayında geri dönmüşlerdir. Biraz sonra bahsedeceğimiz olay ise ramazan ayında meydana gelmiştir.[157]
Bazı İslâm tarihi kaynaklarında yer alan ve "Garânîk Kıssası" diye bilinen bu habere göre Peygamberimiz Kâbe'nin yanında Necm Sûresi'ni okurken, "Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ'yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât'ı"[158] âyetlerini okuduktan sonra, gûyâ "Bunlar yüksek kuğulardır, onların şefaatları umulur" sözlerini şeytan'ın telkini ile söylemiş! Secde ayetine gelince secdeye varmış, bütün kâfirler de secde etmişler! Müşrikler, putlarının Hz. Peygamber tarafından övülmesine sevinmişler. Akşam olunca Cebrâil aleyhisselam gelerek Hz. Peygamber'e "Allah tarafından vahyedilmeyen sözleri söylediğini" bildirmiş. Hz. Peygamber buna çok üzülmüş, şeytanın söylediği sözleri iptal etmiş!.[159]
İbn Sa'd ve Taberî gibi en eski İslâm tarihi müelliflerinin doğruluğunu araştırmadan eserlerine aldığı bu rivayeti, Müslüman âlimler, sözlerinin çelişkili, râvîlerinin zayıf, senetlerinin kopuk ve her şeyden önce tevhid inancına aykırı olması gibi çeşitli yönlerden eleştiriye tabi tutmuşlar ve uydurma olduğunu ortaya koymuşlardır. Hz. Peygamber'in, mücadele içinde bulunduğu putları övücü sözler söylemeyeceği ortadadır. Nitekim, Necm Sûresi'nin 19. ve 20. ayetleri putları, putperestliği kötülemekte ve bunların anlamsızlığını açıklamaktadır. Bu ayetlerin hemen peşinden Hz. Peygamber'in putları öven ifadeler kullanmış olması imkansızdır. Belki bu ifadeleri müşriklerden birisi kullanmış olabilir. Nitekim sahîh rivayetlerde putları öven ibareler yer almamaktadır. Muhtemelen eski tarih yazarları bu rivayeti, İlâhî vahyin şeytanların her türlü saldırılarına karşı korunduğunu ifade etmek gibi iyi niyetle kitaplarına almışlardır. Fakat pekçok batılı yazar, uzlaşma noktasından ve muhacirlerin geri dönmesinden[160] hareketle Garânik hikayesini doğru kabul ederek yeni yorumlarla sık sık gündeme getirmişler; İslâm'a saldırmak ve vahiy müessesesinde şüphe uyandırmak için malzeme olarak kullanmışlardır. Son olarak 1988 yılında Hint asıllı İngiltere vatandaşı Selman Rüşdi tarafından yazılan "Şeytan Âyetleri" kitabı ile konu tekrar gündeme gelmiştir. Garânîk meselesine açıklık getirmek amacıyla İslâm dünyasında ve ülkemizde çok sayıda araştırma yapılmıştır.[161]
8- Habeşistan'a İkinci Hicret
Müşriklerin baskılarının gittikçe artması üzerine Birinci Habeş hicretinden bir yıl sonra Câfer b. Ebû Tâlib'in başkanlığında seksen iki erkek ve on sekiz kadından oluşan bir grup Müslüman daha Habeşistan'a hicret etti. Bu muhâcirlerin isim listeleri kaynaklarımızda yer almaktadır. Kureyş müşrikleri hicret eden Müslümanlara iltica hakkı tanınmaması ve onları ülkesinden çıkarması için
Amr b. Âs ve Abdullah b. Ebû Rebîa'yı birtakım hediyelerle Habeşistan Hükümdarı Necâşî Ashame'ye elçi olarak gönderdiler. Hükümdar elçilerin taleplerini dinledikten sonra muhacirlerin ifadesine başvurmaya karar verdi. Saray erkânı ve Hristiyan din adamlarının huzurunda muhacirleri temsilen Câfer b. Ebû Tâlib konuştu. O sırada 25 yaşlarında bir genç olan Câfer, büyük bir cesâret, maharet ve açıklıkla Cahiliye inanç, örf ve adetleriyle İslâm'ın getirdiklerini mukayese etti. İslâm'ın inançlarını ortaya koyarak yurtlarını terketme sebeplerini açıkladı. Hz. Peygamber'in daha henüz İslâm'ın ilk yıllarında getirdiği yenilikleri veciz ve edebî bir üslupla dile getiren bu konuşmayı öneminden dolayı aşağıya alıyoruz:
"Ey hükümdar! Biz bilgisizlik ve barbarlık içinde yaşayan câhiliye halkı idik. Putlara tapıyor, ölü eti yiyor, ahlaksızlık yapıyor, akrabalık bağlarını çiğniyor ve komşuluk haklarını tanımıyorduk. Güçlülerimiz zayıflarımızı eziyordu. Biz böyle bir yaşantı içinde iken, Allah bize, aramızdan, soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini ve namusluluğunu bildiğimiz bir Peygamber gönderdi. Bu Peygamber bizi, Allah'ı bir bilmeye ve ona ibadet etmeye, bizim ve babalarımızın taptığımız taşları ve putları bırakmaya çağırdı. Bize doğru söylemeyi, emaneti sahibine vermeyi, akrabalık bağlarına saygı göstermeyi, komşuluk haklarını tanımayı, cinayetten ve kan dökmekten vazgeçmeyi emretti. Ahlaksızlık yapmayı, yalancı şahitlik etmeyi, öksüzün malını yemeyi ve namuslu kadınlara iftira etmeyi yasakladı. Bundan başka bu Peygamber bize, sadece Allah'a ibadet etmemizi ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı emretti. Bize namazı, zekâtı ve orucu emretti.[162] Biz de onu tasdik ettik ve inandık. Allah tarafından kendisine bildirilenlere uyduk. Yalnız O'na ibadet ettik. O'na hiçbir şeyi ortak koşmadık. Bize yasakladıklarını bıraktık. Helal kıldıklarını helal kabul ettik. Fakat kabilemiz bize saldırdı. Bize işkence yaptılar. Yüce Allah yerine, putlara tapmaya dönmek için bizi dinimizden ayırmaya ve daha önce serbestçe işlediğimiz kötülükleri işlemeye zorladılar. Böylece bize kahır ve zulümle baskı yapıp dinimize inanmaya engel oldukları zaman, senin ülkene göç ettik. Seni başkalarına tercih ettik. Senin koruyuculuğunu istedik. Yanında bize zulüm yapılmayacağını umduk".
Bunun üzerine Necâşî, Câfer'e "Allah tarafından Peygamberinize indirilenlerden senin yanında var mı?" diye sormuş, Câfer ona "Evet var" cevabını vermiş. Necâşî okumasını isteyince Câfer ona Meryem Sûresini okumuştur. Bunun üzerine Necâşî Müslümanları iade etmemeye karar vermiştir. Ertesi gün elçiler bu defa Müslümanların Hz. İsa hakkında kötü şeyler düşündüklerini söyleyerek Necâşî'yi tahrik etmeye çalışmışlardır. Necâşî de Müslümanları tekrar çağırarak Hz. İsâ hakkında ne düşündüklerini sormuştur. Câfer de: "Onun hakkında biz Peygamberimizin bize getirdiklerini söyleriz. O, Allah'ın kulu, elçisi, rûhu ve Meryem'e verdiği ol emri (kelimesi) dir" demiştir.[163]
Câfer b. Ebû Tâlib'in anlattıklarından etkilenen ve hatta Müslüman olduğu bile söylenen Necâşî, muhâcirlerin, ülkesinde güvenlik içinde yaşayabileceklerini bildirmiş, onları Kureyş müşriklerinin elçilerine teslim etmemiştir; Kureyş heyetinin hediyelerini de geri vermiştir. Müşriklerin elçileri kendilerine verilen görevi başaramadan Mekke'ye elleri boş olarak gelmişlerdir. Muhacirlerden bazıları çeşitli zamanlarda kendi istekleriyle Mekke'ye ve Medine'ye geri dönmüşlerdir. İbn Sa'd'ın[164] verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber'in Medine'ye hicret ettiğini duyunca Habeşistan'a giden muhacirlerden otuz üçü erkek ve sekizi kadın olmak üzere kırk bir kişi geri dönmüştür. Bunlardan ikisi Mekke'de vefat etmiş; yedi kişi de Mekke'de hapse atılmıştır. Yirmi dördü Bedir savaşına katılmıştır. İçlerinde Câfer'in de bulunduğu son kafile, 7/628 yılında Hayber'in fethi esnasında gelmiştir.
9- Hâşimoğullarına Boykot
Mekke müşrikleri, Müslümanların sayısının gitgide çoğaldığını, Hz. Hamza ve Hz. Ömer'in Müslüman olmalarıyla güçlendiklerini, Habeşistan'a giden muhacirlerin orada güvenlik içinde yaşadıklarını ve Necâşî'nin de onları teslim etmeyip koruduğunu görünce Hz. Muhammed (s.a.s.)'i öldürmeye karar verdiler. O öldürülünceye kadar Hâşim ve Muttaliboğullarıyla aralarında barış, emniyet akrabalık ve karşılıklı hukuka saygı bulunmadığını açıkça ifade ederek, bu iki kabileyi düşman ilan ettiler. Ebû Tâlib, yeğenini ve kabilesi mensuplarını emniyet altına almak için onları Ebû Tâlib Mahallesi'ne (Şi'bu Ebû Tâlib) taşıdı.[165]
Müşrikler bunun üzerine bu iki kabile üyelerine kız alıp vermemek, alışveriş yapmamak, oturup kalkmamak ve konuşmamak üzere aralarında antlaştılar. Bir protokol imzalayıp Kâbe'nin duvarına astılar. Resûlullah kendilerine teslim edilene dek bu şartlara uyacaklarına dair karar aldılar. Müşriklerin bundan gayesi hem Hz. Muhammed (s.a.s.)'i ve hem de onu koruyan Hâşim ve Muttaliboğullarını cezalandırmak; bunlara baskı uygulayarak Hz. Muhammed (s.a.s.)'i desteklemekten vazgeçmelerini ve öldürmeleri için kendilerine teslim etmelerini sağlamaktı. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in amcası Ebû Leheb ve oğulları dışında tüm Hâşim ve Muttaliboğulları -mü'min olanlar dinine bağlılığından, henüz iman etmeyenler ise kabilelerine bağlılıklarından- Ebû Tâlib Mahallesi'ne taşındılar. Ebû Leheb ve oğulları ise bu birliğe katılmayarak müşriklerin safında yer aldılar.[166]
Hâşimoğulları üç yıl boyunca peygamberliğin yedinci yılından (616), onuncu yılına (619) kadar burada sosyal ve ekonomik boykot altında yaşadılar. Hz. Peygamber, Hz. Hatice ve Ebû Tâlib tüm servetlerini tükettiler. Çünkü bu şartlar altında kervan ticareti de yapamıyorlardı. Ancak hac mevsiminde ve haram aylarda dışarı çıkıp ihtiyaçlarını temin edebiliyorlardı. Müşrikler onları burada da rahat bırakmıyorlar, yiyecek satın alacakları zaman malın fiyatını artırıyorlardı. Şu kadar var ki, boykota katılan kabilelerden, Hâşimoğullarına evlilik yoluyla akraba olanlar, zaman zaman gizlice boykotu ihlal edip mahalleye yiyecek sokabiliyorlardı. Sonunda bazı insaflı kişiler boykotu kaldırmak amacıyla bir araya geldiler. Bunlardan bir kısmı Hâşimoğullarının akrabası oluyordu. Mesela Züheyr b. Ebû Ümeyye, Ebû Tâlib'in kızkardeşinin oğlu; Hişam b. Amr da Ebû Tâlib'in amcası Nadle'nin ana bir kardeşinin oğlu oluyordu. Bu iki şahıs, Kureyş'in ileri gelenlerinden Mut'im b. Adiy, Ebü'l-Bahterî b. Hişam ve Zem'a b. Esved'i de ikna ederek, onların da desteğiyle Ebû Tâlib mahallesine gittiler ve mahsur olanları buradan çıkardılar. Hz. Muhammed (s.a.s.) bu şahısların iyiliklerini hiçbir zaman unutmamıştır. Şi'bu Ebû Tâlib'de Hâşimoğulları ile birlikte sıkıntı çeken Muttaliboğullarını daha sonra Kur'an-ı Kerim'de ifade edilen yakın akrabası (Zilkurbâ) arasına dahil etmiştir. Hâşimoğullarına, Muttaliboğullarıyla aynı derecede akraba olan Abdüşemsoğullarıyla Nevfeloğullarını ise Zilkurbâ'nın dışında tutmuştur.
Hz. Muhammed (s.a.s.) bir ağaç kurdunun Kâbe binası içine asılan boykot vesikasının, "Bismikellâhümme" sözü müstesna, zulüm ve akrabalık bağlarını hiçe sayan ifadeler içeren geri kalan kısımlarını yiyip yok ettiğini bildirdi. Müşrikler, vesikanın Hz. Muhammed (s.a.s.)'in söylediği şekle bürünmüş olduğunu gördüler ve boykot hareketine son verdiler (Peygamberliğin 10 yılı/619).[167] Müşrikler bu boykotla umduklarını elde edemediler; İslâm'ın yayılışını önlemek için başvurdukları bu girişimleri de başarısızlıkla sonuçlandı.
Dostları ilə paylaş: |