* * * * *
elhamdü lillâhi rabbil âlemin
vessalâtu vesselâmu alâ rasûlüna muhammedin
ve alâ âlihi ve eshabihi ecmain
elhamdü lillâhillezi halâkal insâni minnûr
vessalâtu vesselâmu alâ rasûlüna mazharil envar
ve alâ âlihi ve ehli beytihi kıyaminnasi minnûr.
sallü alâ rasûlüna muhammed
sallü alâ seyyidina muhammed
sallü alâ tabibi kulûbena muhammed
sallü alâ şefii zünübena muhammed
allahümme salli alâ seyyidina muhammed.
Ya ilâhi seni sena etmekten aciziz, seni gereği gibi idrak edemiyoruz, edemeyiz de... ancak sen bize lûtfeyle ki, imkânlarımızın son sınırına kadar seni idrak etme yolunu aç ve en geniş şekilde zâtî ilminden bize vermeni dilemiş ol, bu hâlin başka yolu yok ya ilâhi....
Seni yani kendimizi idrak yolunda yaptığımız çalışmalara yardımcı ol, emeklerimizi boşa çıkarma senden ricamız dünya hayatımızın sonuna kadar terakkiye devam ettirip benliklerimize sahib olarak bu hayatı so-na erdirmektir, ya ilâhi.
Ahmed, Semâ, Nüket, Cemile, Atasay, Hilmi, Ahmet, Muammer, Ay-han, Ziya ve aile fertleri... Ahmed, Güner, Erdinç, Erol, Cevdet, eşleri ve aile ferdleri diğer yaranlar hazır ve gaybda olanlar için de lütûf rah-met ihsan idrak bekleriz. Hasta zuhurlarına şifa, dertlilerine deva, borçlularına eda niyaz ederiz.
İlâhi duamızı Peygamberimizin kabrinde veya Kâ’be-i Şerif’te veya A-rafat’ta veya Cum’a saatine rastlayıp kabul edilen dualardan eyle. Amin.
Rabbena atina fiyddünya haseneten ve fiylahireti haseneten
ve kına azabennar bi rahmetike ya erhamerrrahimin.
bi hakkı ve bi hörmeti elif lâm mim
bi hakkı ve bi hörmeti elif lâm ra
bi hakkı ve bi hörmeti ta ha ve ya sin
bi hakkı ve bi hörmeti kef ha ya ayın sad
bi hakkı ve bi hörmeti ha mim ha mim ha mim ha mim
ha mim ha mim ha mim ayn kaf sin
vel Kûr’ânil hakim ve selâmün alel mürselin
velhamdülillâhi rabbil âleminel fatiha
* * * * *
28/06/985 Cuma - altıncı gün
Sabah kalktım elimi yüzümü yıkadım biraz kendime geldim bir müd-det kitab okudum, sonra çarkı felekleri yaptım, daha sonra saat yarıma kadar bant dinledim.
Cuma vakti yaklaşıyordu kalktım abdest aldım, ezan okununcaya kadar tefekkür ettim, bu arada cuma gününde bulunan duaların kabul saati vaktini aramaya çalıştım ve o saatin, tam ezan okunup iki rek’at namaz kıldıktan sonraki, o andır olduğu kuvvetle muhtemeldir diye dü-şündüm.
Az sonrada ezan okundu, kalktım kısa bir selâ getirdim ve vakit eza-nı okuyup, iki rek’at namaz kıldım. Daha sonra dünden hazırladığım duayı okudum ve bu iş bitti.
Dua saati vakti hakkında şöyle düşündüm;
- ezan okunacağı zaman güneş tam kemâldedir,
- ezan-ı Muhammedi ise, Zâtın her yönlü kemâlini kendi kendine kendinde olarak ilânıdır,
- namaz ise, kemâlât ızharından sonra bu kemâlâtı yaşamasıdır. İki rek’at oluşu, aslında tekliğine delâlet sayılır, (fenabillah – bakabillah)
- İşte böyle bir anda, kendinin kendine kendi olarak yaptığı duanın kabul olmaması herhâlde mümkün değildir.
Günün kemâli, ezanın kemâli, namazın kemâli, duanın kemâli ve kâmilin kemâli bir araya gelirse, işte o saat, duaya icabet saatı olur ister istemez.
Daha sonra bu günkü zikre geçtim, bu ağırlıklı olarak programa göre “Ahad” zikri olacak.
Güzelce kendimi vererek başladım devam ediyorum. Düşünceme hiç bir şey almak istemiyorum, gelmeğe çalışan zuhurları döndürüyorum, yalnız bu arada “ahmed” var, onu döndüremiyorum.
“Neye,” diye düşünüyorum, sonra “orası zaten onun,” deniyor ve ben de onu bırakıyorum, daha sonra o da gidiyor.
Yine ateş basmağa başlıyor, fakat bu gün daha az, çünkü “Ahad” zikri daha ziyade tefekküre dayanıyor.
Böylece yoruluncaya kadar devam ediyorum, daha sonra düşünceye dalıyorum.
Bu hâlin gerçekte Zât cenneti olduğunu düşünüyorum, cennet bah-çelerinden bir bahçe, bu küçük bir yer.
Cum’a gününde olan dua saatinin bir başka yönünü düşündüm.
“Cum’” cem demek, “gün” ise, ilâhi tecelli demektir. Eğer sen kendinde ef’âl, esmâ, sıfat ve zât olarak gerçek kimliğinle kendini cem edebilmişsen işte sende, onun adı “Cum’a”dır.
Cum’a’nın “A” sı Ahadiyettir; o da sırf zât tecellisidir.
İşte her ne zaman bu tecelli ile olursan, o an senin için Cum’a da olan duaların kabul saati vaktidir, değerlendir. Aslında onu da değerlen-direcek zaten sen değilsin, o da ayrı mesele.
Yine yoruldum biraz uzandım yarım saat kadar dalmışım. Kalktım abdest aldım, ikindiyi kıldım.
Tekrar ağırlıklı olarak “Ahad”a devam ettim.
Bir müddet kitab okudum, daha sonra bant dinledim zaten akşam oldu.
İftar ettim, akşam sahurda yaptığım gibi gene zeytin yemedim, ağ-zımın acılığı daha iyi... Yemekten sonra biraz oturdum, tekrar zikr, kitab, bant, tefekkür...
Bu gece kulaklıkları aldım, çok iyi oldu. Onlarla sesizce dinleniyor ve uyumamaya da yardımcı oluyor.
Saat üç, yine kalan ekmeği yedim, iki adette zeytin, bir bardak su sahur oldu.
Bir kaset daha dinledim, namaz kılıp yattım. Zaten saat dört olmuştu; bu günde böyle geçti.
* * * * *
29/06/985 Cumartesi - yedinci gün
Sabah kalktım belirli işleri yaptım; bir müddet zik’r, bir müddet bant, bir müddet de kitabla vakit geçirdikten sonra, aşağıdaki yazı zu-hur etti onu yazmaya başladım.
Not : Halvet’e girdiğim mahâl iş yerimin bir odası idi; dışarıdan far-kedilmemesi için cama halı kapatmıştım, ışık sızmasın diye de lâmbanın üzerine boru şeklinde kâğıt takıp, ışığı bir noktaya gelecek şekilde ayar-lamıştım ve okuyup yazarken de o ışığı kullanmıştım.
Her akşam üstü o günlerde 12 yaşlarında olan oğlum Cemal Cem bir dilim ekmek, 4-5 adet zeytinden ibaret olan günlük yemeğimi getirip, hole bırakarak beni görmeden giderdi, sonra ben de hole geçip onları alır, ikiye böler, yarısını iftarda, yarısını da sahurda yerdim.
Böylece gündüzlerim oruçlu, gecelerim sabah namazına kadar uy-kusuz geçerdi. Sabah namazını kıldıktan sonra yatar bir müddet uyuyor idim.
İşte o bir haftalık yaşamtımdan bu hatıralar kaldı.
S E Y R H A K K I N D A
İnsânlar ve şuurlu varlıklar ALLAH ve âlemin varlığı hakkında ne dü-şünürlerse, ne tür yargıya varırlarsa varsınlar, bu düşünceleri onda hiç bir değişiklik meydana getirmez. O düşünceler mahallin idrakidir onları bağlar ve sınırlandırır.
Biz burada konumuz “İnsân” olduğu için onu ele alalım.
İnsâna dendi ki,
- sen sadece şu bedenden ibaret değilsin, aslını ara...
- şöyle şöyle yolları vardır...
- âlem halk edilmiştir, varlıklar hayâlden ibarettir...
- evvelâ madde âlemini terk,
sonra melekûtu,
sonra sıfat,
sonra Zâtı da geç;
nihâyet “A’mâ” hâline gel.
O da bütün bunları teferruatıyla öğrenir ve gerçek hâli bulmaya ça-lışır.
Uzun ve yorucu çalışmalardan sonra gözünden “ef’âl âlemi” kalkar,
daha sonra, “esmâ âlemi” de kalkar,
daha sonra, “sıfat âlemi” de kalkar,
daha sonra, kendini “tek zât” olarak müşahâde eder,
oradan, “A’mâ” yaşantısına geçer.
Bu ise, Zâtının gizliliğidir amma kendine gizli değildir.
Şimdi bu müşahâdeye geçen kimsenin gözünde ne âlem kalır, ne benlik, ama o, müşahâde edenin gözünde ve yaşantısındadır.
Acaba gerçekten de âlem ve gerçek benlik ortadan kalkmış mıdır?
- Hayır.
Âlem ve gerçek benlik olduğu gibi her şeyi ile durmaktadır ve kalk-ması da zaten mümkün değildir.
Peki şimdi ne olacak?... bu müşahâdenin kemâli için kendinde yok olan âlemlerin tekrar yerli yerine gelmesi lâzımdır.
O mahale gelmeye bilir de... “A’mâ” ve “Ahadiyet” hâlinde yaşar; amma ekmel olan gelmesidir.
Fakat bu geliş nasıl olacak?... Şimdi oraya gelelim.
Zât’ın “A’mâ”da durması mümkün değil, kendi varlığını ortaya koy-ması şanının icabıdır.
İşte bu yüzden “A’mâ”da bir tecelli olur,
ismi “Tecelli-i Vahid”dir yani tek tecelli...
İşte bu tecelli, evvelâ “zâtî tecelli” ismini alır ve “ahadiyete” geçer. Ancak “A’mâ”da beraberdir, fakat orada “Zât” öndedir.
Aynı tecelli “Zât”tan yani “Ahad”dan “Vâhid”e geçer.
Geçerken de,
hem “Ahad”ı, hem de “A’mâ”yı “Vâhid”e taşır.
Ancak burada “Vâhid” zuhurda, onlar (Ahad ve A’mâ) bâtındadır.
Aynı tecelli “Vâhid” den “Rahmân”a geçer.
Geçerken de
Vâhid”i “Ahad”ı, “A’mâ”yı da yüklenir, hep birliktedir.
Burada “Rahmân” zuhurdadır.
Aynı tecelli yani “Tecelli-i Vahid”
“Rahmân”dan “Rabb”a yani “esmâ”ya geçer;
Geçerken de
“Rahmân”ı, “Vâhid”i “Ehad”ı ve “A’mâ”yı, oraya da taşır.
Fakat burada da “Rab” zahirdir.
Yine aynı tecelli, “Rab” dan “Melik”e geçer;
Geçerken de
“Rabb”ı, “Rahmân”i, “Vâhidi Ehad”ı ve “A’mâ”yı, “Melik”e taşır
yani “Ef’âl âlemine” taşır.
İşte “Ef’âl âlemin”deki yaşantı böyle kemâlli bir yaşantıdır.
Yani “A’mâ”sıyle “Ehad”ıyle, “Vâhid”iyle, “Rahmân”ıyle, “Rabb-ı” ve “Melik”iyle ve bunların kapsamında olan bütün özellikleriyle mev-cuttur.
İşte ef’âl âleminde, “ALLAH”ın aldığı isim, “Melik”tir.
Fakat bütün özellikler bünyesindedir.
Ancak şöyle diyebiliriz burada;
“Melik” ismi, bilfiil diğerleri, bilkuvve vardır.
Aslında hepsi, hem bilfiil, hem de bilkuvvedir, o da ayrı mesele....
“ALLAH”ın
Ef’al âleminde aldığı isim, “Melik”tir.
Esmâ âleminde aldığı isim, “Rabb”dır.
Sıfat âleminde aldığı isim, “Rahmân”dır.
Lâhud âleminde aldığı isim, “Vâhid”dir.
Zât âleminde aldığı isim “Ahad”dır.
kendi gizliğinde aldığı isim “AM”dır.
Bütün bu sayılanlar ise, birbirlerinden kopuk ayrı ayrı yerlerde başka başka mahallerde değildir. Hepsi birden tek bir şey, tek bir hakikat, tek bir varlık, tek bir isimdir. O’na verilen bütün târif babında söylenenler bir tarafa bırakırsan geriye bir söz kalır oda “A’mâ”dır.
“A’mâ” dendiği zaman bütün âlem ve varlıklar, “yok” mânâsına değildir. Kendinde kendi olarak, kendini bilmesi hükmüdür.
Bütün varlıklar tümüyle vardır, ancak “Tecelli-i Vahid” hükmü ile hepsi, “A’mâ” özelliğindedir. Artık burada tabii “hepsi” sözü de ge-çersiz; anlamaya çalış.
Aslında buraları anlamak gerçekten çok zor bir uğraştır. ALLAH’ın rahmeti o dur ki, âlemi kendi özünden ve özünde, kendinde meydana getirdi, hatta meydana getirdi dahi diyemeyiz, söylenecek tek şey kendidir.
Sen bunu kendini idrak ettiğin genişlikte “kendimde” dersin çünkü sen de o bütünden ayrı değilsin, ancak her zuhur mahalli, zâtının nasibi kadarını alır, idrak edebilir.
İşte “Ef’âl âlemi” diye isimlendirilen aynı zamanda “Zât âlemi” de olan “Mevcud” ismiyle anılan özellik yaşantı tek bir yaşantıdır.
Fakat burada bulunan her bir zuhur mahalli de, kendine has zâtıyla sıfatıyla esmâ ve ef’âliyle bilfiil mevcuddur, tektir ve hepsi de ger-çekten birbirinden mutlak olarak özellikleri bakımından ayrıdır, ancak bu ayrılık genel tekliğe zarar vermez, çünkü özü ve mayası, “Tecelli-i Vahid” ki, bu “Tecelli-i vahid” bir defa olmuş ve bitmiş de değildir, sürekli ve devamlıdır.
“Vâhidiyet” ve “Rahmâniyet” âleminde aldığı isim,
“Tecelli-i İlâhi”
“Esmâ” ve “Ef’âl” âleminde aldığı isim ise,
“külle yevmin hüve fiy şe’nin”
“hüve” külle yevm olarak şe’n’dedir.”
(şe’n: iş, hadise, ahval, hâli tavır oluşumda)
“Beşer” ismi ile meydana gelen varlık, beşeriyet şartlanmaları ve idrakiyle hayatını sürdürmeye başlar. Kendi gerçek asliyyetini bulması gerektiğini anlar ve çalışmalarına başlar.
Bu arada evvelâ “Ef’âl âlemini terk et,” derler; onu terkeder. Terkeder amma o kadar kolay değil tabii, sonra “Esmâ” sonra “Sıfat” diye devam edilir.
Acaba terkettiği âlemler gerçekten terk oldu mu... geniş mânâsı ile, yoksa kendi idrakinde mi terk etti?...
Aslında âlemlerin geniş mânâda terki mümkün değildir, kişi onları kendinde terk ettiğini sanır; böyle de olması lâzımdır, başka türlü bir üste çıkamaz ancak onda âlemlerin gerçek yönde terki değil kendindeki beşeriyetinin getirdiği kendine has âlemler hakkındaki hayâli zannının terkidir.
Âlemlerde terk edilecek bir zerre yoktur; terk edilecek tek şey, ha-yâle dayanan kanaatlerdir.
İşte böylece âlem her mahalde ve tek bir mahalde her özelliği ile tektir.
Bu hususta ne tür düşünce ve kanaat olursa olsun o düşünce ve ka-naat mahalline aittir, genel mânâda olamaz.
O mahal denilen de ayrı bir şey olmadığından oradaki düşüncede kendine göre haklıdır, ancak genel adeti değiştirmez, bulunduğu mahalli ilgilendirir ve bağlar.
Birimlilik ve mahallilik düşüncesinden çıkıp genel bir ihata ile her şe-yin yerli yerinde hakkını vermek, yaşamak ve yaşatmak en güzel şey-dir.
Allah cümlemize en geniş idrakleri nasib etsin, bir şeyin gerçeği önümüzde açılınca şaşırıp kalmayalım, daha evvelden o gerçekleri idrak etmiş olalım.
Dostları ilə paylaş: |