İbn-i Abbas'ın rivayet ettiğine göre Rasalullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hastalığı esnasında şöyle buyurmuştur



Yüklə 0,75 Mb.
səhifə13/20
tarix25.07.2018
ölçüsü0,75 Mb.
#57939
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   20

3.8.15
 
Râfizî şöyle diyor:
“Haverzem'in en ünlü hatibi, Ebu Zerr'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Hilafeti iddia ederek Ali'ye düşmanlık eden kâfirdir. O kimse Allah ve Rasulüyle harb etmiştir.”
Enes şöyle der: Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında bulunduğum bir sırada Ali'nin geldiğini gördü ve şöyle buyurdu:
“Ben ve bu (Ali (r.a.)) kıyamet gününde ümmetime karşı Allah (c.c.)'ın hüccetleriyiz.”
Muaviye b. Haybetül-Kuşeyrî şöyle diyor:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Ali'ye:
“Sana buğzederek ölen kimse, yahûdî veya nasrânî olarak ölürse umursama!” dediğini işittim.
Biz, muhalifimizin buna benzer hadis rivayet etmekle beraber, güvenilir âlimlerimizin de bunlara benzer daha birçok hadis rivayet ettiklerini gördüğümüz için, bu hadislere müracaat etmemiz ve onların dışındakilere de sırt çevirmemiz vacip oldu.”
Ey Râfizî!
Haberin sıhhatini talep ediyoruz. Muvaffak b. Ahmed b. İshak adındaki Haverzem hatibinin mücerred nakli haberin sübûtuna delâlet edemez. Öyle ki bahsettiğin bu adam teliflerini uydurma haberlerle doldurmuştur. Bu te'liflerine hayret eden sadık muhaddisler, Allah'ım! Seni tenzih ediyoruz, bu ne büyük iftiradır, demekten kendilerini alamazlar.
Hadîs ilmini bilenler, yukarıda zikredilen haberle benzeri haberlerin, ashab ve tabiîn asırlarının sona ermesinden sonra yalancılar tarafından uydurulan yalanlar olduklarını gayet iyi bilirler.
Biz, tevatür derecesine varan haberlerle biliyoruz ki; Ensar ve Muhacirler Allah ve Resulünü severlerdi. Rasulullah da onları gayet iyi seviyordu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den sonra imam, o yüce ashab'ın ittifakı ile Ebubekir (r.a.)'dir. Yakinen bildiğimiz bu haberleri, yalan haberlerle reddetmemiz nasıl mümkün olabilir?
Kaldı ki, Râfizî'nin bu iddiaları az da olsa kendisine itimad edilen hiçbir eserde mevcud değildir. Bütün bunlardan başka Allah (c.c.)'ın kitabı, bir çok yerlerinde Allah (c.c.)'ın muhacir, ensar ve onlara iyilikle tabî olanlardan razı olduğunu açıkça beyan ediyor.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Hakikaten Allah, (Hudeybiye'de) ağacın altında sana biat etmekte oldukları vakit, o mü'minlerden razı oldu.” (Feth: 48/18),
“(Bilhassa bu ganimet), O, fukara muhacirler içindir ki, (Mekke müşriklerinin tazyiki üzerine) yurdlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Onlar, Allah'dan bir rızık ve rıza isterler...” (Haşr: 59/8),
“And olsun ki, Allah, Peygambere ve güçlük saatinde (Tebük savaşında çekilen sıkıntı ve mahrumiyet günlerinde) ona uyan Muhacirler'le Ensar'a lütfetti...” (Tevbe: 9/117)
Buna benzer daha birçok âyet-i kerime vardır.
Ey Râfizî!
Senin uydurma ve yalan haberlerinle bu nass'ları reddetmek mümkün müdür?
Kaldı ki, senin bu haberlerinde (hâşâ!) Ali'nin (r.a.) Allah ve Rasulüne olan imanını reddeden durumlar mevcuttur.
(Ebu Zerr (r.a.), tarikiyle rivayet ettikleri uydurma hadiste, hilafeti iddia ederek Ali'ye karşı çıkanların kâfir oldukları hususunda ifade vardır. Şiîler Ali'ye (r.a.) karşı çıkanlarla Ebubekir  ve Ömer'i (r.a.) kasdediyorlar. Halbuki Ali (r.a.), her ikisine de biat ederek, onlara itaat etmiş ve onları övmüştür. Halbuki Ali'nin (r.a.), hilâfeti iddia ederek Allah ve Rasulüne harb ilân edenleri övmesi onun için noksanlıktır. Bu durum Ali'nin (r.a.) Allah ve Rasulüne inanmadığını (hâşâ!) gerektirir. (Tabii ki, şiîlerin farkına varmadan yaptıkları yalan iddialarına göre bu sözler söylenmiştir.)
Ey Râfizî!
Hilafete talib çıkarak Ali (r.a.) ile mücadele edenlere kâfir diyecek olursan, yine Ali'nin (r.a.) nass ile amel etmediğini iddia etmiş olursun. Halbuki Ali (r.a.), bizzat onlara müslüman demiştir. Hatta İbn-i Mülcem, Onu yaralayınca, “Yaşarsam kan sahibi benim” demiş ve onu öldürtmemiştir. İbn-i Mülcem, Mürted olsaydı, Ali (r.a.) mutlaka onu hemen öldürecekti. Yine Ali (r.a.)'den mütevâtiren sabit olmuştur ki, o, cemel vakasında kaçanların takib edilmesini, yaralıların öldürülmesini veya mallarının ganimet olarak alınmasını nehyetmiştir.
Rivayet ettiğin hadîs'e (!) göre bunlar kâfir ise, onun yalan olduğunu söyleyen ve onunla amel etmeyen ilk kişi Ali (r.a.) olmuş olur. Sıffin vakasında da karşı taraftan şehid düşenlerin cenaze namazlarını kılarak:
“Bunlar kardeşlerimizdir. Bize isyan ettiler ama kılıç onları temizledi.” diyordu.
Biz kesin olarak biliyoruz ki, Ali (r.a.), ona karşı çıkanları hiçbir zaman tekfir etmemiştir. Ali'ye (r.a.) karşı çıkanlar kâfir olsalardı Hüseyn'in (r.a.) kendi isteğiyle hilafeti onlara teslim etmesi helâl olmazdı. Halbuki kuvvet bakımından da güçlü idi. Fakat bu hareketin doğruluğu dedesinin sözüyle ortaya çıktı. Bu hususta Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Muhakkak benim bu oğlum efendidir. Allah , onunla müslüman iki büyük kabilenin arasını islah edecektir.” (Buhari Sulh: 9, Fedail: 2, Menakıb: 25, EbuDavud Sünnet: 12, Tirmizi, Menakıb: 30).
Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir. Ama sana göre Allah, onunla mürtedlerle (hâşâ!) müslümanlar arasını islah etmiştir. Üstelik sana göre ma'sum imam Allah (c.c.)'ın kullarına olan lütfudur. Halbuki ettiğin iddialara göre ma'sum imam lütuf değil aksine bela olmuştur. Çünkü ona muhalefet edenler mürted ona muvafakat edenler de zelîl olmuşlardır. Masum imamdaki maslahat nerede kaldı?
Hani siz; Allah (c.c.)'ın kullar için maslahatlı olanı yaratması vaciptir, diyordunuz. Halbuki, Ali'ye (r.a.) karşı çarpışıp onu tekfir etme imkanını haricîlere veren yine Allah'tır. Ma'sum imamların da, zimmîler gibi korku altında ve takiyye içinde yaşamalarını takdir eden yine Allah'tır. Kaldı ki, zimmiler dinlerini açıkça yaşıyorlar. Allah (c.c.)'a vacip kıldığın lütuf ve maslahat nerede kaldı?
Hem de sen, ma'sum diye iddia ettiğin imamlarının Allah katında insanlara karşı kesin deliller ve güvenilir âlimler olduklarını, doğru yolun ancak onların yolu olduğunu, onlara tâbi olunmadığı müddetçe kurtuluşa nail olunmayacağını iddia ediyorsun. Senin iddia ettiğin sonuncu imam da asırlardan beri gizlenmiş, insanlar ne dinleri ve ne de dünyaları için ondan asla istifade etmemişlerdir.
Bundan da anlaşılıyor ki, râfizîliği ancak bir zındık ortaya koymuştur.
Akıl sahibi olan her fert, ehl-i sünnetin Ali'ye (r.a.) karşı bir tepkileri olmadığını gayet iyi bilir. Onlar asla peygamberlerini tekzib etmez. Onun emirlerini de reddetmezler.
Ehl-i sünnet, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'nin (r.a.) imameti hakkında açık nasslarının var olduğunu bilselerdi, herkesten önce kendileri O'na biat edeceklerdi. Bu husustaki hükmün ehli sünnete kapalı kaldığını iddia etmek, dinin bir hükmünü terkettiklerini ileri sürmektir.
Ey Râfizî!
Ehl-i Sünneti nasıl yahudi ve hıristiyanlara benzetebiliyorsun? Aslında Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem)yalan isnad ederek onun hakkında hadis uydurman belâ olarak sana yeter. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
“Kasden bana iftira eden, cehennemdeki yerini hazırlasın.”
Evet, Allah ve Resulünün beyan buyurdukları nassları yine onların inadına gizle, yen cehennem ehlindendir.
“(İmametin Ali'nin (r.a.) hakkı olduğuna dair) güvenilir âlimlerimizden birçok hadis rivayet etmişizdir.” şeklindeki sözüne gelince, sana şöyle cevap veririz:
Bu sözünüz hiç bir zaman âlimlerinizin güvenilir ve onlardan naklettiğiniz hadislerin de sahih olduklarına delâlet etmez.
Kaldı ki biz ehl-i sünnet vel cemaat olarak hadis âlimlerimizi bazı hususlarda tenkid etmişizdir. Bu hususta eser bile te'lif edilmiştir. Hadisin derecesini tesbit etmek için ehl-i sünnet, elinden gelen çabayı göstermiş ve kimseye dokunmazlık hakkı vermemiştir.
Ama siz râfizîlerin indinde bir muhaddisin güvenilir olabilmesi için, hadisi ma'sum (!) imamlardan alması ve imamı olması şarttır. Bu evsafta olan muhaddisin yalan, yanlış veya doğru söylemesi sizce müsavidir. Siz muhaddislerimizin sizinkiler gibi yalancı olduklarını iddia ediyorsanız, şunu iyi biliniz ki, aralarında bilerek veya bilmeyerek hadiste yalana teşebbüs eden olmuşsa da siz her halinizle onlardan daha yalancısınız.
Ama Allah (c.c.)'a hamd olsun hadislerin senedlerine bakmadan onlarla amel etmek bize haramdır.
Ey sapık râfizî sen nasıl bu âlim güvenilirdir, şu güvenilir değildir, diyebilirsin?
Bununla beraber ismini hecelemekten de âcizsin!
Gerçek olan elinizdekilerin çoğu ehl-i kitabın elindekiler gibi yalancı dillerden dökülen haberlerdir.
Kaldı ki, râfizîlerin yalanları darb-i meseller şeklinde dile getirilmiştir. Haricîlerin sizden daha belalı olduklarını bilmemize rağmen, onları yalancılıkla itham edemeyiz.
Çünkü onları tecrübe ettik. Onlar leh veya aleyhlerin, de olsa da doğru olanı araştırıp bulmağa çalışıyorlar. Ama siz öyle değilsiniz. Doğru kişiler aranızda (deri üzerindeki) ben gibidir.
İbnü'i Mübarek şöyle diyor:
“- Din, hadis ehlinin,
- kelâm ve hileler rey ehlinin,
- yalan ise râfizîlerindir.”
Ehl-i Sünnet ve muhaddisler, arzularına uygun olsa da yalana rıza göstermezler.
Nakkaş, Kâti'î, Sa'lebî, Ehvaz, Ebu Nua'ym, Hatîb, İbn-i Asâ'kir ve benzerlerinin, Ebubekir, Ömer, Osman (r.a.), hatta Muaviye'nin faziletleriyle ilgili olarak nice hadisler rivayet etmişler ki, Ehl-i sünnet'in muhaddisleri onları kabul etmemişlerdir.
Üstelik onlar arasında bulunan uydurma hadisleri de ortaya çıkarmışlardır. Hadis senedlerini kontrol ettiklerinde hüviyyeti meçhul olan birini görseler bile orada dururlar.
Ama siz ey râfizîler!
Hadis ister zaîf ister doğru olsun, onun mutlaka arzunuz istikametinde olması gerekir ki, hadis olma şartı tahakkuk etsin. Sabit bir nass getirseniz dahi, sizin bu iddianıza asla delâlet etmez.
Biz ehl-i sünnet olarak kendilerine dayandığımız delililer, Kur'an'ın nassları, sahih hadisler ve sizden başka bütün müslümanların üzerinde ittifak ettikleri hükümlerdir. Bu delillere tenakuz arzedecek bütün delilleri reddederiz.
Ebü'l-Ferac İbnü'i Cevzî şöyle diyor:
“Ali'nin (r.a.) faziletiyle ilgili sahih hadisler çoktur. Ancak râfizîler bunları yeterli görmediler. Hadis uydurmaya başladılar fakat Ali'yi (r.a.) yücelteceklerine onu aşağıya çektiler. İhtiyaç vardır deyip, bâtıl isnadlarla Onun hakkında cildler doldurdular.”
Ama ey Râfizî!
Sen uydurulanların tümünü dile getirmedin. Biz, iddiana delâlet etmek için uydurulmuş daha nice haberler biliyoruz.
Ali'nin (r.a.) meziyetleriyle ilgili olarak uydurulmuş haberlerden bir tanesi Nesâî'nin Abbad b. Abdullah el-Esedî'den rivayet ettiği haberdir. Habere göre Ali (r.a.) şöyle buyuruyor:
“Ben Allah (c.c.)'ın kulu ve Rasulünün kardeşiyim. En büyük Sıddîk benim. Benden başka bu sözü söyleyen, ancak yalancıdır. Ben, henüz insanlar namaz kılmadan önce yedi sene namaz kıldım.” (Hadisi Ahmed b. Nasr ez-Zerra' rivayet etmiştir)
İbnü'l Cevzî :
“Müslümanlardan yedi sene önce İslâmı kabul ettim.” sözü uydurma olup, Abbad da itham edilmiş bir şahsiyettir.
İbnü'l Medînî de, Abbad'ın hadiste zaîf olduğunu söylemiştir. Bizce Ali (r.a.), söylemiş olduğu iddia edilen sözden çok daha sâdık ve itaatkâr idi. Hadisi rivayet eden ya kasden yalan söylemiş veya yanlış duymuştur.
Ebu'I Ferec şöyle diyor:
“Yukardaki haber ile benzerlerinin bâtıl olduklarını isbat eden delillerden bir tanesi Hatice, Ebubekir  ve Zeyd'in (r.a.), Ali (r.a.)'den önce müslüman olduklarında ittifakın mevcut olmasıdır.
Ömer (r.a.), Peygamberlikten altı sene ve kırkıncı kişi olarak İslâmı kabul ettiğine göre, Ali'nin (r.a.) müslümanlardan yedi sene önce namaz kıldığı iddiası nasıl doğru olabilir?”
Merfu' olarak rivayet edilen ve iddiaya göre Ali'nin (r.a.) “Ben en büyük Sıddık'ım” sözü, Ahmed b. Nasr ez-Zerra'ın uydurmalarındandır.
(Dârakutnî, Ahmed b. Nasr'ın deccal olduğunu söyledikten sonra, uydurduğu hadislerden bir tanesini zikrederek şöyle der:
Ali (r.a.) şöyle diyor:
Rasulullah ile yola çıktım. Bir hurma ağacı diğer bir hurma ağacına seslenerek: Bu Nebiyy-i Mustafa,bu da Aliyy-i Murtazadır, dedi. )
(Abbad b. Ya'kub er-Revâein hakkında daha evvel bilgi vermiştik. Ali b. Haşim el-Kûfî el-Hazaz, hakkında da İbn-i Hıbban şöyle diyor:
Aşırı giden bir Şiîdir. Buhari de, kendisiyle babasının Şiîlikte aşırı olduklarını söyler. H. 181 de ölmüştür. )
“Kıyamet gününde benimle ilk münakaşa edecek olan sensin. Sen en büyük sıddıksın. Sen faruksun. Sen mü'minlerin liderisin.” şeklindeki hadis de uydurmadır.
Bu hadisin bir başka rivayetinde Abdullah b. Dâhir  vardır ki, İbn-i Main: Ondan haber alınmaz, demiştir.
(Abdullah b. Dâhir el-Ahmerî er-Râzi hakkında Ahmed b. Hanbel ve Yahya, Onun muteber olmadığını, kendisinden hayır gelen bir şahsın ondan hadis rivayet etmediğini söylerler. Akîli, Abdullah b. Dâhir'in berbat bir râfizî olduğunu söylüyor. )

3.9
 
FASIL:
Burada bir başka yol vardır ki hadis ilmi ile ilgili malûmatı olan bu yola başvurabilir. Çünkü birçok âlimler doğru ve uydurma hadisleri sened yönünden birbirlerinden ayırmakta mazurdurlar. Ancak yetkili hadis hafızları bu ayırımı yapabilirler. Münakaşa konusu olan hadisleri yok farzedip, tevatürle bilinen veya akıl, âdet veya üzerinde ittifak edilmiş nassların delâlet ettiği hususlara müracaat ederek şöyle diyoruz:

Tevâtüren, (yani yalan söylemeleri mümkün olmayan zatların ittifakla verdikleri haber) sabittir ki Ebubekir (r.a.), hilafeti ne Ona rağbet ederek ve ne de korkarak istemiştir. Onu elde etmek için mal harcamamış, kılıç çekmemiştir. Saltanata talip olanların yaptığı gibi ona destek olacak büyük bir akraba topluluğu veya köleleri yoktu. Bana biat ediniz de dememiştir. Aksine Ömer (r.a.) veya Ebu Ubeyde'ye biat edilmesi için fikir beyanında bulunmuştur. Halife olduktan sonra ona biat etmeyene eziyet etmediği gibi biata da zorlamamıştır. Sa'd b. Ubade gibi.


Ebubekir'e (r.a.) isteyerek biat edenler, Rıdvan ağacı altında Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) biat edenlerdir ki onlar Allah (c.c.)'ın kendilerinden razı olduğu kimselerdir. Ebu Bekir (r.a.), bu zatlarla beraber mürteciler, fars ve rumlarla savaşarak İslamı ve müslümanları zaferde sabit kılmıştır.
Ebubekir (r.a.), normal âdet ve yaşayışının dışında hilafetin yiyecek ve giyeceğinden istifade etmemiştir. Vefat ettiğinde halife seçildiği zamandaki durumundan daha fakir olarak hilafetten ayrılmıştır. Kendisine halef tayin ederken akrabalığı nazari dikkate almayarak ashabın en faziletli olanına bakmış ve onu yerine tayin etmiştir.
Ashab da Ebubekir'in (r.a.) tayin ettiği zata cümleten itaat etmişlerdir. O zat da devletler fethetmiş, kâfirleri yenmiş, münafıkları zelil kılmış, adaleti yaymış, yemede, içmede ve bütün yaşayışında kendisinden önceki yüce zâtın yolunu takip etmiştir. Hayatı şehadetle neticeleninceye kadar halifeliği böyle devam etmiştir. Halifeliği esnasında maddeye bulaşmamış, akrabalarından da hiç birini görevlendirmemiştir. İnsaflı olan, bu durumu gayet iyi bilir.
Ondan sonra ashab Osman'a (r.a.) isteyerek biat ettiler. O da vakar, yumuşaklık ve iyilikle kendisinden öncekilerinin kurduğu hak düzeni devam ettirmiştir. Fakat Ömer'in (r.a.) gücü, akılları şaşırtan siyaseti, dünyayı dolduran noksansız adaleti ve ancak câhillerin inkar edebileceği aşırı zühdü onda yoktu.
Bazıları Osman'ın (r.a.) yumuşaklığından istifade ederek dünyaya açıldılar, zenginleştiler. Akrabalarını tayin etmesi sebebiyle bazıları Osman (r.a.)'a itiraz ederek ondan öncekilerinin normal görmediği çeşitli nahoş hareketlerde bulundular. Bazılarının dünyaya olan aşırı rağbetleri, Allah (c.c.)'a ve halifeye karşı azalan korkuları, bizzat kendisinin ondan önceki iki halifeye nisbeten zaif olması ve akrabalarının idarî ve mâlî konuda yaptıkları aksaklıklar, çeşitli fitneleri tahrike sebep oldu. Bu fitneler öyle ilerledi ki Osman'ın (r.a.) mazlum olarak öldürülmesine kadar devam etti.
Henüz fitne ortada iken Ali (r.a.) hilafete geçti. Bazıları Osman'ın (r.a.) öldürülmesinde ihmalkâr davrandığı, bazıları da kanının akıtılmasında kendisinin sebep olduğunu ileri sürerek Ali'yi (r.a.) itham etmişlerdir. Fakat Allah (c.c), Ali'nin (r.a.) Osman'ın (r.a.) kanından uzak olduğunu çok iyi biliyor. Kaldı ki Osman'ın (r.a.)ı öldürülmesine rıza göstermediği ve bu konuda âsîlere yardımcı olmadığı bizzat Ali (r.a.)'den bilindiği sabittir. Buna rağmen bir çoklarının kalbleri ona karşı saflaşmamış, kendisi de bunları yenemediği için itaat etmemişlerdir. Oğlu Hasan (r.a.), babasına kendisine karşı gelenlerle savaşmamayı tavsiye etmesine rağmen Ali (r.a.) de fikrinden vazgeçmemişse; neticede itaat edeceklerini ve ümmetin birleşeceğini zannettiği içindir. Fakat maalesef durum o şekilde tecelli etmedi. Daha çok şiddetlenerek tefrika büyüdü. Hatta “kendi ordusundan bin kişi ayaklanarak (hâşâ!) onu tekfir ettiler ve onunla savaştılar. Allah, Ali'yi (r.a.) tekfir edenlerin belâsını versin!
Sonunda Ali (r.a.), ona karşı gelenlerle savaş yapmaktan vazgeçti. Ali (r.a.) (r.a.), hilafetleri peygamberlik hilafeti olan dört halifenin sonuncusu idi. (Allah cümlesinden razı olsun)
Ali (r.a.)'den sonra idare Muaviye'nin (r.a.) eline geçti ki, meliklerin ilki oldu.
Nitekim Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Benden sonra hilafet ancak otuz sene devam edecektir. Ondan sonra imaret olacaktır.” buyurmuşlardır. (Ebu Davud Sünnet: 8, Tirmizi, Fitan: 48, Ahmed: 4/273, 5/44, 50, 404)
Şüphesiz ki Muaviye (r.a.)'in hal ve gidişi padişahların hal ve gidişinden daha iyidir.
Râfizî, Ebubekir  ve Ömer'i (r.a.) zemmederek:
Devlet reisliğine talip çıktılar, haklara mâni oldular. İmameti hakkında nass bulunan zat'a zulmettiler, ehl-i beytin mirasını gasbettiler, derse nasibilerden zemmedici olan kişi de bu ithamların benzerini Ali'ye (r.a.) tevcih ederek:
Devlet reisliği için kan akıttı ve gayesini gerçekleştiremedi diyecektir. Biz de Ali'yi (r.a.) bu gibi ithamlara karşı müdafaa edersek -ki ediyoruz- Ebubekir  (r.a.) ve Ömer hakkında ileri sürülen ithamlara karşı onları öncelikle müdafaa etmemiz gerekir. Çünkü onlar töhmetten daha uzaktırlar. Onlar hiçbir zaman devlet reisliği için çarpışmamışlardır. Üstelik başta Ali (r.a.) olmak üzere ashabın ileri gelenleri her ikisine itaat etmişlerdir. Ali'nin (r.a.) hakkın tecellisini istediğine, yeryüzünde büyüklük ve fesad istemediğine nasıl inancımız varsa, aynı inancımız Ebubekir  ve Ömer (r.a.) hakkında da evveliyetle vardır.
Onun için ey Râfizî! İnadı ve boş sözleri bırak!
İkinci yol şudur:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra müslümanların gayeleri mutlak olarak hakka tâbi olmak idi. Zira o zaman haktan geri dönme hususunda hiçbir niyetleri yoktu. Halbuki böyle bir şey yapmak isteselerdi buna güçleri de vardı. Kişi hakka gelir ve kudreti olmasına rağmen bu yoldan sarf-ı nazar etmezse gayenin tahakkuku vacip olur. Bundan da anlaşılmış oldu ki o günkü müslümanlar, kendilerinden sonra gelen bütün müslümanlardan hayırlıdır. Onlar, yaptıkları her hususta hakka tabî olmuşlardır. Çünkü onlar ümmetlerin en mümtazıdırlar. Allah (c.c), dini onlara ikmal etmiş, nimetini üzerlerine tamamlamıştır. Onlar, korkarak veya rağbet ederek değil, dini bir görev bildikleri için Ebubekir'e (r.a.) biat etmişlerdir. Eğer hissi davransalardı halifeliğe Ali (r.a.) veya Abbas'ı (r.a.) tercih edeceklerdi. Çünkü Haşim oğulları şeref bakımından Teym oğullarından üstündür. Hatta Ebubekir'in babası Ebu Kuhâfe'ye -Mekke'de kalıyordu ve oldukça ihtiyar idi-:
Oğlun hilafet makamına geçti, denilince Ebu Kuhafe:
Umeyye, Hâşim ve Manzum oğulları razı oldular mı? sorusunu sordu. Evet denilmesi üzerine hayret ederek:
“Bu Allah (c.c.)'ın fazlıdır, onu dilediğine verir,” dedi. Çünkü Ebu Kuhâfe, Teym oğulları'nın kabilelerin en zâifi olduğunu, İslâm’ın da neseb yönünden değil takvadaki üstünlükten dolayı tercihte bulunduğunu gayet iyi biliyordu.
Üçüncüsü:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:
“Bu ümmetin en hayırlısı benim muâsırlarımdır, yani ashabtır. Sonra onları takib edenler ve tekrar onları takib edenlerdir.” buyurduğu tevatüren sabittir.
Ashab ile tabiîn'in hallerini iyice düşünen kimse, bu iki neslin arasındaki farkı gayet iyi anlayacaktır. Eğer ashab-ı kiram inad ederek ve hakkı bir kenara iterek, hakkında nass bulunan zatın hakkını inkar etmişler, ehl-i beyti miraslarından menetmişler, fâsık ve zâlime biat ederek, âlim ve âdili terketmişlerse onlar mahlûkâtın en kötüsü ve bu ümmet de insanlar için çıkarılmış en kötü ümmettir. (Tabiî ki ashab hakkında böyle birşey düşünmek asla mümkün değildir.)
Dördüncüsü:
Yine tevatüren sabittir ki Ebubekir, Ömer ve Osman (Allah cümlesinden razı olsun), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile özel olarak ilgilenmişler, Onun sohbetlerine bizzat katılmışlar ve onunla sıhriyyet kurmuşlardır.
Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) onları zemmettiği veya onlara karşı hiddetlendiği asla vâki değildir. Aksine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları medhetmiş ve övmüştür.
Buna göre ortada iki şık vardır:
- Ya bu zâtlar açıktan ve gizliden Rasûlullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı doğru ve samîmi idiler veya
- (haşa!) Rasulullah, bilerek veya bilmeyerek onlara müdâhene etmiştir.
Her iki şıktan hangisi kabul edilirse edilsin durum Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında yapılan en büyük iftira olur.
Eğer bu zâtların bilâhare istikametten ayrıldıkları ileri sürülürse, Allah, Rasulünü ümmetin ileri gelenleri hakkındaki beyanlarında yardımsız bıraktığını kabul etmek olur. İstikbalde vuku bulacak hâdiselerden haber veren zat bu durumu nasıl bilemedi?!
Evet bu iddialar Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yapılan en büyük tecavüzlerdendir.
Beşincisi:
Ali (r.a.) ilk halifeliğe daha lâyıktır, deniliyorsa, Ali'nin (r.a.) hilafetini gerektiren deliller kuvvetli olmamasına mâni yok, kudret de mevcuttur, demektir. Çünkü Ali (r.a.) Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) amcazadesi, damadı, soyca üstün, cihadda en ileri gelenlerdendir. Ashabın ona hiçbir düşmanlıkları da yoktur. Teym ve Adiy oğullarından hiç kimseyi öldürmemiştir. Aksine Menaf oğulları onlardan adam öldürmüştür. Akrabaları olduğu Menaf oğulları Ali'ye (r.a.), taraftar olup hilafetini de istiyorlardı. Ebu Süfyan da onun halife olması için kendisiyle konuşmuştu. Bütün bunlarla birlikte Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ali'nin (r.a.) hilafeti için bîr nass irad etseydi, bu nass ashab-ı kiramın Ali'yi (r.a.) halife tayin etmesinde mucip bir âmil olacaktı. Fakat böyle olmayı gerektiren az bir gurup, buna manî olmuştur deniliyorsa, bu iddia doğru değildir. Çünkü çoğunluk onu tayin etmeye muktedir idi. Hatta Ensar:
Ali, Sa'd ve Ebubekir (r.a.)'den hilafete daha lâyıktır deselerdi. Muhacirden hiç kimse ona karşı gelemezdi. Çoğu da Ali (r.a.) ile beraber olacaktı. Ondan sonra Ebubekir  (r.a.), Ömer'i (r.a.) yerine tayin edince hepsi ona itaat ettiler Fakat Talha (r.a.):
“Bize taş yürekli ve sert birini tayin ettin. Sen Rabbine ne diyeceksin?” dedi. Ebu Bekir  de:
“Beni oturtunuz. Siz beni, Allah (c.c.)'ın adına dayanarak korkutmak mı istiyorsunuz?”
“Ey Rabbim! Kullarının işlerini en hayırlılarına (Ömer'e) tevdi ettim diyeceğim” cevabını verdi.
Bütün müslümanların Ali (r.a.) ile beraber olduklarını tabedersek, kim ona galip gelebilir?
Farzedelim ki Ali (r.a.) ile beraber kalktılar fakat muhaliflere karşı gelmediler, bu sebepten dolayı dedikodu, isyan ve mücadele olmayacak mıydı?
Halbuki Ensar Sa'dın tayin edilmesini arzu ettiklerinde bir sürü münakaşalar olmuştur. Sa'd (r.a.) sebebiyle bir sürü münakaşa olmuşsa, hakkında Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) nassı olan Ali (r.a.) için daha çok münakaşa olması gerekmez miydi?
Ebu Bekir (r.a.) seçildikten sonra ne Ali (r.a.) ve ne de başkası konuşmayınca ondan sonra sırasıyla halifeler seçildi. Sıra Ali'ye (r.a.) gelince malum olan olaylar vuku buldu. Binaenaleyh ashab-ı kiramın Ali (r.a.) için bir şey yapmayıp susmaları onun halife olmasını gerektiren bir nassın mevcut olmadığını göstermektedir. Bir mânî'in mevcut olduğunu asla ifade etmez.
Eğer Ali (r.a.) hakkında nass olsaydı Onu en çok müdafaa edecek olan Ebu Bekir (r.a.) olacaktı. Eğer Ebu Bekir (r.a.), Ali (r.a.) haklı olduğu halde zülmen ona karşı gelseydi, şeriat ve akıl, bütün ashabın hakkında nass bulunan Ali (r.a.) ile olmaları için hükmeder, Ebu Bekir'i (r.a.) de mahkum kılardı.
Ey Râfizî! Meseleleri tahkik et. Eğri yolda yürümeyi bırak!
Safsata çeşitlidir:
Birincisi: İnkar ve tekzibtir. Ya bir şeyi tamamen inkar etmek veya o şey hakkındaki ilmi tekzib etmekle olur.
İkincisi: Şüphe ve bilmemezlikten gelen safsatadır. Bu yol lâ edriyecilerin (bilinemezcilik) yoludur. Bunlar bir şeye inanmadıkları gibi onu inkâr etmek te istemezler. Hakikaten onlar bilinen her şeyi yok addediyorlar.
Üçüncüsü: Hakikatleri şahsî inançlara tabî tutanların safsatasıdır. Böyleleri şöyle diyorlar:
Bir kimse âlem ezelidir diyorsa, âlem ezelidir demektir. Kim hadistir diyorsa, âlem hadistir demektir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve hulafâ-i râşidin hakkında râfizilerin iftira suretinde ileri sürüp, cumhur-u ulemanın tekzib ettiği haberler nasıl safsata ise, aynı şekilde Ali (r.a.) üzerine Muaviye'yi (r.a.) üstün gösteren rivayetler de safsatadır.

Yüklə 0,75 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin