Yedinci Bölüm Çok Kültürlülük Kavramı Üzerine Yazılar
Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük veya “Çok Kültürlü Toplum” Sloganı Niçin Gericidir?
Şöyle genel geçer bir yargı var: "Çok kültürlülük Avrupa merkezciliğin aşılmasıdır. Avrupa Merkezcilik diğer kültürleri, aşağı görüyor, onları kendi ölçülerine göre yargılıyordu. Şimdi ise, hiç bir kültür diğerinden üstün veya aşağı değil, hepsi aynı değerde görülüyor. Artık slogan, eşitlenme ve birbirine benzeme değil, çok renklilik, çeşitlilik. Bu anlayış içinde elbette Avrupa Merkezcilik yer bulamaz."
İlk bakışta her şey çok açık! Tıpkı güneşin doğuşu ve batışı gibi. Nasıl güneşin doğuşunun ve batışının şahidi gerekmiyorsa, öyle. Çok kültürlülük de, bütün kültürleri eşit düzeyde gördüğüne göre, Avrupa kültürünü diğerlerinden üstün gören; her şeyi Avrupa'nın aynasında değerlendiren bir anlayış, bu çok kültürlülük dünyasında yaşayamaz.
Bu gizli varsayıma dayanarak konuşmalar, çıkarsamalar yapılıyor; programlar oluşturuluyor; makaleler, kitaplar yazılıyor.
Ne var ki bizim ihtiyar Marks veya diyalektik, “her şeyden şüphe et” demiş. Hele bizim yaşam deneylerimiz gösteriyor ki, hiç şüphe uyandırmayanlardan, yanlışlığı akla hiç gelmeyenlerden, özellikle şüphe etmek gerekiyor.
Biz de bu ihtiyar Marksist diyalektiğin öğüdünü izleyelim.
Evet ilk bakışta güneş doğudan doğan batıdan batar ama, onun hiç "doğup" "batmadığı", aksine hep yerinde durduğu, buna karşılık, dünyanın kendi etrafında dönüşü nedeniyle öyle göründüğü artık kimse için bir sır değil. Yani gerçek aslında tam da kendine zıt bir biçimde görünmektedir. Güneş yerinde dururken hareket ediyormuş gibi görünmekte, biz ise hareket ediyorken sanki yerimizde duruyormuşuz gibi.
Demek ki, binlerce yıldır bilginin ve tecrübenin birikmiş özü olan halk bilgeliğinin dediği gibi, öyle hemen “görünüşe aldanmamak” gerekiyor. Ya da Marks’ın değişik ifadesiyle: “Eğer öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz olurdu.”
Biz de, bu Avrupa Merkezcilik, Çok Kültürlülük kavramlarında bu dersleri ve ilkeleri bir doğruluk sınavından geçirelim. Bakalım gerçekten öyle mi? Gerçekten, Çok Kültürlülük Avrupa Merkezciliğin aşılması mı? Yoksa Bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisi mi?
Son söylenmesi gerekeni ilk önce söylersek, bizim tezimiz, "Çok Kültürlülük" ya da "Çok Kültürlü Toplum" gibi siyasi slogan ve projelerin bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisi olduğudur. Ama bu tezi kanıtlamak için önce, uzun bir yolculuğa çıkmak; ileriye doğru fırlayabilmek için bir yay gibi gerilmek gerekiyor.
*
Avrupa Merkezcilik nedir?
Bu kavramın ilk kelimesi olan Avrupa'dan başlayalım.
Avrupa nedir?
Bir yeri tanımlayan coğrafi bir kavram olarak Avrupa son derece yeni bir kavramdır. Bir bakıma kapitalizm ile birlikte doğmuştur. Kapitalizm öncesinde Avrupa yoktu. Avrupa adının kaynaklandığı mitolojideki Avrupa’nın ve Greklerin Avrupa dediği bölgenin bu günkü Avrupa ile bir ilgisi yoktu. Bu gün Avrupa diye bilinen yerler, Grekler için bırakalım Avrupa kavramının içinde olmayı bir yana, var olduğu bile bilinmeyen, söylencelerin ardında, bilinen dünyanın ötesindeki yerlerdi. Romalılar için de bir Avrupa değil, Galler, Germanya, Britanya vardı, ama bu günkü gibi bir Avrupa yoktu. İslam Uygarlığı için de aynı durum söz konusuydu.
Belli bir bölgeye Avrupa adını verenler ve onun bir kıtanın coğrafi adı olarak kullananlar yine bizzat “Avrupalı”lardır.
Ama bu adlandırmanın kendisi bizzat, o “Avrupalı” denenlerin tarihsel ve toplumsal eğilimlerini yansıtır aynı zamanda. “Avrupalı” da “Avrupa” gibidir. “Avrupa” gibi “Avrupalı”yı da “Avrupalı” yaratmıştır. Ama bu “Avrupalı” nedir? Bunu anlamak için “Avrupa”yı anlamak gerekiyor.
Şöyle düşünülebilir. Modern bilimler, dolayısıyla da Coğrafya Avrupa’da doğduğundan, Avrupa’ya Avrupa adının verilmesi de, bu bağlamda görülmelidir, tıpkı diğer kıtaların adlandırılması ve tanımlanması gibidir ve o sürecin bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Bu bakımdan, bu günkü Avrupa’ya Avrupa denilmesi, bütünüyle, o adlandırmaları yapanların Avrupalılığından bağımsız olarak, bilimin, jeoloji ve coğrafyanın kendisiyle ilgilidir.
Ne var ki, coğrafya açısından baktığımızda Avrupa’nın bir kita olarak tanımlanmasının hiç de masum olmadığı görülür.
Avrupa, coğrafi bir kavram olarak, Asya kıtasının Ural dağlarının batısında kalan kısmına keyfi olarak verilmiş bir isimdir. Dünyadaki adlandırmaların hepsi keyfidir. Avrupa yerine Mavrupa da denebilirdi. Asya yerine Masya da. Sorun burada değil. Bu isimle tanımlanan alının kendisindeki keyfilikte.
Eğer Kıta’lar jeolojik veya tektonik kriterlere göre tanımlanıyorsa, bütün Kıtalar ayrı bir plakadan oluşmaktadırlar. Bir zamanlar kocaman bir Pangaea kıtasının parçalanmasından oluşmuş plakalara kıta deniyorsa, ki bütün Kıtalar bu büyük plakalardan oluşurlar, Avrupa kıtalar içinde tek böyle olmayanıdır. Güney ve Kuzey Amerika bile ayrı plakalardır. Afrika, Avustralya, Antartika, Hindistan hep ayrı plakalardır. Avrupa ise ne Asya’dan böyle ayrılır ne de Afrika’dan. Pireneler ve Alpler’in güneyi de bu gün Avrupa sayılmaktadır ama başka bir plakaya aittirler. Yani Jeolojik kriterler geçerliyse eğer, örneğin İtalya Avrupa’ya dahil değildir.
Hindistan, Asya Kıtasından çok daha belirgin coğrafi şekillenmelerle ayrılmış olmasına; aynı zamanda ayrı bir plakadan oluşmasına ve Himalaya dağları bu plakanın Asya’ya çarpmasıyla oluşmasına rağmen ve bunlar kültürel bir ayrılığa da denk düşmesine ve neredeyse bir kıta kadar büyük olmasına rağmen, yani bir ayrı kıta olarak sayılmanın bütün kriterlerine sahip olmasına rağmen, Hindistan'a bir Kıta denilmemektedir.
Avrupa’nın ise, böyle bir özelliği yoktur. Onu Asya’dan ayırdığı söylenen Ural dağları çok eski dağlardır ve örneğin bir Himalayalar gibi aşılmaz bir engel değildirler. Urallar kültürel bakımdan da bir ayırıcı sınır oluşturmazlar. Bu dağların batısında ya da doğusunda yaşayan Ruslar ya da Slavlar birbirinden çok farklı da değildir. Avrupa’dan sayılan Pirene ve Alplerin güneyi ise, aslında Avrupa’nın içinde bulunduğu plakaya dahil değildirler.
Yani Avrupa Kıtası, tamamen keyfi olarak, bir kıta olmanın kriterlerine uymamasına rağmen, güneyinde ve doğusunda bu kriterler ayaklar altına alınarak sınırları çizilmiş, kıtalığa terfi ettirilmiş bir bölgedir coğrafi olarak. Doğusunda, Asya’dan ayırmak için; güneyinde, Akdeniz veya Afrika’yı Avrupa’ya katmak için, bir kıta olmanın kriterleri ayaklar altına alınarak yaratılmış bir kıtadır Avrupa.
Eğer kıtalar plakalara göre tanımlanıyorsa veya jeolojik anlamda kıtalar böyle ise, kıtalar içinde bir tek Avrupa böyle tanımlanmayı hak etmemektedir. Böyle tanımlanmayı hak eden Hindistan ve Amerika’lar bile ayrı kıtalar olarak tanımlanmazken, Avrupa hiç hak etmediği halde kıta kabul edilmiştir.
Görüldüğü gibi, Avrupa kavramı, bu coğrafi kavram ve bu kavramın kapsadığı alan, coğrafi kriter ve kaygılara göre belirlenmemiştir.
*
O halde şu soru hala ortada durmaktadır: Niçin Asya'nın bu, batı ucundaki yarımadada yaşayan insanlar, bulundukları yere örneğin Batı Asya gibi bir isim vermemişlerdir de, yani coğrafi olarak gerçeği daha iyi yansıtan bir isim vermemişler, o kıtanın bir uzantısı olduklarını belirtmemişlerdir de, coğrafi ya da jeolojik bakımdan hiç de kıta kriterlerine denk düşmeyen bir bölgeyi ayrı bir kıta olarak, Avrupa olarak; Kendilerini de Avrupalı olarak tanımlamışlardır ve tanımlamaktadırlar?
Peki acaba, coğrafi olmamakla birlikte, kültürel, tarihsel sınırlar ve ayrım çizgileri mi vardır da, coğrafya bu sınırları kabartılandırmak için ona kıta dedi? O halde kültürel ve tarihsel sınırlara bakalım.
Tarihsel ve kültürel sınırlar arandığında ise keyfilik zirveye yükselir. Alp dağlarının veya Pirene dağlarının güneyi veya Balkanlar ve Güneyi, Kültürel ve tarihsel olarak Avrupalıdan çok Akdenizlidir. Zaten tarih boyunca, Akdeniz uygarlığı Fenikelilerden beri kültürel ve ticari bakımdan ve büyük imparatorlukların ortaya çıkışıyla birlikte de siyasi bakımdan bir bütün olagelmiştir. Roma, Bizans, Osmanlı aynı uygarlık bölgesinin siyasi ve üstyapı birliğini sağlamışlardır veya bu yöndeki çabalardır. Hatta, Hıristiyanlık ve İslamiyet bile, bu uyarlık alanının farklı aşamalardaki üstyapıları olarak görülebilirler. Bunların ortaklıkları, Kuzey Avrupa'da yaşayanlarla ortaklıklarından çok daha fazladır. Bir İskenderiyeli ile bir Yunanlının tarihsel, kültürel ortaklıkları, bir Yunanlının bir Almanla ortaklıklarından çok daha fazladır. Bir Endülüslünün bir İzmirli ile tarihsel ve kültürel ortaklıkları, bir Endülüslü ile bir Parisliden çok daha fazladır. Aşağı yukarı aynı yemekleri yerler; aynı müziklerden zevk alırlar. Bu takdirde, niçin Yunanistan Avrupa'dır da, Asya değildir veya İskenderiye Niye Afrikalıdır da Avrupalı değil?
Bunun da tarihsel, kültürel veya toplumsal bir ölçüsü yoktur. Demek ki, eğer Kıtalar Kültürel ya da tarihsel ortaklıklara göre tanımlanacaksa, Avrupa, burada da bütün kuralları ayaklar altına almaktadır.
Bu kültürel sınırlardaki keyfilik karşısında da Avrupa, Avrupa’nın ve Avrupalılığın coğrafi bir kavram olduğunu söyler.
Ama yukarıda değinildiği gibi, coğrafi bir kavram olarak da geçerliliği yoktur ve orada da sıkışınca, bu açmazdan kurtulmak için tarihsel ve kültürel bir kavram olduğu söylenmektedir.
Deve Kuşu gibidir Avrupa kavramı. Deve misin? Kuşum. Kuş musun? Deveyim. Tarihsel ve kültürel misin? Coğrafiyim. Coğrafi misin? Tarihsel, Kültürelim.
Demek ki, daha, Avrupa Merkezcilik kavramının iki sözcüğünden esas önemli olanının kendisinde çok ciddi bir sorun var. Avrupa nedir? Neye denk düşer belli değildir? Ne coğrafi ne de tarihsel veya kültürel bir ayrıma denk gelmez. Tamamen keyfi olarak belirlenmiş görünmektedir.
*
Bu keyfiliği tespit etmek, bir olgu olarak belirlemek yetmez. Onu anlamak, açıklamak gerekir. Niçin böyle bir keyfilik vardır, niye böyle bütün kıtalardan farklı olarak Avrupa kıtası ya da Avrupa denen şey, tüm nesnel ölçüler ayaklar altına alınarak suni ve keyfi olarak yaratılmıştır. Bu keyfiliği yaratan zorunluluk nedir?
Ayrıca bir kavram gerçekliği açıklamanın aracı değilse, aksine onu çarpıtıyorsa, bu onun sosyolojik değil ideolojik; yani belli çıkarları korumaya yarayan, onlara hizmet eden, onları gizleyen bir işlevi olduğu anlamına gelir. Peki, bu çıkarlar veya imtiyazlar nelerdir? Şimdi bu keyfiliğin ardındaki zorunluluğu araştıralım.
Avrupa kavramı, Coğrafi, kültürel ya da tarihsel kriterler ayaklar altına alınarak ortaya çıktığına göre, Avrupa aslında neyin karşılığıdır? O bir başka “şey”in karşılığı olmalıdır ki, o başka “şey” coğrafi ya da kültürelmiş gibi görünebilsin.
Peki, nedir bu "şey"? Bunu anlamak için Avrupa kavramının kullanımındaki hileleri iyi anlamak gerekir.
Yukarıda görüldü ki, Avrupa ne jeolojik, ne de kültürel bir kavram olarak bir bilimsel değere sahip değildir. O bu anlamlarda, ideolojik bir kavramdır. Aslında hep, coğrafi ya da kültürel anlamları olduğu söylenerek, fiilen siyasi bir kavram olarak kullanılmaktadır. Yani aslında siyasi olan bu kavram, yani ideolojik olan bu kavram, hep coğrafi ve kültürelin ardına gizlenerek, bir bilimsellik postu giymektedir; yani coğrafi veya kültürel olduğu yolundaki göndermeler, bu siyasi ve ideolojik kavramın sosyolojik bir kavram olduğu izlenimi yaratmasını sağlamaktadır.
Halbuki, Avrupa denen bölge, diğer kıtalar gibi, coğrafi ya da kültürel sınırlara sahip olsaydı bile bu Avrupa’nın sosyolojik bir kavram olduğu anlamına gelmezdi. Kaldı ki, Avrupa bu sınırlara da denk gelmemektedir.
Bunu anlamak için, sosyolojik bir kavram olarak Avrupa’nın ne anlama gelebileceğine ve geldiğine bakalım.
Sosyolojik bir kavram olarak Avrupa demek kapitalizm demektir. Avrupa demek, sosyolojik olarak Modern Burjuva uygarlığı demektir.
Modern Burjuva uygarlığı, bugün Avrupa denen bölgenin, Kuzey batısında doğup, öncelikle orada yayıldığı ve oradan dünyaya egemen olduğu için, Kapitalizm, Modern burjuva uyarlığı karşılığı olarak Avrupa kavramı sosyolojik bir kavram olarak kullanılabilir ve Avrupa’nın biricik sosyolojik karşılığı bu anlamıdır.
Avrupa aslında burada, bu kullanım içinde, bir kavram da değil, bir koddur. Modern burjuva uygarlığının, kapitalizmin karşılığı olarak kullanılan bir kod. Bir tür kısa yazış, bir kısaltma gibi görülmelidir. Örneğin Modern Burjuva Uygarlığı diyeceğinize, kısaca MBU diyecek yerde, MBU’nun karşılığı olarak Avrupa da denebilir. Avrupa’nın bilimsel tek anlamı budur. Bir kavram bile değildir, bir Kod’dur ve anlamı karıştırılmadığı sürece, kolay anlaşılırlık ve tasarruf sağlayabileceğinden bir sorun oluşturmaz.
Ama tam da burada “Vehbi’nin kerrakesi” ortaya çıkıyor. Bu modern burjuva uygarlığı, bu uygarlığın burjuvazisi ve ulusal devletleri, onu bu anlamda, sosyolojik bir gerçekliği anlamayı kolaylaştıran bir kavramın, bir kod olarak karşılığı anlamında kullanmıyorlar. Onlar onu bilimsel olarak kullandıklarını söylerken, hep kültürel ya da coğrafi olduğundan hareketle bilimsel, dolayısıyla sosyolojik bir kavram olarak kullanıldığı gibi bir izlenim yaratıyorlar, böylece aslında politik bağlamlarda kullandıklarını, ideolojik bir kavram olduğunu gizliyorlar. Yani Coğrafi veya Kültürel olduğu imalarının ardına gizlenerek onun ideolojik olduğunu gizleyip, gerçekliği çarpıtan değil, gerçekliği açıklayan bir kavram kullandıkları izlenimi yaratıyorlar.
Tekrar edelim. Avrupa, sosyolojik bir kavram olarak, kapitalizm karşılığında bir kod olarak kullanılabilir. Burada sadece bir adlandırma sorunu söz konusudur. Her hangi bir şeyi adlandırmak için A sözcüğü yerine B sözcüğü, Kapitalizm yerine Avrupa veya Batı kullanılabilir. Burada kavram coğrafi ya da kültürel değil, sosyolojik bir anlama sahiptir. Sosyolojik olarak Avrupa, kapitalizm kavramının karşılığında kullanılmaktadır, sadece ve sadece bu anlamıyla Avrupa ya da Batı ideolojik bir kavram değildir. Gerçeği çarpıtmaz, aksine onu anlamanın bir aracıdır.
Avrupa sosyolojik bir kavram olarak Kapitalizm’in karşılığı bir Kod olarak kullanıldığında; Asya da sosyolojik bir ayrımın karşılığı olan bir Kod olarak kullanılabilir.
Sosyolojik bir kavram olarak Avrupa'nın zıttı Asya'dır.
Peki, Asya nedir, sosyolojik bir kavram olarak? Avrupa Modern kapitalizm demek ise, Asya da, klasik, kapitalizm öncesi Antik Uygarlık demektir.
Bu kavramlara bir üçüncüsü, Afrika da eklenebilir. Afrika da, bir bakıma, klasik uygarlığa veya modern kapitalist uygarlığa geçmemiş veya geçememiş toplumlara denk düşer. Yani Komün’ün karşılığı bir kod olarak kullanılabilir.
Yani bu üç kıta adlandırması, insanlık tarihindeki üç temel üretim biçimine; dolayısıyla üstyapının veya dinin üç temel biçimine karşılık düşer. Komün veya İlkel sosyalizm ve bunun üst yapısı olan, totemcilik veya Şamanizm karşılığı olarak Afrika; Klasik tarihin, tarım üretimi; artı ürüne ekonomi dışı cebir ile el koymaya ve Tefeci-Bezirgan Sermayeye dayanan Klasik Uygarlıklar ve bunların üstyapısı tanrılı ya da tanrısız “Semavi dinler” karşılığı olarak Asya; Modern İşgücü sömürüsüne ve artı değerin doğrudan üretim sürecinden elde edilmesine, geniş yeniden üretime dayanan modern kapitalist Uygarlık ve onun, uygarlık öncesi ve klasik uygarlıkların Üstyapısını, dindir, din de inançtır, kişiseldir diyerek, politik alanın dışına atan ve dini ya da üstyapısı; bizzat bu politik ve özel ayrımına dayanan din, ya da diğer bilinen adıyla ulusçuluk olan Avrupa.
Sorun böyle koyulduğunda, bütün kafa karışıklıklarına yol açan kavram kargaşalarına son verilebilir.
Doğu'nun doğusundaki Japonya sosyolojik olanak batılıdır. Batının batısındaki, Portekiz veya Fas Sosyolojik olarak Doğuludur. Asya'nın doğusundaki Japonya, Avrupalıdır; Avrupa'nın güneyindeki balkanlar veya İtalya'nın Güneyi Asyalıdır. Sahranın Kuzeyindeki Afrika’nın Akdeniz kıyı şeridi ve Yemen ve eski Mısır üzerinden medenileşmeye uğramış Afrikalı Habeşistan, Asyalıdır. Sibirya Tundralarındaki; Orta Asya Bozkır veya Çöllerindeki; Himalayaların sapa vadilerindeki Asyalı halklar Afrika'lıdır. Coğrafi olarak ayrı bir kıta olan Latin Amerika sosyolojik olarak Asyalıdır veya Asya’dır; yine Jeolojik ve coğrafi olarak başka bir Kıta olan Kuzey Amerika Avrupalıdır veya Avrupa’dır. Beyazların yerleşmediği Okyanusya adaları Afrikalıdır. Amerika ve Avustralya'nın yerlileri Afrikalıdır. Oralara yerleşen beyazlar, köken anlamında değil, sosyolojik anlamıyla Avrupalıdır. Bu nedenle Yeni Zelanda ve Avustralya Avrupa’dır. Oralardaki rezervatlar Afrika.
Politikada, bu anlamının dışında, Avrupa ya da Asyalılıktan; Avrupa ya da Asya’dan söz etmek; Batı ve Doğu’dan; Batılılık ve Doğululuktan söz etmek, ona burjuva uygarlığının, kendi üstünlüğünü ve egemenliğini gizlemek için, çıkarlarını korumak için yüklediği; aslında kullanıldığı politik bağlamlarda hiçbir bilimsel değeri ve anlamı olmayan; aksine gerçekliği çarpıtan bir anlam yüklemek olur.
Dolayısıyla Avrupalının, yani modern burjuva uygarlığının, Avrupa veya Avrupalılığa verdiği anlamı kabul ederek, yani Avrupalılığın coğrafi veya kültürel bir olgu olduğu veya sınıra tekabül ettiği varsayımına dayanarak Avrupa merkezciliğe veya Avrupalılığa karşı çıkmak, aslında aynı varsayımları; aynı gerici ideoloji yeniden üretmektir.
Avrupa’ya, Avrupalılığa ya da Avrupa merkezciliğe Kapitalizm veya Burjuva Uygarlığı anlamı dışında bir anlamla karşı çıkmak, bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisidir ve onu yeniden üretir.
Yani Avrupa Merkezcilik kavramının kendisi problemlidir ve gerçeği çarpıtır, bu kavram, Avrupalının (Burjuva uygarlığının ya da kapitalizmin) ona yüklediği anlamda, yani kültürel ya da coğrafi bir ayrıma tekabül ettiği anlamanda eleştirilemez. Yani kültürel ya da coğrafi bir ayrıma denk düşen bir kavram olarak kullanıldığında, karşı olsanız bile onun kölesi olur, yanlışı yeniden üretmiş olursunuz.
Avrupa Merkezcilik, Avrupa Kapitalizm demek olduğuna, dolayısıyla da “Kapitalizm Merkezcilik” olduğuna göre, “Kapitalizm Merkezciliğe” tekabül etmeyen bir anlamda Avrupa Merkezciliğe karşı çıkmanın kendisi bile o ideolojik tahrifatı yeniden üretir.
Yani kapitalizme tarihsel ve politik olarak karşı çıkmadan Avrupa Merkezcilikle mücadele olanaksızdır ve Avrupa merkezcilik yenden üretilir.
Avrupa merkezciliğin eleştirisi, kapitalizmin eleştirisi olmak zorundadır.
Kapitalizmin eleştirisi ise, Ekonomi Politiğin eleştirisidir.
Kapitalizm geniş ve yaygın meta üretimi demektir. Meta üretimiyle birlikte, Metanın tabi olduğu değer yasası, insan toplumunun karşısına bir doğa yasası gibi çıkar. Ekonomi Politik bu yasaları inceler. Ona karşı mücadelenin silahlarını sunar işçilere. Ama aynı zamanda, kendi konusunu, yani meta üretimini yok etmeye çalışır. Bu nedenledir ki, Marks’ın temel eserinin alt başlığı Ekonomi Politiğin Eleştirisi’dir.
Avrupa, yani kapitalizme karşı mücadele edilmeden, Avrupa merkezcilik, yani Avrupa kavramının burjuva uygarlığının bir ideolojik egemenlik aracı olarak kullanımına karşı mücadele edilemez.
O halde, Marks’ın Kapital’i, yani Ekonomi Politiği Eleştirisi, Avrupa’nın ve Avrupa merkezciliğin eleştirisinin temelidir.
Kapitalizm dışında bir Avrupa veya Batı kavramı, sadece başka ülkelerdeki kapitalizmin ve burjuvazinin çıkarlarını savunmanın aracıdır ve aynı Avrupa Burjuvazisinin çıkralarını kullanmak için kullandığı anlamlara sahiptir13. Yani Avrupa ve Avrupa’lılığın ya da batılılığın, coğrafi ya da kültürel bir ayrımın karşılığı olduğu var sayımına dayanır. Böyle olsaydı bile, yani Avrupa, örneğin Hindistan gibi, farklı coğrafi ve kültürel sınırlara denk gelseydi bile, bu onun ideolojik niteliğini gizlemiş olurdu. Çünkü coğrafi kavramlar sosyolojik kavramlar değildirler.
Avrupa kavramının, sosyolojik olarak kapitalizm anlamına gelmesi, ama burjuvazinin onu hep kültürel veya coğrafi anlamlarına atıf yaparak bilimsel bir kavram gibi kullanıyor olması, tıpkı, aslında biyolojik bir kavram olan, “sosyal bir hayvan” olarak insan kavramını, sanki sosyolojik bir kavram gibi kullanmasına ve onun ideolojik niteliğini gizlemesine; Epistemolojik olarak inanç kavramının ardına gizlenerek dinleri sosyolojik olarak “inanç” olarak tanımlamasına benzemektedir.
Bütün bunlar burjuva uygarlığının ve ideolojik egemenliğinin köşe taşlarıdır ve bunların hepsinde aynı “hile” yapılmaktadır. Kavramın başka bir bağlamdaki anlamına gönderme yapılarak, bilimsel veya sosyolojik bir kavram olduğu yanılgısına yol açılmaktadır. Din’e “İnanç” denirken; İnsan’a “sosyal hayvan” denirken; Avrupa’ya “Kıta” denirken, hep İnanç’ın Epistemolojik; İnsan’ın Biyolojik; Avrupa’nın Coğrafi anlamlarının ardına gizlenerek, onların bilimsel bir kavram olduğu, dolayısıyla sosyolojik kavramlar olduğu yanılsaması yaratılarak, onların hukuki, politik ve ideolojik kavramlar; yani burjuva uygarlığının üstyapısının dayandığı kavramlar olduğu gizlenmekte ve egemenlik pekiştirilmektedir.
Tam da bu gizleme eyleminin kendisi, kapitalizmi ya da burjuva uygarlığının egemenliğini kurmakta, bizleri kapitalizm veya burjuva uygarlığı merkezli, tam da bu anlamda Avrupa Merkezli (dikkat edilsin burada Avrupa kapitalizm anlamındadır) bir bakış açısına hapsetmektedir.
İşçi hareketi ve sosyalizm bu kanallardan teslim alındı. Böylece İşçi hareketinin ve sosyalizmin Burjuva uygarlığına ve onun üstyapısına karşı başka bir uygarlık ve üstyapı tasavvuru geliştirilmesinin önüne geçildi.
Toparlarsak, coğrafi ya da kültürel olarak var olduğu imasına dayanan bir Avrupa merkezcilik eleştirisinin kendisi, sosyolojik olarak Avrupa merkezci, yani kapitalizm veya burjuva uygarlığı merkezci olur. Avrupa merkezciliğin bütün eleştirisi, özünde Avrupa merkezcidir. Bu güne kadar kullanıldığı anlamıyla Avrupa Merkezcilik, Avrupa Merkezci bir kavramdır.
*
Şimdi aynı hilenin Kültür dolayısıyla da Çok Kültürlülük kavramında nasıl tekrarlandığını, Kültür kavramının da, bu gün burjuva uygarlığının ona yüklediği anlamla nasıl bir ideolojik kavram haline dönüştüğünü, bu uygarlığın temel bir kavramı olduğunu ve çok kültürlülüğün ve bunu savunmanın aslında burjuva uygarlığını; yani Avrupa Merkezciliği savunmak olduğunu gösterelim. O zaman Avrupa merkezcilik ve Çok Kültürlülüğün birbirine zıt olmadığı; Çok kültürlülüğün bizzat kendisinin Avrupa merkezciliği, yani kapitalizmin egemenliğini nasıl ürettiğini ve onun temel taşlarından biri olduğunu görelim.
Kültür Nedir?
Kültür sosyolojik olarak, insanın doğaya kattığı her şeydir. Yani, toplumsal olan, insanı insan yapan, diğer hayvanlardan ayıran “şey” demektir.
Elbette, yüksek memelilerin sürüler halinde oldukça karmaşık bir ilişkiler sistemi içinde yaşayanlarında da bir Kültürün tohumları, en ilkel biçimleri görülmektedir. Bunun için şöyle bir örnek bir fikir verebilir.
Afrika’daki rezervatlardan birinde, fillerin soyu tükenir. Fakat soyları tükenmeden önce oradaki filler gergedanlarla aynı alanları paylaşmalarına rağmen gergedanlara saldırmazlar, bir bakıma “Barış içinde bir arada” yaşarlar.
Filler tükendikten sonra, içinde gergedan olmayan, fillerin gergedanları tanımadığı, başka bir rezervattan, genç filler, soyu tükenmiş fillerin yerine getirilir ve bırakılırlar. Ancak yeni getirilen filler sürekli olarak gergedanlara saldırmaktadır.
Bunun üzerine, yine gergedanlarla fillerin “barış içinde bir arada” yaşadıkları başka bir rezervattan, bir yaşlı fil getirildikten sonra, genç filler de, gergedanlara saldırmayı bırakırlar. Yaşlı ve tecrübeli fil, onlara fillerin gergedanlara saldırmaması gerektiğini, gergedanlarla “barış içinde bir arada” yaşamaları gerektiğini, fillerin tarihsel tecrübesinin bu dersini, bu bilgisini aktarmıştır. Gergedanlara saldırmamak, genetik ya da içgüdüsel değil; öğrenilen bir özelliktir.
Bu gözlem, en azından, yüksek memeliler arasında, genlerle aktarılandan öte, başka bir şeylerin de aktarıldığını göstermektedir: Bu anlamda çok ilkel biçim içinde olsa da, yüksek memelilerde de kültürün bir tohumunun varlığından, çok ilkel bir biçiminden söz edilebilir.
Tersinden örnek de “Kurt Çocuk”lar oluştururlar. Olağanüstü rastlantılar sonucu çok küçük yaşta, kurtlar, ayılar, maymunlar vs. tarafından bir şekilde büyütülmüş insan yavruları; genlerinde tüm olanaklar olmasına rağmen, konuşmayı, hatta iki ayak üzerinde yürümeyi bile becerememekte; tam anlamışla, bir kurt, bir ayı, bir maymun gibi davranmaktadırlar. Bu bakımdan “Tarzan”lar olanaksızdırlar ve Afrika’yı sömürgeleştiren beyaz adamın imgesinden başka bir şeye denk düşmezler.
Bu nedenle, insan doğduğunda, aslında toplumun rahmine düşmüş bir tohum olarak da tasavvur edilebilir. İnsan ancak erişkin bir insan olduğunda, (bu erişkinlik genellikle biyolojik erişkinlikte çakışmasına rağmen onunla karıştırılmamalıdır) yani toplum binlerce yıllık birikimini rahmine düşmüş insan yavrusuna aktardığında, insan insan olarak doğar.
O halde, sosyolojik olarak, bizi insan yapan her şey Kültür’ü oluşturduğundan, aşağı yukarı Kültür ve Toplum aynı “şey”i karşılayan kavramlardır.
Dolayısıyla bu anlamda, Kültür “ideolojik”, “politik”i de içerir bu sosyolojik anlamıyla. Lenin’ler çağının tartışmalarında örneğin aşağı yukarı böyle anlaşılıyor ve bu anlamı veri kabul edilerek tartışılıyordu.
Örneğin Lenin, tam da Kültür denen şeyin içinde politik ve ideolojik olan da bulunduğu için, bunu ayırmak mümkün olamayacağı için ve tam da bu gerekçeyle, “kültürel özerklik” talebine karşı çıkıyor, bu ayrım mümkün olmadığından; “Kültürel özerkliğin” ideolojik özerklik anlamına geleceği; bir toplumda egemen sınıfın ideolojisinin egemen ideoloji olduğu; dolayısıyla; Kültürel özerkliğin fiilen egemen sınıfın ideolojik egemenliğinin bir aracı olacağı noktasından hareketle, “Kültürel Özerklik” talebini reddediyordu.
Yani Lenin’ler, Kültür’ü, aşağı yukarı, tam da sosyolojik anlamıyla kabul ettikleri için ve tam da bu nedenle “Kültürel Özerklik” talebini reddediyorlardı. İdeolojiden ayrı, Politikadan ayrı bir kültür kavramı veya kavrayışı yoktu.
Bu onların, bu gün çok kültürlülük kullanımında Kültür sözcüğüne yüklenen anlamdaki talepleri desteklemedikleri ya da savunmadıkları anlamına gelmiyordu. Aksine, bu gün “Çok kültürlülük” ya da “kültürel zenginlik” bağlamında savunulan hakları çok daha esaslı olarak savunuyorlardı.
Örneğin bu gün, Kürtçe’nin de tanınması, insanların Türkçe’nin yan sıra ana dillerini de öğrenmesi türündeki talepler, çok kültürlülük bağlamında savunulmaktadırlar.
Lenin’ler bu hakkı, çok daha radikal olarak, hiç de çok kültürlülük bağlamında değil, demokrasi ve demokratik cumhuriyet bağlamında savunuyorlardı. Ve bu savunuş bu günkünden bin kat daha ileri ve doğruydu ve bu gün de doğrudur.
Lenin’ler çağının işçi hareketi için, “bütün dillerin eşitliği” talebi vardı. Onlar için, demokratik bir cumhuriyet, bir ulusu, her hangi bir dil, din, etni, soy ile tanımlamazdı, burjuva devriminin ve aydınlanmanın programı ve ideallerine bağlı olarak. Dolayısıyla dil ulusu tanımlamanın bir aracı değildi. Bu nedenle, Lenin’lerin çağının talebi, bütün dillerin eşitliği idi14.
Bu aynı zamanda şu da demektir, hiçbir dil diğerinden imtiyazlı olmayacağından, demokratik bir Cumhuriyet’in ulusu tanımlayan resmi bir dili olmaz. Herkesin ana dilinde eğitim yapma hakkı, onu geliştirme, istediği dili ana dili seçme hakkı olur. Dolayısıyla böyle bir cumhuriyet, bir dil ile bir ulusun tanımlanmasını, tıpkı bir soyla, bir “ırk”la tanımlanmasını reddettiği gibi reddetmelidir.
Yani Klasik Marksist Demokratik Cumhuriyet programı, bu programın ayrılmaz bir öğesi olan, tüm dillerin eşitliği talebi ve hedefi, bu günkü, dile göre tanımlanmış egemen bir ulusun, kendisine zenginlik katmak için, bu devleti güçlendirmek için, diğer dillerin de öğrenimini istemesinden veya diğer dillerin, resmi dilin yanı sıra, kendilerinin de öğrenilmesini istemelerinden, bir kat daha radikal ve devrimciydi ve bu gün de hala devrimcidir.
Birinde, bu günkünde, bir dile, tarihe, soya göre tanımlanmış egemen bir ulusun toleransı, kendi çıkarlarını bu şekilde daha iyi savunmuş olacağı anlayışı yatarken; Lenin’lerin çağında ya da Klasik İşçi hareketinin programında, tüm dillerin eşitliği ile, ulusun bir dile, soya, tarihe göre tanımlanması reddedilmektedir. Tüm dillerin eşitliğidir talep.
Ne yazık ki, bu temel doğrular ve gerçekler sosyalistler tarafından bile unutulmuş bulunmakta, bütün sosyalistler çok kültürlülüğün faziletleri üzerine sosyalist gevişler getirmektedirler.
Biz işçi hareketinin ve sosyalist hareketin, aydınlanmanın tamamlanmamış projesini; Demokratik Cumhuriyeti bayrağına yazması gerektiğini söylerken, bu günkünden bin kat daha ileri, ama unutulmuş ve Stalinist karşı devrimden sonra gerici bir ulus kavramına batmış olan sosyalist hareketi bundan çıkarmaya çalışıyoruz.
Demokratik Cumhuriyet’in tarihin çöp tenekesine atıldığını ve aşıldığını söyleyenler ise, bizlerin bu talebi karşısında, gerici ulusçuluğun, kendini bu günkü globalleşmiş dünyaya adapte etmesinin bir aracından başka bur şey olmayan “Çok kültürlülük” gibi kavramlarla oyalanıp; bu demokratik görevlerden kaçışlarını; “emek eksenli mücadele” gibi, “enternasyonalizm”, “Anti emperyalizm” gibi, ilk bakışta çok sınıfçı ve anti emperyalist ve de enternasyonalist sloganların ve duruşların ardında gizliyorlar.
Ve bir hareket, demokratik bir cumhuriyet yerine, “emek eksenli” ya da “ABD’ye karşı” hedef, eylem ve sloganları esas hedef olarak koyduğunda ve yakalanacak ana halka olarak bunları aldığında, sadece işçileri ekonomist bir mücadeleye hapsetmiş olmaz; onları aynı zamanda müttefiklerinden de tecrit etmiş olur.
Örneğin, Kürt hareketi, tüm dillerin eşitliği talebinin, devletin Türklükle tanımlanmasına, dilinin Türkçe olmasına; adının Türk devleti olmasına karşı mücadelenin en büyük destekçisi olur. Böyle bir talep aynı zamanda işçileri bölen ayrılıklara karşı mücadele olduğundan, tüm işçilerin birliğinin koşullarını da yaratır. Keza, böyle bir mücadele, bizzat Kürtlerin mücadelesi içinde, devrimci demokrasinin güçlenmesine yol açar. İşçi sınıfını da ekonomist taleplerden ve tecrit olmaktan kurtarır. Böylece sınıfın sınıf olarak örgütlenmesinin ve bir politik hareket oluşturmasının koşullarını yaratır.
Bir devlet veya ulus, kendini bir dille, bir soy, bir tarih, bir etni ile tanımlamışsa, bir sosyalistin savunması gereken, tüm dillerin eşitliği talebi her zamankinden çok daha acil olarak ortada duruyor demektir.
Bir ulusu bir dille tanımlamak sadece gerici bir milliyetçilik değil; aynı zamanda ırkçılıktır. “Irk”ın ve Irkçılığın sadece biyolojik özelliklerle dayandığını sanmak, 19. yüzyılın sömürgeciliğinin ırkçılığından başka bir ırkçılık tanımamak demektir. Eski biyolojik özelliklere dayanan klasik sömürge dönemi ırkçılığının yerini, çoktan kültüre, dile dayanan bir ırkçılık almış bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti de, aynı zamanda ırkçı bir devlettir. Tıpkı dünyadaki diğer benzer devletler gibi.
Bunun karşısında bir sosyalistin savunması gereken, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” vardır parolasının ardına gizlenerek, bunun karşısında sesini çıkarmamak ve “emek eksenli mücadele” diyerekten ileri kaçmak değil; ulusların bir dile, bir etniye, bir tarihe göre tanımlanması hakkını reddetmek, tıpkı bir zamanların kuzey eyaletlerinin güney eyaletlerinin ayrılarak, siyahları yurttaşlık haklarından mahrum eden ulus tanımlaması haklarını reddetmeleri ve onu yok etmek için onunla savaşmaları gibi, bu “hakka” karşı savaşmaktır.
“Ulusların kendi kadirini tayin hakkı”, ama bu hak o kendi kaderini tayin etmek isteyen, ulusu bir dil, bir etni, bir soy, bir din, bir kültür ile tanımlamadığı takdirde bir hak olabilir. Ulusu bir dil, bir din, bir etni, bir soy, bir kültür, bir din ile tanımlama hakkını tanımaz demokratik cumhuriyet. Ancak tüm dillerin eşit olduğu bir “ulus”, yani bir dili olmayan, bir dile göre tanımlanmamış bir “ulus”; yine bir dile göre tanımlanmamış bir ulus; bir “Kültüre göre tanımlanmamış, bir kültür’ü olmayan bir ulus; Bir dine göre tanımlanmamış, bir dini olmayan bir ulus; tüm dinlere, kültürlere; dillere aynı hakkı tanıyan; bunların hiçbir politik anlamının olmadığı bir ulus; yine aynı şekilde kendini hiçbir dil, din, soy, kültürle tanımlamamış bir ulustan ayrılabilir.
Zaten bu hakkı garanti eden de, Engels’in de ifade ettiği gibi, bir tek köyün bile, ayrılma hakkı olması; ulusun özgür komünlerin birliği olmasıdır. Eğer o köy, köyü veya ulusu, her hangi bir soy, boy, etni, dil, tarih, din vs. ile tanımlıyorsa, bu “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” değil; ulusu gerici ve ırkçı bir ayrımla tanımlama hakkı olur ki, bu hakkı tanımaz demokratik bir cumhuriyet.
Lenin özünde soruna böyle yaklaşıyordu. O bu anlamda demokratik cumhuriyetin bu hakkı içerdiğini söylüyordu15. Ama aynı zamanda ulusun ne olduğu konusundaki belirsizlik ve ulusçuların ulus kavramını kabul etme bu çelişkili durum, demokratik cumhuriyet’in içine giren bir mikrop gibi önce onu hastalandırdı, sonra da yok etti.
Görüldüğü gibi, Kültür kavramı, yirminci yüzyılın hayaleti olan ulus kavramıyla, dolayısıyla burjuva toplumunun dini ve üstyapısıyla yakından ilgi içinde bulunmaktadır. Kültür kavramının şu veya bu şekilde tanımlanışı ve kavranışı, bütün bir siyasi programı ve stratejiyi belirlemektedir.
Şimdi tekrar Kültür ve Çok Kültürlülük kavramlarının analizine geri dönelim.
Bu gün çok kültürlülükten, kültürel renklerden ve zenginlikten söz edilirken acaba kültür hangi anlamda kullanılmaktadır. Kültür kavramına nasıl bir anlam verilmektedir? Ve bu anlam hangi sınıfın çıkarlarını korumanın aracıdır? Bunu araştırmaya ve analizimize devam edelim.
Kültürün “Çok Kültürlülük” Bağlamındaki Anlamı
Kültür neyi kapsıyor bu günkü kullanımda?
Bu gün en çok kültürlülükten yana olana bile, eğer şöyle denirse, o bu çok kültürlülüğü kabul etmeyecektir.
Örneğin bir Alevi vatandaş çıkıyor ve diyor ki, benim kültürüme göre, ben devlet ve vergiyi tanımıyorum. Devletin mahkemelerinin de yeri yoktur benim kültürümde. Keza bu günkü okulların da yeri yoktur. Benim Kültürüme göre, bilgi yaşlılar aracılığıyla şiir, saz müzik eşliğinde ve günlük hayat içinde yeni kuşaklara aktarılır. Bizde mahkemeler ve yazılı başka bir hukuk da yoktur. Bir köyün ahalisi toplanır, bir sorun ya da suçlu varsa, geleneklere ve aklına göre hep bir arada, bir karar verir ve verilen karar ortaklaşa uygulanır. Eh okul ve hâkimlere ihtiyacımız olmadığından, bu öğretmen ve yargıçları eğitecek okullara bunların maaş ve eğitimleri için vergilere; vergi vermeyenleri tutuklayacak askerlere ve polislere; dolayısıyla bu asker ve polisleri eğitecek okullara ve öğretmenlere ve de bunlara verilecek maaşlara, hâsılı devlete de ihtiyacımız yoktur. Dolayısıyla bizim askere gitmemiz, vergi vermemiz de gerekmez. Mademki çok kültürlü olmaktan; kültürel zenginlikten söz ediliyor; bunlar bizim kültürümüzün en esaslı bölümünü oluştururlar. Çok kültürlülük varsa, bizim askere gitmeme, vergi vermeme, okula gitmeme hakkımızın olması gerekir.
Ya da başka bir örnek verelim. Birisi çıkıp diyebilir ki, benim kültürümde kadın ve erkeğin birbiriyle görüşüp anlaşarak evlenmesi diye bir şey yoktur ve ayıptır. Birisi ailesinin rızası dışında başka biriyle evlenir veya ona kaçarsa öldürülmesi gerekir. Bu da bizim kültürümüz. Mademki çok kültürlüyüz, bizim bu kültürümüzün tanınması gerekir.
Böyle yüzlerce binlerce örnek verilebilir. Şu çok kültürlülüğün en büyük taraftarları bile, size karşı, bunların kültürün bir öğesi olmadığını, bunların başka bir şey olduğunu söyleyeceklerdir.
Ama siz de burada, ama o da senin kültürünün kültür tanımı; benim kültür tanımıma göre de bunlar kültüre dâhildir dediğinizde, söylediklerinizi uygulamaya kalktığınızda ne olacaktır?
O zaman, çok kültürlülüğün, bu günkü burjuva toplumunun ve gerici ulusal devletlerin kültür kavramının diktatörlüğü olduğu görülür. Çok kültürlülük, kültürün, politik ve hukuki alanın dışına ilişkin olduğu şeklindeki bir kültür tanımının diktatörlüğü olarak ortaya çıkar.
O zaman, çok kültürlü toplumun, çok kültürlülüğe saf saf inanıp, vergi vermeyen, askere gitmeyen, mahkemeleri tanımayan; okula gitmeyenleri hapse tıktığını görülecektir. Hatta çok kültürlülük masalına inananlar toplu halde davranırlarsa, üzerlerine askeri birliklerin geldiklerini ve kendilerini imha ettiklerini göreceklerdir.
Demek ki, çok kültürlülük aslında Kültür’ün belli bir anlayışının diğer kültürler üzerindeki diktatörlüğüdür. Siz kültür kavramına, devleti, vergiyi, askerliği, yani bu günkü burjuva devletinin, politik olanın alanına giren şeyleri katmaya kalktığınızda, tanklar ve bombalarla; polis ve jandarmalarla kültürün bunları kapsamadığı size öğretilir. Öğrenmezseniz de imha edilirsiniz.
Böylece çok kültürlülüğün aslında çok kültürlülük olmadığı, bir kültür kavramının diktatörlüğü olduğu ortaya çıkar.
Ama biz yazımızın başında Kültür’ün bilimsel tanımının insanı toplumsal yapan her şeyi kapsadığını; hatta geçen yüzyılın başında sosyalistlerin de Kültür’ü bu anlamda kabul ettikleri için, “Kültürel özerklik” gibi talepleri reddettiğini falan söylemiştik.
Ama şimdi, Kültür’ün hiç de bilimsel olmayan, tamamen keyfi yapılmış bir tanımının, bizlere silah zoruyla dayatıldığını görüyoruz.
Bu silah zoruyla dayatılan anlamında kültür tıpkı din gibi, politik olmayan, kişisel olanla tanımlanmaktadır.
Burjuva toplumu, din, inançtır der. İnanç demek, kişisel, özele ilişkin, politik olmayan demektir.
Bir din çıkıp, hayır ben inanç değilim, özele ilişkin değilim, politik olmayan değilim, tüm toplumsal hayata ilişkinim, örneğin aynı zamanda hukukum derse ve bunu uygulamaya kalkarsa, dinin inanç olduğu ilkesinin diktatörlüğünü görür.
Böylece dinin inanç olmadığı; toplumda inanç diye sosyolojik bir kategori bulunmadığı; dine inanç demenin aslında modern toplumun dini ve örgütlenme ilkesi olduğu; dine inanç demenin aslında hukuki, ideolojik bir tanım olduğu ortaya çıkar.
İşte Kültür için de olan, tamı tamına aynıdır.
Ama dine inanç demek, aydınlanma çağında, kapitalizm öncesi toplumların üst yapısının tasfiyesi anlamına gelirken; ilerici ve demokratik bir karakteri varken; Kültür bağlamında aynı şeyi yapmak; kendini dil, din, etni, tarih, kültür ile tanımlamış gerici ulusçuluğun ve ulusal devletlerin korunması ve yaşatılması gibi anti demokratik ve gerici bir karaktere sahiptir.
Burjuva devrimleri çağında, kapitalizm öncesinde toplumlar din ya da soy ilkesine göre örgütlendiğinden onları politika dışına itip, yepyeni bir toplumu örgütlemenin ilkesiydi dinlerin inanç ve özele ait olduğu ilkesi. Yani Modern toplumun dini, dinin inanç olduğunu; dolayısıyla özele ait olduğunu kabul eden dindir, daha da doğrusu dinin özele ait olduğun kabul etmek için; özel ve politik diye bir ayrım ön koşul olduğundan; özel ve politik diye bir ayrımın toplumsal örgütlenmenin temeli olduğu dindir.
Bu gün aynısı, Kültür alanında yapılmaktadır. Aydınlanma başlangıçta, ulusu bir dil, din etniyle tanımlamıyordu. Bizzat yurttaş ve insan kavramları özdeş olduğundan; ulusun tanımında her hangi bir dil, din, soy ayrımı ve ayrıcalığı; dolayısıyla da ulusun bir dine, dile, soya göre tanımlanması reddediliyordu. “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” aydınlanmanın bir sloganı ve idealiydi.
Ancak burjuvazi daha ilk anda, buradan geri adım atarak, bunun tehlikelerini görerek, ulusu, yani yurttaşları, bir soy, tarih, kültür, etni, din ile tanımlamaya başladı. Ama ulus böyle tanımlanınca, bu gerici ulusçuluğun, diğer soy, etin, dil, din ve kültürlerin üzerindeki baskısı başladı.
Böylece bu baskıya karşı hareketler de kendilerini aynı şekilde tanımlamaya başladılar. Yani ulusu her hangi bir dil, etni, soy, kültür, tarih ile tanımlamayı reddetmek yerine, başka dil, din, etni temelinde yeni ulusların tanımı yapılmaya başlandı. Böylece gerici ulusçuluk, tıpkı bir DNA’nın kendini üretmesi gibi, tüm yeryüzünü kapladı.
Devrimci dönemin, ulusu, yani politik olanı, bir dil, din etni, soy ile tanımlamayı reddeden; vatanım yeryüzü milletim insanlık diyen dönemin ulusçuluğu, burjuvazinin ondan yüz çevirmesi karşısında İşçi Hareketi ve sosyalist hareket tarafından Demokratik Cumhuriyet ve Enternasyonalizm biçiminde savunulmaya devam etti. Ama Lenin’in yazılarında da görüleceği gibi, modern toplumun dinin ve ulusun ne olduğunun kavranmaması, bunun önce “ulusların kaderini tayin hakkı” biçiminde aşınmasını, (Çünkü burada artık ulusun dile, dine, etniye göre tanımı fiilen kabul edilmiş oluyordu); Sovyet’ler’e bir bürokratik kastın egemenliği ile de, tüm sosyalist hareketin, tıpkı burjuvazi gibi, gerici, ulusu, dile, dine, etniye bağlayan gerici bir ulusçuluğu savunmasına ve bunun tüm sosyalist ve işçi hareketine egemen olmasına yol açtı.
Ulusu bir etni, dil, din; soy ile tanımlamayı reddeden, Devrimci Demokratik dönemin ulusçuluğu, sadece anarşistlerin geleneklerinde yaşadı. İşçi ve sosyalist hareketin ulusu bir dil ve etniyle, dinle, soyla, tarihle tanımlaması enternasyonalizm ilkesinin bile içeriğinin burjuvazinin devrimci döneminden daha da gerilere düşmesine yol açtı.
Aydınlanma döneminde, vatanım yeryüzü milletim insanlık diyenler ya da ilk enternasyonalleri kuranlar, bundan kendini bir dil, din etin, soy ile tanımlamamış özgür komünlerin birliğini; bu demokratik cumhuriyetin tüm dünyayı kapsamasını anlarlarken; gerici ulusçuluğu kabul etmiş sosyalist ve işçi hareketinin enternasyonalizmi, bunu her biri kendini bir dil, etni, soy, kültür, tarihe göre tanımlamış ulusların, dayanışması olarak anlıyordu. Bu anlamda enternasyonalizm kavramının içeriği bile değişti; gerici bir ulusçuluğun ve ulus anlayışının dünya çapındaki dayanışması anlamını kazandı.
Bu günkü dünyanın durumu budur. Gerek burjuvazi gerek işçi hareketi, modern toplumu, gerici, soya dile, dine, tarihe, kültüre dayanan uluslarla tanımlamak bakımından birbiriyle yarışmıştır ve bu gün yeryüzüne bu uluslar ve devletler egemendir.
İşte böyle bir dünyada, muazzam iş gücü göçleri ve globalleşme bir yandan; elektroniğin sağladığı olanaklar bir yandan; Avrupa Birliği gibi her biri dile, tarihe, kültüre göre tanımlanmış ulusların birleşme girişimleri bir yandan ve bu devletler içindeki ezilen dil, din., etni, kültürlerin direnişleri bir yandan, dile, dayanan ulus tanımını zorlamaya başladı. Bu durumda, hem gerici ulusçuluğu ayakta tutabilmek, hem yeni ekonomik ilişkilere uygun daha esnek bir sistem oluşturabilmek için, çok kültürlülük parolası ve Kültür’ün politik olmayanla, özellikle de dille tanımlanması gereği ortaya çıktı.
Çok kültürlülük, demokratik cumhuriyetin tüm dil ve kültürlerin eşitliği ilkesinin aksine, ulusun beli bir dil ya da tarihle tanımlanmasını reddetmemekte, bunu kabul etmekte, ama kültürel zenginlik, çeşitlilik, azınlık hakları gibi kavramların ardında bunu esnetmekte; gerici ulusçuluğu globalizm çağında yaşatmak ve savunmak için yeni bir mevziye yerleştirmektedir.
Aydınlanma çağının burjuvazisi veya 19 Yüzyılın işçi hareketi, bu günkü gibi, kültürü özel olanla, politik olmayanla tanımlamak gibi bir şeye gerek duymamıştı. Çünkü dillerin ve kültürlerin eşitliği, bunlara göre ulusun tanımlanmaması; bunların bir politik anlamının olmaması, demokratik cumhuriyet kavramının içinde bulunuyordu. Bu nedenle Kültür’ü az çok bilimsel olarak, tüm toplumsal olanla tanımlıyordu o zamanın sosyalistleri16.
Zaten ulus bir dille, tarihle, etniyle, dinle tanımlamadığınız bir dönemde, kültürü böyle politika dışıyla keyfi olarak tanımlama ihtiyacı ve sorunu olmaz. Bir devlet, dini tümüyle kişinin özel sorunu olarak görürse; dillerin hepsi eşit ve herkese ana dilinde eğitim yapma hakkı var ise, bu günkü anlamıyla kültüre ve çok kültürlülüğe ihtiyaç olmaz. Dillerin eşitliği ve laiklik zaten böyle bir şeye gerek bırakmaz.
Ancak gerici ulusçuluğun tüm uluslara egemen olduğu bir dünyada, böyle bir kültür kavramına ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, ulus kavramının, bir dille, dinle, tarihle, etniyle, kültürle tanımlanması ile; kültür kavramının böyle politik olmayanla tanımlanması arasında ayrılmaz bir ilişki bulunmaktadır. Çok kültürlülük, gerici ulus anlayışının ayrılmaz parçasıdır. Bir ulusu, bir dil, din, etni, soy ile tanımlamayı reddeden bir ulusçuluk için, çok kültürlülük gibi bir kavrama ihtiyaç yoktur. Devletin dili yoksa, etnisi yoksa, tarihi, dini yoksa, o zaten suda yaşayan ve suda yaşadığını bilmeyen balık gibi “çok kültürlü”dür.
O halde, Çok Kültürlülük kavramındaki Kültür, aslında Kültür’ün belli bir tanımının; kültürün siyaseti, hukuku, ideolojiyi kapsamadığı şeklindeki, hukuki, siyasi ve ideolojik bir kavramın diktatörlüğü demektir.
Ve bu diktatörlük, Aydınlanmanı ve devrimci işçi hareketinin gericilik karşısındaki diktatörlüğü gibi de değildir. Elbette, Aydınlanmanın ulus anlayışı, demokratik bir cumhuriyet, örneğin din özeldir derken, dini özel olarak kabul etmeyen veya özel diye bir ayrımı kabul etmeyen dinler karşısında bir diktatörlüktür. Ama bu diktatörlük, tarihsel olarak, ilerici, kurtuluşçu karakterde bir diktatörlüktür.
Ama Kültürü özel olarak tanımlamanın diktatörlüğü, ulusların kültürlere, dillere dayanacağı varsayımının diktatörlüğüdür, gerici ulusçuluğun diktatörlüğüdür. Bu gerici ulusçuluk içinde, ona dayanarak bir düzenleme getirir.
Tekrar edelim. Bu gün kültür, büyük ölçüde, din kavramının benzeri, özel olanla sınırlı gibidir. Ama aydınlanma din özeldir derken; eski sistemin örgütlenme ilkesini, politik alanın dışına atıyor; onları parçalıyordu. Bu anlamda, devrimci bir işlev görüyordu.
Bu günkü sistem ise, çok kültürlülük derken, bu gün dünyaya egemen olan gerici ulus devletleri parçalamıyor; aksine onları yaşatmaya çalışıyor. Çok kültürlülük ulusun dille, dinle tanımlanmasını reddetmemekte; aksine bunu var saymaktadır.
Bizlerin sloganı, devrimci demokratik işçi hareketinin sloganı çok kültürlülük olamaz.
Bizlerin sloganı; ulusun tanımından her türlü dil, din, etni, soy , tarih, kültür hatta coğrafya parçası tanımlamasını reddetmek; yurttaşlık ve insan haklarını özdeşleştirmektir.
Bizim sloganımız; tüm dillerin eşitliği; herkese ana dilinde eğitim, isteyenin istediği dili ana dil kabul etmesidir. Bizim sloganımız, devletin dinlerden tümüyle elini eteğini çekmesidir. Bizim sloganımız, devletin veya ulusun dili, dini, etnisi, soyu, sopu tarihi, kültürü olmamasıdır.
Bunların olmadığı bir ulusta çok kültürlülük anlamsız bir kavram olarak kalır.
*
Şimdi tekrar başa gelelim.
Avrupa’nın tek doğru sosyolojik karşılığının kapitalizm ya da burjuva uygarlığı olduğunu görmüştük.
Sonra, Kültür’ün, “Çok Kültürlülük” kullanımındaki tanımının da, bilimsel kültürün tanımıyla ilgisi olmadığını ve aslında bütünüyle hukuki, ve ideolojik bir kavram olduğunu gördük. İşin ilginci bu hukuki, politik ve ideolojk kültür kavramının iddiası ve zorla dayattığı, Kültür’ün hukuk, ideoloji ve politiği içermediğidir
Bundan başka çok kültürlülük kavramının ancak, ulusun gerici tanımıyla bir arada var olabileceğini; yani burjuva uygarlığının en gerici biçiminin var oluşuna bağlı olduğunu ve o var oluşu yaşatmaya yönelik olduğunu gördük.
O halde çok kültürlülük burjuva uygarlığını ve kapitalizmi ve onun en gerici biçimini yaşatmanın ilkesi olduğuna göre; burjuva uygarlığı ve kapitalizmin karşılığı bir kot olarak da Avrupa kullanılabileceğine göre, çok kültürlülük kapitalizm merkezli bir bakış demektir. Kapitalizm de Avrupa demek olduğundan; Çok kültürlülük, Avrupa merkezciliktir.
Çok kültürlülük gerici kapitalizm veya Burjuva uygarlığı merkezli düşünmek demektir. Kot olarak kullanıldığı takdirde: Çok kültürlülük Avrupa Merkezciliğin ta kendisidir.
Görüldüğü gibi, gerçek tam da kendi zıddı biçiminde görülmektedir.
Eh, zaten öz ve görünüş aynı olsaydı, ihtiyar Marks ya da diyalektiğin dediği gibi, tüm bilim gereksiz bir şey olurdu.
17 Ocak 2006 Salı
Demir Küçükaydın
demiraltona@hotmail.com
http://www.koxuz.org
Dostları ilə paylaş: |