ABDÜLMECİD ÇEŞMESİ
49
ABDÜLMECİD EFENDİ
borçlanmalarla birlikte Galata'daki bankerlerden de yüksek faizlerle borç para alındı.
Gerçek şu ki, devlet içeride ve dışarıda mali bir iflasa sürüklenirken alınan paraların tamamının harcandığı istanbul bundan kazançlı çıktı. Bir başka gerçek, İstanbulluların, Türk, Ermeni, Rum, Yahudi, Levanten, ya da Müslim, gayrimüslim olarak birbirleriyle çok yönlü kaynaşmalarıdır.
Kent ve kendilik, daha önceki dönemlerin şehrî, zimmî, Dersaadet, Galata vb kavramlarını bu dönemde geri plana itmiş gözükmektedir. Buna karşılık, özellikle Islahat Fermanı'ndan (1856) sonra gayrimüslimlerle Levanten-lerin giderek daha şımarık kimliklere bürünmeleri, yabancı elçilerin ve en başta da "Taçsız Kral" denen Lord Can-ning'in saray ve Babıâli üzerinde aşırı nüfuz kazanmaları, 1853'te istanbul'a gelen Rus elçisi Mençikof un tehdit edici tutumu, 1859'da ortaya çıkan ve Ab-dülmecid'i tahttan indirmeye yönelik Kuleli Olayı ile rüşvet ve yolsuzlukların önlenememesi, giderek artan hayat pahalılığı (örneğin bu dönemde istanbul'da odun fiyatları Paris'tekinden iki misli yüksekti) Abdülmecid dönemi Is-tanbul'undaki olumsuzluklardır.
Aynı zamanda iyi bir hattat olan Abdülmecid, ünlü hattat Mahmud Celaled-din'in en iyi çırağı olan Tahir Efen-di'den sülüs, celi sülüs ve nesih yazılarını meşk etti ve icazetname aldı. Sonradan Hafız Osman ve Rakım okullarının izleyicisi Kazasker Mustafa Izzet'ten de icazetname alan Abdülmecid, yazdığı kıtalarını tezhip ettirip vezirlere hediye ederdi.
Abdülmecid, daha ziyade celi sülüs ile meşgul olmuştur. Nesihi hakkında bilgimiz olmadığı gibi rıka yazısını da kimden yazdığı bilinmiyor. Celi sülüs yazıları cami ve müzelerdedir. Kendi devrinde yapılan Dolmabahçe ve Orta-köy camilerindeki çeharyârlar (dört halifenin isimlerini taşıyan levhalar) onundur, istanbul Üniversitesi Kütüphane-si'nde de bir levhası vardır.
Abdülmecid, hat sanatında üslubunda sert ve haşin bir görünüş bulunan ve bu yüzden ayrı bir okul sahibi sayılan Mahmud Celâleddin yoluna bağlıdır.
Abdülmecid 25 Haziran 186l'de Ihlamur Kasrı'nda öldü. Sultan Selim Külliyesi Camii bahçesindeki türbesine gömüldü. Yerine kardeşi Abdülaziz tahta çıktı.
Bibi. Tarih-i Lutfî, VIII; inal, Son Sadrazamlar, I; Cevdet Paşa, Mâruzât, ist., 1980; Cevdet, Tezâkir, IV; M. Ç. Uluçay, Abdülmecid, 1976; A. H. Ongunsu, "Abdülmecid", İA, I; S. L. Poole, Lord Stratford Canning'in Türkiye Hatıraları, (çev. C. Yücel), Ankara, 1959; Karal, Osmanlı Tarihi, "VI; Ed. Engelhardt, Tanzimat, (çev. A. Düz), ist., 1976.
NECDET SAKAOĞLU
ABDÜLMECİD ÇEŞMESİ
bak. ZÜBEYDE HANIM ÇEŞMESİ
LAMARTİNE VE ABDÜLMECİD
Sonunda kurmay subaylarından ve maiyet askerlerinden kumlu çok geniş
bir kortej sökün etti. Mavi gök üstüne beliren, sonra, tepenin üstünden ve yamaçlarından yavaş yavaş bize doğru inen bir kortejdi bu. Yelesi güneş altında ipek gibi parlayan gümüşî bir ata binmiş biri ötekilerden çok önde gidiyordu.
Bahçivan dedi ki: "Ö, Padişahtır!" Uzaktan, yavaş adımlarla indiğini gördük. Sonra dalların arkasında kayboldu.
Ondan önce gelen birkaç paşa bize gelerek ikifat ettiler. Padişahın selâmlarım bildirip az sonra köşkte bulunacağını söylediler.
Daha sonra Sadrâzam Reşit Paşa geldi, ıhlamur ağacının altında elimden tuttu ve iki arkadaşımla beraber beni padişaha doğru götürdü. "Majesteleri Fransızcayı pek iyi anlar ve rahatlıkla okur; ne var ki, bizim âdetlerimize göre, ancak tercümanları yolu ile görüşmesi gerekir. Ama kendileri ile sizin aranızda ancak vezirim istedi. Bundan dolayı, sır âdet yerini bulsun diye, sözlerinizi ben tercüme edeceğim, Majestelerinin söylediklerini de size ben nakledeceğim." dedi.
Padişah köşkte yalnızdı. Çıplak salonun en ışıksız bir köşesinde, pencere
ile duvar arasında hemen hemen siliniyor gibi idi. Padişahı saygı ile selâmladım.
Sultan Abdülmecid yirmi altı, yirmi yedi yaşında genç bir adamdır; yaşından az daha olgun görünür; uzun boylu, kıvrak, zarif ve incedir. Yunan heykellerinde hayranlık uyandıran tatlı yüz yuvarlaklığı, boyun uzunluğunun sağladığı asalet ve duruş yumuşaklığı ile başının, omuzlarının üstünde vakarlı bk duruşu vardı. Yüz çizgileri muntazam ve tatlı, alnı yüksek, gözleri mavi, kaşları, Kafkaslı soylarında görüldüğü gibi yaylı, burnu, sert olmamakla beraber düz, dudakları yarı açık, insan yüzünün karakter temeli olan çenesi yüzü ile ahenkte ve biçimli idi.
Elbisesi sade, alçak gönüllü, ağırbaşlı, ama bununla beraber şahsı gibi vakarlı idi: dizlerine kadar düz, kıvnmsız inen kahverengi kumaştan, boynu açık bırakan bir setre, siyah fotinleri örten geniş bir pantalon, kabzası süssüz bir kılıç.
Beni zarif bir şekilde selâmladı ve konuşmaya davet eder gibi, başını başıma yaklaştırdı. Aklımda iyice düşünüp tasarladığım sözleri zaten hazırlamıştım. Ona karşı durumum o kadar nazik ve ayrıntılı idi ki söylemek istediklerimin ötesinde, ya da dışında kalacak beyanlarda bulunmak istemezdim. O bir hükümdar idi, ben ise, dünya önünde, bir cumhuriyetin kuruluşuna yardımcı olmuştum; o, öz olarak, görevli olarak gelenekçi,, tutucu idi, ben ise, belki de haksız olarak, bir ihtilâl çetecisi, memleketinin tahtına karşı ayaklanmış bir adam şöhretiyle karşısına çıkıyordum; o, bir imparatorluğun başı idi, ben, topraklan üstünde bana geniş haklar kazanmış minnettar, bir yabancı. Bütün bu nedenlerden dolayı ilk söyleyeceklerim, takınacağım tutum gibi ölçülü olmalı idi. Toplumum içindeki durumumu ve icraatımı inkâr etmemem, ama bir Avrupalı ihtilâlci olarak ta tanınmamam gerekirdi. Ne nankör görünmeli idim, ne de dalkavuk. Sözlerimi tercüme etmesi için Reşit Paşaya baktım ve padişahın önünde yeniden eğilerek şunları söyledim:
"Majestenize borçlu bulunduğum minnet ve şükranı arzetmek için denizleri, beşyüz fersahlık bir mesafeyi aşarak İzmir'e gitmeden önce huzurunuza geldim; Doğu'ya olan bağlılığım, insanlarının cömert ve asil mizaçlarına hayranlığımdan başka, imparatorluğunuzda gördüğüm harikulade konukseverliğe hak kazandıracak hiçbir özelliğim yoktur. Ama Majesteniz hatırladı ki, Antik Çağlarda atalarının da göstermiş oldukları konukseverlik, kimi zaman, bir hükümranlığa şeref vermeye yetmişti. Bu yıl, yabancılara karşı büyük koruma olayları yılı olarak tarihte yaşanacaktır. Bu yılın adı, Abdülmecit'in konukseverliği ve alicenaplığı yılı olarak anılacaktır!
"Tanrı'nın güneşi, padişahın ise toprağı bağışladığı bu güzel memlekete daha önce de geldim; şanlı babanızı selâmladım ve sizi, o zaman, bir çocuk olarak yanında gördüm; imparatorlukları .gençleştiren, ihtilâlleri önleyen reformları kendisinden sonra devam ettirecek oğula, bir evlâda malik olmak ender talihine erişmiş oldu.
Alphonse de Lamartine ve istanbul Yazılan, çev. Nurullah Berk, ist., 1971, s. 165-168
Abdülmecid Çeşmesi
Ziya Nur Sezen, 1993
ABDÜLMECİD ÇEŞMESİ
Yeşilköy'de Bezm-i Âlem Camii bitişiğinde, Bademli Sokağı ile Çekmece Caddesi köşesindedir.
Sultan Abdülmecid tarafından 12587 1842 tarihinde yaptırılmıştır. Orijinal halinden bir şey kaybetmemiştir. Yalnızca çeşmeyi iki sokağa bakan cepheleri boyunca dolaşan sekiz adet yalak, 19öO'lı yıllarda kaldırılmıştır. Bugün ana cephesinde çok sade olan mermer bir yalağı vardır.
Devrinin görkemli ve çok süslü yapılarına karşın, sade bir görünüşü olan bu çeşme hazneli ve köşe başı çeşmesi olmasına rağmen yalnızca bir cephesi mermer kaplanarak süslenmiş, diğer cepheler ise kesme taş duvar örgüsü ile bırakılmıştır. Cephenin süslemesi, barok yapıların kesik hatlı, yuvarlak kemerli ışık-gölge oyunları yaratacak tarzda düzenlenmiş cephelerini andırmakta, ancak cepheyi boyuna kesen iki sütunçe-nin tepesinde yer alan dışa kıvrımlı iki yaprak motifi dışında hiçbir bitkisel süslemeye rastlanmamaktadır. Ayna yüzeysel bir kemerin yukarısında saçağın altındadır. Altı satır halinde yan yana altı bölüm halindeki kitabe, Muhammed Ali adlı bir şairin yazısıdır ve zarif bir süslemeye sahip kasetler halindedir. Aşağıdan yukarı uzanan ve ayna kenarındaki sütunçeleri, ayna kemerini ve kitabeyi iki yanda köşeli sütunçeler sınırlar. Bunların üstü dışa kıvrık "S" şeklinde bitkisel süslemelidir. Yapı cephesinin iki dış kenarı da köşeli sütunçelerle sınırlanmıştır. Cephe enine olarak da iki ayrı silme sırasıyla bölünmüştür. Mermer kaplamalı saçak, yapıya birleştiği yerde üç kademeli bir kordon konsol tarafından taşınmaktadır.
Çeşmenin suyu Halkalı su şebekesinden sağlanırdı. Ancak bu yol yok olmuştur. Çeşme bugün suyunu şehir şebekesinden almaktadır.
ZİYA NUR SEZEN
ABDÜLMECİD_EFENDİ'>ABDÜLMECİD EFENDİ
(29 Mayıs 1868, İstanbul - 23 Ağustos 1944, Paris) Osmanlı hanedanının son veliahdı (1918-1922) ve son halifedir (19 Kasım 1922 - 3 Mart 1924). Halife Abdülmecid, Mecid Efendi olarak da anılır. Osmanlı hanedanının tek ressam
üyesi olup döneminin Türk ressamları arasında yer almıştır. Sultan Abdülaziz ile Hayrânıdil Kadın'ın oğludur.
Dolmabahçe Sarayı'nda doğan Abdülmecid, babası Abdülaziz öldüğü (1876) zaman çocuktu. II. Abdülha-mid'in, hanedan şehzadelerine uyguladığı disiplin ve öngördüğü eğitim ortamında yetişti ve Şehzadegân Mekte-bi'nde özel tahsil gördü. Dönemin saray geleneklerine uyarak alafranga yaşama ilgi duydu. Fransızca öğrendi. Piyano ve resim çalıştı. Gençlik yıllarında İstanbul'un hareketli ortamlarından uzak kalmayı seçti. Bağlarbaşı'ndaki, kendi adıyla anılan köşkünde ailesiyle birlikte kapalı yaşadı. Dışarıya yansıyan davranışları ise hanedan ve sosyete arasında dengesiz ya da atakça bulunurdu.
1908'de İkinci Meşrutiyet ilan edilince hanedanın öteki yetişkin şehzadeleri gibi Abdülmecid Efendi de siyasal ve toplumsal sorunlarla ilgilenerek İstanbul'da aktif bir kişilik sergilemeye çaba gösterdi. Sanat ve edebiyat çevreleriyle ilişkiler kurdu. Birçok derneğin onursal başkanlığım üstlendi. Oğlu Ömer Faruk Efendi'yi, önce Viyana'ya, ardından Berlin'e tahsile gönderdi. İstanbul'daki
Abdülmecid Efendi
Birinci Dünya Savaşı yıllarında.
Necdet Sakaoğlu
Türkçülerin ve reform yanlılarının umut bağladıkları, en aydın ve ileri görüşlü şehzade konumunu elde etti. Toplantılara, açılış törenlerine güven verici jestlerle katılarak halkın da sempatisini kazandı. 19l6'da ağabeyi Veliaht Yusuf İz-zeddin Efendi intihar edince Abdüla-ziz'in hayattaki tek oğlu kaldı. 4 Temmuz 1918'de Vahideddin tahta çıkarken Abdülmecid Efendi de hanedanın en yaşlı şehzadesi olarak resmen veliaht-ı saltanat ilan edildi.
Veliahtlığı boyunca kendi çıkarları doğrultusunda bir siyaset güttü. İstanbul'un işgali, Anadolu'da Milli Mücade-le'nin başlamış olması, Vahideddin'in ka-
rarsız ve ulusal harekete düşmanca tutumu yanında, Abdülmecid, yakın çevresinin de desteğiyle Milli Mücadele'yi onaylamış gözükmeyi, ileri düşüncelere açık olmayı, zaman zaman Vahideddin'le ve istanbul hükümetiyle ters düşmeyi tercih etti. Bir aralık, Anadolu'ya geçip Milli Mücadele'ye katılma eğilimi gösterince İngilizlerin isteğiyle Dolmabahçe Sarayı veliaht dairesinde gözetimde tutulmaya çalışıldı. Oğlu Ömer Faruk Efendi'yi 1920'de Vahideddin'in, bir ara Mustafa Kemal Paşa'ya (Atatürk) verilmek istenen kızı Sabiha Sultanla evlendirdi. Bu tür bir evlilik hanedan üyeleri arasında ilk kez oluyordu.
l Kasım 1922'de saltanat ve hilafet birbirinden ayrılıp saltanat yönetimine son verilince Vahideddin'in sultan-padi-şah unvanları da kaldırılmış, Abdülmecid Efendi'nin de saltanat veliahdı sanı sona ermiş oldu.
Vahideddin'in 17 Kasım 1922'de İstanbul'dan kaçmasının ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) 19 Kasım günü Abdülmecid'i halife seçti. Abdülmecid Efendi için, padişahlar için gelenek olan cülus ve kılıç kuşanma törenleri düzenlenmeyerek Topkapı Sarayı hırka-i şerif odasında 24 Kasım 1922'de "biat" töreni yapıldı. Bu törene milli hükümetin temsilcileri olarak Refet Paşa (Bele) ile bazı mebuslar, İstanbul'daki din görevlileri, sivil ve asker yöneticiler katıldılar. İstanbul camilerinde yeni halife adına hutbeler Türkçe okunmaya başlandı. Resmi hiçbir yetkisi ve sorumluluğu bulunmayan Abdülmecid Efendi Dolmabahçe Sarayı'na yerleşti. Her cuma günü İstanbul'un büyük bir camiine geleneksel cuma selamlıklarını hatırlatan törenlerle namaza gitmeye başladı. Kimi kez ata biniyor, Fatih Sultan Mehmed'in sarığına benzeyen bir sarık sarıyor, bazen otomobile bazen de saltanat arabasına biniyordu. Amacı, İstanbul halkına ve basına, önceki padişahlardan yetki ve protokol bakımından hiçbir farkı olmadığım göstermekti. Ama, onun bu gidişlerine mevkib-i hümayun, erkân-ı devlet, askeri birlikler katılmadığı için cuma törenleri sönük geçiyordu.
Abdülmecid Efendi, fırsat buldukça gezilere de çıkarak halka yakın olmayı, hanedana bağlılığın soğumamasım güdüyordu. Tüm bunlar, kaygı uyandırıcı davranışlar olarak değerlendirildiğinden Refet Paşa Ankara'ya bir rapor sundu. Abdülmecid'in İslam dünyasına hitaben bir Arapça beyanname yayımlamak istediğini, kendisini Halife-i Müslimin ve Hâdimü'l-Haremeyn unvanıyla tanıttığını, imzasını Abdülmecid bin Abdülaziz Han olarak attığını ve rahatsızlık yaratan benzeri davranışlarını bildirdi. Mustafa Kemal Paşa, Abdülmecid'in redingot giyebileceğini ve davranışlarının kontrol edilmesini istedi. TBMM'de halifelik konusu tartışılmaya başlandı. Gerçekte ise Abdülmecid'in halife sanı ile ne Türkiye'de ne de İslam ülkelerinde
L
ABDÜLMECİD EFENDİ
50
51 ABDÜLMECİD EFENDİ KÖŞKÜ
egzotik kişiliği hayranlık uyandırmıştır. Çocukluğundan başlayarak kaleme aldığı "Hatırâf'ını oğlu Ömer Faruk Efen-di'ye verdiği söylenir. İstanbul'dan Paris'e resim eğitimi için gelen gençlere maddi destek sağlamıştır.
Abdülmecid Efendi, amatör denilmeyecek düzeyde ressamdı. Türk resim sanatının İstanbul'daki gelişimine desteği olmuş, 1910'da Osmanlı Ressamlar Cemiyeti gazetesinin çıkmasına katkıda bulunmuştur. Aynı zamanda bu cemiyetin başkanlığım yapmıştır. Saray yaşamına ilişkin birkaç tablosu, örneğin "Sarayda Aile Toplantısı", son dönem Osmanlı hanedan yaşamı açısından belge niteliğindedir. "Sarayda Beethoven", "Haremde Goethe", "Saraylı Hanım" vb tabloları, Tevfik Fikret'in Sis şiirinden esinlenerek çalıştığı İstanbul'u sis altında gösteren tablosu, kendisinin, Recaizade Ekrem Bey'in, Yavuz Sultan Selim'in, Halil Ed-hem Bey'in portreleri bilinen eserlerindendir. Toplanabilen eserleri 1986'da İstanbul'da sergilenmiştir. Bibi. S. K. Nigar, Halife II. Abdülmecid, İst. 1964; İ. Baykal, "Son Osmanlı Halifesi Abdülmecid'in Sarayında Neler Gördüm", Resimli Tarih Mecmuası, II, 1951; R. Yalkın, "Son Halife Abdülmecid ve Hanedan-ı Âl-i Osman istanbul'dan Nasıl Çıkarıldı". Tarih Dünyası, no. 5-6, 1950; M. K. Ardakoç, Hilafet Mesele-
Halife Abdülmecid Efendi bir medrese ziyaretinden çıkarken, arkada Ankara hükümetinin temsilcisi Refet Paşa (Bele) görülüyor, 1923.
Nün Akbayar
ABDÜLMECİD EFENDİ'NİN KENDİ AĞZINDAN HAYATI
Pederim Abdülâziz Han hazretlerinin devr-i saltanatlarında henüz dört yaşında olduğum halde topçu silk-i askerîsine dahil oldum. Evvelâ Halil Paşa, saniyen Belçika'da tahsil görmüş Said Paşa ve Beyoğlu kışlası kumandanı ve aynı zamanda Avrupa'da tahsil görmüş bulunan Hüseyin Paşa... nezaretleri altında spor ve ata binmek tahsillerini gördüm. İl. Abdülhamid devrinde, Abdülâziz zamanında olduğu gibi spor âlemleri yani binicilik unutulmuş gibi idi. İşte bu devirde en iyi ata binen ve daha doğrusu yalnız ata binen, Osmanlılar içinde, istanbul'da üç fert sayılabilir: Şerif Ali Haydar Bey (eski Mekke Şerifi Ali Haydar Paşa). Bu zat Arap usulünde biner, ikincisi ben, üçüncüsü Halit Paşadır. Hemen asakir müstesna olduğu halde gençler meyanmda biz üç kişi ata binmek, atta icra-yı hüner etmek bize mahsustu.
Mektepten (Şehzadegân mektebi) fırsat buldukça daima av ile meşgul olurdum. Pederim gayetle kuvvetli olduğundan spor oyunlarını sever, pehlivan güreşlerine çok rağbet eder ve evlâtlarının da gayetle kuvvetli olmasına itina edilmesini ferman ederdi. Bu suretle evlâtları meyanmda en kuvvetlilerinden biri de bendim. Gençliğimde bütün akranlarıma faik kuvvette idim. Ve yüz kilodan fazla olan insanları tek kolum üzerinde tutabilirdim.
Sonraları tesadüfi olarak bulduğum bir Avusturalyalı zabitten eskrim öğrendim. Birçok da eskrim yaptım. At kemal-i süratle giderken istediğim şeyi rovel-verle vururdum. Tüfenk kurşunuyla otuz kırk adım mesafeden bir iki hata ile isim yazabilirdim. Denizde yüzmeği de severdim.
Pederim bütün evlâtlarım sevdiği halde en ziyade büyük biraderin üzerinde dururdu (Yusuf tzzeddin Efendi). Bunun da sebebi rahmetli büyük valide idi (Pertevniyal Valide Sultan). Bizi sevdiği zaman daima ona göstermemeğe çalışırdı. Bir gece pederim beni huzuruna istedi./Gittim, elimden tuttu, Dolmabah-çe Sarayfmn harem dairesinden mabeyn-i hümayun kısmına giderken merdiven dönemecinde büyük valideye rastgeldik: "Ne o yine koltuğunun altında bir şeyler var, ne oluyor?" dediler, pederim ise "Bir şey yok valideciğim" demekle beraber beni de hırkasının arasına saklamıştı, bunu da böylece geçirdik, mabeyne geldiğimizde odasının penceresini açtırttı, lapa lapa kar yağıyordu, titriyorum, pederim ise hiç fütur etmeden nöbetçi askerlere bakıyor, bir aralık "haydi Mecid, mabeyinci Fahri Beyle git nöbetçi askerlerimizin benim tarafımdan hatırlarını sor, üşüyorlar mı, şu ihsanımı da ver gel" emrini verdiler ve benim titrediğimi gördüğünde "Ne titriyorsun Mecid denizin kenarında bek-liyen askerler de insandır, haydi bakayım" emri üzerine titreyerek gidip emirlerini yerine getirdim, işte hayatımdan sana bir nebze bahsettim.
İ. H. Baykal, "Son Osmanlı Halifesi Abdülmecid'in Sarayında Neler Gördüm",
Resimli Tarih Mecmuası, II, 1951
yapabileceği bir şey vardı. İslam ülkelerinin birçoğuna hâkim olan İngiltere'nin İstanbul'daki işgal kuvvetlerinden bir subay, otomobili ile Galata Köprüsü'n-den geçen Abdülmecid'i durdurarak ona sıradan insan işlemi uygulamış ve trafik cezası kesmekten çekinmemişti. Ama, cumhuriyet ilan edilince, İngiltere ve onun adına Ağa Han, halifeliğin saygın bir konumda ve yetkili bir makam olarak korunması konusunda yeni yönetime başvurdular.
Cumhuriyet hükümetinin ilk önlemi, halife yanlılarını sindirmek için İstanbul'a bir İstiklal Mahkemesi kurulu göndermek oldu. Öte yandan Abdülmecid Efendi unvanını, cumhuriyetin ve ulusal egemenliğin üstünde hissettirmeye, İstanbul'u asıl başkent gibi göstermeye çalışıyor, İstanbul basınında her gün bir başka türlü ve üstü kapalı demeci çıkıyordu. Hükümeti küçümsediğinden, başkâtibi ile Başvekil İsmet Paşa'dan ödeneğinin artırılmasını istemesi son şanssız girişimi oldu. TBMM'deki kimi üyeler de "hilafet hükümettir" savını açıkça gündeme getirmişlerdi. Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa'ya bir şifre ile "halife ve bütün cihan bilmelidir ki halife ve hilafet makamının gerçekte din ve siyaset bakımından hiçbir anlamı ve hikmeti yoktur" mesajım ulaştırdı ve Abdülmecid Efendi'nin İstanbul'da yaşaması için cumhurbaşkanı ödeneğinden az bir ödeneğin yeteceğini vurguladı. Toplanan Halk Fırkası grubunda da hilafetin kaldırılması kararlaştırıldı.
3 Mart 1924'te Meclis'te kabul edilen bir yasa ile halifelik kaldırıldı. Osmanlı hanedanının ve Abdülmecid'in 24 saat içinde yurtdışına çıkartılmaları da aynı yasanın gereği olduğundan 5 Mart 1924 sabahı, Osmanlı hanedanının tüm erkek bireyleri ve onlardan ayrılmak istemeyen kadın ve kızları ayrılış için hazırlandılar. Bu kararı Abdülmecid'e İstanbul Valisi Haydar Bey (Ali Haydar Yuluğ) Dolmabahçe Sarayı'nda tebliğ etti. Acele bir hazırlıktan sonra ailesiyle birlikte otomobille Çatalca'ya götürüldü. Orada bekletilen ve diğer hanedan mensuplarının binmiş olduğu özel trenle Edirne'den yurtdışına çıkartıldı.
Abdülmecid yaşamının son yirmi yılını İsviçre ve Fransa'da geçirdi. 23 Ağustos 1944'te Paris'te Bulogne Orma-nı'na bakan villasında öldü. Tahnit edilen cenazesi 1954'te Paris'ten Medine'ye götürüldü ve orada defnedildi. Abdülmecid, Avrupa'da, İstanbullu bir Osmanlı beyefendisi gibi yaşadı. Fesini çıkarmadı, eskiyince yenisini Suriye'den getirtti. Kaloş kunduralarını Paris'teki İstanbullu bir Ermeniye yaptırıyordu. Villasındaki yaşam düzeni, İstanbul'un köşk hayatına uyarlanmıştı. İstanbul'daki gibi, her cuma günü Paris Camii'ne gidiyor, Kuzey Afrikalı Müslümanlarla namaz kılıyordu.
Abdülmecid Efendi'nin İstanbul'a özgü iki kimliği (ruhça Türk ve Müslüman, düşüncede Batılı) temsil edişi ve
Abdülmecid Efendi'nin bir tablosu
Yalı Önündeki Kadınlar, tuval üstüne yağlıboya, 183x254 cm, 1922, Dolmabahçe Sarayı
Nazım Timuroğlu
si, İst., 1955; K. Mısırlıoğlu, Osmanoğullan-mn Dramı, ist., 1976, s. 159-196, 245-272; A. Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, ist., 1984, s. 246-253; S. Akgün, Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Ankara, ty.
NECDET SAKAOĞLU
ABDÜLMECİD EFENDİ KÖŞKÜ
Üsküdar Bağlarbaşı'nda Kuşbakışı Sokağı no. 18'dedir. Köşk, Nakkaştepe'ye ve Beylerbeyi'ne doğru alçalan hafif meyilli ve geniş (160 dönümlük) bir arazi üzerindeki koruluğun içinde bulunmaktadır. Çok sayıda değerli ağacı da barındıran bu koruluk ve köşk, yüksek duvarlarla çevrilidir. Köşkün ana girişi Kuşbakışı Sokağı'ndadır. Güneyinde, eski harem köşkü için bir girişi daha vardır. Ayrıca bahçe ve servis girişleri de bulunmaktadır.
Köşkün arazisi daha önce Hıdiv İsmail Paşa'nın mülkiyetindeydi. İsmail Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa, Saray'a damat olduğunda, kendisi için tasarladığı köşkü, seçilen yeri ve projeyi çok beğenen Mecid Efendiye devretmeyi önerdi. Arazi, Sultan II. Abdülhamid tarafından 1895 yılında satın alınarak Şehzade Abdülmecid Efendi'ye tahsis edildi.
Köşk, 1901'de dönemin tanınmış mimarı Alexandre Vallaury(->) tarafından tasarlanıp inşa edildi. Halen mevcut
olan yapı, büyük bir yazlık köşk olarak planlanan kompleksin selamlık bölümüdür. Ahşap harem dairesi ve müştemilat niteliğindeki bazı yapılar günümüze kadar gelememiştir.
Köşkün gerek tasarımı gerekse yapımı büyük bir özeni yansıtmaktadır. Küçük bir saray olarak nitelenebilecek bu köşk planı, görünümündeki köşk karakteri ve zarafetiyle iddialı bir yapımdır.
Köşkün iddiası, daha giriş kapısının düzenlenişinde ve biçiminde kendini gösterir. Osmanlı barok uygulamalarını anımsatan geniş bir saçakla örtülmüş olan kapı, basık kemeri, eliböğründeleri ve renkli bezemeleri ile görkemlidir. İhata duvarı içeri çekilerek kapının yola göre algılanışı ve perspektifi güçlendirilmiştir.
Köşk, kagir bir bodrum kat üzerine iki katlı ahşap bir yapıdır. Simetrik ve aksiyal bir planı vardır. İki ana eksenin kesiştiği noktada merkezi sofa bulunur. Burada eskiden var olduğu bilinen, merkezi sofa motifini güçlendiren ve çok eski tarihi geleneklere bağlayan havuz, sökülmüştür. Birinci katta yanlara eyvanlarla açılarak haçvari bir şema gösteren geleneksel merkezi sofa motifi, ikinci katta kapalı bir salona dönüşmüştür. Köşelerdeki dikdörtgen planlı
ABDÜLMECİD MEYDAN ÇEŞMESİ 52
53
ABDÜLMECİD TÜRBESİ
Abdülmecid Efendi Köşkü
Erkin Emimğlu, 1993
odaların da ikinci katta doğrultuları değiştirilmiştir. Bu küçük oynamalara karşın, her iki katta da, eksenler boyunca çıkıntı yaparak dışa uzanan orta mekânlar ile dört köşedeki odalar, düzgün bir geometrik plana uygundurlar. Ama üçüncü boyutta duvarların ileri geri alınışı ile kitlede plastik bir etki ve cephelerde son derece hareketli bir görünüm sağlanmıştır.
Tasarıma ustalık katan düzenlemeler, yalnızca plandaki geometri ile cephelerdeki hareketliliği birleştirmekten ibaret değildir. Vallaury, değişik tarihi referansları kullanarak ve en çok istanbul sivil mimarlığının geleneksel kimi motiflerim, örneğin şahnişin ve saçakları, bezeme program ve tekniklerini yenileyerek değerlendirmiştir.
Beş basamaktan sonraki sahanlıktan ulaşılan revaklı giriş, üst kattaki geniş balkonla birlikte, vurgulanmış bir gölgeli alan yaratır. Aynı eksen .üzerindeki arka cephede ise yine revak vardır, ama bu kez revak kesimi ileri çıkar; üstündeki balkon da renkli camla bezenerek kapanır. Yan cephede, kuzeybatıda ise, orta mekân bir şahnişin yapmak üzere ileri çıkar.
Saçaklar, yapıya görkem de katan üslup öğeleri olarak değerlendirilmişlerdir. Ortada, eksenler üzerindeki mekânların örtü kotu yükseltildiği gibi saçakları da yüksek ve diğer mekânların saçaklarından daha geniş tutulmuştur. Bu saçak hareketleri yapıya değişken perspektif olanakları sağlamaktadır.
Vallaury'nin tarihi referansları arasında geleneksel baş oda düzenlemeleri de vardır. İkinci katta, giriş cephesine bakan odalar, iki bölümlü ve divanhaneli düzenlenmiştir. Divanhane, birer ince kolona bağlanan alçak korkuluklar ve bir basamak farkıyla oda girişinden ayrılır. Güney tarafındaki divanhane, ayrıca çini duvar panolarının kullanıldığı bezeme programı ve tekniği ile de ayrılır.
Yapıda kullanılan kapı, pencere, kolon, kemer vb mimari öğeler, genel olarak oryantalist eğilime özgü biçim özellikleri taşır. Kuzey Afrika-Ispanya islam sanatında karşılaşılan türde kemerlerin, korniş profillerinin eliböğründelerin abartılı biçimciliği, bu elemanlara bir dekoratif öncelik yükler.
Köşkü küçük bir başyapıt yapan özellikler arasında kuşkusuz bezemesi önemli bir pay almaktadır. Bugüne kadar bir hayli örselenmiş olmakla birlikte hâlâ çok renkliliği ile gözalıcı bir görünümü vardır. Bezemelerinin en önemli özelliklerinden biri, çok renkli oluşudur. Dönemin oryantalist beğenisine de uyan bu çok renklilik, dışarıda ışık altında, yapıya canlılık ve pırıltı vermektedir. Saçakların bezenmesi ve çok renklilikten pay alması ise, yapıdaki şaşırtıcı özeni daha da vurgular.
Osmanlı mimarlığında pek de karşılaşılmayan dış cephe bezemesi, cephe yüzeyini geometrik olarak bölümleyen dikdörtgenlerden oluşan ve pencere ölçülerini esas alan modüler bir çerçeveleme içinde uygulanmıştır. Oryantalist motiflerden oluşan bezeme, kalem işi tekniğindedir.
Benzer bölümleme sistemi ve bezeme programı, yapının iç bezemesinde de kullanılmıştır, içerde kalem işine ve altın tezhipli nakışlara ek olarak çini kaplamalar da vardır. Köşke ilişkin bütün betimlemelerde anılan ve yapının yüksek tavanlı olmasını da gerektirdiği belirtilen görkemli avizeler günümüzde mevcut değildir.
Köşkün en sofistike sanat yapıtı ise birinci kat merdiven holünde duvara fresk tekniğinde yapılmış olan "Aşk Çeşmesi" adlı tablodur. Tanınmış ressam Avni Lifij'in yapıtı olan resim, Fransız Sembolist Ekolü'nün esinlerini yansıtan çok önemli bir yapıttır. Lifij'in imzasını ve 1337 Rumi / 1340 Hicri tarihlerini taşımaktadır.
Bahçede bir kar kuyusu, bir de 36 m derinlikte merdivenli bir kuyu olduğu belirtilmektedir.
Dostları ilə paylaş: |