İçindekiler Göçmenlerin Bir Azınlık olarak Talepleri Neler Olmalıdır? 4



Yüklə 0,86 Mb.
səhifə5/20
tarix26.10.2017
ölçüsü0,86 Mb.
#14428
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20

b) Olay


Broşürün yazılmasına ve tartışmalara yol açan olay nedir? Sünnet.

Ama broşürde ele alınan olay, sünnet değil, sünnet vesilesiyle ortaya çıkan görüşler ve tavırlardır. Yani olay, bu bölümde çözümleyeceğimiz konu, sünnet değil, tartışmalardır. Bu bölümde, olay, başlığı altında görüşleri ve tavırları çözümlemeye; yazarın bu olay içindeki ve karşısındaki çelişkilerini göstermeye çalışacağız.

Broşürün önsözünden öğrenildiği kadarıyla, "olay" şudur: Kulturladençevresi, bu yıl da, artık köfte yapmayalım, sünnet yapalım diye bir karar verir her yıl yapılan haftalar dolayısıyla. Kararlarını Almanlara danışınca onlar "yapamazsınız" demiş ve yine önsözden anlaşıldığı kadarıyla, yapmamaları için, ikna edebilmek için şu argümanları getirmişler:

"Hindistan’da dul kadınların yakılması, Afrika’da kadınların cinsel organlarının tatmin veren kısmının kesilmesi ne ise, sünnet de o idi. Çocuklara işkence çektiriyorduk. Ve bu barbarlığa karşı sessiz kalınamazdı." (s.3)

Yani anlaşılan, Almanlar bunu öğrenince, sünnet düğünü yapmaya kalkan çevreyi, Türk ya da Türkiyeli olduğu için değil - çünkü Almanya'da yıllardır Türk ve Kürtler sünnet düğünleri yapıyor ve kimsenin onlara bir şey dediği yok - ama solcu oldukları için, tavırlarının yanlış olduğuna ikna etmeye çalışmışlar. İkna edemeyince de Sünnet Düğününe gelip bunu protesto etmişler. Önsözde olay şöyle anlatılıyor:

"Asıl kıyamet sünnet düğününde koptu. Bir grup ilerici(!) Alman, sünnet günü, olay yerine gelerek, Barbarlara karşı medeniyet yanlılarını mücadeleye çağırdı." (s.3)

"Almanlar" ne yapmıştır?

a) Karşılarındaki çevreyi solcu insanlar olarak muhatap almışlardır.

b) Onlara, solcuları ikna etmekte yararlı olabileceğini düşündükleri argümanları ve gerekçeleri sunmuşlardır. (İkna edemeyince de)

c) Bir protesto gösterisi yapmışlar, farklı bir anlayışa sahip olduklarını göstermeye çalışmışlardır.

Yani, Önsözde anlatıldığı kadarıyla, ortada idari baskılar, şiddet vs. yoktur. Tamamen demokratik ve uygar ikna ve protesto eylemleri vardır.

Peki "Türkiyeliler" ne yapmıştır?

a) Kendilerinin ve muhataplarının solcu olduğu noktasından hareketle bu tartışmaya giren insanları "Almanlar" olarak muhatap almışlardır.

b) Dolayısıyla onlardan ideolojilerini değil, kültürlerini değiştirmesi istenmiştir.

c) Protesto eylemi kendi kültürüne bir saldırı, "barbar", "aşağı" görme olarak yorumlanmıştır.

Burada da anti-demokratik olan bir şey yok. Ama başka bir şey var: Mızıkçılık. Oyundan kaçmak. Vurmak ve hemen "ne vuruyorsun be" diye bağırmak. Çifte muhasebe sistemi tutmak. Bu çelişkiyi, bu tavrı görelim.

Broşürün yazarının yine broşürde ifade ettiği ve savunduğu şöyle tezleri vardır:



1) Kültürler birbirinden üstün ya da ileri değildir, ama farklıdırlar. Her kültür bu farklılığı görüp kabul etmelidir.

2) Bir kültürün şu öğesi iyi, bu öğesi kötü diyemeyiz; herhangi bir öğesini atamayız. Kötüyü atınca iyilerin gittiğini de görürüz.

Sünneti barbarlık olarak görmek; insanları sünnet düğünü yapmamaya ikna etmeye çalışmak; her şeye rağmen yapılınca da protesto etmek: bütün bunlar da Batı Kültürünün bir öğesidirler. Yazar, yukarda aktarılan tezlerine gerçekten inanıyorsa, "Almanlar"ın kültürünün bu farklılığını olduğu gibi kabul etmesi; bu nedenle onları eurosentrizmle suçlamaması; onların kültürlerinin bu öğelerini kabul etmesi, bu öğeleri atmalarını istememesi gerekir. "Başka" bir kültürün kendi kültürünü "Barbar" görme hakkını reddetmekte, ama kendine o kültürü "Euro-sentrik" görme hakkını vermekte. Başkalarının kendini eleştirmesini, "Bu iyisiyle kötüsüyle benim kültürümdür diyerek kültürüne bir saldırı olarak görmekte; ama kendisi, başkalarının da iyisiyle kötüsüyle kendi kültürlerinin gereğini yapmaları karşısında, kendine bunu eleştirme hakkı tanımakta, bunun da başka bir kültüre saldırı olduğunu eğer tartışma gerçekten yazarın koyduğu gibi bir kültür çatışması olarak kabul edilirse, görmezden gelmektedir. Bunun adı çifte standarttır.

Eleştirdiklerinden herhangi biri pekala yazara şunları diyebilir: "Sen diyorsun, 'farklı kültürleri olduğu gibi kabul edelim'. Bunu bizzat kendin yapmıyorsun. Sünneti protesto etmek, barbarlık olarak görmek de, tıpkı senin sünnetin gibi, benim kültürümün öğeleridir. Bana sünneti eleştirme hakkını vermiyorsan, senin de benim kültürümün bu öğelerini eleştirmeye hakkın yok".

Gerçekte kültürler alanında bir tartışma mümkün değildir. Kültürler ancak çatışabilirler, birbirlerini etkileyebilirler, ama ikna edemezler, tartışamazlar. Çünkü kültürler arası bir tartışma demek, birinin diğerinin kriterlerini kabul etmesi demektir. Yazar bu olanaksız olanı yapmaya çalışıyor, ama yapamıyor. Daha ilk adımda, kendi koyduğu kuralları çiğniyor.

Bu temel çelişki, broşürün bizzat varlığının temel tezleriyle çelişkiye düşmesi; eleştirileriyle kendi kriterlerine uymaması vs. bir rastlantı değildir. Bütün bunlar belli bir "kültür"ün değil ama daha ziyade bir sınıfın karakterinin, belli bir ideolojisinin ifadesidirler. Gerçekte, ilerde görüleceği gibi, savunulan bir başka "üçüncü" kültür değil, tam da burjuva kültürüdür. Bu kültür ise küçük-burjuvaca savunulmaktadır: çelişkilerle. Küçük burjuva ideolojisi burada "kültür" olmuştur. Küçük burjuvazinin modeli ve idealleri "üçüncü" kültürdür. Ama bütün bunlar, sürekli birbirini çürüten bir çelişkiler yumağı biçimindedir. Marksın pek yerinde dediği gibi, küçük-burjuvazi baştan aşağı çelişkidir. "O Yunus-u biçaredir, Baştan ayağa yaredir"

O kendi düşünce ve davranışı söz konusu olunca, başka bir kültürden, olduğu gibi kabul edilme; iyi-kötü ayrımının yapılmamasını talep eder. Ama a başka kültür karşısında yapılmasını istemediklerini bizzat yapar. "Almanlar" onu eleştirince "euro-sentrik" olurlar, o Almanları eleştirince her hangi bir şey-sentrik ya da mesela eksantrik olmaz da, kültürel kimliğini savunmuş olur. "Kültür" kavramının içeriği, işe gelen yerde işe geldiği gibi doldurulur. Sünnet söz konusu olunca Kültürün bir öğesi olur ve karşı çıkılmaması istenir; ama karşı çıkmanın da bir başka kültürün öğesi olduğu görmezden gelinir ve karşı çıkılır. Kendisi için istediği standartları başkasından esirger.

Ama bütün bunları küçük-burjuvazinin ideolojisiyle ve karakteristikleriyle açıklamak artık çok klasik olmuyor mu? Bu "sınıfçı" bakış açıları Neanderthal adamların zamanında kalmalı değil mi! Çifte standart, tutarsızlık, çelişkiler bütün bunlar bir sınıfın, bir ideolojinin değil, bir kültürün özellikleridir. Bu da bir kültürdür. Hiç bir kültürden ileri ya da geri, aşağı ya da yukarı değildir. Sadece""farklıdır". Bu "farkı" görmek ve onu öylece kabul etmek gerekir.

Ama ne yapalım, bizim de kendi "kültürümüzü" koruma hakkımız var. Fikirlerde tutarlılık aramak da bizim "kültürümüzün" bir öğesi. hem de öyle sıradan değil, çok önemli bir öğesi. Bize tutarlılık aradığımız için kızmaya hakkı olmaması gerekir. O nasıl kültürel kimliğini korumak için sünnet yapıyorsa, biz de kendi kültürel kimliğimizi korumak için tutarlılık arıyoruz... O halde, biz de kendi “kültürel kimliğimizi korumaya”, çelişkileri göstermeye devam edelim.

Yukarıda yaptığımız alıntılardan birinde şöyle yazıyordu:

"(Almanlara göre) Hindistan’da dul kadınların yakılması, Afrika'da kadınların cinsel organlarının tatmin veren kısmının kesilmesi ne ise sünnet de o idi. Bir barbarlık örneği, erkeklerin güç gösterişi, kadın düşmanlığı idi."

Bunlar Almanların Sünnet yapılmasına itiraz ediş gerekçeleriymiş. Ancak, alıntı olarak zikredilmediklerinden ve yazar gerçekte bu itirazlara içerik olarak cevap vermemekle birlikte, cevabı satırlar içine sinmiş durumdadır. Yani yazara göre, sünneti, klitoris sünnetiyle ve kadın yakmayla bir tutamayız. En azından o kadar barbar değildir. Böylece yazar, Batılının kendi sünneti karşısında, kendi kültürü karşısında aldığı tavrı, aynen, Afrikalı ve Hintli karşısında alıyor. Yazarın yukarıdaki satırlarını okuyan bir Afrikalı veya Hintli,"sen bizim kültürümüzü nasıl böyle görebilir ve aşağılayıcı bir ifade kullanabilirsin. Onlar da bizim kültürümüzün öğeleridir. Biz de onları ayıramayız. Sen de euro-sentriksin veya orta-doğu sentriksin" diyebilir ve son derece haklı olurdu.

Yazarın, Hintli ya da Afrikalı solcuların, kendi "Kültür-Laden"ları aracılığıyla, klitoris sünneti ya da kadın yakma törenleri düzenlediklerinde (Bildiğimiz kadarıyla Hindistan'daki kadın yakma değil, ölen kocasıyla birlikte canlı canlı gömmedir. Bu "ayrıntı"nın tartıştığımız konu bakımından pek önemi yok.) onları, böyle yapmamak için ikna etmeye çalışmaması, protesto etmemesi, bu da bir "başka" kültürdür deyip hiç karışmaması gerekir tutarlı olması için.

Hintli veya Afrikalı solcuları ikna etmeye kalkması veya protesto etmesi halinde, çelişkisini, çifte standardını gizleyebilmek için tek sığınacağı yer "insan hakları", "kadın hakları" vs. olabilir. Ama bu da yazarı çelişkiden kurtarmaz ve daha büyük bir çelişkiye iter. Çünkü o "insan hakları" da, hatta İnsan'ın ve Hak'kın tanımı da kültüre göre değişir. Bugünkü anlamıyla "insan hakları" Batı-kültürünün, Aydınlanmanın değerleridir. Böylece o çok reddettiği, euro-senrik dediği Batı-Kültürüne teslim olmuş, onu savunmuş olur. Eh, kültürün bir öğesini savunuyorsa, bütün öğelerini de savunmalıdır. Bu iyidir, bu kötüdür dememelidir.

*

Çözümlemeye devam edelim. Solcu Almanların yaptığı (bu Almanların solcu olduğunu yine önsözden öğreniyoruz) Türkiyeli solcuları ikna çabası ve protestoydu. Ama bütün bunlar, Türkiyeli oldukları için değil, solcu oldukları için yapılmaktadır. Bunun için argümanlarını ve davranışlarını solcu insanları etkileyecek şekilde getirmekte ve yapmaktadırlar. Örneğin olayın insancıl olmadığı, erkeklik gösterisi olduğu, çocuk haklarına bir tecavüz olduğu gibi argümanlar getiriliyor. Onların solcu olarak böyle bir olaya sahip çıkmalarının yanlış olduğu anlatılmaya çalışılıyor.



Bütün bunlar ne demektir, ne anlama gelir?

Bildiğimiz kadarıyla, bu güne kadar hiç bir Alman solcusu, solcu olmayan sıradan insanların yaptığı bir sünnet düğününe gidip de onları çocuk haklarını vs. çiğnedikleri için protesto etmiş değildir. Olaya karşı çıkış, Türkiyeli solcuların tertiplemesi noktasındandır. Ama yazar, solcuların sünnet yapmasına karşı çıkılmış olmayı, sünnete karşı çıkılmış gibi göstermektedir. Almanlar muhataplarını Türkiyeliler olarak değil, solcular olarak görmektedir. Yazar ise, bir vücut çalımıyla, kendisini Türkiyeli olduğu için eleştirilmiş gibi göstermekte; eleştirenleri ise Almanlar olarak, -solcular olarak değil- tanımlamaktadır. Politik bir tartışmayı, kültürel bir tartışmaymış gibi sunmaktadır. Bir solcu olarak, politik tartışmaya gireceğine, "bu benim kültürüm, bana karışamazsın, beni eleştiremezsin" demektedir.

Kaldı ki, muhtemelen bölünme, Almanlar ve Türkler biçiminde de değildir tartışmalarda. Çünkü, broşürün içindeki resimlerden, düğünde bir çok Almanın yer aldığını ve olayı desteklediğini de anlıyoruz. Keza, sünnet yapılmasına karşı çıkan birçok Türkiyeli olduğunu da biz şahsen biliyoruz.

O halde kesin bir şey var, tartışmalarda bölünme, uluslara ya da kültürlere göre değil, politik ve ideolojik anlayışlara göredir. Yazar, bu durumda bizi destekleyen Almanlar Euro-sentrizmi aşmış Almanlar, bize karşı çıkan Türkler de Euro-sentrik düşünen Türklerdi diyerek tartışmanın gerçekte ne üzerine olduğunu gizleyemez.

Yazarın sünnet düğününü yapmak istemesi ne kadar Türkiyeli Kültürün bir unsuruysa, ona karşı çıkan Türkiyelinin anlayışı da, aynı ölçüde Türkiyeli kültürün bir unsurudur. Aynı şey Almanlar için de geçerlidir. İstediğini, işine geleni bu kültürün içinde kabul edip, istemediğini dışına atamazsın. İdeolojiler kültürün ayrılamaz bir öğesidirler. Sünnet düğününe karşı çıkan Türkiyelilerin bu karşı çıkışı Türkiyeli Kültürün bir unsuru olduğuna göre; olay, bir kültürün diğerini barbar görmesi değil, aynı kültür içindeki bir çelişkidir. Dolayısıyla tartışma gerçekte "kültürel" değil, ideolojik ve politiktir. Ama yazarın bütün yapmaya çalıştığı, tartışmanın bu gerçek özünü gizlemektir.

Ne var ki, ideolojik ayrılıkları gizlemeye çalışmak; ayrılıkları, onlarn sınıfsal ve sınıf çıkarlarının ifadesi olduğundan, ideolojik olarak değil de, ulusal ya da kültürel imiş gibi göstermek, tam da burjuva ideoloji demektir, Yapılan da özünde budur.

Böylece, yazar, Lenin'in, ideolojinin kültürden ayrılamayacağı, dolayısıyla "iki kültür"ün bulunacağı yolundaki öğretisini, kendi eylemiyle doğrulamış, savunduklarıyla bunun bir örneğini vermiş olmaktadır.

Ve tam da bunun içindir ki Lenin'den pek hazzetmemektedir.

*

Aslında, kültürel ölçüte vurulup "hor görme", "eşit görmeme" diye nitelenen "Almanlar"ın eleştiri ve davranışları, onların, Türkiyeli solcuları politik olarak "hor" görmediklerinin, eşit gördüklerinin bir göstergesidir.



Eğer Almanlar hiç eleştiri yapmasalardı, protesto davranışlarında bulunmasalardı, Türkiyeli solcu arkadaşlarını, tam da o zaman, "hor görmüş", "eşit görmemiş" olurlardı. Hiç kimse, kendinden geri ve aşağı gördüğüne, eşit gördüğüne davrandığı gibi davranmaz. Kaale almayıverir, olur biter. Yani yazar olayı tamamen tersine yorumlamaktadır. Kaale alındığı, hor görülmediği, eşit görüldüğü içindir ki kendisiyle tartışılmış, protesto edilmiş, ikna edilmeye çabalanmıştır.

Biz olsaydık, eleştirimizi Almanlara başka yerden yapardık. Derdik ki, "sizler Türkleri kaale almıyorsunuz, hor görüyorsunuz, çünkü sünnetin çocuk haklarına bir saldırı olduğuna inandığınız halde; hayvan haklarını korumak için kampanyalar açtığınız halde, sıradan insanlara gidip, onlara sünnetin örneğin çocuk haklarına bir saldırı olduğunu anlatmıyor, onları ikna etmeye, kazanmaya çabalamıyorsunuz. Türkleri ciddiye alsaydınız, onları kazanmak isteseydiniz -insan değer verdiği insanları kazanmaya çalışır- onlara karşı böyle davranmazdınız."

(Bunu bir yaklaşımı, bir tavrı açıklayabilmek için söylüyoruz bu yazı çerçevesinde. Yoksa hiç bir zaman, Almanlara Sünnete ilişkin olarak böyle bir şey demekten yana değiliz. bu hem önemsiz problemleri önemli gibi göstermek olur, hem de, Almanlardan gelecek böyle bir davranış, Türkiyeli ve Almanların bugünkü konumlarında, tıpkı yazarın yaptığı gibi, yanlış algılanabilir.)

Evet, Almanlarda ve genel olarak Avrupalılarda biz geri ülke insanlarını hor görme, takmama, ciddiye almama diye bir olay vardır ama bu hiç de olayda anlatıldığı gibi ifadesini bulmaz. Bu hor görüş, kaale almayış, örneğin yabancı solcularla, sadece "yabancılar sorununu", "yabancıların sorunlarını" ya da "anti-rasizmi" (ırkçılığı) konuşmak, bu konularda onların fikrini sormak ama Almanya’nın genel olarak politikası, sosyal yapısı gibi yığınla konuda yabancıyı muhatap bile almamak biçiminde ortaya çıkar. Bu, bazen yabancının her dediğini kabul etmek biçiminde; her durumda yabancıyı desteklemek biçiminde; bazen da yabancıya "haklısın" deyip bildiğini okumak biçiminde ortaya çıkar. Yabancıyı eşit bir partner olarak görüp, onunla dişe diş bir tartışmaya girmek: işte bu yoktur Alman solcusunda. Almanya'nın ve dünyanın bütün politik sorunlarında, yabancıyı kendi görüşlerine kazanma çabası yoktur Alman solcusunda, işte gerçek aşağılama, hor görme, kaale almama budur. Alman solcuları, sünnet tartışmasında, broşürü yazan çevreyi eleştirdikleri için değil, ama yabancı yoldaşlarına eleştirilerini sadece sünnet gibi bir “yabancı sorunu”nda yaptıkları için, aynı hassasiyeti örneğin yabancı solcuların diğer sorunlardaki görüşlerinde göstermedikleri için hor görmektedirler.

Ve bu kaale almama, bu hor görü, kültürel değil, doğrudan doğruya politik ve ideolojiktir. Ortalama Alman solcusuna egemen olan reformizmin ve merkezciliğin bir tezahürüdür. Yabancılar bir mücadele öznesi olarak görülmemektedirler. Bu nedenle de yabancıları kazanma yönünde bir çabaya girmemektedirler. Alman solcusu, daha nice harcı alem olmuş görüşleri, belli bir toplumsal gücü etkileyebileceğini düşünerek harıl harıl eleştirmektedir, Eleştirmektedir, çünkü o görüşlerin belli toplumsal güçleri etkileyebileceğini düşünmektedir.

“Sünnet” broşürü Almanca da yayınlandığı, kendini göçmen hareketinin bir parçası gören bir grubun görüşlerini yansıttığı bilindiği halde, bu güne kadar ister solcu, ister "yabancılar çalışması" yapan hiç bir Alman, bizim bu satırlarda yaptığımız gibi oturup, "sünnet" broşürünü eleştirmemiştir. Eleştirisini, geniş Türkiyeli yığınlara, bu görüşlerin yanlışlığını göstereyim düşüncesiyle, Türkçe yayınlamayı düşünmemiştir.

İşte bütün bunların yokluğudur korkunç olan. Gerçek hor görme, gerçek aşağı görme budur. Kaale almama budur. Ve bu davranışın kökeninde, yabancıların bir mücadele öznesi olarak görülmemesi yatmaktadır.

Yabancıları bir mücadele öznesi olarak görmeyiş, işçi hareketi içinde dar işçiciliğin; sosyalizm içinde de reformizmin; zümre çıkarlarının genel ve uzun vadeli çıkarlara feda edilmesinin ifadesidir. Sosyal Demokrasiyi, burjuvaziyi, sendikacıları, yabancıların şu veya bu sorununda daha "adil" bir tavra zorlamak, ikna etmek için bir yığın mürekkep dökülmekte; bir yığın kampanya, aksiyon yapılmakta; ama o yabancıların mücadeleye çekilmesi için hiç bir şey yapılmamaktadır. Budur tam da reformizm, budur tam da zümre çıkarını savunmak. Burjuvaziyi, reformist partileri, sendika bürokratları, "sosyal Arbeiter"leri kaybetmeden ve/veya kaybetmeyi göze almadan, kimse yabancıları kazanamaz.

Euro-sentrizm gibi görünen şey; Almanın kendini beğenmişliği gibi görünen şey; kültürel hor görü gibi görünen şey, vani yabancıyı kaale almama, bir kültürün değil, bir ideolojinin bir politikanın ifadesidir. Öz ve görünüm aynı değildir. Güneş doğudan doğar, batıdan batar. Biz de yerimizde dururuz. Bu görünümdür. Özünde Güneş ".Yerinde durur", biz döneriz. İşte, kültür çatışması gibi görünen olgularda, bu özü ortaya çıkarmak gerekmektedir. Onların gerçek politik ve sınıfsal anlamını keşfetmek gerekmektedir.

Bu anlayışlarla mücadele etmek gerekiyor, ama ideolojik ve politik bir mücadele; yoksa çatışmaları kültür sorunu gibi gösteren ve kültürü eksenine alan bir mücadele değil. Bu, sorunu kültür sorunu olarak gösterme ve kültürü eksenine alma, bizzat söz konusu reformizmi tersinden güçlendirmekte; ona haklılık kazandırmakta; hatta bu broşür örneğinde görüldüğü gibi kendisinin elinden onu eleştirme silahını almakta, kendini silahsızlandırmaktadır. Bizlerin,"reformizm" deyip ideolojik, politik mücadele konusu yaptığımız tavırlar, "Kültür" eleştirmen ve savunucularınca, batı-kültürünün bir unsuru olarak görülmekte, eh, kültürün hiç bir unsuru iyi-kötü diye atılamayacağından, "kültür" alanında bile eleştirilemez kılınmaktadır.

Sünnet broşürü yazarı, problemlerin bu ideolojik-politik yanını, daha doğrusu özünü gizleyip, gözlerden kaçırarak; nesnel olarak toplumda ve kültürde ideolojiler, sınıf çıkarları ve çatışmaları dışı bir alan, bir "niemandsland" olamayacağından, nesnel olarak egemen sınıfların ideoloji ve politikalarına hizmet etmiş oluyor.

O egemen sınıf ki, hangi ulus ve kültürden olursa olsun, aynı sınıftır: Burjuvazi. Ve burjuva kültürü demek, Batı kültürü demektir. Burjuva uygarlığının kültürü demektir. Ve "sünnet" broşürü yazarı, gerçekte, sözde kültürel planda reddettiği o batı yani burjuva medeniyetinin kültürünü, O kültürün ayrılmaz bir öğesi olan ideoloji aracılığıyla desteklemiş, kendi bindiği dalı kesmiş olmaktadır

*

Yukarıda Alman solcusunun tavırlarından söz ettik, ama biraz da kendimizden söz edelim. İğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batıralım. Bizlerin bütün yaptığı da, Almanlarla sadece "yabancı sorunlarını" tartışmak, ama örneğin genel olarak dünya ya da Almanya politikası üzerine bir tartışma varsa girmemektir. Açın TAZ7 koleksiyonlarını bakın. Yabancıların bütün okuyucu mektupları ve yazıları şu meşhur "ırkçılık" ve "yabancılar sorunu"ndan başka bir konuyu içermez. Bu güne kadar bir tek yabancının, örneğin Sovyetlerdeki reformların dünya politikasındaki muhtemel sonuçları veya nedenleri konusunda bir yazı yazdığı, böyle bir tartışmaya girdiği görülmemiştir. Almanlara sadece işimiz düştüğünde gitmiyor muyuz? Biz hiç onlara yardım etmeyi denedik mi? Hayır. Alman bizi eleştirdiğinde, "sen ırkçısın"" "Euro-sentrizm" yapıyorsun demeyip de, eşit bir partner olarak tartışmayı denedik mi? Hayır. Bizler kendimizi eşit olarak görmüyoruz; eşit gören bir insan gibi davranmıyoruz, sonra da onları böyle görmedikleri için suçluyoruz. Onlara yanlışları gösterme yolunu kendimiz tıkıyoruz.



Sünnet tartışmalarının içinde yaşamadığımız halde, riskli de olsa burada şu varsayımı atmaktan kendimizi alamayacağız. Sünnet tartışmalarında muhtemelen "Kültürladen" çevresini eleştirenler değil, ama destekleyenler gerçekte o çevreyi hor görenleri içeriyordu. Fiiliyatta muhtemelen sınırlar daha karışıktır. Kişisel, hatta bazen psikolojik problemler bile kişinin şu ya da bu tarafta bulunmasını etkileyebilir. Ama nesnel ve genel bir eğilim olarak, başka bir nedenle değil de saf politik nedenlerle bu tartışmaya giren taraflar arasında, eleştirici Almanların Türkiyeli solcuları daha eşit görenler olduğu inancındayız.

*

Olayın, yani sünnet tartışmalarının analizine devam edelim. Gerçekte tartışma konusu olan nedir? Sünnetin kendisi midir? Öyle gibi görünse bile özünde bu değildir. Unutmayalım, Kulturladen çevresi, solcu olduğu ya da öyle bilindiği için eleştirilmektedir.



Bu durumda, sünnet tikel olayındaki tartışma, başka genel bir tartışmanın, bir konunun tezahürüdür. Nedir bu genel tartışma konusu? Şöyle formüle edilebilir: Solcular şu veya bu gerekçeyle (örneğin kitlelerle bağ kurmak gibi) en azından kimi temel insan haklarıyla çelişen gelenekleri desteklemeli, onları tertiplemeli midirler? (Bunun tartışmalar içinde ifade edilip edilmediğini bilmiyoruz, Bu konuda bir açıklama Broşürde de yok. Ama ifade edilmemiş olması bir şeyi değiştirmez.)

Argümanların niteliği ve muhatabın solcu kabul edildiği göz önüne alınırsa, esas tartışmanın bu noktada olduğu görülür. Böyle bir soruya verilmiş şu veya bu cevap olmadan böyle bir tartışma var olamazdı.

Esasında tam da tartışılması gereken bu sorundu ve tartışılanın bu genel sorun olduğu bilince çıkarılarak, tartışmanın tam da bu kategorik soru üzerinden yürütülmesi gerekirdi. Bu durumda tartışma, solcular arasında, Türkler ve Almanlar arasında değil, teorik, politik ve taktiklere ilişkin bir tartışma olur ve herkesi ilerletebilirdi. Ama bütün bunlar yapılmamıştır. "Sünnet" broşürünün yazarı, gerçekte politik bir tartışmayı, bir kültür çatışması, bu tartışmadaki tavırlardan birini de Almanların Türk kültürünü hor görmesinin ifadesi olarak yorumlamıştır.

Biz olsaydık şöyle derdik: "Bize yöneltilen eleştiriler, insan, çocuk, kadın haklarına tecavüz olan bir geleneği savunuyor durumuna düşmemizin yanlış olacağı yönündedir, Yani kategorik olarak eleştiri şöyle formüle edilebilir: bizler insan haklarıyla, kadını aşağılayan geleneklerle vs. ilgili durumlarda, bu gelenekleri destekleyici duruma düşmemeliyiz. Bu solculukla bağdaşmaz, kendi amaçlarımızla bir çelişkidir.



"Bu eleştiriyi yönelten arkadaşlar sorunu yanlış koyuyorlar ve mekanik anlıyorlar. Bu gibi durumlar için genel-geçer kurallar koyulamaz. Her özgül durumda doğru davranışın ne olacağını mücadelenin düzeyi, yığınların bilinci vs. gibi yüzlerce etken belirler. Her olay kendi başına somut olarak ele alınmalı ve ezilenlerin mücadelesine; her türlü baskının ortadan kaldırılmasına hizmet edip etmediği açısından değerlendirilmelidir.

"Muhataplarımızın anlamadığı şudur: Tarihteki önemli değişiklikler ancak milyonlarca ezilen insanın eylemiyle gerçekleşebilir. Bu insanlar sözlerle ya da inançları, gelenekleri üzerine tartışmalarla değiştirilemez. Onları ancak, bizzat kahramanı olacakları olaylar değiştirebilir. Onlar ancak dünyayı değiştirmeye kalktıklarında kendilerini de değiştirebilir, geleneklerin, ön yargıların bukağılarından kurtulabilirler. Biz, örneğin bir işçiyle Allah üzerine tartışma yapmaktan ve önyargı ve yanılsamaları pekiştirmektense, esas sorunu örneğin grev yapmaya getirmeye çalışırız. O zaten eylem içinde Allah’ın grev kırıcıları arasında olduğunu veya pek bu işlere karışmadığını, ama devletin ve polisin karıştığını vs. görecektir.

"Makul sınırlar içinde gelenekler konusunda da aynı tavır geçerlidir. Belli bir davranış, yığınlarla bağ kurmaya; onların bizzat eyleme geçmesine ve yine o süreç içinde geleneklerin bukağılarından kurtulmasına; ön yargılarının yıkılmasına hizmet edip etmediği açısından ele alınmalıdır."

Sorunu böyle koyduktan sonra, o somut olaydaki durumu çözümlemeye çalışırdık.

Fakat broşürde sorunu böyle ele alan bir tek cümle bile yoktur. Bu da bir rastlantı değildir.

Bizim burada örnek verdiğimiz ele alış tarzı, başka her hangi bir şeyi değil, ezilen yığınların eylemini eksenine alır, her şeyi ona göre değerlendirir. İşte Broşürde olmayan tam da bu asgari koşuldur, Yazar için kültürel değerleri korumak, bir "üçüncü kültüre ulaşmak” vs., bütün bunlar kendi başına bir amaçtırlar. Ezilen yığınlar gitmiş, onların yerini, ne idüğü belirsiz, muz gibi, ne niyetine yenirse onun tadını veren bir kavram almıştır.

Ve bütün bunlar bir rastlantı değildir. Almanların "Zeitgeist" dedikleri atmosfere uygundur. Sınıflar mücadelesinin yerini “Kültür Çatışmaları" alır; politik-ideolojik mücadelenin yerini "Kültür eleştirileri” alır. Yığınların mücadeleye çekilmesinin yerini, kültürel değerlerin, kimliğin korunması alır. Marksizm’in yerini, Tarihsel Maddeciliğin yerini, Spengler, Toynbee'lerin birbirinden bağımsız uygarlıklar ve kültürler üzerine gerici teorileri alır. Kabuk, o eski Marksist kabuk çatlar, gerçek öz, tohum, çırıl çıplak ortaya çıkar. Ağacı tohumundan tanıyamayanlara onu meyvesinden göstermek için analize devam edelim.

c) “Sünnet” Broşürü Yazarı Nasıl Bir Toplum ve Kültür Hedefliyor?


Yazar idealindeki, "bir başka üçüncü" dediği toplumun kültürünü şöyle tanımlıyor:

"Buna karşı oluşturmak zorunda olduğumuz yığın kültürüdür. Katılımcı demokratik bir kültür yapısı yaratmaktır. Doğası gereği hümanist eşitlikçi, olacak olan bu yapının önemli bir öğesi onun adem-i merkeziyetçi karakteridir. Çoğulcu bir özelliği bağrında taşıyacak bu yapı, farklılıkların kabulü esasına dayanacaktır. Bu kendisi gibi olmayanı (benimsemese bile) kabul etmek, kaldırmak, tahammül etmesini bilmektir. Eşit konumlarda olduğunu bilmektir. İnsanların kendi geleceklerini denetleyebilecekleri katılımcı bir özelliğe sahip olacaktır.

"Özellikleri arttırılabilecek böylesi bir toplumsal sistem ancak uğruna mücadele edilerek elde edilecek bir üçüncüdür. Ve ne Batının, ne batı dışının veya çeşitli almaşık biçimlerin uzantısı değildir, bir başkadır."

İşte yazarın tasvir ettiği, uğrunda mücadeleyi önerdiği, "bir başkadır" deyip altını çizdiği bu kültürün, hiç de başka olmadığını, şu Euro-sentrik, bizzat kendisinin reddettiği batı yani burjuva toplumu ve kültürünün ta kendisi ve bir ideali olduğunu görelim.

*

Yazarın metninin analizine girmeden önce, bu görüşlerin nereden geldiğini, hangi bağlamda daha önce söylenmiş olduğunu göstererek, iddiamızı ek bir delille kanıtlayalım. Yazarın "bir üçüncü" dediği toplumun ya da kültürün özelliklerinin hemen hepsi, Murat Belge’den alınmıştır. Ama sadece bunlar değil, Türkiye’deki kültürü, Broşürün başka yerlerinde tanımlarken, kullanılan sıfatlar da Murat Belge’nin, "Tarihten Güncelliğe" başlığı altında yayınlanan denemeleri içinde yer alan “Maraşın Dehşeti ve Türkiye’de Kültür" (s.42-43, İst. l986, 2.Bas.) başlıklı yazıda bulunmaktadır. Aşağıda bu yazının en çok alınmış bölümlerini olduğu gibi aktaracağız. Parantez içindeki cümleler ise, "Sünnet" broşürünün yazarının ifadaleri olacaktır.



Bu ikincisinin önerdiği (M.Belgenin “ikincisi"nden kasttettiği Türkiyedeki "egemen güçler") baskıcı, hegemonik, elitist bir yapıya uygun olan ("Bu yapının özellikleri; baskıcı, hegemonik ve elitist olması” s.8) itaati bir erdem haline getiren, ("Disiplin ve emir bir çok şeyden daha değerli sayılabiliyor” s.8) bireylere özgür bir birey olmayı değil, kutsal bir yapının (seçkinlerce temsil edilen ve yönetilen, kutsallığı tartışılmaz bir üst topluluk ideali – bu parantez Murat Belge’nin) bağımlı üyeleri olmak, ("özgür olmayan kutsal bir yapının üyesi olan” s.8) tek kelimeyle, “otoriter” bir anlayışın dışlanmış değerlerinden oluşan (“Biz Türkiyelilere egemen olanın otoriter bir kültür yapısı olduğunu söyleyelim” s.7-8) bir kültürdür. Bunun karşısında yığınlardan kaynaklanan ("Buna karşı oluşturulmak (!) zorunda olduğumuz yığın kültürüdür". S.8) yeni olduğu için henüz kalın çizgilerle tanımlamasını bulamayan, ama zorunlu olarak humanist eşitlikçi, özgürlükçü, 'ademi merkeziyetçi' bir temel anlayışı temsil eden değerler var. ("Doğası gereği humanist, eşitlikçi, özgürlükçü olacak olan bu yapının önemli bir ögesi onun ademi merkeziyetçi karakteridir." (s.8)"

Açık ki yazar, gerek Almanya’daki Türkiyelilerin kültürünü, gerek “geleceğin” “üçüncü kültürünü” tanımladığı sıfatların hepsini kaynak göstermeden M. Belgeden almıştır. (Gerçi başka bir yerde, Kültür tanımlarını yaparken, parantez içindeki alıntıların yanına M. Belge diye yazarak kaynak gösteriyor ama bu bahiste göstermiyor. ) Bir bakıma, kaynak göstermemesi de isabet olmuş! Çünkü yazar M. Belge’nin ne dediğini de pek anlamamış. Çünkü "Sünnet" yazarının "Türkiyelilerin" kültürü olarak sıraladığı sıfatları, M. Belge hiç olmazsa, birazcık Marksizm’le alışverişi olan bir kişi olarak egemen Güçlerin dayattığı, egemen kılmaya çalıştığı bir kültür olarak sıralıyor. (Bu da fazla Leninist! Bu egemen ya da demokratik kültür ayrımı oralardan çıkıyor. Yazarımız Belgeden aldığı fikirleri Leninist kalıntılardan temizliyor!)

Yazarın bugün bulunmayan, var olanların almaşık bir uzantısı falan da olmayan diye tanımladığı kültürü ise, M. Belge Türkiye’de yığınlar arasında var olan bir kültür, ama henüz egemen olamamış bir kültür olarak tanımlıyor. M. Belge örneğin "yığınlardan kaynaklanan" diyor, yani kültürün egemenler karşısındaki kaynağını belirtiyor, Sünnet" yazarı ise bunu "yığın kültürü" yapıp, geleceğin kültürünün bir niteliği haline, (ne anlama geldiği de "şairin karnında gizli") dönüştürüyor.

Yazarı "üçüncünün" diye tanımladığı nitelemeler, kaynağında ve gerçekte, demokratik veya burjuva veya Batı kültürünün özellikleri ve idealleridir. Kaynak, yani, M. Belge, doğru olarak bunları tam da bu anlamda kullanmakta, Türkiye’deki burjuva gelişiminin kimi özelliklerinden hareketle, demokratik bir devrim sonunda oluşacak, ama tohum halinde bulunan bir kültürün özelliklerini sıralamaktadır. Yazarımız ise, Kayserili gibi, eşeği boyayıp, "üçüncü Kültür" diye, küçük Kültür Dükkânında (Kültürladen) satıyor. (Türkiye’deki küçük dükkâncılar yerli mallarını "ithal malı" diye satarlar, şimdi zamane "Euro-sentrizm"ler çıkalı, Avrupa mallarından, Avrupa damgaları silinir oldu.)

*

Çok açıktır ki, yazarın üçüncü dediği kültür, tipik burjuva toplumu ve kültüründen, o "Euro-sentrik" dediği kültürden başka bir şey değildir. Tartışmalarda reddettiği kültürü, üçüncü ideal diye sunmaktadır.



Yazar broşürün başında, Batı Kültürünü ve Marksizm’i eleştirdiği bölümlerde gerçekte batı kültürünün bir ürünü olan Sosyalist Toplum ideali dahil, bütün idealleri şöyle harcıyordu:

"Böylece insanlığın önüne varılacak bir nihai gelecek konuldu. Bu nihai gelecek ise batı toplumlarının zihninde geliştirilebilen en gelişmiş şeklinden başka bir şey değildi."(s.4)

Bunları yazan bir yazardan umulurdu ki Batı toplumunda geliştirilmiş olanlardan çok daha "başka" ("ileri" demeyelim) bir gelecek toplum ideali canlandırmış, tanımlamış olsun. Ama ne gezer, yazar, Batı toplumunun ürünü olan, ütopik sosyalist, anarşist, bilimsel sosyalist gelecek tasavvurlarından bile daha geri, gerçekte bugün var olan Batı toplumunun niteliği çerçevesinde bir model ve ideal sunmaktadır. Sosyalistlerin eleştirip aştıkları gelecek tasavvurları, karşımıza geleceğin "üçüncü" kültürü ve toplumu olarak getirilmektedir.

*

Bu vesileyle M. Belge'nin değerlendirmesini de ele alalım. Çünkü M. Belge'nin yığınlar arasında tohum halinde bulunup gelişmeye başladığını söylediği, gerçekte Batı ya da Burjuva toplumunun kaliteleri olan sıfatlar, "Sünnet" yazarının çok eleştirdiği ve Marksizm'e mal ettiği doğrusal gelişme anlayışının ürünüdürler.



Doğrusal gelişme anlayışı, Marksizm'i bir şemalar yığınına dönüştüren revizyonizmlerin bir ürünüdür ve Türkiye Sosyalist hareketine, kaynağı resmi sosyalizm olduğu için, doğuştan bir günah olarak damgasını vurmuş, 1960'lı ve 70'li yılların program ve strateji tartışmalarının ardındaki gizli varsayımı oluşturmuştur.

Bu anlayışa göre, her ülke, her toplum, ilkel/köleci/feodal/kapitalist aşamalardan geçecektir. Bir toplumun önünde hangi devrim adımı ve program olduğu da bu şemadan çıkmaktadır. Türkiye'de burjuva devrimini tamamlamamış bir ülke olduğundan, önüne demokratik devrimi tamamlama, demokratik bir program, program uğruna mücadele görevi koyulmuştur.

İşte M. Belge'nin yığınlar arasında doğduğunu ve ilerde egemen olacağını umduğu hümanist, eşitlikçi, özgürlükçü, adem-i merkeziyetçi gibi nitelikler bu doğrusal tarih anlayışının ürünü olarak sıralanmaktadırlar. Yani Türkiye'nin önünde demokratik devrim olduğundan, yığınlar arasında da demokratik bir toplumun öğeleri mayalanmaktadır demektedir M. Belge özünde.

Bu anlayışın olumsuzluklarını tohumundan tanıyamayanlar onu meyvelerinden tanıyabilirler. M. Belgenin çıkardığı 12 Eylül sonrasının Yeni Gündem dergisi, "sivil toplumculuk" parolalarının başını çekmiştir. Bu anlayışın kökleri, acı meyvelerini vermemiş bir şekilde, yukarıda Murat Belge'den yapılan alıntıda açıkça görülmektedir. Bir sosyalist demokrasi yerine bir burjuva demokrasisi idealidir bu acı meyve.

Hâlbuki devrimci Marksistler daha Marks-Engels'ten beri eşitsiz ve kombine gelişim yasasını sezmiş ve çeşitli toplumların hiç de batının tarihsel gelişim yolunu izlemek zorunda olmadığını belirlemişti. Marks-Engels'in Zasuliçe mektuplarında, Batı da bir sosyalist devrim olasılığı halinde, Rusya'nın köy komününden ve kapitalist olmayan bir yoldan sosyalizme geçebileceğine dair yazdıkları. Lenin'in Moğolistan gibi ülkeler için benzer yorumları, 1905'te Troçki'nin geri Rusya'da bir sosyalist devrim olabi1eceğini öngörmesi ve bunun 1917'de gerçekleşmesi , Türkiye'de Dok­tor Hikmet Kıvılcımı'nın, tüm antik tarihin gidişinde eşitsiz ve kom­bine gelişmeyi göstermesi (örneğin bir kitabının adı: "İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş:İngiltere"dir. Yani kölecilikten ya da feodalizmden değil.) geçer ayak sıralanabilecek bir kaç örnek ve kanıttır.

Böylesine devrimci Marksist anlayışa sahip bir devrimci de Türki­ye'nin önüne, "hümanist" değil ama sosyalist; "katılımcı" değil ama öz-yönetimci; gibi sıfatlarla tanımlanabilecek bir program veya hedef koyar. Böyle bir anlayıştan da hiç bir zaman "Sivil Toplum"cu yavanlıklar çıkmaz.

"Sünnet" yazarı broşürde doğrusal tarih anlayışına sözde karşı çıkmaktadır, ama fiiliyatta, M. Belge'den aldığı veya bir telepati ile kendisinin ortaya koyduğu nitelemeler tam da tek doğrulu gelişme çizgisine dayanan metafizik burjuva sosyalistlerinin ya da revizyonist Marksistlerin anlayışlarının ürünüdür. Sözde reddettiğini fiilde benimsemektedir.

Bu bahse yazarın Marksizm'e yönelik eleştirileri bölümünde tekrar döneceğimizden, burada keselim.


d) “Sünnet” Broşürü Yazarının Uslamlamalar Zinciri


Yazar, Marksizm'in de ilerleme fikrini kabul ettiği için Euro-Sentrik olduğu yolundaki tezlerini aşağıda aktaracağımız önermeler zinciriyle açıklıyor. Yalnız, yazarın neyi demek istediğini ele almadan önce, gerçekte ne dediğini, daha doğrusu, tam söylendiği gibi anlaşılırsa, anlaşılır bir şey söylemediğini ve bu anlamda tam da "bizim" kültürümüzün, "başka" kültürümüzün güzel bir örneğini verdiğini gösterelim. Broşürün başındaki önermeler zincirini, önce bir bütün olarak aktaralım:

"Avrupa Merkezcilik

"Başlangıcı Aydınlanma çağı olarak almak fazla yanlış olmayacaktır. Meta dolaşımının doğal evrensel karakteri ve bu dolaşımın giderek egemen hale gelmesi evrensel düşünce sistemlerinin gelişmesini de etkiledi. Daha önceki çağlarda görünmeyen insanlığın bütünü için geçerli tarih açıklamaları gelişti. Özellikle pozitif bilimlerin doğa üzerinde kazandıkları zafer­ler ile ortalığı büyük bir iyimserlik kapsadı ve bu, tarihe bakışa da yansıd. Tarih, olgun olmayandan olguna, tamamlanmamıştan tamamlanmışa doğru sürekli bir oluşum olarak algılanmaya başladı. Gelişme ve ilerleme mantığı her şeyin odağına oturdu. İleriye doğru mutlak gelişme fikri, insanlığın mutlaka içinden geçeceği zorunlu evreler, tek doğrulu gelişme çizgisi dü­şüncesini doğurdu. Tabii ki hem doğaya karşı kazandıkları zaferlerle, hem de zaten bu gelişme düşüncesini icat etmekle insanlığın evrelerinin en ucun­ da oturanlar batılılar oldular. İnsanlık sürekli ilerliyordu ve Batı bu i­lerlemenin başını çekiyordu.

"Bu ilerleme ve gelişme, mükemmele doğru gitmenin ölçüsü neydi? Bu konuda şüphesiz farklı eğilimler vardı. Ama bu gelişmenin ana yönüne de­ğil, gelişenin nerede ölçüleceğine ilişkin bir tartışmaydı. Bu sürekli iler­leyen Hegel'de özgürlük, Fourier'de universal harmoni, August Comt'ta ada­letli ve akılcı bir toplum, Spencer'de herkesin mutluluğu, Marks'ta üretici güçlerdi.

"Böylece insanlığın önüne varılacak bir nihai gelecek konuldu. Bu nihai gelecek ise batı toplumlarının zihinde geliştirilebilen en gelişmiş şeklinden başka bir şey değildi. Kendi tarihlerini yaşanması gereken, insan­1ığın yaşayacağı genel tarih düzeyine çıkartıp evrenselleştiren batı, diğer toplumlara da bu gözle bakmaya başladı. Diğer toplumlar evrensele (batıya) olan uzaklık ve yakınlıklarıyla ölçülü oldular. Ve bu kritere göre medeni veya medeniyet dışı oldular. İnsanlığın kurtuluşu, ilerleme ancak Batı Avrupa medeniyeti dünyaya egemen olduktan sonra mümkün olacaktı.

"İnsanlığın gelişmesini ve ilerlemesini aşırı derecede Avrupa merkezli kurduktan, buradaki kriterleri evrenselleştirdikten sonra iş kolay­laşıyordu. Evrensel ve tüm halklar için geçerli toplumsal yaşam biçimini, bu medeniyeti onlara erkenden taşımak gerekiyordu. Çünkü onların kendi başlarına bunu yapabilme şansları yoktu. Bunu yine üstün ve ileri batı yapabilirdi! Sömürgecilik politikasının temel ideolojik zemini hazırlanmıştı. Mo­dern ve uygar batı karşısında tüm dünya ilkel, geri, barbar, vahşi idi! Bu toplumlar tarih dışı idiler ve gelişme Şansları yoktu! Bu gelişme ve iler­leme ancak dışarıdan taşınabilirdi." (s.4)

Bu uzun alıntıdan sonra şimdi, ilk bir kaç satırda yer alan cüm­leleri tek tek, ve birbirini izleyen mantıki önermeler olarak, olgularla çelişkisi, kavramların gelişi güzel ve maniple edici kullanışları; önerme­ler arasındaki mantıki tutarlılık gibi bakımlardan ele alalım ve bir ör­nek olarak mantıksızlıklarını göstermeye çalışalım.(Bu esasında bütün broşür için de yapılabilir ama buna ne zamanımız ne de yerimiz var. Buradaki örnekleri dikkatlice inceleyen bir okur, bunu kendisi de yapabilir.) Daha sonra da, burada örnek olarak ele alınan mantıksızlığın mantığını göstermeye ça­lışacağız.

1. Cümle: "Meta dolaşımının doğal evrensel karakteri ve bu dolaşımın giderek egemen hale gelmesi evrensel düşünce sistemlerinin gelişmesini et­kiledi."

"Meta dolaşımı" hiç de "doğal" olarak "evrensel" bir karaktere sahip değildir. Meta dolaşımı, yani ticaret, yani para-mal-para ilişkisi "doğal olarak" değil, toplumsal tarihsel bir süreç sonucunda, topu topu üç-dört yüz yıl önce evrensel bir karakter kazanabilmiştir.

Anlaşılan şu bizim "batı-Merkezli" Marksizm'in, tarihsel maddeciliğin toplumsal - tarihsel kategorilerinin yerine, başka bir kültürün ürünü olan "doğalcı" bir teori karşısındayız. Yazar başka bir yerde, geleceğin "üçüncü" kültürünü de tanımlarken onun "doğası gereği" kitlesel olacağını yazıyordu. Bu "doğal karakter" kavramı, yazarın "başka" kültüründe ve o kültürün ürünü olan yazısında, bütün zor problemleri çözen bir anahtar olsa gerek. Herhalde ekonomik materyalistlerin "ekonomiktir" deyip her işin içinden sıyrılmaları gibi, "natüralist-materyalist" bir teori karşısındayız.

Doğaya dönüyoruz!

Ne var ki, bu "doğal öz" teorileri hiç de yeni değildir ve "bizim", "başka" kültürümüzün değil, şu Batı, yani burjuva kültürünün, hem de en gerici teorilerinin dayandığı bir anlayıştır bu. Özellikle tarih dışı ve üstü bir insan özü, doğası kavramında ortaya çıkar bu teoriler. Yazarımız bu teoriyi geliştiriyor ve meta dolaşımından geleceğin kültürüne kadar her şeyi bu temel kavramla açıklıyor.

"Söyleyen arif değilse dinleyen arif olsun" diye bir söz vardır. Biz de arif olmaya çalışalım. Biz nesli tükenmeye yüz tutmuş Tarihsel Maddeci kelaynak kuşlarının diline çevirirsek, herhalde söylenmek istenen şu: Dünya ticaretinin oluşması ve meta üretiminin genelleşmesi... Bu süreç "evrensel düşünce sistemlerinin gelişmesini" etkilemiş.

Bu da doğru değildir ya da yanlış bir ifade karşısındayız. "Evren­sel düşünce sistemi" demek, tüm insanlar için geçerli bir öğreti demektir. Bu tür öğretilerin en tipik örnekleri, tek tanrılı dinlerdir. Ve bunlar Aydınlanma çağının, ya da dünya ticaretinin ortaya çıktığı dönemin ürünleri değildirler. Kastedilen başka bir şey olsa gerek. Her halde tüm insanlığın tarihini açıklama savında olan Tarih ve Toplum felsefeleri kastediliyor. Bir sonraki cümleden de bunun kastedildiği anlaşı1ıyor.

Ama önerme bu anlamda da doğru değildir ve gerçekliğe uymamaktadır. Evet, dünya ticaretinin oluşmasıyla, evrensel tarih ve toplum felsefeleri arasında belli bir ilişki vardır ama bu anlatıldığı kadar mekanik değildir. Örneğin İbni Haldun 'Aydınlanma'dan birkaç yüz yıl önce yaşamıştır ve evren­sel bir tarih ve toplum felsefesi kurmuştur. Öte yandan bu felsefe hiç de ilerleme fikrini reddetmemiştir.

"İnsanlığın bütünü için geçerli" tarih açıklamaları da, "evrensel düşünce sistemleri" de aydınlanmadan çok önce ortaya çıkmışlardır. Cümle gerçek tarihsel süreci doğru olarak yansıtmamakta, onu çarpıtmaktadır. Bunu niçin vurgulama gereğini duyuyoruz? Çünkü yazar, "evrensel tarih açıkla­malarının" aydınlanmaya has, batıya has bir kültürün ürünü olduğu iddiasındadır. Düşünce akışının temelindeki fikir budur. Ve bu fikir, gerek batı kültürünün, gerek o kültürün temel olumsuzluklarını paylaştığı iddia edilen Marksizm'in eleştirisine giden uslamlamalar zincirinde temel bir önermedir.

Sadece bu kadar değil, yazarın temel çelişkisiyle, sözde reddettiği batı-merkezli düşünceyi fiilen kabul etmesiyle burada da karşılaşıyoruz. Evrensel tarih felsefelerini Aydınlanmayla başlatmak, tam da Avrupa-merkezli bir tarih anlayışının ürünüdür. Ve yazarın yaptığı tam da budur. Yani şu: ikinci cümlede ifade edilen fikre geliyoruz: "Daha önceki çağlarda görülmeyen insanlığın bütünü için geçerli tarih açıklamaları gelişti." İşte bu öner­me, bütün burjuva ve euro-sentrik tarih kitaplarında görülen türden bir önermedir.

3. Cümle: "Özellikle pozitif bilimlerin doğa üzerinde kazandıkları zaferler ile ortalığı büyük bir iyimserlik kapsadı ve bu tarihe bakışa da yansıdı. "

Tarihsel iyimserlik, hiç de doğa bilimlerinin gelişmesiyle bağlantılı onun sonucu olan bir anlayış değildir. Tarihsel iyimserlik, burjuvazinin henüz yükseliş ve başarılar çağında olmasının ürünüdür. Doğa bilimlerindeki ilerlemenin çok daha hızlı ve devasa olduğu 19. yüzyılın ikinci yarısıyla başlayan ve günümüze kadar devam eden dönemde, aydınlanma döneminin aksine kötümser teoriler ortaya çıkmışlardır. Toynbee'lerin, Spengler'lerin teo­rileri bunlara, bir örnek olarak verilebilir.

Açıktır ki, yazarın teorisi son derece mekaniktir, doğa bilimlerin­deki gelişmelerin otomatik olarak iyimserliğe yol açtığını var saymaktadır. Ve bu mekanik anlayış da, özünde batılı, burjuva düşüncesinden, tarih ve toplum anlayışından başka bir şey değildir.

Yazar bir de "doğa bilimleri" yerine, "pozitif bilimler" kavramını kullanıyor. Pozitif bilimler kavramı tam da burjuva düşüncesine ait olan, yani batılı olan pozitivizmin bir kavramıdır. Burjuvazi, işçi sınıfının baskısı ve rekabet koşullarında, nispi artık değeri yükseltmek için, tekniği geliş­tirmek, bunun için de doğa bilimlerindeki gelişmeleri desteklemek durumun­da olmuştur. Burjuva teorisyenler de, doğa bilimlerine "pozitif bilimler" gibi bir pozitif (olumlu) tanım bulmuşlardır. Böylece toplum bilimi, yani tarihsel maddecilik karşısındaki gerici konumlarını açığa vurmuşlar, top­lum bilimini, bir bilim olmaktan dışlamaya çalışmışlar ya da ona doğa bilimlerinin kavramları ve yöntemleriyle yaklaşmışlardır (Comte, Spencer vs.). Yazarımız işte tam da bu pozitivistlerin, yani batı düşüncesinin, burjuva düşüncesinin, o çok reddettiği ve çoğu kez içine Marksizm'i de kattığı, pozitivizmin kavramlarıyla düşünmektedir.

İşte ilk bir kaç cümlenin analizi. Bu analizi, meraklısı tüm broşüre uygulayabilir. Gerçekte yazar tam anlamıyla düzgün, doğrusal, evrimci bir tarih anlayışına sahiptir. Bu anlayış hiç de diyalektik değil, ama mekanik­tir. Ve bir önceki bölümde, ulaşılacak kültür bahsinde gördüğümüz batı top­lumunu idealleştirme sonucuna varan programın metodolojik, mantıksal kökleri buralarda yatmaktadır.

Fakat bütün bunlar, bir kültür cilasına vurulmakta, gerçekte burjuva ideolojisi, idealleri, yöntemi başka bir kültür adına savunulmaktadır.

Her kim ki kültür adına konuşur ve tartışır ve her kim ki, her kültürün ayrılmaz bir öğesi olan sınıf mücadelesini ve onun ideolojik, teorik yansımalarını küçümseyip, bir kültür sepetine doldurmaya kalkar, o egemen sınıfların kültürünü, ideolojisini, yöntemini, programını savunmuş olur. "Sünnet" broşürü bu kaçınılmazlığın tipik bir örneğini sunmaktadır. Böylesine sallapati bir broşürü belki eleştirmeye bile değmez.

Ama bu bro­şürü yazanlar, bu teoriyle, bu yöntemle, bu yaklaşımla, bu programla, bir göçmenler hareketine yol gösterme iddiasındadırlar. Yapmaya çalıştığımız, bugün tohum halinde bulunan bu görüşlerin, bir harekette egemenlik sağla­maları halinde ne türden zehirli meyveler vereceklerini göstermektir.

Şunu da biliyoruz, bir fikri çürütmekle, o fikrin ardındaki toplumsal güç yenil­miş olmaz. Ama şuna da inanıyoruz, yanlış teorik görüşlerle mücadele edil­meden, onlar teorik düzeyde yenilgiye uğratılmadan, pratikte de yenilemez­ler.

Ve bugün, henüz doğuş halindeki bu harekette burada eleştirdiğimiz görüşlerin egemenliği veya ağırlığı, bu görüşlerin ardındaki sınıf ve züm­relerin göçmenler içindeki ağırlığına uygun değildir. Bu oldukça geçici, konjonktürel bir olgudur.

*

Yukarıda uzun uzun aktarılan bölümde, yazarın Marksizm'e yönelik eleştirisi iki temel önermede özetlenebilir:



1) Marksizm de, aydınlanmadan kaynaklanan diğer Avrupa-Merkezli görüşler gibi, ilerlemeci bir tarih anlayışına sahiptir.

2) Marksizm'in diğer ilerlemeci anlayışlardan farkı, "ilerlemenin ölçüsü" olarak üretici güçleri almasındadır.



Bu fikirler hiç de yeni değildir ve örneğin Pitirim Sorokin tarafın­dan daha mükemmel olarak şöyle ifade edilmişlerdır: (Bu Pitirim Sorokın, bizim Lenin'in "Bay Pitirim Sorokin'in Kıymetli İtirafları" adlı yazısında ele aldığı Sorokin'in ta kendisidir ve Toynbee, Spengler ekolünden bir tarih felsefecisidir.)

"Batı'da son dört yüzyıldır egemen olan kültür gibi, daha çok duyum­cul niteliği ağır basan kültürlerde, insanlığın evrimi üstüne ilerlemeci doğrusal kuramlar egemen olma eğilimini gösterirler. Böyle bir kültürde, bütün tarihi süreç, 'mağara-adamından üstün insana', 'barbarlıktan uygarlı­ğa', 'budalalıktan bilgeliğe ve dehaya' , 'hayvanlıktan yarı-tanrılığa', savaş ve varoluş mücadelesinden, barış, uyum ve karşılıklı yardımlaşmaya vb. giden yol boyunca, bazı sapmalar ve ufak tefek dönüp dolaşmalarla bir çe­şit ilerlemeci (müterakki) ilerleyiş olarak görülmektedir. Yüzlerce çeşit­lemesiyle insanlık tarihi üstüne bu ilerlemeci doğrusal kuram, Duyumcu Kültürde, özellikle Duyumcul Kültürün yükselişi sırasında ve doruğunda egemen olma eğilimi gösterir"

"Düşünsel niteliği ağır basan kültürlerde mekanistik olmayan, tanrısal olarak güdülen, devresel ya da eskatolojik olan yahut belli bir yö­nelim göstermeden yükselip alçalan tarih felsefeleri başat olma eğilimi gösterir. Tarih süreçlerinin devresel ya da dalgalanmalı yorumunu yapan salt mekanistik kuramlar ve insanın kaderi üstüne, dünyanın ve insanın ta­rihinin felaketli bir sonu olacağını öngören Apokaliptik Mesihçi anlayışlar, duyumcul ve daha küçük bir ölçüde de düşünsel kültürün gerileme aşamalarında çoğalma eğilimini gösterir.

"Batı kültürü son dört yüzyılda başlıca duyumcul nitelikte olduğu için, yukardaki kurallara göre, bu dönemin başat tarih felsefeleri ve top­lumsal evrim kuralları da, başlıca ilerlemeci ve doğrusal olmak gerekir. Gerçekten de, bunlar bölüm XIV'te gösterildiği üzere böyledirler. Kant ve Fichte'nin, Herder ve Lessing'in, Hegel ve Adam Smith'in, August Comte ve Herbert Spencer'in, Karl Marks ve John Fiske'nin ilerleme-evrim kuramları Darvinci ve biyolojik evrim kuramları- bütün bunlar, Batı kültürünün o du­yumcul döneminin tarih süreçlerinin, eğilimlerinin, evrim yasalarının ti­pik temsilcileridir.

"Yirminci yüzyıl, en büyük bunalım, Duyumcul çağın sonu ve yeni bir kültüre felaketli bir geçiş dönemi olduğu için, bugüne değin başat doğrusal tarih anlayışlarının yukarıdaki kurallar uyarınca gerileme halinde olmaları; yükselen tarih felsefelerinin ya devresel, yaratıcı olarak tekrarlanıcı, eskatolojik ya da apokaliptik ve Mesihçi bir tipten olmaları beklenebilir.

"Olgular bu ummayı doğrulamaktadır. Yirminci yüzyıl, bütün toplum ve insan bilimi disiplinleri alanında hemen hiç bir özgün ya da doğrusal ilerleme yahut evrim kuramı ortaya koymamıştır. Yirminci yüzyılın çeşitli doğrusal kuramlarının hepsi, Hegelci, Comtecu, Spencerci ya da Marksçı ilerleme evrim anlayışlarının minik çeşitlemelerinden başka bir şey olmamış­lardır." (P.Sorokin, "Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri", 1972, Ankara, s.18,19)

Kaynağında, görüşler böyle ifade edilmektedir, ama biz kaynağıyla değil, onu da tam doğru olarak anlamadığı ya da kendisine has bir yorumla değiştirdiği için, "Sünnet" broşürü yazarının anladığı ya da savunduğu biçimiyle ele alalım.

Marksizm'in de ilerlemeci bir tarih anlayışı olduğu iddiası, baştan aşağı, vülger, mekanik bir Marksizm anlayışından başka bir şey değildir. Eğer yazarın ikilemi içinde ifade etmek gerekirse, Marksizm ilerlemeci olduğu kadar apokaliptik (Cöküşcül) bir teoridir. Ancak, Marksizm’i çöküşçü ya da ilerlemeci ikilemi içinde nitelemek yanlıştır, Marksizm bunlardan birini mutlak bir zorunluluk olarak görmez, bunları sadece birer imkan olarak görür, geçmişteki çöküş ve ilerlemelerin nedenlerini bulmaya çalışır ve aynı zamanda, çöküşlerin ve ilerlemenin birbiriyle diyalektik bir bütünlük içinde bulunduğunu gösterir. Bu anlayış, daha Komünist Manifesto'nun ilk paragrafından, "ya barbarlık, ya sosyalizm" ikilemlerine kadar devrimci Marksist'lerce daima ifade edilmiştir.

Daha da doğru, bir ifadeyle, Marksizm'e göre tarih, ne ilerlemeler, ne de çöküşlerle algılanır, Tarih, bir gidiş, bir oluş, bir süreçtir. Bu kavramlar, ilerleme gibi, herhangi bir kritere göre değişebilecek, oldukça sübjektif, teleolojik, ahlaki bir anlayışı dışlarlar.

Bu nedenledir ki, Marksistlerin, bir yandan kapitalizmin ya da köleciliğin, ilkel topluma göre daha "ileri" olduğunu söylerken, diğer yandan o ilkel, barbar halklardan ve toplumlardan hayranlıkla söz etmeleri hiç de anlaşılamayacak ya da çelişkili bir şey değildir. Ya da bunu ancak, vülger Marksistler anlayamaz.

Dolayısıyla, yazarın iddia ettiği gibi, Marksizm'ce, üretici güçler ilerlemenin "ölçüsü" de değildir, hedefi de değildir. Üretici güçler ve üretim ilişkileri kavramı, tarihsel sürecin, toplumun yapısından nasıl olup ta gerçekleştiğini açıklamaya yarayan kavramlardır. Bunlar "yapı temeli üzerinde tarihsel hareketin nasıl doğduğu"(Gramsci, Hapishane Defterleri s.148) sorununa bir cevap getiren kavramlardır.

Marksizm'i, sünnet broşürü yazarının anladığı gibi tanımlamak, onu vülger Marksistlerin, İkinci Enternasyonal kocakarılarının, resmi Sovyet ideologlarının anladığı gibi anlamaktır. Bunlar Marksizm'i aynı zamanda bayağı bir metafizik sosyoloji durumuna düşürürler. Marksizm hem bir bilimdir hem de bir bilim olduğu için bir eylemdir, eylem teorisidir.

Marksizm'in hedefi üretici güçleri geliştirmek değildir, hiç bir zaman olmamıştır. Marksizm'in hedefi, yeryüzünde sınıflar var olduğundan beri ezilen sınıflar arasında daima var olmuş, sömürüsüz, baskısız bir toplum idealidir. Marksizm'in gösterdiği ve iddia ettiği tek şey, kapitalizmin emek üretkenliğinde yani teknolojide sağladığı devasa atılışın tarihte ilk kez bu ideali gerçekleştirmek için nesnel bir koşul yarattığı ve bu nesnel koşulun, ancak yine kapitalizmin bir ürünü olan işçi sınıfının kollektif aksiyon yeteneği ile bir gerçekleşme olanağı bulabileceğidir. Ama bu sadece bir olanaktır, bir zorunluluk değil. Ezilenlerin kurtuluşu, hatta tüm insanlığın kurtuluşu için tek olanak, tek umut bu olduğu için, Marksizm "sınıfçı"dır.

Ve nihayet, yazarın ve kimi vülger Marksist'lerin anladığı gibi, üretici güçler sadece teknikten ibaret değildir. İnsan en büyük üretici güç­tür. Tarih ve coğrafya da birer üretici güçtür. Marksizm bu dört başlı ü­retici güç göz önüne alınmadan hiç bir toplumun ve tarihsel hareketin anlaşılamayacağını söyler.

Son bir nokta daha. Marksizm üretici güçlerin aynı zamanda yıkıcı güçler haline dönüşebileceğini de söyler. Eğer düzgün evrimci veya iler­lemeci bir anlayış olsaydı ve üretici güçleri ilerlemenin bir "ölçüsü" olarak ele alsaydı, bunu söylemesi olanaksız olurdu.

Bütün bunlar eğer biz söylediğimiz için kabul edilmek istenmiyorsa, bir Ortodoks ve devrimci Marksist olduğundan herhalde yazarın da kuşkusunun olmadığı Gramsci'den bir alıntıyla eleştirimizi noktalayalım:

"İlerleme bir ideolojidir, oluş bir felsefe kavramıdır. 'ilerleme', yapısına tarih bakımından belirli bir kültürün öğeleri giren belirli bir anlayışa bağlıdır. Oluş, bir felsefe kavramı olup, bunda 'ilerleme' bulun­mayabilir. İlerleme fikrinde, üstü kapalı olarak, nitelik ve nicelik bakı­mından ölçülebilme de vardır: Daha çok ya da daha iyi olduğunu belirleyerek. Bunun içinde 'sabit' ya da "sabitleştirilebilir' bir 'ölçü' tasarlanmaktadır.(...)" ( s. 59)

*

Yazar özellikle broşürün 5. sayfasında bazı Marksistlerden yaptığı alıntılarla, Marksizm'in de ilerlemeci ve euro-sentrik bir öğreti olduğu iddialarına kanıtlar bulmaya çalışıyor. Bernstien'la Lenin, Marks'la Van Kol, hepsi bir arada Marksist denerek sıralanıyor. Anlaşılan yazara göre birçok Marksizmler vardır ve bunlar da tıpkı kültürler gibi, aynı değerdedirler, biri diğerinden daha doğru ya da ileri değildir.



Bu anlayış, yazarın tipik, sınıfları ve sınıf mücadelesini reddeden, kültürcü anlayışının bir yansımasıdır. Farklı sınıfların çıkarlarının, Marksist terminoloji içinde, onun itibarına ve egemenliğine bağlı olarak ve onu tahrif ederek var oldukları gerçeğini göz ardı eder.

Marksizm'in ciddi bir eleştirmeni ise, böyle davranmazdı, o, öğretinin kendi öz yapısal özelliklerini metodolojik ilkelerini bulmaya ve ken­dini Marksist olarak niteleyen teorisyenlerin önermelerinde bunlara ne ka­dar uyduğunu araştırmaya çalışırdı. Böyle bir yaklaşım, hem bir teoriyi kötü kopyalarına göre değerlendirme tehlikesini ortadan kaldırır, hem de, eleş­tirel biçimde o teoriyi geliştirmenin tek olanağını sunar. Ama bütün bunları yazarda aramak boşunadır.

Marksizm'in, ya da başka bir öğretinin bilimsel olarak nasıl eleşti­rilmesi gerektiği konusundaki yöntembilimsel ilkeler için yine Gramsci'den bir alıntı yapalım:

"Bir tartışmada hasımlar arasından en zayıfların ya da en 'budalaların seçilmesi, yahut hasımlarının düşünceleri arasında pek de esaslı olmayanların, biraz gelişigüzel söylenilmiş olanların seçilmesi ve de böylece karşısındakinin 'yere serildiği'nin su götürmez bir olay olduğunun kabul ettirilmeye çalışılması pek de 'bilimsel' ya da 'ciddi' bir davranış olmasa gerek. Aslında, ikinci derecede ya da rast gele ileri sürülmüş bir görüş ya da ideolojiyi ya da öğretiyi savunan dördüncü dereceden şampiyonların sırtını yere getirdim diye övünüp bu öğretileri çürüttüğünü sanmaktan başka bir şey değildir bu. Öte yandan, insanın 'hasımlarına karşı' insaflıca dav­ranması gerekir; yani bunların gerçekten ne söylemek istediklerini anlamaya çalışmak ve az çok kötü niyetle, söyleyişlerindeki bazı yüzeyde kalan an­lamsızlıklar üzerinde durmamak gerekir: Şüphesiz ki, böyle bir davranışı ancak tartışmayı ve okurlarının fikir seviyesini yükseltmeyi amaç edinen bir yazar benimser, yoksa çevresinde her yola baş vurarak ve her şekilde boşluk yaratmak isteyen biri değil." (s.159,160)

İlerleme anlayışına ilişkin son bir nokta daha. İlerleme, şu veya bu toplumsal kritere göre değil, oluş'un birikimli, sıçramalı, karmaşık gi­dişi içinde, sonra gelen ama öncekini içinde taşıyarak olumsuzlayan ve aşan anlamında ele alındığı takdirde bir "ilerleme"den, cansız doğada, canlı do­ğada ve toplumda söz edilebilir.

Bugün modern fizik, Marksizm'in bir asırdan fazla zaman önce Toplum alanında keşfettiği bu değişimi, fizik alanında keşfetmiştir. Big-Bang'tan hemen sonra, henüz atomlar yoktu, protonlar ve nötronlar bile yoktu, bunla­rında altındaki "parçacıklar" vardı. Sonra, proton ve nötronlar oluştu, daha sonra Helyum ve Hidrojen gibi en basit atomlar. Ancak yıldızların içindeki süreçlerde Karbon ve Demire kadar olan atomlar, bu yıldızların patlamaların­da da daha yüksek atomlar oluşabildi. Ya da kimi yıldızlar nötron yıldızlarına, "kara delik"lere dönüştüler. Nötron yıldızları, kara delikler ve bugün dünyamızda bulunan atomlar, maddenin evriminin belli bir aşamasındaki varlık biçimleridirler. Ve bunlar bu evrimin daha alt aşamalarının varoluş biçim­lerinin olumsuzlaması oldukları kadar onları içlerinde taşırlar.

Aynı şey, son yıllarda biyoloji alanında da keşfedildi. DNA molekül­lerinin keşfi, açıkça göstermektedir ki, daha sonra ortaya çıkan canlılar öncekileri de içeren ama aynı zamanda onları aşan, daha çok bilginin şifre­lendiği genlere sahiptirler.

Cansız Evrende dört kuvvet, biyolojik âlemde DNA'yı oluşturan dört çift ne ise, Toplum'da da dört başlı üretici güçler aynı şeydir. Marksizm'in üstünlüğü, doğa bilimlerinin ancak yirminci yüzyılda ulaşabildikleri bu kavrayışa, toplum alanında en azından onlardan yarım yüzyıl daha önce ulaşmış olmasındadır, hem de onlardan çok daha sonra bir bilim olarak şekil­lenmesine rağmen. Marksizm daha doğarken, fizik ve biyolojinin bugünkü gelişmişlik düzeyinde doğmuştur. Marksizm'i hala canlı ve aşılmaz kılan bu özel­liğidir.

Nasıl fizik alemde hardonlar, kuarklar, protonlar, basit atomlar, karmaşık atomlar, nötron yıldızları sadece farklı farklı şeylerdir diyemez isek, böyle dediğimizde bunların evrenin farklı gelişme aşamalarında var olduklarını yani oluş ve belli bir anlamda "gelişme" fikrini reddetmiş olursak., Nasıl, bir amip ile, bir at veya bir insanı sadece farklı varlıklar olarak değerlendiremezsek, böyle değerlendirmekle, bilimin kazanımlarını, bilgisizlikten bilgiye giden süreçte, gerçekliğin daha derin bir kavranışının ifadesi olan oluş fikrini inkar etmiş ve daha geriye düşmüş olursak, aynı şekilde, Toplum alanında da Amazon ormanlarında yaşayan bir “ilkel” ka­bile ile bugünkü kapitalist, burjuva toplumları, sadece "başka", "farklı" olarak niteleyemeyiz. Bir maymun bir terliksiye göre, bir nötron yıldızı bir fotona göre ne ise, kapitalist toplum da bir ilkel komünal toplum karşısında aynı yerdedir.

Ama sünnet broşürü yazarı, sadece "ilerleme" fikrini değil, bizzat oluş fikrini, süreç fikrini de reddetmektedir. Ona göre sadece birbirinden farklı uygarlıklar, kültürler vardır. Şu basit gerçeği kavramamaktadır: Fark­lılık gibi görünen şey, gerçekte, oluş'un, süreç'in değişik momentlerinden başka bir şey değildir. Böylece farklılığın kendisini de açıklayamamaktadır.

Yazar'a göre onlar sadece farklı oldukları için farklıdırlar. Bize göre ise, farklılık denen şey, aynı özün, süreç içindeki değişik aşamalarından başka bir şey değildir.

Yazar yazısında hiç bir zaman, toplumda, (bırakalım doğayı bir yana) bir oluş, bir "ilerleme" olup olmadığını araştırmıyor, bu fikrin, bilimin ham maddesi olan olaylara uyup uymadığını araştırmıyor. Reddi olgulardan, olguların incelemesinden değil, sadece birtakım ideolojik varsayımlardan kaynaklanıyor. Şu varsayımdan: ilerleme fikrinin kabulü, ileri olana geri olanı ezme, uygarlaştırma, barbar görme hakkı verir. Yazarın, ilerlemeyi reddedişindeki temel varsayım budur. Uygarlaştırma hakkını Batı'nın elinden almak için, ilerlemeyi reddetmektedir, hatta oluş'u reddetmektedir.

Bu saçma bir varsayımdır. İlerleme fikrinin yok edilmesi, diğer halkların, kültürlerin baskı altına alınmasının, uygarlaştırılmasının, sömürülmesinin temellerini ortadan kaldırmaz. Yazar bir anlayışı yok ederek, o anlayışa dayanan somut güçleri yok edebileceğini sanmaktadır. Ve isin ilginci, bu tam da, burjuva rasyonalizminin, şu Euro-Sentrik düşüncenin bir özelliğidir. "Bu düşünceleri çürütmekle bunların ilintili ol­duğu toplumsal öğenin ya da toplumsal gücün yok edildiği sanılmamalıdır. (Çünkü bu aydınlanma yüzyılı tipinde bir salt akılcılık olurdu.)" (Gramsci. s.160)

Ne mantıken ne de ampirik olarak, ilerleme fikrinin, geri olanı ezme vs. yi zorunlu kıldığı söylenemez. Antik tarihte ilerleme fikrine sahip olmayan yüzlerce toplum, belki "geri" oldukları için değil, ama tam da belki "başka" oldukları için, diğer ulusları ve kültürleri ezmişler, uygarlaştırmışlar, sömürmüşlerdir.

Modern tarihte de durum başka değildir. İler­lemeci aydınlanma filozofları, başka kültürlere ve uluslara karşı çok daha saygılıydılar, ilerleme teorilerinin egemen olduğu burjuvazinin az çok ile­rici olduğu çağdaki kapitalizm, bugünkünden çok daha az bir emperyalist ni­teliğe sahipti, başka uluslar karşısında daha "uygar" bir konumdaydı. Ve bu gün, burjuvazinin kendi sonunu. hissedip, ilerlemeyi reddettiği çağda, ilerlemeyi reddeden teoriler, sadece farklı kültürler olduğunu söyleyen teoriler, ilerleme fikrinden çok daha fazla batı uygarlığının amaçlarına hizmet etmektedir.

Yazar, burjuvazinin az çok demokratik olduğu çağın bir ürünü olan ilerleme anlayışının karşısına, Marksist bir anlayışla çıka­cak yerde, burjuvazinin gerici döneminin ürünü, katastrofçu, ilerleme fikrini reddeden bir başka ve gerici teoriyle çıkmaktadır. Gerçekte iler­leme teorileri de, ilerlemeyi reddeden teoriler de aynı madalyonun iki yüzüdür ve ikisi de euro-sentrik, Batı Uygarlığının farklı aşamalarında orta­ya çıkmış, o uygarlığı vaftiz eden teorilerdir.

e) Sonuç


Dokuz sayfalık bir broşür için bu kadar eleştiri yeter. Biz bu eleş­tiride, en temel yöntemsel ve programatik noktalar üzerinde durmaya çalış­tık. Esasında buna rağmen ele alabildiğimiz broşürün çok küçük bir bölümü­dür. Daha birçok eleştirilebilecek noktayı, ele aldığımız bölümler içinde bile görmezden geldik, konuyu dağıtmamak ve düşünce akışını bozmamak için.

Buraya kadar ele alınamayan bölümlerde de, örneğin geleceğin kültü­rünü şimdiden yaratmak gibi ütopik, dolayısıyla da devlete karşı değil ama başka bir kültürün insanlarına karşı olan, ya da onları ahlaki vaizlerle ikna etmeye çalışan sonuçlar; "kültürel erozyondan" söz etmenin de, buradaki Türkiyelilerin kendi geliştirdikleri kültürel öğelerini başka bir kültürün öğeleriyle ölçmekten başka bir şey olmadığı vs. gibi daha onlarca eleşti­recek nokta bulunabilir. Ama bu kadarı yeter.

Sanırız okuyucu, Kültür'den ideolojiyi ayırmanın olanaksızlığını ve ideolojik zıtlıkları örten veya görmezlikten gelen her teorinin sonun­da varmak zorunda olduğu egemen sınıf savunusunu görmüştür.

Yazarın, gerek broşürünün varlığıyla, gerek hedefleriyle, gerek savunduğu anlayışlarla tam da batı-burjuva kültürü savunduğunu, ama bunun da en gerici biçimlerini ve epeyce de alaturkaca savunduğunu sanırız gösterebildik.

Yazar gerçekte Devrimci-Yol hareketinden gelmektedir. Ne yazık ki, ortaya koyduğu ve savunduğu eklektik ve son duruşmada gerici teorisiyle, sadece sezgileriyle bir göçmen hareketi olanağını gören ve bölünmelerde göçmen çevresinde yer alanların gelişmesini engellemekle kalmamış, bizzat karşı tarafında yanılsamalarını pekiştirmiş, gelişiminin önlünde bir engel olmuştur.

Evet, tarihte olduğu gibi, siyasal hareketlerde de her bunalım bir üst aşamaya sıçramayla sonuçlanmıyor, eğer ortada proletarya gibi bir devrimci sınıf veya onun ideolojisi yoksa, bunalım, bir çöküşle son bulabi­liyor ya da eski Hint, Çin medeniyetlerinde olduğu gibi bir taşlaşmayla.

Ama her halükarda taşlaşsa da, çökse de, her medeniyet veya hareket, hiç umulmadık yerlerden çıkan başka medeniyetlerin üzerinde yeşereceği toprağı gübreler, humuslandırır.

Demir (Hamburg) 10.01.1989




Yüklə 0,86 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin