GİYİM KUŞAM
400
401
GİZ, ADNAN
bent bağlanırdı. Saray kadınlarının hemen hepsinin altın, gümüş tel işlemeli entari ve gelinlikleri, sorguçlu gelin başları, ipekli, sırmalı, elmaslı kemerleri vardı.
Harem kadınları bir teli keten, bir teli ipek iplikten, ince ve kıvrık dokunmuş yaka ve kolağızlarına oya yapılmış "hilali gömlek", iç gömlek üstüne uzun kollu, üçetek formunda bir entariyle, altına çakşır giyerlerdi. Üçetek ve entariler belden "kadın kuşağı" da denilen bir ipek şalla büz-dürülürdü.
Sultan hanımlar atlas, diba gibi kumaşlarla kaplı kakum, samur, vaşak gibi değerli kürklerden kaftanlar giyerlerdi. Harem dışına çıkılacağı zaman yaşmak ve ferace ile örtünürlerdi. Sırtlarına ağır kumaşlardan dikilmiş, göğsü ve önü kapalı, geniş yakalı ferace, atlas ve sevai şalvar, a-yaklarına mengup pabuç giyerlerdi.
18. yy'ın sonlarına kadar benzer kıyafetlerle görülen kadınların giyim kuşamları üzerine getirilen ilk yasak, bu yüzyılın ortaların doğru IH. Ahmed döneminde (1703-1730) çıkarılmıştı. Lale Devri'nin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa halkın günlük giyim kuşamında açık saçık giyinmenin alışkanlık haline geldiğini, başlıkların Avrupa kıyafetlerinden esinlenilerek bozulduğunu, dışarı çıkarken giyilen ferace kumaşlarında israfa gidildiğini belirterek bazı yasaklamalar getirmişti.
Kadınların giyimi ile ilgili ikinci yasak, 1751'de konuldu. Bu dönemde de yakası açık ferace giyen kadınları şiddetle cezalandırma yoluna gidilmişti. İstanbullu hanımlar bu yasaklara bir süre uysalar da moda merakı, yasağın hükmü geçer geçmez tekrar canlandı.
Erkek başlığı olarak fes, II. Malımud ve Abdülmecid dönemlerinde saray ve
halktan kadınlar arasında da kullanılmaya başlandı (bak. fes).
Abdülmecid döneminde (1839-1861) saraylı hanımlar sukabağma benzer, boyu yüksek, başa oturtulan, değerli taşlar ve incilerle süslenmiş "saraylı fesi" giyerlerdi. Bununla beraber önden düğmeli, belden itibaren tamamen açık uzun etekli, yanlarda derin yırtmaçları olan, geniş yakalı entariler giyilirdi. Kollar dirsekten yırtmaçlıydı ve kol boyu normal boydan 10-15 cm daha uzun tutulurdu. Bu entarinin altına bürümcük iç gömlek giyilirdi. Yakasının işlemeleri ve kenar oyaları entarinin yaka oyuntusundan görünürdü. Uzun bırakılan ön etekleri geleneksel alışkanlıkla bele bağlanan şal kuşağa sıkıştırılırdı. Böylece entariyle aynı ya da zıt renkte kumaştan yapılmış şalvar da görünürdü.
II. Mahmud döneminde (1808-1839) askeri ve idari kadrolarda gerçekleştirilen giyim kuşam yenilikleri halk arasında önce erkek giyimlerinde görüldüyse de bu yeniliklere dönemin kadınları daha çabuk adapte olmuşlardı.
Beyoğlu'nda yaşayan azınlıkların da etkileriyle İstanbul, Avrupa modasını takip eder hale gelmişti. Levanten ailelerden çıkan yetenekli terziler İstanbullu kadınların Türk gelenekleriyle Avrupa modasını uzlaştırma yolundaki fikirlerini kumaş ü-zerinde uygulayabiliyorlardı. O yılların haberleşme ve ulaşım koşullarından kaynaklanan gecikmeyle Avrupa modası İstanbul'a birkaç yıl arayla ulaşabiliyordu. Giderek artan Batı etkisi, kıyafetlerde olduğu kadar işleme desenlerinde de etkisini göstermişti. Bu dönemde tasvir sanatı gelişmiş, figürlü işlemeler ön plana çıkmıştı. Entari, kaftan, iç gömleği gibi kadın ve erkek giysilerinde, baş süslemelerinde
19. yy sonu,
20. yy başında,
redingot ve
istanbulinden
esinlenilerek
biçilmiş bir
okul üniforması
giymiş iki
erkek ile
ferace,
yaşmak ve
çantasıyla
bir bayan. Necdet Sakaoğîu koleksiyonu (sol), Burçak Evren koleksiyonu
kullanılan örtülerde, kaşbastı tülbentlerde, kemer, uçkur ve yağlıklarda altın, gümüş, ipek ipliklerle yapılmış zengin işlemeler dikkati çekerdi.
Bu işlemeler, saraydan İstanbul kadınlarına ve diğer illere de geçen bir moda haline dönüşmüştü. En çok da kadife ü-zerine çok kıvrımlı çiçek demetleri işlenen, dolayısıyla "bindallı" adı verilen gelinlikler tutulmuştu. Kemer ve ev potinleri de kadife ya da saten üzerine sırma işlemelerle süslenir, bindallı ile takım giyilirdi.
İstanbullu hanımlar o yıllarda Avrupa' da yaygınlaşan ampir modasına uygun mantoları ferace haline getirerek giyiyorlardı. Geniş kesimli, uzun kollu feracede bel oturtuluyor, eldivenle birlikte kullanılıyordu. Çoğunlukla içe giyilen bürümcük gömleğin kollan, feracenin kollarından görünürdü. Bu giysinin yakası, Türkmenlerin giydikleri feracelerin yakasına benzerdi. Yaka, önde göğüs hizasında kapanır, oradan üçer kırmayla omuzlara doğru genişleyerek sırttan arkaya, topuğa değecek uzunlukta bırakılırdı. Başta mahmudiye fes yüksekliğinde hotoz üzerine ince muslin kumaştan yapılan yaşmakla yüz ve boyun kapatılırdı.
19. yy'm sonlarında Avrupa'da ampir modası geçerliliğini yitirmiş, "art nouveau" akımı yaygınlaşmıştı. Ampir modasının o-muz stiline uygun olan ferace, yeni akımın giyim modasına getirdiği kabarık büzgülü kollara uyum sağlayamadı. Böylece İstanbul'da da ferace yavaş yavaş ortadan kalkmıştı. İstanbul kadınları da bu yeni a-kımın kabarık kollu giysilerini benimsediler ve İstanbul'daki Arap kadınlarının sokak üstlüğü olan "çarşafı giymeye başladılar.
Çarşaf belde bir uçkurla büzdürülen u-
zun etek ve omuz ya da baştan çevrilen ikinci bir parçadan oluşurdu. Önde göğüs üstünde kurdele ya da iğneyle kapatılırdı. Böylece pelerin gibi bir hava yaratılır, Avrupa'da moda olan "kap", Türk modasına uygulanmış olurdu. Mevsime ve içe giyilen elbisenin türüne göre çarşafın pelerin kısmı uzar kısalırdı. Kısa olursa uzun eldiven giyilirdi. II. Meşrutiyet'e kadar koyu renkte ipekli kumaşlardan yapılan çarşaflar çoğu zaman düğün ve diğer ö-nemli günlerde giyildi. Yeni çarşafa giren genç kızların çarşafları açık renklerde seçilirdi.
1876'da II. Abdülhamid tahta çıktığında I. Meşrutiyet ilan edilmişti. Hükümdarlığı boyunca çeşitli ayaklanmalar olmuştu. Çarşaf da bu ayaklanmalar sırasında bir gizlenme aracı olarak kullanılmış, bu kuşkusuyla da yasaklanması yoluna gidilmişti.
II. Meşrutiyet'ten sonra her renkte çarşaf giyildi. Çanta ve şemsiye de bu yıllarda kullanılmaya başlandı. Yüzlerini göstermek istemeyen hanımlar peçe ile örtünürlerdi ama yüz yine de belli olurdu. Peçe Avrupa modasında şapkalara takılan tüllerin yerini tutardı. Bazen de peçe kullanılarak yüz kapatılmaz, şemsiye ile gizlenirdi.
19. yy'ın sonlarına gelindiğinde Avrupa'da "kap" modası bitmiş, 20. yy'ın başlarına kadar dış giysi arayışları sürmüş, sonunda sokak kıyafeti olarak "manto" keşfedilmiştir.
İstanbul'da ise II. Meşrutiyet'ten sonra kadınlar sosyal yaşamda baskıdan bir ölçüde kurtulmuşlardı. Meşrutiyetin ilk yıllarında her türlü kumaştan çarşaf giyen kadınlar, Avrupa'da 1910'larda başlayan manto modasını takip etmek için kısa bir dönem bocalamışlardı. L Dünya Savaşı'nın getirdiği ekonomik bunalım yılları gereksinime uygun giyinmeyi gerektiriyordu. Askeri kıyafetlerde düzenlemelere gidilmiş, masraflı ağır işlemelerden vazgeçilmişti. Lacivert üniformalar yerini boz, haki renkte gündelik giysi benzeri, gizli düğmeli üniformalara bırakmıştı. Kumaş fabrikaları yalnızca askeri ihtiyaçları karşılıyordu. Kadınlar bu yıllarda sırtlarına pelerin benzeri bir giysi alıyorlardı. Savaş yıllarında israftan kaçınma politikası Avrupa'da da etkisini göstermiş, bol büzgülü, kabarık etekli elbiselerin yerini daralan ve daha abartısız giysiler almıştı.
1918, İstanbul'da modayı takip edebilenler için çarşafın terk edilmeye başlandığı tarihtir. Avrupa modasının ve kumaşlarının yaygın olarak kullanılmaya başlandığı bu yıllarda en çok Paris modası yakından takip edilirdi. Fay, krep ve türevleri, tafta, gabardin, keten, saten, kadife gibi kumaşlardan yapılan giysiler, uzun bir ceket ve etekten ibaretti. Ceketler ilk başlarda çarşaf havasındaydı; bol kesimli yapılır, önde ve arkada iri pilili olur, önde göğüs altında bir kuşakla bağlanırdı. Etekler de iç eteğin hareket rahatlığını verecek şekilde büzgülü ya da pilili yapılırdı. Bu ce-ket-etek takımlara "kostüm tayyör" adı verilirdi.
Dönemin en önemli aksesuvarlan inci
kolye, glase ya da süet eldiven, şemsiye, kumaş üstüne yağlıboya ile desenlendi-rilmiş kısa saplı "pomparder" çanta, kürk etol, rugan ayakkabı ve saten kurdelelerdi. Dışa giyilen çarşaflarda da kürk ya da saten kurdele olurdu. Muhafazakâr kadınlar bu çarşaflan başlarından dolayarak kullanmaya bir süre daha devam ettiler.
Ceketlerin yakası ilk başlarda feracelerin kırmalı devrik yakasını andırsa da o kadar uzun tutulmazdı. Bu ceket ve etek takımlar zamanla biçim değiştirerek içe giyilen kıyafetlerle hemen hemen aynı formu aldılar. Yünlü ve gabardin ceketler u-zun yapılırdı ve yakaları geniş kesimliydi. Üstünde düğmelerle süslemeler olurdu. Yaşmak bağı boyna dolanır ya da arkada serbest bırakılır ya da arkadan ceketin içine sokulurdu.
Ev elbiseleri ise baskı desenli ipekliler ve ketenlerden yapıldı. Dışarı giyilen elbiselerde genellikle pastel ve yumuşak tonlar tercih edildi. Tül ve dantel, şık davetler ve özel günler için yapılan giysilerin o-muz, sırt ve göğüs dekoltesinde kullanıldı. Bazen de inci kolyeler elbise üstüne dikilerek fonksiyonel hale getirildi. Boyna a-lınan kürk etoller şıklığı tamamlardı.
Zamanla üst yaşmak da kalkmış, saç tuvaletleri ve giysi modelleri günün kadın magazin ve moda dergilerinde yer almaya başlamıştı.
Cumhuriyet Dönemi
Mütareke döneminde (1918-1922) İstanbul'da subaylar çeşitli günlük giysiler üstüne kuzu derisinden kalpaklar giyerek ilk Kuva-yı Milliye çalışmalarını başlatmışlardı. 1908'den sonra orduda kullanılmaya başlamış olan kalpak Kuva-yı Milliyecile-rin simgesi haline gelmişti.
Bir yüzyıla yakın giyilen fes vb diğer başlıklar TBMM'nin 25 Kasım 1926'da kabul ettiği bir yasayla kaldırılarak yerine şapka ve kasket mecburiyeti getirildi.
Atatürk Kastamonu'da yaptığı konuşmada medeni giyim şeklini ayakta iskarpin ya da fotin, bacakta pantolon, üstte gömlek, yelek, yakalık, ceket ve bunları tamamlayan şapka olarak belirlemişti.
Tanzimat'tan beri setre-pantolon giyen aydın gençler kısa sürede şapkayı benimsemişlerdi. Çok geçmeden TBMM'de alınan bu karara, ayrımsız olarak bütün halk uymuş ve şapka giymişlerdi.
Bu tarihten sonraki kadın erkek giyim kuşamları devrin moda çizgisini takip etti.
Bibi. The Costume ofTurkey, Londra, 1802; G. Brindesi, Elbicei Atika. LesAnciens Costumes. Musee deş costumes türe de Constantinople, Paris, 1856; ay, Souvenir de Constantinople, Paris, 1860?; (Osman) Hamdi-Marie de La-unay, Leş Costumes Populaires de la Turqui, Constantinople, 1873; inci, S. 2-12 (1919); S. M. Alus, "Eski Kadın Kıyafetleri", Akşam, (18 Haziran 1932); ay, "Eski Erkek Kıyafetleri", ae(19 Haziran 1932); ay, "II. Abdülhamit Devrinde Erkek Kıyafetleri", Resimli Tarih Mecmuası, I, S. 12 (Aralık 1950), s. 487-490; ay, "îkin-ci Abdülhamit Devrinde Kadın Kıyafetleri", ae, I, S. 13 (Ocak 1951), s. 544-547; W. Aleksandre, Eski Türk Kıyafetleri ve Güzel Giyim Tarzları, (çev. Muharrem Fevzi), İst., 1933; E. Cenk-men, Osmanlı Sarayı ve Kıyafetleri, ist., 1948;
Ahmed Rasim, "Eski istanbul Kadınlığının Zarafet Sırlan", Resimli Tarih Mecmuası, I, S. 18 (Haziran 1951), s. 767-786; Şehsuvaroğlu, istanbul, 12-180; 1. Ilgar, Tarih Boyunca Türk Ordusu, İst., 1957; A. S. Ünver, Geçmiş Yüzyıllarda Kıyafet Resimlerimiz, Ankara, 1958; N. S. Örik, Eski Zaman Kadınları Arasında Hatı-ralar, İst., 1958; L. Bassano, Costumi e modi particolari de la vita de Turchi, by, 1963; R. Bulut, "İstanbul Kadınlarının Kıyafetleri ve II. Abdülhamid'in Çarşafı Yasaklaması", Belgelerle Türk Tarihi, II, S. 8 (Mayıs 1968); F. Bouc-her, Histoir de Costume, Paris, 1965, s. 68; R. E. Koçu, Türk Giyim, Kuşam ve Süslenme Sözlüğü, Ankara, 1967; M. Gönül, "Topkapı Sarayı Müzesinde Bulunan Padişah Kaftanları", Türk Etnografya Dergisi, Ankara, S. 10 (1967), s. 59-65; F. Altay, Kaftanlar, ist., 1979; Osmanlı Kıyafetleri. FenerciMehmedAlbümü, İst., 1986; E, İhsanoğlu, İstanbul. Geçmişe Bir Bakış, ist., 1987; N. Gürsu, TheartofTurkish We~ aving, designs through the age, İst., 1988; N. Sevin, Onüç Asırlık Türk Kıyafet Tarihine Bir Bakış, Ankara, 1990; M. Tilke, Costumepat-terns and designs, New York, 1990; Musahib-zade, istanbul Yaşayışı, 1992, 149-173; M. And, 16. Yüzyılda istanbul. Kent, Saray, Günlük Yaşam, İst., 1993, s. 194-199.
/ YÜKSEL ŞAHİN
GİZ, ADNAN
(1914, İstanbul - 13 Haziran 1989, istanbul) Tarihçi.
İlk ve orta öğrenimim Kadıköy'de yaptı. 1950'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nü bitirdi. Uzun yıllar İstanbul Sanayi Odası'nda çalıştı. Yazı hayatına 1935'te Yedigün dergisinde başlayan Giz tarih konularında pek çok yazı yayımladı. Bunlardan popüler nitelikte olanların çoğu Çınaraltı Dergisi, Hayat Tarih Mecmuası, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi ve Yıllarboyu Tarih Dergisi'nde çıktı. Özellikle çalıştığı alan olan sanayi tarihiyle ilgili yazılan ise istanbul Sanayi Odası Dergisi'nde yayımlandı. Bunlardan İstanbul'la ilgili olanların başlıcaları "İstanbul'da İlk Sınai Tesislerin Kuruluş Yılı: 1805" (S. 23, Ocak 1968), "1863 İstanbul Sergisi" (S. 28, Haziran 1968), "1719 Yılında İstanbul'daki Bir Dokuma Fabrika-
Adnan Giz
Münevver Giz'in izniyle
GİZ, SALÂHATTİN
402
403
GOOLD, EDWARD
Glikeria Adası
istanbul Ansiklopedisi
sının Defteri" (S. 30, Ağustos 1968), "1721 Yılında Bir İpekli Dokuma Fabrikasının Kuruluşu" (S. 31, Eylül 1968), "Islah-ı Sanayi Komisyonu" (S. 33, Kasım 1968), "1868'de istanbul Sanayicilerinin Şirketler Halinde Birleştirilmesi Teşebbüsü" (S. 34, Aralık 1968), "istanbul'da ilk Sanayi Mektebinin Kuruluşu"dur (S. 35, Ocak 1969). Ömür Satan Hüsam Çelebi, Küçük Esma Sultan, Sokullu Ne Yapmalıydı? gibi tarihsel konulu oyunlar da yazmış olan Giz'in istanbul'la ilgili son çalışması Bir Zamanlar Kadıköy (ist., 1988) adlı anı-ta-rih kitabıdır. "Güzel Kadıköy-Köşklerin Dramı-Kadıköy'ün insanları" altbaşlığım taşıyan kitap 1900-1950 arası Kadıköy'ünün doğal güzelliklerini, eğlence ve gezinti yerlerini, mahallelerini, kültür yaşamını, okullarını, önemli yapılarım, ünlü kişilerini ayrıntılarıyla tasvir eder.
İSTANBUL
GİZ, SALÂHATTİN
(1912, Selanik - 20 Şubat 1994, istanbul) Fotoğraf sanatçısı.
Baba tarafından, Arnavutluk'un Debre kentinden, Saraçzadeler ailesindendi. Ailesi, Balkan Savaşı'ndan (1912-1913) sonra istanbul'a göç ederek Beylerbeyi'nde-ki ismail Paşa'nın yalısına yerleşmişti. Sa-lâhattin Giz ilk fotoğraflarını, 1927'de Galatasaray Lisesi'nde öğrenci iken aldığı 6x9'luk roîfilm tipi bir fotoğraf makinesiyle çekti. Daha sonra Zeiss marka, 9xl2'lik kompür tipi makineyle çalıştı. Sınıf arkadaşı Doğan Nadi'nin de 10xl5'lik bir makinesi vardı; birlikte fotoğraf çekmeye başladılar. Arada bir de. Doğan Nadi'nin babasının sahibi olduğu Cumhuriyet gazetesinin karanlık odasında çektikleri fotoğrafları basıyorlardı.
Yaz tatillerini "gönüllü" foto muhabi-
Salâhattin Giz karanlık odasında. Cumhuriyet Gazetesi Arşivi
ri olarak Cumburiyet'te çalışarak geçiren Giz, Galatasaray Lisesi'ni bitirince, 30 lira aylıkla bu gazetede fotoğrafçı olarak çalışmaya başladı. 1931'den, 1973'te emekli o-luncaya kadar aralıksız 42 yıl yalnız bu gazetede çalıştı. Kendi deyişiyle "Sefilden sefire kadar" her türden insanı görüntüledi, değişik tipten pek çok olayın fotoğraflarım çekti. Bunların çoğu 6x9 ya da 9x12 boyutlarındaki cam negatiflere çekilmiş fotoğraflardı.
Büyük bir bölümü Cumhuriyet gazetesinin, bir bölümü de kendi arşivinde olan bu siyah-beyaz fotoğraflar günümüzde 1930'lu ve 1940'k yılların birer belgesi olarak büyük değer taşımaktadır. Çektiği 3.000' den.fazla Atatürk fotoğraflarının en güzellerini Fotoğraflarla Atatürk adlı kitapta topladı. 1991'de de, Beyoğlu 1930 / Salâ-hattin Giz'in Fotoğraflarıyla 1930'larda Beyoğlu adlı albümü yayımlandı. Giz, meslekte 50 yılını aşanlara Gazeteciler Cemiyeti tarafından verilen Burhan Felek Hizmet Ödülü'nü kazanmıştır.
İSTANBUL
GIAVANİ AİLESİ
Pera'da yaşamış ve adını Kallavi Sokağı'na vermiş olan ünlü bir Levanten ailesi.
Abbe G. B. de Burgo'nun 1681'de yayımladığı Viaggio di cinque anni (Beş Yıllık Seyahat) adlı gezi kitabında Sakız Ada-sı'nda adları Glavanini diye geçen Cenova-h aile daha sonra istanbul'a göçerek Pe-ra'ya yerleşmiştir. Yunan tarihçisi Georgia. I. Zolota'nın bir kitabında ise ailenin 1150'de Cenova'dan Sakız'a, 18. yy'm ortalarında da Pera'ya göçtüğü yazılıdır.
Aile. İstanbul'a gelince şimdiki Tepeba-şı Meşrutiyet Caddesi üzerinde kendilerine bir ev yaptırmışlardı, adları da zamanla kı-salarak Glavani (veya Glavany) olmuştu. Bu evin bulunduğu yerde halen Büyük Londra Oteli vardır. Aile bireyleri, Sakız' dan benzer şekilde göçmüş olan Cenevizliler gibi bankerlik ticaret, avukatlık, komisyonculuk, Avrupa-Osmanlı ortak şirketlerde yöneticilik, memurluk, temsilcilik vb yapmakla iştigal etmekte ya da gayrimenkul rantıyla geçinmekteydiler. 1860' ta Voyvoda Caddesi üzerinde Glavani Ha-nı'nı yaptırdılar, orada bir ticaret ve bankerlik şirketi kurdular (bak. Bankalar Caddesi). Kardeşlerden Alfred Glavani'nin Te-pebaşı'nı Cadde-i Kebir'e (istiklal Caddesi) bağlayan sokağın üzerindeki konağı nedeniyle sokağa Glavani Sokağı adı verilmişti, bu isim zamanla Kallavi'ye dönüştü ve öyle kaldı. Yüzyılın başlarında ise bugünkü adıyla Postacılar Sokağı'nda (Tomtom Kaptan Sokağı'na istiklal Cad-desi'nden girilen bölüm) Glavani Apartmanı diye bilinen binayı inşa ettiler.
Beyoğlu'nda bir sokağa, bir işhanı ile bir de apartmana ismini veren ünlü aile kısmen kardeşler arasında çıkan anlaşmazlıklar, kısmen iş hayatının değişen koşullarına ayak uyduramamak gibi nedenlerle eski konumunu yitirdi, mensuplarının bazıları yurtdışına göçtüler, geri kalanlarından da aile olarak söz edilmez oldu. BEHZAT ÜSDİKEN
GIİKERİA ADASI VE MANASTIRI
Üzerinde Glikeria (Glykeria) Manastırı' nın kurulduğu aynı addaki adacık Tuzla önünde bulunmaktadır. Buradaki körfezin önündeki küçük adaların en büyüğü olan Glikeria Adası (İncir Adası) doğuda ve kasabanın tam karşısında, kıyıdan 3 km kadar açıktadır. Adanın kesin bir Türkçe adı olmayıp, buraya incirli veya Hırvatın Adası denilmiştir. İngiliz Amiralliği'nin deniz kılavuzunda ise Deserters' Island (Asker Kaçaklan Adası) veya Deserted Island (Issız Ada) olarak adlandırıldığı görülür.
Anlatıya göre, Adriatik kıyısında bir yerleşme olan Traianopolis'te (Trani) Glikeria adındaki bir kız, Hıristiyan olduğu için 141'de çeşitli işkencelere uğradıktan sonra, Heraklia'ya (Marmaraereğlisi) getirilerek, burada vahşi hayvanlara parçalatılmış ve orada gömülmüştür. Yortusu 13 Mayıs günü kutlanan bu azizenin hatırasına Tuzla önündeki manastırın ne münasebetle bağlandığı bilinemez. Manastır ve kilisesi muhtemelen 9- yy'da vardı.
Kilise, mimarisindeki bazı izlerden anlaşıldığına göre 13. yy'da tamir geçirmiştir. Osmanlı Beyliği 14. yy'dan itibaren, izmit Körfezi kıyısındaki Bizans kalelerini ele geçirdiğinde, Ayia Glikeria Manastırı' nın da boşaldığına ve kendi haline bırakıldığına ihtimal verilir.
Monique Raflik (?) (Müslüman olarak: Ayşe Meral Tanrıkulu) adında bir Fransız kadın, burada 19501i yılların başlarından ölümüne kadar (1974) tek başına yaşamıştır. Sonra ada, Rahmi Koç tarafından satın alınarak modern bir özel yerleşim yeri •'haline getirilmiştir. Bu vesile ile yapılan çalışmalarda kilise ve çeşitli manastır yapılarına ait kalıntılar meydana çıkarılmıştır. Ada yüzeyi ağaçlandırılmış, birtakım yeni bina ve tesislerle kaplanmıştır. (Eski kalıntıların ne derecede korundukları bilinmemektedir.)
Kiliseye evvelce ziyaretçilerin güneydeki bir yoldan çıktıkları anlaşılmaktadır. 1989'da bu yol hâlâ belirgindi. Adanın en doğu ucunda olan kilisenin duvarları ise yerden 1,50 m'ye kadar yüksekliyordu. Bina "kapalı haç" biçiminde bir plana sahip olup, iki yanına ve batı tarafına sonraları
5İ98i8if8fi?
bazı ekler yapılmıştır. Toprak arasında bulunan cam mozaik tanecikleri, mermer duvar kaplaması parçalan, zevkli taşlardan döşeme süslemesi ve fresko izleri, kilisenin evvelce, zengin biçimde bezenmiş olduğunu belli eder.
Manastırın su ihtiyacı için, adanın kuzey yamacında iki sarnıç yapılmıştır, başka yerlerinde de başka sarnıçlar olduğu tahmin edilmektedir. Kilisenin kuzey tarafındaki ek dehliz ise içi su geçirmez sıva ile kaplanarak, kubbelerden süzülen suların toplandığı hazneye dönüştürülmüştür.
Tuzla Körfezi önünde Glikeria Adası'n-dan başka, Hayırsız Ada veya Korsan Adası denilen küçük bir ada daha vardır. Tuzla Burnu önündeki Şemsiye Adası'nda da duvar kalıntılarına rastlanmıştır. Bibi. J. Pargoire, "Etienne de Byzance et le çap Acritas", Echos d'Orient, II (1898/1899), s. 206-214; A. Sideridis, "Akritas", Hettenikos Filologikos Siüogos, XXXI (1905-1907), s. 96-101; R. Janin, "Autoun du çap Acritas", Echos d'Orient, XXVI (1927), s. 290-292; ay, Egliseset monasteres, 1975, s. 56-57; A. Koyunlu-S. Ata-soy-C. Soyhan, "Tuzla Civarındaki Adalarda Yapılan Araştırmalar", iTÜ-Mimarhk Fakültesi-Mimarhk Tarihi ve Restorasyon Bölümü Bülteni, II, S. 5-6 (1976), s. 58-60; S. Eyice, Tuzla Karşısında H. Glykeria (İncirli) Adacığında incelemelere Dair Rapor, ist., 1989; S. Eyice, "Rahmi Bey'in Antik Adası", Hürriyet, l Eylül 1992; B. Erten, "işte Rahmi Koç'un Gizli Adası", Klips, I, S. 2 (ist., 1992), s. 20-23; C. Man-go, "Twelflth Century Notices frorn Cod. Christ. Church gr. 53", Jabrbucb der Öster-reichen Byzantinistik.
SEMAVİ EYİCE
GLORYA SİNEMASI
bak. SARAY SİNEMASI
GLÜCK, HEEVRICH
(11 Temmuz 1889, Viyana - 24 Haziran 1930, Viyana) Avusturyalı sanat tarihçisi.
Yükseköğrenimini Viyana'da ünlü sanat tarihçisi Prof. Joseph Strzygowski'nin (1862-1941) yanında yaptı. Üniversiteden mezun olduktan sonra 1914'te Strzygows-ki'nin asistanı, 1920'de aynı üniversitede doçent oldu. 1923'te profesörlüğe yükseldi. Hocası gibi Glück de Yakındoğu, islam ve Türk sanatları üzerinde ihtisaslaşmıştı. Nitekim ölümüne kadar Viyana Müzesi' nin islam eserleri bölümünde de görev aldı.
ilk olarak başlıbaşına Türk sanatının varlığını ortaya koyan küçük bir kitabı yayımlandı (TürkischeKunst, Budapeşte-ls-tanbul, 1917).
Glück, çeşitli sanat tarihi konularını çok kısa metinle ve 20-30 resimle açıklayan bir dizide de ilk olarak Selçuklu ve Osmanlı sanatlarına dair iki kitapçık yayımlayarak, genel islam sanatının dışında başlıbaşına bir Selçuklu sanatının ve bir Osmanlı sanatının var olduğunu ortaya koydu (Die Kunst der Seldchuken in Kleinasien und Armenien ve Die Kunst der Osmanen, Le-ipzig, 1922). Propylâen Kunstgeschichte dizisi içindeki büyük "islam Sanatı" cildinin bir bölümünü de o hazırladı.
Heinrich Glück
Eren Yayıncılık Arşivi
Glück istanbul ile ilgili üç kitabın yazarıdır. Bunların birincisi I. Dünya Savaşı yıllarında meslektaşı E. Diez ile birlikte hazırladıkları eski istanbul'a dair Alt-Kons-tantinopel'diT (München-Pasing, 1920). Bu kitap esasında bol sayıda resim ve bunların açıklamalarından meydana gelmiş bir albümdür. Buradaki fotoğraf klişelerinin bir kısmı, C. Gurlitt'in eserinden faydalanmak suretiyle seçilmişti. Ancak 25 sahifeden ibaret metni olan bu kitapta Glück, şehrin görünümüne dair bir bölüme imzasını atmış (s. 9-15), ayrıca resimlerdeki eserler ve yapıların tarih ve sanat bakımından açıklamalarını yapmıştır (s. 17-24). Böylece bu küçük kitabın baştaki 6 sahifesi (s. 3-8) dışında tamamı Glück'e aittir.
Glück'ün istanbul ile ilgili ikinci eseri Bakırköy'ün geç Roma-erken Bizans dönemlerindeki tarihi ile ilgili Das Hebdo-mon und seine Reste in Makriköy, Un-tersuchungen zurBaukunst and Plastik von Konstantinopel'dir (Viyana, 1920). Bu kitapta Glück, şimdi Bakırköy'ün yerinde olduğu bilinen Hebdomon mahallelerinin, o yıllarda tespit edebildiği kadarı ile kalıntılarını tespite ve bunları değerlendirmeye çalışmıştır. Ancak Glück'ün kitabı, İstanbul'un işgali yıllarında R. Deman-gel tarafından yapılan araştırmalar ile, Th. Makrides'in geniş monografyası yayımlandıktan sonra çok geride kalmıştır.
Glück'ün İstanbul'da dair üçüncü ve en önemli eseri, hamamlara dairdir, istanbul'un Türk hamamları hakkındaki bu 176 sahifelik eser, bugün çoğu yok olan hamamlara dair tek çalışma olup, henüz yerine daha iyisi ve daha kapsamlısı konulamamıştır. 1916 sonbaharından 1917 yazına kadar büyük zorluklar içinde araştırma ve çalışmalarını sürdüren Glück Probleme deş Wölbungsbaues, Die Bâder Konstantinopels und ibre Stellung in der Baugeschichte deş Morgen-und Abend-landes (Viyana, 1921) adını taşıyan bu ki-
tabını ancak 4 yıl sonra bastırabilmiştir. Başlık sahifelerinde ayrıca belirtildiğine göre, tonozlu ve kubbeli yapılara dair a-raştırmanın başlangıcı olan bu kitap, çalışmanın ilk cildini teşkil ediyordu. İkinci ciltte prehistoristik çağdan itibaren antik, Hıristiyan ve islam tonozlu yapılan ile hamam mimarisi incelenecekti. Fakat bu ikinci cilt programa uygun olarak yayımlanamadı. II. Dünya Savaşı sırasındaki yıllarda baskı şartlarının zorluğu yüzünden, fotoğraflar son derecede yetersiz olarak basılmıştır. Glück kitabında, Strzygows-ki'nin metoduna tam uygun olarak Türk hamam mimarisini inceledikten sonra, İstanbul'un 24 hamamı ile Bursa'mn iki kaplıcasına dair görüşlerini bildirir. Kitapta adları geçen hamamlardan birçoğunun bugün izleri bile kalmadığı düşünülecek o-lursa, Glück'ün istanbul tarih ve eski e-serlerine yaptığı hizmetin büyüklüğü daha iyi anlaşılır.
Glück'ün istanbul ile ilgili olarak şehrin tabiatı ve kültürüne dair bir makalesi de olduğu bilinir ("Natur und Kültür Konstantinopels", Mitteilungen der Georgrap-hischen Gesellschaft in Wien, LXI [1918], s. 467 vd).
Dostları ilə paylaş: |