“Gelibolu’nun fethiyle birlikte (1354) Osmanlılar Trakya’ya yönelik akınlarını derhal genişletmişlerdir. Osmanlı akınlarının sol koluna kumanda eden Evrenos ve Hacı İlbey kuvvetlerinden birincisi Malkara ve İpsala’yı, Hacı İlbey de bizzat güneye, yani sahile inerek Dedeağaç’ı (Meğri-Makrı) ele geçirmiş, daha sonra da (1361) çift surlu Didymoteichos’u (Dimetoka) zaptetmişlerdir.” (İ. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C 1, s. 134)
“Gelibolu’nun fethiyle birlikte (1354) Osmanlılar Trakya’ya yönelik akınlarını derhal genişletmişlerdir. Osmanlı akınlarının sol koluna kumanda eden Evrenos ve Hacı İlbey kuvvetlerinden birincisi Malkara ve İpsala’yı, Hacı İlbey de bizzat güneye, yani sahile inerek Dedeağaç’ı (Meğri-Makrı) ele geçirmiş, daha sonra da (1361) çift surlu Didymoteichos’u (Dimetoka) zaptetmişlerdir.” (İ. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C 1, s. 134)
"Orhan Gazi, saltanatında Bursa’yı Rumların elinden kurtarıp, Edirne’nin fethine gayret etmiştir. Edirne’nin ikinci hükûmet merkezi olmasına karar verip bizzat Hacı Bektaş-ı Veli’nin huzurunda Gülbank-ı Muhammedî çekilip Fatiha okundu. Hacı Bektaş-ı Veli kendisi ve üç yüz dervişi ve yetmiş askerinden Ece Yakup, Hale Dede, Yalvaç Dede, Karamürsel, Kara Hoca, Kara Ören, adlı gaziler Kapıdağı’ndan sallar ve keleklerle besmele çekip Rumeli’ye geçtiler.
"Orhan Gazi, saltanatında Bursa’yı Rumların elinden kurtarıp, Edirne’nin fethine gayret etmiştir. Edirne’nin ikinci hükûmet merkezi olmasına karar verip bizzat Hacı Bektaş-ı Veli’nin huzurunda Gülbank-ı Muhammedî çekilip Fatiha okundu. Hacı Bektaş-ı Veli kendisi ve üç yüz dervişi ve yetmiş askerinden Ece Yakup, Hale Dede, Yalvaç Dede, Karamürsel, Kara Hoca, Kara Ören, adlı gaziler Kapıdağı’ndan sallar ve keleklerle besmele çekip Rumeli’ye geçtiler.
III. İPSALALI EBU’L-HAYR VE MEVLİD’İ
III. İPSALALI EBU’L-HAYR VE MEVLİD’İ
Çevriyazılı metnini, gramer özelliklerini ve gramatikal dizinini sunduğumuz bu eser, 15. yüzyılın ikinci yarısında (H. 897/ M. 1491) İpsala’da, yine buralı olduğunu belirten Ebu'l-Hayr tarafından te'lif edilen bir mevliddir.
“Mevlid” adı ve kavramı Süleyman Çelebi ile özdeşleştiği için, edebiyat tarihimizde sadece Süleyman Çelebi ve asıl adı “Vesiletü'n-Necât” olan “Mevlid”e yer verildiğini, halk arasında ise ikinci bir “mevlid”in ve yazarının bilinmediğini görürüz.
“Mevlid” adı ve kavramı Süleyman Çelebi ile özdeşleştiği için, edebiyat tarihimizde sadece Süleyman Çelebi ve asıl adı “Vesiletü'n-Necât” olan “Mevlid”e yer verildiğini, halk arasında ise ikinci bir “mevlid”in ve yazarının bilinmediğini görürüz.
Şüphesiz bunun sebebi, Hz. Peygamber sevgisini büyük bir coşku ve bir “sehl-i mümteni” örneği sayılan dil ve üslûbuyla dile getiren Süleyman Çelebi’nin başarısında yatar.
.
Oysa, Süleyman Çelebi’den önce de, sonra da “mevlid” yazan şairlerimiz olmuştur. Bunların çok azı Süleyman Çelebi’ye örneklik ederken, Süleyman Çelebi’den sonra “mevlid” yazan birçok şaire ise bizzat Süleyman Çelebi örnek ve kaynak olmuştur.
Oysa, Süleyman Çelebi’den önce de, sonra da “mevlid” yazan şairlerimiz olmuştur. Bunların çok azı Süleyman Çelebi’ye örneklik ederken, Süleyman Çelebi’den sonra “mevlid” yazan birçok şaire ise bizzat Süleyman Çelebi örnek ve kaynak olmuştur.
Bu çalışmaya girişirken, asıl amacımız Süleyman Çelebi dışındaki mevlid şairlerine ve onların mevlidlerine dikkati çekmekti ama, İpsalalı Ebu'l-Hayr’ı ve eserini tercih edişimizin başka sebepleri de vardı.
Bu çalışmaya girişirken, asıl amacımız Süleyman Çelebi dışındaki mevlid şairlerine ve onların mevlidlerine dikkati çekmekti ama, İpsalalı Ebu'l-Hayr’ı ve eserini tercih edişimizin başka sebepleri de vardı.
Birincisi, bu Mevlid’in Süleyman Çelebi ile çağdaş bir şâir tarafından yazılan erken tarihli ve başarılı bir çalışma olması; ikincisi de İpsalalı olmamız dolayısıyla doğup büyüdüğümüz topraklara olan borcumuzu bir parça da olsa ödeme gayretidir.
Birincisi, bu Mevlid’in Süleyman Çelebi ile çağdaş bir şâir tarafından yazılan erken tarihli ve başarılı bir çalışma olması; ikincisi de İpsalalı olmamız dolayısıyla doğup büyüdüğümüz topraklara olan borcumuzu bir parça da olsa ödeme gayretidir.
Böylece, önemli bir şahsiyet olduğuna inandığımız Ebu'l-Hayr ile sade dili, tabii, canlı ve akıcı üslubuyla oldukça başarılı bulduğumuz Mevlid’ini yazma kütüphanelerin tozlu raflarından güz yüzüne çıkarmış olduk.
Böylece, önemli bir şahsiyet olduğuna inandığımız Ebu'l-Hayr ile sade dili, tabii, canlı ve akıcı üslubuyla oldukça başarılı bulduğumuz Mevlid’ini yazma kütüphanelerin tozlu raflarından güz yüzüne çıkarmış olduk.
Nihat Sami Banarlı’ya göre, halk toplulukları arasında, başta Hz. Ali ve Hamza olmak üzere İslâm kahramanları, Battal Gazi, Sarı Saltuk, Dânişmend Ahmet Gazi gibi Türk-İslâm kahramanlarına ait dinî-destânî menkıbeler, nihayet doğuşu, peygamberliği, miracı, hicreti, gazaları, mucizeleri ve vefatı derin bir heyecanla takip edilen en büyük sevgili olan Hz. Muhammed’in Arap edebiyatında siyer veya sîre adıyla yazılan hayat hikâyelerinin Türkçeye tercümesine veya Türk diliyle yeniden yazılmasına doğru giden bir çığıra dönüşüyordu (bk. Banarlı, 1983: 479).
Nihat Sami Banarlı’ya göre, halk toplulukları arasında, başta Hz. Ali ve Hamza olmak üzere İslâm kahramanları, Battal Gazi, Sarı Saltuk, Dânişmend Ahmet Gazi gibi Türk-İslâm kahramanlarına ait dinî-destânî menkıbeler, nihayet doğuşu, peygamberliği, miracı, hicreti, gazaları, mucizeleri ve vefatı derin bir heyecanla takip edilen en büyük sevgili olan Hz. Muhammed’in Arap edebiyatında siyer veya sîre adıyla yazılan hayat hikâyelerinin Türkçeye tercümesine veya Türk diliyle yeniden yazılmasına doğru giden bir çığıra dönüşüyordu (bk. Banarlı, 1983: 479).
Sanat endişesinden uzak, samimî ve külfetsiz bir üslûpla sadece halka seslenmeyi gaye edinen ve halktan da fazlasıyla sıcak bir ilgi ve büyük bir takdir gören bu dindar şairlerin şüphesiz en büyüğü ve şöhretlisi Süleyman Çelebi’dir.
Sanat endişesinden uzak, samimî ve külfetsiz bir üslûpla sadece halka seslenmeyi gaye edinen ve halktan da fazlasıyla sıcak bir ilgi ve büyük bir takdir gören bu dindar şairlerin şüphesiz en büyüğü ve şöhretlisi Süleyman Çelebi’dir.
15. yüzyıl dinî edebiyat çığırının en şöhretli şairi olan Süleyman Çelebi’ye bu unvanı kazandıran eseri de 1409’da Bursa’da tamamladığı, asıl adı “Vesîletü'n-Necât” olan Mevlid’idir.
Türk milletinin samimî dinî duygularına seslenen ve Hz. Peygamber sevgisini coşkuyla dile getiren Mevlid’in bu kadar çok sevilmesi, gerek Süleyman Çelebi’den önce, gerekse Süleyman Çelebi’den sonra mevlid yazan şairleri ve eserlerini gölgede bırakmıştır.
Türk milletinin samimî dinî duygularına seslenen ve Hz. Peygamber sevgisini coşkuyla dile getiren Mevlid’in bu kadar çok sevilmesi, gerek Süleyman Çelebi’den önce, gerekse Süleyman Çelebi’den sonra mevlid yazan şairleri ve eserlerini gölgede bırakmıştır.
Türk milletinin samimî dinî duygularına seslenen ve Hz. Peygamber sevgisini coşkuyla dile getiren Mevlid’in bu kadar çok sevilmesi, gerek Süleyman Çelebi’den önce, gerekse Süleyman Çelebi’den sonra mevlid yazan şairleri ve eserlerini gölgede bırakmıştır.
Süleyman Çelebi’den önce de, sonra da mevlid yazan şairlerimiz vardır. Üstelik bunların sayısı az olmadığı gibi, bunların içinde edebî değer bakımından hiç de yabana atılmayacak olanları da vardır.
Süleyman Çelebi’den önce de, sonra da mevlid yazan şairlerimiz vardır. Üstelik bunların sayısı az olmadığı gibi, bunların içinde edebî değer bakımından hiç de yabana atılmayacak olanları da vardır.
Yukarıda da belirtildiği üzere, tezkiresini 1546’da tamamlayan Latifî, eserini tamamladığı yıla kadar yüz kadar mesnevî gördüğünü belirtir.
Darîr’in Sîretü'n-Nebî adlı eseri H. 790/M. 1388 tarihinde tamamlandığına göre, bu eserin içinde yer alan 55 beyitlik mevlid manzumesi , Türk edebiyatında türünün ilk örneği olmalıdır.
Darîr’in Sîretü'n-Nebî adlı eseri H. 790/M. 1388 tarihinde tamamlandığına göre, bu eserin içinde yer alan 55 beyitlik mevlid manzumesi , Türk edebiyatında türünün ilk örneği olmalıdır.
Ahmedî’ye ait olan ve H.810/M.1407-8’de te’lif edilen mevlidi de Süleyman Çelebi’ninkinden ( H. 812/M. 1409) eskidir.
Sonuç olarak, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i türünün ilk örneği değil, mevcut bilgilerimize göre, üçüncüsüdür.
İPSALALI EBU’L-HAYR
İPSALALI EBU’L-HAYR
1. HAYATI
İpsalalı Ebu'l-Hayr hakkında kaynaklar-da maalesef hiçbir bilgiye rastlayamıyoruz. Dolayısıyla kendisinin Mevlid’inde verdiği sınırlı bilgilerle yetinmek zorundayız. Mevlid’de geçen;
Yâ ilâhî rahmet eylegil aña
Kim Ebu'l Hayrı duâ ile aña (68)
beytinden adının “Ebu'l-Hayr” olduğunu öğreniyoruz. Ancak bu, onun gerçek adı değil, mahlâsı olmalıdır.
Yine Mevlid’inden hareketle onun nereli olduğunu öğreniyoruz:
Yine Mevlid’inden hareketle onun nereli olduğunu öğreniyoruz:
İpsala hâkinden ol ′abd-i zâ′îf
Hem fakîr ü hem hakîr ü hem nahîf (69)
Buna göre o, şeksiz şüphesiz İpsalalıdır. Tam bir alçak gönüllülük içinde kendisini “İpsala toprağının zayıf, fakir, hakir ve nahif bir kulu, kişisi” gösteren Ebu'l-Hayr’ın, ne yazık ki, ne zaman doğduğu, ne zaman ve nerede öldüğü de bilinmiyor.
Kendisini İpsalalı olarak belirten müellif, eserini de yine İpsala’da H. 897/M. 1491’de yazmış ve tamamlamıştır:
Kendisini İpsalalı olarak belirten müellif, eserini de yine İpsala’da H. 897/M. 1491’de yazmış ve tamamlamıştır:
Târihin dahı didük iy ehl-i dil
Bil sekiz yüz dahı toksan yidi yıl (791)
İpsalada oldı hatm işbu kitâb
Hak kabūl itsün diyen bulsun sevâb (792)
Burada kesin olan, Ebu'l-Hayr’ın bir Rumeli Türk’ü oluşu, bu topraklarda doğup büyümesi ve yaşamasıdır.
Burada kesin olan, Ebu'l-Hayr’ın bir Rumeli Türk’ü oluşu, bu topraklarda doğup büyümesi ve yaşamasıdır.
Bunu şunun için söylüyoruz. Her ne kadar, şimdilik, elimizde çok kesin bilgi ve belge bulunmuyorsa da, İpsalalı olan bu Ebu'l-Hayr, “Saltuk-nâme”yi yazan Ebu'l-Hayr-ı Rûmî de olabilir.
Zira, Ebu'l-Hayr-ı Rûmî’nin de kimliği ve hayatı hâlâ meçhulümüzdür. Nitekim, Saltuk-nâme’yi yayınlayan ve konuyu değişik zamanlardaki makale ve tebliğlerle işleyen Şükrü Halûk Akalın Ebu'l-Hayr-ı Rûmî hakkında şunları söylemektedir:
Zira, Ebu'l-Hayr-ı Rûmî’nin de kimliği ve hayatı hâlâ meçhulümüzdür. Nitekim, Saltuk-nâme’yi yayınlayan ve konuyu değişik zamanlardaki makale ve tebliğlerle işleyen Şükrü Halûk Akalın Ebu'l-Hayr-ı Rûmî hakkında şunları söylemektedir:
“Eserin müellifi Ebü'l-Hayr-ı Rûmî hakkındaki bilgilerimiz çok sınırlıdır. Kaynaklarda Ebü'l-Hayr-ı Rûmî’ye dair en küçük bir bilgi bile yoktur. Ancak, Cem Sultan tarafından böyle bir işle vazifelendirilmiş olması göz önüne alındığında döneminde tanınmış bir kültür ve sanat adamı olduğu ve Cem Sultan’ın maiyetinde bulunduğu anlaşılmaktadır.” (Akalın, 1992: 40)
“Eserin müellifi Ebü'l-Hayr-ı Rûmî hakkındaki bilgilerimiz çok sınırlıdır. Kaynaklarda Ebü'l-Hayr-ı Rûmî’ye dair en küçük bir bilgi bile yoktur. Ancak, Cem Sultan tarafından böyle bir işle vazifelendirilmiş olması göz önüne alındığında döneminde tanınmış bir kültür ve sanat adamı olduğu ve Cem Sultan’ın maiyetinde bulunduğu anlaşılmaktadır.” (Akalın, 1992: 40)
Ebu'l-Hayr-ı Rûmî’nin Saltuk-nâme’yi yazış hikâyesi de dikkat çekicidir. O, kendisine bu vazifenin verilişini şöyle anlatıyor:
Ebu'l-Hayr-ı Rûmî’nin Saltuk-nâme’yi yazış hikâyesi de dikkat çekicidir. O, kendisine bu vazifenin verilişini şöyle anlatıyor:
“Ve bu hikâyetler cem olmasına sebeb bu oldı kim Sultân Mehemmed Uzun Hasan seferine Acem’e gitti. Hasan Beğ pâdişâh idi, Acem’de Gündüz-oğlı Ömer Han neslinden idi. Sultân Mehemmed’le adâvet idüp, leşker cem idüp had üzre buluşıp ceng eylediler. Ol vakt Edirne’yi beklemeğe Cem Sultân’ı kodı. Âdet-i Osmânî bu durur kim, uzak sefer eyleseler, ol yiri bekledürler, hâlî komazlar; taht-ı kadîmdür.
Pes ol zamân Rûm-ili’nde bir ak kurd peydâ oldı, memleketi incitti. Aña çok kurtlar uydılar. Ol canavarlaruñ beği idi. Adam kaptılar ve dahı tavarlar aldılar. Sultân Cem anı şikâr iderdi. Leşker divşürdi, ol kurdı öldürdiler. Sultân Cem yüriyüp, andan Tuna Baba’ya indi. Baba’yı ziyâret idüp Baba’nuñ evsâfın mürîdlerinden istimâ eyledi. Ben fakîre işâret oldı. Ebü'l-hayr-ı Rûmî dimekle ma′rûf idüm. Baña buyurdı kim; bu azîzüñ sahîhen kanda kim menâkıbın bulam, dervişlerden soram, bilem, tâ kim bu azîzüñ kıssaların cem idem. Pes Cem Sultân emriyle memlekette yüridüm, kangı yirde kim bunuñ menâkıbın işittüm, yazdum, birbirine tertîb üzre uydurup bir kitâb idüp yidi yılda tamâm eyledüm.” (Akalın, 1990-III: 365-366)
Pes ol zamân Rûm-ili’nde bir ak kurd peydâ oldı, memleketi incitti. Aña çok kurtlar uydılar. Ol canavarlaruñ beği idi. Adam kaptılar ve dahı tavarlar aldılar. Sultân Cem anı şikâr iderdi. Leşker divşürdi, ol kurdı öldürdiler. Sultân Cem yüriyüp, andan Tuna Baba’ya indi. Baba’yı ziyâret idüp Baba’nuñ evsâfın mürîdlerinden istimâ eyledi. Ben fakîre işâret oldı. Ebü'l-hayr-ı Rûmî dimekle ma′rûf idüm. Baña buyurdı kim; bu azîzüñ sahîhen kanda kim menâkıbın bulam, dervişlerden soram, bilem, tâ kim bu azîzüñ kıssaların cem idem. Pes Cem Sultân emriyle memlekette yüridüm, kangı yirde kim bunuñ menâkıbın işittüm, yazdum, birbirine tertîb üzre uydurup bir kitâb idüp yidi yılda tamâm eyledüm.” (Akalın, 1990-III: 365-366)
Ebu'l-Hayr-ı Rûmî Saltuknâme’yi 1473 yılında derlemeye başlamış ve yedi yılda, yani 1480 yılında tamamlamıştır. İpsalalı Ebu'l-Hayr da eserini 1491 yılında tamamladığına göre, aynı yüzyılın aynı yıllarında ve aynı coğrafyada iki Ebu'l-Hayr var demektir. Mevlid yazarı Ebu'l-Hayr’ın o zaman da Edirne livası içinde yer alan İpsalalı olduğu kesindir. Ebu'l-Hayr-ı Rûmî de, Edirne veya çevresinden olmalıdır.
Ebu'l-Hayr-ı Rûmî Saltuknâme’yi 1473 yılında derlemeye başlamış ve yedi yılda, yani 1480 yılında tamamlamıştır. İpsalalı Ebu'l-Hayr da eserini 1491 yılında tamamladığına göre, aynı yüzyılın aynı yıllarında ve aynı coğrafyada iki Ebu'l-Hayr var demektir. Mevlid yazarı Ebu'l-Hayr’ın o zaman da Edirne livası içinde yer alan İpsalalı olduğu kesindir. Ebu'l-Hayr-ı Rûmî de, Edirne veya çevresinden olmalıdır.
Zira, Edirne’de doğan ve şehzadeliği sırasında da sık sık Rumeli’ye gönderilen, “Eğer pâdişâh olursam, Edirne’den gayrı yirde oturmayam.” (Akalın, 1990-III: 366) diyecek kadar Edirne’yi çok seven Cem Sultan’ın çok yakınında bulunan, onun emriyle Sarı Saltuk’un menkıbelerini derleyen Ebu'l-Hayr-ı Rûmî de aynı coğrafyanın insanı olmalıdır. Fatih Sultan Mehmet’in 1481’de ölümüyle başlayan taht mücadelesinde Şehzade Cem’in yanında ve yakınında olan Ebu'l-Hayr-ı Rûmî’nin de ikbalinin karardığını, nihayet Cem’in 1495’te ölümüyle onun da bir sessizliğe gömüldüğünü, muhtemelen Edirne ve çevresinde bir yerde inzivaya çekildiğini düşünmek çok abartılı olmaz.
Zira, Edirne’de doğan ve şehzadeliği sırasında da sık sık Rumeli’ye gönderilen, “Eğer pâdişâh olursam, Edirne’den gayrı yirde oturmayam.” (Akalın, 1990-III: 366) diyecek kadar Edirne’yi çok seven Cem Sultan’ın çok yakınında bulunan, onun emriyle Sarı Saltuk’un menkıbelerini derleyen Ebu'l-Hayr-ı Rûmî de aynı coğrafyanın insanı olmalıdır. Fatih Sultan Mehmet’in 1481’de ölümüyle başlayan taht mücadelesinde Şehzade Cem’in yanında ve yakınında olan Ebu'l-Hayr-ı Rûmî’nin de ikbalinin karardığını, nihayet Cem’in 1495’te ölümüyle onun da bir sessizliğe gömüldüğünü, muhtemelen Edirne ve çevresinde bir yerde inzivaya çekildiğini düşünmek çok abartılı olmaz.
Belki bunlar kadar önemli bir husus daha vardır. Saltuknâme’de Sarı Saltuk’un şahsında zirveleşen, dinî ve millî heyecanların beslediği bir Türklük sevgi ve şuuru çok açık olarak sezilmektedir (bk. Cunbur, 1977: 52-55). Konumuz açısından bunun en çarpıcı belirtilerinden biri, Ebu'l-Hayr-ı Rûmî’nin aslen Arap olan bazı İslâm büyüklerini Türk saymasıdır.
Belki bunlar kadar önemli bir husus daha vardır. Saltuknâme’de Sarı Saltuk’un şahsında zirveleşen, dinî ve millî heyecanların beslediği bir Türklük sevgi ve şuuru çok açık olarak sezilmektedir (bk. Cunbur, 1977: 52-55). Konumuz açısından bunun en çarpıcı belirtilerinden biri, Ebu'l-Hayr-ı Rûmî’nin aslen Arap olan bazı İslâm büyüklerini Türk saymasıdır.
Nitekim aynı noktaya Mine Mengi de dikkati çekmiştir:
Nitekim aynı noktaya Mine Mengi de dikkati çekmiştir:
“Türk’e ve Türklüğe eserde ayrı bir yer verildiğini kanıtlayan dikkat çekici bir başka nokta da aslen Arap olan bazı İslâm büyüklerinin Türk olarak gösterilmeleridir….” (Mengi, 1996: 975 vd.)
Aynı hususu Mevlid yazarı İpsalalı Ebu'l-Hayr’da da görüyoruz. Mevlid’in sonlarına doğru, Hz. Peygamber’in vefatını anlatan bölümde Hz. Fâtıma’yı, kapılarına gelip destur/izin isteyen Azrail’i ısrarla kendilerinden, kendi ırk veya milletinden olmayan bir Arap kişisine benzetirken, yani üstü kapalı olarak kendilerinin Türk olduğunu sezdirmeye çalışırken görüyoruz:
Aynı hususu Mevlid yazarı İpsalalı Ebu'l-Hayr’da da görüyoruz. Mevlid’in sonlarına doğru, Hz. Peygamber’in vefatını anlatan bölümde Hz. Fâtıma’yı, kapılarına gelip destur/izin isteyen Azrail’i ısrarla kendilerinden, kendi ırk veya milletinden olmayan bir Arap kişisine benzetirken, yani üstü kapalı olarak kendilerinin Türk olduğunu sezdirmeye çalışırken görüyoruz: