20. BÖLÜM
“Allah’ım! Sen yardım et. Ya İlahi! İslam memleketinde Kur’an-ı Kerim dersi veriliyor diye insanlar yakalanıp işkencelerden geçiriliyorlar. Hem de söze geldi mi, biz de Müslümanız diyenler tarafından… Ya Rabbi! Gözaltında olan eşime ve diğer kardeşlerimize yardım et. İmanlarını koru, dillerine mukayyet ol. Oların diliyle hiçbir müslümana zarar gelmesin. Onları sağ-salim ve selametle çıkar. Onlara yapılacak işkencelere karşı kendilerine dayanma gücü ver. Onlara işkence yapanları kahru perişan et. Medet Ya İlahi!..”
Uyuyamamıştı Fatma. Odanın bir kenarına çekilip gözyaşları içinde Kadir-i Mutlak, Rahman, Rahim ve Kahhar olan alemlerin Rabbine niyazda bulunuyordu. Sığınılıp yardım dilenecek tek merci O idi.
Emine de uyuyamamıştı. O da odanın diğer kenarında namaz kılıp dua ediyordu. Sessizce Rabbinden, “Ey kimsesi olmayanların kimsesi, ey yardımcısı olmayanların yardımcısı, acizlerin acziyetini gideren, çaresizlerin çaresi, sığınağı olmayanların sığınağı, yardım et, şu aciz, biçare kullarını yalnız bırakma. Şu anda zalimlerin elleri altında inlemekte olan kullarının inlemesini dindir. Onlara, zalimlerden kurtulmaları için yardım et, onların dillerine, kalplerine mukayyet ol. Onları selametle ellerinden kurtar.
Sen şahitsin ki İslam’ı yaşayıp yaşatmak istememizden başka bir suçumuz yok. Sen bize yardım et.
Hatice ve beyi de uyuyamamıştı. Onlar da namaz ve dualarla yakarıp gözaltında vahşi işkencelerden geçirilen kardeşlerine dua ediyor, Allah’tan selametle çıkmalarını diliyorlardı. Dua; en büyük silahtır mümin için. Yaralı kalplerin merhemi, sevginin, aşkın, umudun, yarınların pınarı. Dua; aciz kulların acziyetinin simgesi, fakir kulların zenginlik kaynağı. Dua; ruhları yücelten, kulu Rabbine yaklaştıran, kalpleri sekinete erdiren, ruhları melekut alemine yücelten, “Dualarınız olmasaydı ne ehemmiyetiniz olurdu” hitabıyla insanı kıymetlendiren kul ile Rabbi arasındaki en sıkı bağdır.
Kılınan namazlar ve yapılan dualarla sabah ezanı gecenin karanlığını yırtarak kainatın tek sahibi ve malikini haykırıyordu.
Hatice ezanın okunmasıyla Fatma ve Emine’nin bulunduğu odanın kapısını tıklayarak içeri girdi. İkisini uyanık ve sessizce dua ve zikir ederken gördü. Çocukların uyanmaması için sessizce gece lambasının loş ışığında Fatma’ya ve sonra da Emine’ye namaz için hazır olup olmadıklarını sordu. İkisinin de abdest tazelemek istedikleri cevabını alınca odadan çıkıp lavaboyu müsait edip arkadaşlarının abdest almalarını sağladı.
Abdestlerini alıp sünnetlerini kıldıktan sonra cemaatle namaza durdular. Namazlarını bitirip tesbihatlarını da yaptıktan sonra biraz uyumak için her biri yatağına geçti. Tam uyuyacaklardı ki Hicran’ın çığlığıyla irkildiler. Hicran’ın ağlamasıyla Emine’nin altı aylık A.Selam adındaki küçüğü de uyandı. Anneler çocuklarını bir başka bağırlarına basmışlardı.
Hatice’nin beyi sabah erkenden çıkmıştı. Gece uyuyamadıklarındın üç arkadaş uykuda kalmışlardı. Hatice’nin:
-Fatma, Emine kahvaltı hazır seslenişiyle uyandılar.
Fatma’nın midesi müthiş bulanıyordu. Hızlıca lavaboya koştu. Lavabodan dönerken, Hatice:
-Bu sabah bulantıların senin gebe olduğunu gösteriyor, dedi.
-Allah’tan hayır diliyorum, tespitin doğrudur.
Hatice sözü yakalayanlara getirerek;
-Bu zalimler bizi şehit ederek, yakalayıp zindanlara tıkatarak yıldıracaklarını sanıyorlarsa aldanıyorlar, dedi.
Fatma:
-İşimizi çabuk bitirelim. Ben ve Emine kayınbabalarımızı da yanımıza alarak savcılığa gidelim. Tutukluları soralım ki bir meçhule gitmesinler. Oradan da bazı sivil derneklere başvururuz.
21. BÖLÜM
Yakalanmalarının üstünden tam on gün geçmişti. Sorguları bitmiş tedavi sürecine girmişlerdi. Bir gün öncesi üçü bir hücreye konmuştu. Hücre yaklaşık dört metre karelik. Bir yanda betondan yapılmış bir sedir, onun üstünde battaniye ve her tarafı çıplak betonla kaplı çağdaş bir mahzen…
Bulundukları yer ışık almadığından günün yirmi dört saati mekana göre yüksek voltajlı ampulleri açık duruyordu. Müzik sesi hiç kesilmiyordu. Gece yarıları mesai başlıyor, yakalananlar genelde bu saatten sonra işkenceli sorgulardan geçiriliyordu. Gece yarısından sonra uyumak imkansızdı. Demir kapıların şakırtıları, işkenceci polislerin bağırıp çağırmaları, işkence gören tutukluların çığlıkları gecenin sonuna, gün ışıyana kadar aralıksız sürüyordu. Kendileri de ilk hafta yoğun bir işkenceli sorgulamadan geçirilmişlerdi. Üç gün boyunca aç ve çıplak şekilde koridorda, ayakta bekletilerek uyumalarına izin verilmemiş, geceleri de yoğun işkenceli sorgulamadan geçirilmişlerdi. İlk gece gördükleri işkenceli sorgulamanın aynısına bir iki kez daha tabi tutulmuşlardı. Bu sonuç vermeyince Filistin askısına alınmış ve bu şekilde sorgulanmışlardı. Bundan da bir şey çıkmayınca buz tabutu dedikleri yerde serili bir battaniyenin üzerine serilen imalathane yapımı buzların üzerine yatırıldıktan sonra; göğsüne, bacaklarına ve mahrem yerlerine de aynı şekildeki buzların konulup battaniyenin tüm vücuda sarılmasıyla yapılan bir işkence şekli başlamıştı. Battaniye suyla ıslatıldığından buzu takviye edici bir özellik taşıyor, bir müddet sonra tüm vücutta donma belirtileri başlıyordu. Bu şekilde yoğun sorgulama devam ediyordu. İşkence sonunda tüm işkencelerde uygulandığı gibi soğuk suyun altına konulup spor yaptırılıyor. Askıdan sonraki su vücut uyuşmalarını giderirken, buz tabutundan sonraki ise tam bir işkence oluyor. Uyuşan uzuvlara suyun değmesi vücut kancalarla çekiliyormuşçasına acı veriyordu.
Bunlar gördükleri sistemli işkence çeşitleriydi. Bu işkencelerin yanında yeşillik olarak da kaba dayak sunulmuştu kendilerine. Bu da genelde böbrek hizalarına uygulanıyordu. İlk üç günden sonra hücrelere alınmışlardı. Hücrede gözleri açıktı. Elbiselerini giyebiliyor, battaniyeye sarınabiliyorlardı. Lamba ile aydınlanan bu dehliz bile onlara çektikleri üç günlük yoğun işkence ve vahşice muameleden, yorgunluktan ve uykusuzluktan dolayı tatlı gelmişti. Günler sonra gözleri açılmış ve yemek olarak ekmek ve bir dilim peynir verilmişti. O günden bu güne kadar da bu şekilde besleniyorlardı. Günde yarım ekmek ve bir dilim peynir… artık namazlarını da kılabiliyorlardı. Gündüz uyuyor, geceleri de her an sorguya götürülebileceklerinden ve çığlık ve bağırtılardan uyuyamıyorlardı. Zaten bu güne kadar da genelde sorgulamalardan geçmişlerdi.
Nihayet üçü bir odaya gelmişti. Başlarından geçenleri ve sorulan sorulara verdikleri cevapları birbirlerine anlatarak gün geçiriyorlardı.
Hüseyin:
-Hamdullah, bize şöyle güzel bir marş mırıldansan da şu dehlizlerde şu çirkin müzik sesinden biraz sıyrılsak, dedi.
Hamdullah mırıldanmaya başladı:
Gecelere sarıyorum hüznümü, buz kesilir hücreler
Ansızın dile gelir kelepçelerim ve taştan kelimeler
Uzar uzar saatler, zaman durur, sabaha düşman geceler
Arar umut gözlerim sitem bulur bitimsizce işkenceler
Prangalar, kelepçeler som demir, kor ateşten mazgallar
Güneşe dönmüş ampul, adım adım voltalar, saniyeler
Radyo istasyonunda dargın dargın yüreğim umut düşlerim
Canlanır gözlerimde kavgalarım, nurlu sabahı beklerim
Bileklerimi bağlamış hasretim, güneş görmez mekanım
Direnişlerle gelir özgürlüğüm Yusufi mahzenlerde
Yorgun düşer gözlerim, bileklerim, bakakalırım göklere
Aşığım İslam’a ben, şehadete, gökteki güvercinlere.
Dostları ilə paylaş: |