Edeb Mirac İlişkisi
Tevazu izhar buyurdukça da Cenab- Hakk O’nun derecesini yükseltiyordu. Yüksele yüksele makam-ı Mahmud’a ulaştı. O makam ki, bir insanın, başkalarna el uzatma makamının doruğudur. Bir hususa dikkat çekmek isterim. Makam- Mahmud, en geniş ma’nâda muhtaçlara el uzatma makamının en zirvesidir. Zaten ta baştan O’na Muhammed ve Ahmed demişler. Evet O’nun bu makamın sahibi olacağı ta baştan bellidir.İşin başında Cenab- Hakk, O’nun bu makam elde edeceğini biliyor ve istikbaline bakarak O’na bu isimleri verdirmiştir.
Zaten hiçbir peygambere nasip olmayan paye yine O’na aittir. Her peygamber Cenab- Hakk’la vasıtalı veya vasıtasız konuşmutur. Ama, hiçbir peygamber Efendimizin (sav) serfiraz kılındığıً Mirâc’la şereflendirilmemiştir.
Evet, bütün arşı-ferşi velveleye verme, kader kalemlerinin yazısına şahid olma, Cennet ve Cehennemi gezip görme gibi fazîletleri kendinde toplayan tek peygamber, Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’dir. Ve işte biz de böyle mirâcla şereflendirilmiş O peygamberin ümmetiyiz. O, mirac seyahatndan Rabbimizin bir hediyesi olarak bize turfanda bir hediye getirmitir. Bu hediye namazdır. Namaz da mü’minin mirâcıdır. Bunu da Cenab- Hakk bize en kâmil ve mükemmel manâda ihsan etmiştir.2
***
Namaz ve Mirac
Namaz, mü’minin miracı, mirac yolunda ışığı-burağı.. yollardaki inanmış gönüllerin sefinesi-peyki-uçağı.. kurbet ve vuslat (Allah’a yaklaşma ve ulaşma) yolcusunun ötelere en yakın karargâhı, en son otağı, gaye ile hemhudut (sınırdaş) en büyük vesilelerden biridir.
İnsanı, arşiyeler gibi döndüre döndüre sonsuzluğun semalarında dolaştıran ve götürüp tâ melekler âlemine ulaştıran mirac enginlikli bu mübarek ibadet, günde beş defa kendimizi içine salıp yıkanacağımız bir çay gibidir ki, içine her dalışımızda bizi hatalarımızdan bir kere daha arındırır; alır ummana taşır ve sürekli başlangıçla son arasında dolaştırır ki, bu da, buudlarımız dışında bir uhrevîleşme ve ebedîleşme temrinatı (egsersiz) demektir.
Evet, namazın göklerdeki âhengiyle bütünleşmiş olanlar için imamın arkasındaki her hareket, her söz, insanoğlu için yitik cennet adına bir hasret ve bir daussıla sesi verir; bir ümit ve bir vuslat duygusuyla tüllenir. Kendini, namazın mirac buudlu havasına salan hemen herkes için o, cennet dönemlerimizin ve ötedeki cennetlerin nazlı, hülyalı günlerinin fecir tepelerine benzer.
İnsan ruhunun, duyuş ve sezişleriyle şuhud ve vücudu aşıp gayb noktasına ulaştığı namaz ufku, onu duyan ruhların bütün hasretlerini, hicranlarını ve daussılalarını söyler. Aynı zamanda kalbin itminanını, insanî duyguların revh u reyhanını, varlığın ezelî serencâmesini, yıldızların yeryüzü temaşasını, göklerin sırlarını, ukbanın ışıklarını, Cennet’in yamaçlarını, yamaçlarda salınan ağaçlarını, ağaçların altında her zaman çağlayan ırmaklarını söyler.. rükünleriyle söyler, içindeki Kur’ân’la söyler, dualarla söyler; söyler ve söylediklerini yepyeni bir eda ve üslupla ruhlarımıza kevserler içiriyor gibi tekrarlar… (Sızıntı, Temmuz 1994)3
***
لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى
“Andolsun o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/18)
Bilindiği gibi bu ayet-i kerime Efendimiz (s.a.s)’in miraç yolculuğunun anlatıldığı yerde geçer. Ayetin O’na bakan yönü mahfuz, burada bu özel konunun dışında pek çok hakikate kapı aralandığı da bir gerçek.
Onun, Cenab-ı Hakk’ın varlığını gösteren âfâkî ve enfüsî delilleri gözüyle görmesi, gözüyle gördüklerini bir iç müşahedeyle hakiki buutları içinde sezip değerlendirmesi, böyle bir rü’yetin lutfî neticesi. Evet bu büyük insanın nazarı külli olduğundan, müşahedesi de muhittir. Bu itibarla da ilahi tecellileri mânisiz, hâilsiz, perdesiz, engelsiz görebilir. Görüş ufku böyle olan birinin söyleyeceği sözler hakkında ise sıradan insanlar hiçbir kritikte bulunamazlar. Arzda durup semayı seyredenlerin nazarı ile, evinde oturup burnunun ucunu bile göremeyenlerin nazarı elbette ki bir olamaz.
İster “ayet”le “kübrâ” sıfat-mevsuf şeklinde düşünülerek “Rabbinin en büyük ayetlerinden bir şey gördü” diyelim; ister “min” kelimesini zaid farzederek “Rabbinin en büyük ayetlerini gördü” şeklinde anlayalım, O Zat-ı Celîlü’l-kadr ve min vechin O Şahs-ı Semî ü Basîr, zaman-mekan üstü gök yolculuğunda, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetinin mucizelerinden ve eşyanın perde arkası acaibinden öyle büyük alametlerle yüzyüze geldi, öyle aşkın temaşalara açıldı ve öyle erilmez müşahade ufuklarına erdi ki, O’nun dolaştığı o makam ve mertebelerdeki ilahi tecellileri hiçbir beyan ve ifadenin ihata etmesi ve seslendirmesi mümkün değildir. O zatın dolaşıp döndüğü ufuklardaki envar ve esrarı sadece O duymuş ve O hissetmiştir; bir başkasının o vüsat ve o büyüklükte müşahadeye muktedir olması da söz konusu değildir; zira o ölçüde büyük olmayan öyle bir mazhariyetin varidatı sayılan ayetü’l-kübra’yı göremez. Ayetü’l-kübra Hz Zat-ı Ahad ü Samed değildir. Bu itibarla da görülen Allah’ın zatı değil, en büyük âyâtıdır. Mebdeden müntehaya, varlığın önünün arkasının perdesiz, hâilsiz O’na delaleti, işareti ve gürül gürül O’nu ifadesidir. Zat-ı Hakk’ın idrak ve ihata edilmesi, “La tüdrikuhul ebsar” fehvasınca söz konusu olmasa da rü’yeti her zaman mümkündür. Ancak ayetin tasrihiyle görülen O değil, O’nun Peygamberimiz’e müyesser olmuş en büyük âyâtıdır.
Bu rü’yet ve bu temaşaya, kainat kitabının mürekkebi ve hilkat ağacının çekirdeği, O Şeref-i Nev-i İnsan’ın nuru olması itibariyle, kendi hakikatının kitabını okuma ve mahiyet-i münkeşifesinin ağaç, dal, yaprak ve meyvesini müşahade de diyebiliriz ki, böyle bir seyahat varlığın ilk plan ve projesiyle alakalı kader kalemlerinin cızırtılarının duyulabildiği zaman ve mekan üstü noktadan, Arşın gölgesinde ârâm etmeye ve rıdvan ufkunda iltifata ermeye kadar upuzun bir mütalaa ve müşahadenin ünvanı olmuştur. (Kuran’dan İdrake Yansıyanlar)
***
Namaz En Mühim İbadet...
Müslümanlar namaza çok dikkat etmelidir. Zira kulun ilk defa siğaya çekileceği şey namazdır. Zina değil, içki değil, başka bir şey de değil namaz! Bundan diğer hususların önemsiz şeyler olduğu anlaşılmamalı; aksine namazın ehemmiyeti anlaşılmalı. Çünkü hakiki namaz zaten insan fuhşiyattan meneder. Bazıları şöِyle birşey diyor: “Falan iyi bir insan ama, namaz kılmıyor.” Bu, Allah ölçülerine göre çarpık bir düşünce...
Bir insan namaz kılmıyorsa bence, hayatının en büyük kayıp kuşağında yaşıyor demektir. Oruç, namaz kılmakdan daha kolay bir ibadettir. Hac da öyle. Hac ruha ibadet neşvesi alırken, nefse de seyahat hazzın tattırır. Sahabe, namaz kılmayana münafık nazarıyla bakardı. Hatta ulemâ, çok defa amelî nifaka, namazın terkedilmesini misal verir. Günde, ferdin şuurunun derinliğine göre beş defa Allah’a arz- ubudiyeti onu çok yüceltir. Evet namaz deyip geçmemeli; namazdan geçen, korkarım bir gün dinden de geçer... Namazda miraç vardır. Ama, herkes bunu namazda kendine göre hisseder ve kabiliyeti nisbetinde yükseldiğini duyar. Herkesin hissettiği kendi miracıdr.. ve bu mirac bazlarının ayağından geçer, bazlarının da başından. En mükemmel mirac Efendimiz (sav)’in miracdır.4
EFENDİMİZ (s.a.s) MİRACA CİSMANİYETİ İLE ÇIKMIŞTIR
Miraç, Efendimiz’in (s.a.s) mübarek cismaniyeti ile yaptığı ve netice itibariyle mucize olan kutlu bir seyahattır. Bu kutlu seyahat, O’nun için de bizim için de her zaman bir iftihar vesilesidir.
Daha önce, Rahmet Peygamberi’nin (s.a.s) yolculuğu ölçüsünde ve seviyesinde, hiç kimseye böyle bir yolculuk müyesser olmamıştır. Evrensel bir nübüvvetle gönderilen Nebiler Serveri (s.a.s), bütün enbiyâ-i izâmın cihetü’l-vahdetini câmi olması itibariyle bu kutlu seyahatinde farklı farklı sema tabakalarında bulunan enbiyanın hemen hepsinin bulunduğu makamdan geçerek onlarla görüşmesi.. vb. gibi karakteristik bir çizgi takip etmesi yönüyle, böyle bir seyehat, hem ilktir hem de son. Böyle olduğu içindir ki o, ayrı ayrı her sema kapısını çaldığında Hz. Cebrail, O’ndan evvel kimseye açmamakla emrolunduğunu söylemiş ve "bu kapılar şimdiye kadar hiç kimseye açılmadı" demiştir.
Burada bahis mevzu edilen "gök kapısı", "açılma" ve "yol verme" gibi ifadeler, elbette ki bizim anladığımızdan farklı şeylerdir. Dolayısıyla Cebrail’in (a.s) gök kapılarını Efendimiz’e (s.a.s) açmasını yukarıya doğru yükselirken karşılarına çıkan bazı kapıların açılması şeklinde anlamak avamca bir yaklaşımdır.
Evet, Hâtemu’l-enbiya olan Efendimiz’den (s.a.s) önce, hiç kimseye açılmayan kapılar, ilk defa O’na açılmıştır. Buradan hareketle, o kapıların Nebiler Serveri’nden (s.a.s) sonra da bazılarına açılabileceği söylenilebilir. Ne var ki burada akla, "Acaba ümmet-i Muhammed diğer peygamberlerden daha mı faziletli ki, kapılar kimseye açılmadığı halde onlara açılıyor ?" şeklinde bir soru gelebilir. Hemen şunu belirtmeliyim ki, peygamberin fazilet, üstünlük ve hususiyeti onun peygamberliğine mahsustur ve herkes kendi miracı ile diğerlerinden farklıdır; yani her peygamber; hissi, duyusu, anlayışı ve şuuru ile mazhar olduğu mertebenin eridir. Onun arkasındakiler ise, bu yolculuğu velayet kanatları ile gerçekleştirirler. Önemli olan, bu kutlu seyahati Hakk’la münasebet içinde ve halkla beraber bulunma espirisi içinde gerçekleştirmektir. İşte bu yönüyle, zatında diğer insanlar enbiya-ı izama müsavi olmadıkları gibi onların yolculukları da peygamberlerin yolculuklarına müsavi olamaz. Ne var ki İmam-ı Gazâlî, Muhyiddin İbn Arabî, İmam-ı Rabbânî ve Üstad Bediüzzaman gibi bazı yüce ruh ve selim fıtratların, Efendimiz’in (s.a.s) açtığı kapıdan, O’nun arkasında yürüyerek hakikat-ı Ahmediyenin zılline ve cüz’iyetine ulaşmaları mümkün olur.5
***
Miracta Bizim İçin İbretlik Bir Tablo
Söylediğimizi yaşayacak, yaşadığımızı söyleyeceğiz. Her şeyden önce, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini nefsimizde en yüksek seviyede temsile çalışmamız şarttır.. evet, hayatımızda ışıl ışıl Kur’ân parlamalı ve anlatacaklarımız da, yaşadıklarımıza tercüman olmalıdır. Nuranî olmalıyız; olmalıyız ki, başkasını da aydınlatabilelim. Sadece ilim yapmak, fişlemek veya kitaplardan aktarma yaparak yeni kitaplar meydana getirmek değil; kitaplarda yazılanları hareketlerimize aktarma ve yaşamakla ilim yapıp, kitap yazmalıyız. Başkalarının menkıbe ve destanlarını anlatmak yerine, kendimiz gökler ötesi alemlerde menkıbe ve destanlara mevzû olmalıyız. Yoksa, Mirac’da müşahede edildiği üzere, dudaklar ateşten makaslarla doğranır, bedenler bir kütük gibi cehenneme yuvarlanır ve yığınların maskarası oluruz...6
***
KÂB-I KAVSEYNİ ev EDNÂ
İki yay aralığı kadar ya da daha yakın” demek olan bu tabir; esasında Efendimiz’in Mirac münasebetiyle Allah’a yakınlığının derecesini ifade için şerefnüzûl olmuştur. Tasavvufî yaklaşımla, daire-i ef’âl ve esmâ ufkunu aşarak, sıfatlar zirvesi veya daha ötesine ulaşma demektir ki, birinci mülâhaza itibarıyla buna “Kurb-u Sıfatî”, son kayıt itibarıyla da “Kurb-u Zâtî” demişlerdir. Tabiî, bu kurb, her şeye her şeyden daha yakın Zât’a karşı bizimle alâkalı bir kurbdur ve sâlikte zevkî ve hâlî olarak ikilik zâil olup –hakikat-i eşyanın sübut ve temyizi mahfuz– istiğrak buudlu bir izmihlâldir ki, Hz. Vücûd’un şuaâtı karşısında müstağrak bulunan hak yolcusu O’ndan başka bir şey göremez, duyamaz ve bilemez. Veya, gördüklerini Hakk’ın gördürmesi, duyduklarını Hakk’ın duyurması, tuttuklarını Hakk’ın tutturması ve elde ettiklerini de Hakk’ın atâsı şeklinde duyar; vücûdunun bütün zerrâtıyla O’nun beliğ bir lisanı hâline gelir ve hep O’nu haykırır.
Bu, bir urûc semeresidir; asliyet ve külliyet plânında varlığı hilkatin gayesi Zât’a (s.a.s.) ait bir hususiyet; zılliyet ve cüz’iyet plânında da, derecelerine göre O’nun mişkât-i nübüvveti altında yolculuk yapan seyr-i ruhânî erbabına bir fazl-ı ilâhîdir. Urûc; madde-i asliyesi taş, toprak, çamur, balçık, hava, su.. veya daha küçük element ve parçacıklardan ibaret olan insanın, “insan-ı kâmil” olma yolunda iman, amel-i salih, ihlâs ve Hakk’a tahsîs-i nazar etme gibi hususlarla, varlığını teşkil eden cevherlerin kesif hususiyetlerinden sıyrılarak; diğer bir ifade ile, beden ve cismaniyet mahbesinden çıkıp, kalb ve ruhun hayat ufuklarında ısrarlı seyahatlerde bulunmak suretiyle, ayrılığı ve uzaklığı kendisine ait bir vahşet ve yalnızlıktan kurtulup, “üns billâh” ufkuna ulaşması demektir ki, daha önce O’ndan geldiği gibi –buna ‘mebde de denir– yeniden O’na rücû etmesinin –buna da ‘mead’ denir– unvanıdır. Mebde’den meada böyle bir hareket-i devriyede iki kavsin bir noktada birleşmesi gibi bir resim söz konusu olduğundan ve bu hareket aynı zamanda bir daireye benzediğinden, nihayeti itibarıyla buna “kâb-ı kavseyn” denmiştir.
İmkân-vücub arası bir nokta sözcüğüyle ifade edebileceğimiz “ev ednâ”ya gelince o, tamamen Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a mahsus bir payedir. Aslında potansiyel olarak her insanda biri iniş, diğeri de çıkış olmak üzere iki hareket söz konusudur. İniş, tasavvuf erbabınca “kavs-i nüzûl”, çıkış veya yükseliş de “kavs-i urûc” olarak adlandırılmıştır. Felsefeciler bunları “sudûr” ve “zuhûr” nazariyelerine bağlı birer devir gibi görmüş iseler de, aksine bu tamamen, bir nefha-i ilâhî olan insan ruhunun, iman, amel-i salih, ihlâs ve nefis mücâhedesi, nefis tezkiyesi ile inkişaf ettirilip, Hakk’a bir mir’at-ı mücellâ hâline getirilmesinden başka bir şey değildir.. ve insan-ı kâmil olmanın da ayrı bir unvanıdır. Nâdirî, bu hususu enfes mütalâalarıyla:
“Matla-yı a’lâyı ev ednâyı cây etsek n’ola
Tir veş ettik makam-ı ‘kâb-ı kavseyn’i güzâr”
şeklinde seslendirir ki, bu yolun herkese açık olmasını ifade bakımından fevkalâde güzeldir.7
***
Melekutiyet ve Mirac
Aslında, insanın hilâfeti de onun, kalbi itibarıyla ve melekûtla münasebeti açısındandır. Onun zahiri mülk, bâtını ise melekûttur. Kâinatlarla arş, arzla Kabe arasında da aynı şeyler söz konusudur. Melekûta açık bir kalb sahralardan daha geniş, mülk itibarıyla koca bir ceset ise fincandan daha dardır. Mülk hissin kesafet mahalli, melekût letâifin inbisâtı sahasıdır. Melekûtî varidat her ruhun serveti, kuvveti ve temelidir ve hiçbir kimsenin bundan müstağni kalması da mümkün değildir. Bu itibarla da, melekûttan kopan ruh, bütün bütün kaybetme vetiresine girmiş sayılır.
Mülkün de, melekûtun da mazhar-ı tammı, mümessil-i hassı Hazreti Ruh-i Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ) 'dır. O, zahiriyle en kâmil şekil, suret ve sîretin, bâtınıyla da, ruh-u İslâm'ın benzersiz temsilcisidir. Miraç bu ufkun bir kerameti, bir mucizesi ve bir inkişafıdır. Evet O, miracıyla hem mülk hem de melekûta ait müşahede, mükâşefe ve muayenelerin en erilmezlerine ermiş, yer ve gök ehlinin medar-ı fahri olma payesine yükselmiştir.8
***
Efendimiz ve Mirac
O, en çok eza ve cefaya maruz bırakıldığı bir zamanda Mirac’la şereflendirilmişti. Bu, kâinat içinden kâinat ötesine yolculukla, kendisine rehberlik eden Cibril’i bile bir noktadan sonra geride bırakmış, yoluna devam etmişti de, kendisine “Top senin, çevkan senin bu gece” denmişti. Mahzen-i Esrâr sahibi Nizamî’nin engin ve renkli ifadeleri içinde, “Yıldızlar, yolunda kaldırım taşları gibi dizilmiş, melekler kendisine teşrifatçılık yapmış, yarım ay atının ayakları altında bir nal gibi kalmış, Güneş O’nun ışık kaynağına sığınmıştı.” O, Kur’ân’da ifade buyurulan “Kâbe kavseyni ev ednâ”nın mânâsına göre, imkânla vücub arası bir noktaya gelmişti. Bu şu demekti: Bir kere O da, bir insandı ve yerdi, içerdi, uyurdu, sokaklarda dolaşırdı. Fakat, Buseyrî’nin ifadesiyle, “bir beşerdi, ama herhangi bir beşer gibi değildi; taşlar arasında bir yakut gibiydi.” Bunu avâmî bir benzetmeyle şöyle izah edebiliriz.
Meselâ; Selimiye’nin önünden geçen herkes, kendince, bir şeyler hisseder: İyi ve zevk-i selim sahibi bir mimar, ondaki sanat karşısında zevkten zevke girer. Bir çoban da kendine göre onun karşısında bir şeyler hisseder. Bir diğer misal verecek olursak, mesela; iyi gelişmiş damak zevki olanlar, yemekleri çok iyi ayırırlar ve onlar sıradan insanlardan farklıdırlar. Bunun gibi, onun her şeyi hissedişi bir başka idi. Dış görünümü ve yapısıyla bizim gibi bir beşer görünümündeydi ama bambaşka buudlarda yaşıyordu. Namaza durunca bazen, O’nun önünde cennet temessül eder, ona doğru adım attığı olurdu. Bazen de, bir başka şeyin temessülü karşısında geri çekilirdi.
İşte, Mirac’la beşeriyetin en son sınırına varmıştı ki; ondan sonra sonsuzluk başlıyordu. Hiç bir şekilde Allah olunamayacağına göre, şüphesiz o Allah değildi ve olamazdı da. Bu yüzden, O’nun ulaştığı makama “imkânla-vücub” arası mânâsına “Kâb-ı kavseyni ev ednâ” dendi. O makamdaki, durumu itibarıyla kelamcılar, hadisçiler başka türlü değerlendirmelerde bulunsalar da, sufîler, O’nun Mirac’da zaman, mekân hususiyet ve kayıtlarından, müberra olarak Allah’ı gördüğünü söylerler. İşte bu makamda iken bile O, yeryüzüne aramıza geri dönmek istemiş ve dönmüştü. Büyük velilerden Abdü’l-Kuddüs: “Eğer ben, o makama varıp, orada kalmak ile geriye dönmek arasında muhayyer bırakılsa idim, vallahi dönmez, orada kalırdım” der. Ama O, geri gelmiş ve kendilerinden eza-cefa gördüğü insanların arasına inerek, onları da, bizi de, kaybettiğimiz cennete taşımıştı. Hiç olmazsa hepimizi o duyguya uyarmıştı. Mevlâna’nın ifadesiyle, bir ayağı hakikatte, diğer ayağı da 72 milletin arasında, ömrünün bakiyesini, halkın içinde Hak’la beraber sürdürmüştü.9
***
İnsaniyet-i Kübra ve Mirac
İnsaniyet-i kübrâ ya uzanan bir diğer yol -ki yukanda zikredilen esaslarla yakından irtibatlıdır- marifet-i kübrâ yı elde etme yoludur. Allah (c.c), Necm sûresinde: "Andolsun O, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü" (Necm, 52/18) buyurmak suretiyle işte bu duruma işaret eder. Efendimiz (s.a.s), kendisine bahşedilen mirac yolculuğu boyunca zahirî ve batınî duygularını, zerrelerden sistemlere kadar bütün kâinat üzerinde işlettirmiş ve marifet-i kübrâ yı elde etmiştir. O, Miraçta ayağını nazarının ulaştığı yerin ötesine koymuştur ki, tasavvufta buna kadem ve nazar birliği denir. Kur’ân-ı Kerim bu yeri "kâb-ı kavseyni ev ednâ" sözleriyle ifade eder. O'ndan sonra gelen veliler, ayaklarını ancak kendi nazarlarının ulaştığı yere koyabilmişlerdir ki, bu da kademin nazara ulaşamamış olması demektir. Üstad, Efendimiz'in ulaştığı o makamı nazarî olarak bildiğinden, eserlerinde âyet-i kübrâ'nın destanını yazmış ve hayatı boyunca O'nun ulaştığı makama ulaşmaya çalışmıştır.10
***
Namaz ve Mirac
Namaz, insan hayatında, ucu miraca dayanan ve insanı, insanî hakikatlara karşı en güzel şekilde uyaran, tenbihte bulunan, önemli bir faktördür ki, mü’minin miracı sayılmıştır
İkincisi; bir ma’nâda mirac.. ve Allah’a ulaşma yolunda gidip gelip mescidlerin yollarını aşındırma.. bedenin zindeleşmesi ve fizikî gücün korunması mahfuz.. ruhun, idrakları aşan neşvelerle şahlanması, kalbin, daha namaza girmeden namaz mülâhazalarına dalması, tam Allah huzuru sayılan mühim bir ibadet için gerekli konsantrasyonun sağlanması ve “çokça adım” sözüyle ifade edilen bu uzun yolda ayrı ayrı buudlarda değişik mülâhazalara dalınması, dalınıp başkalaşılması ve bu başkalaşmalar içinde kara geçmişlerin nedametlerle silinip, iniltilerle ak’a boyanıp aklanması, hayrın, yeni hayırlara vesile olması ma’nâsında öyle salih bir dairedir ki -fâsid daire karşılığında kullanıyorum- bu dairede seyahate azmetmiş birinin geç-mişi, “Neticede Allah senin geçmiş günahlarını yarlığayacak” beyanından nebean eden vefaya; geleceği de “gelecek günahlarını da..” hısn-ı hasînine emanettir. Onun içindir ki, bu seyahatin her menzilinde gözler, “ ” ile açılır-kapanır, gönüller de “ ”beşaretiyle coşar.11
***
VE ŞEYTAN FERYAD EDİYOR
Müminin inandıklarını yaşaması, şeytanı şirazeden çıkarır ve feryada boğar. Allah'ı hoşnut edecek her tavır ve davranış şeytana ölüm sancıları çektirir. İlahî gadabı celbeden bütün sebepler, nasıl şeytanı sonsuz sürur ve sevince garkediyorsa, lâhut alemini memnun eden sebepler de onu ızdırabın uçsuz-bucaksız gayyâlarına iter ve kıvrandırır.
Kulun, Allah'a en yakın olduğu yer secdedir. (Müslim, Salat 215; Nesei, Tatbik 78) Secde mümini miraca erdirecek ölçüde bir kurbet vesiledir.. ve kulun her secde edişi, şeytanı bin feryada boğar. Eğer cin ve insanlar bu sesi duysalardı, belki kulaklarının zarı patlar, belki de sesin şiddetinden bayılıp yere düşerlerdi. Şeytan, "Secde ile emrolundum, etmedim ve kovuldum. O ise etti, kurtuldu!" der ve çığlık dövünür12.
***
Dostları ilə paylaş: |