İÇİndekiler öNSÖz piri Aşk İçin Söylenen Bir Kaside 4


Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla



Yüklə 1,17 Mb.
səhifə2/40
tarix21.08.2018
ölçüsü1,17 Mb.
#74085
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40

ÖNSÖZ


Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Bundan tam 15 yıl önce 3 Haziran 1988 günü ümmetin gemisi hidayet ışığı, hakla batılın ayırım noktası inkılab rehberi ve hepsinden de güzeli üstadım Ali Rabbani Gülpaygani’nin tabiriyle Pir-i Aşk İmam Humeyni bu fena diyarına veda edip Allah’ına, yıllarca kavuşmak için çırpındığı o ezeli ve ebedi sevgilisine kavuştu.

O kavuştu ya sevgilisine ama biz yetim biz öksüz bırakıldık.

Şunu söylemek gerekir ki İmam’ın gerçek şahsiyeti manevi makamı ve hepsinden de önemlisi Allah ile olan irtibatı henüz mü henüz hakkıyla bilinebilmiş değildir. Pir-i Aşk henüz gariptir. Garip geldi, garip yaşadı garip gitti ve garip de kaldı. Ama sevgisi aşkı gün gittikçe mazlum ve yetim kalplerde daha da bir yer etmiş insanlarca gerçek değeri tanınmaya bilinmeye başlamıştır.

Ama şu bir gerçektir ki, İmamın en Önemli boyutu onun manevi ve irfani boyutudur, İmam yaşadığı müddetçe bu boyutunun sadece kendisiyle mahbubu arasında gizi kalmasını istediği için çoğu insan tarafından bilinmiyordu, İran halkından çoğu da İmam’ın manevi ve irfani boyutunu ancak vefatından sonra anlayabilmiştir.

İmam’ın vefatının altıncı yıldönümü münasebetiyle İmam’ı çeşitli boyutlarıyla tanımaya çalışan bu naçiz eseri derledim. Pir-i Aşk’ı konuşmaları, şiirleri, mektupları, mesajları, eserleri, hayatı vasiyetnamesi el yazması ve resimleriyle takdim etmeye çalıştım. Elbetteki bunlardan hiçbirisi İmam’ın gerçek boyutunu ifade edememiş sadece sonsuz okyanustan bir bardak suyu susuz insanlara taşımayı amaç edinmiştir.

Bu acı gün münasebetiyle tüm Pir-i Aşk aşıklarına başsağlığı diler Allah’tan bu boşluğu hak naibi Ayetullah Hamenei ile doldurmasını dilerim.



K. Çelik

Piri Aşk İçin Söylenen

Bir Kaside

O kimseyi vasfedeyim ki Ruhullahtır,

O kimse ki tüm sözleri Allah’ın zikridir.

O ki, hikmette tıpkı lokman Hekimdir.

Hads’i Allah tarafından bir ilhamdır.

O azizin sabrı Eyyüb’ün sabrı

Sıdk ve vefada aynı İsmail gibidir

Tüm nemrudilerin düşmanı ve put kıran

Ruhullah aynı Halilullah gibidir.

Kafirlere savaşta oldukça celalli.

Hışm ve kahrda aynı Musa-i İmran’dır

İsa-i nefha ile o büyük şahiyet

Tüm gönül ve düşüncelerin ilham kaynağı

dır. Onun hulku, “hulukun azimun” göstergesi

Doğruluğu Mustafayı hatırlatır.

Selabet, mukavemet ve neşatlı

Şecaatte tıpkı Ali-i Murteza’dır.

Bir çok hayırların kaynayan pınarı

Hayr-un Nisa kevserinin bir incisidir.

Ahlak dersini Ali’den öğrendi o

Avf ve hilmi. İmam Mücteba gibidir

İnkılab dersini Hüseyin’den öğrendi o

Onun hareketi Kerbela’nın bir cilvesidir.

Hem zindana girdi hem sürgün edildi.

Kazım’ın metodu Rıza’nın aynasıdır.

Ümitsizlik ve korku tohumunu kalplerden çıkardı

Zafer müjdesi daimi ve ebedidir

Amel ve özle vahdet dersi verdi

Zafer amili ve beka remzidir

İnatçıların sırrını keşfetti o

Zira o hile ve düzenleri bilendir.

Hilafet sırrından perdeyi kaldırdı.

Velayette o rehber sır sahibidir.

Bu iddianın şahidi onun misbahıdır

Ariflerin mürşidi ve kılavuzudur

Sirrus Salat’da sırları açığa vurdu.

Muhlislere nasibler sırlardadır

Mekasib’de Şeyh-i Azam’ın eşi

Bey’i “Fıkhıcevahir’e davettir.

Onun asil fıkhından bir başka cilve

Çok değerli eseri Tahrirul Vesile’dir.

Hükümet mevzusunda asil bahislerde bulundu

Bizim kıyamımıza temel teşkil etti

O usul-i Fıkhı tehzib etti

Resail’i bir çok nükteleri havidir.

Hamd suresini tefsir etti ki o

Allah’ın Kur’anın batınından bir nurdur

Ölümünden sonra da hazırın medhini edeyim

O kimse ki daima yanımızda hazırdır.

İyi bildin ki, o memduh kimdir.

O Humeyni, sevgisi kalplerdedir

O mücahid ve çağın yiğidi

O kimse ki yadı Allah’ın dinini yadıdır.

Onun vasfını dağa sordum dedi ki

İlginç doğrusu istikameti neredendir?

Gök onu vasfederken açıkça dedi ki

Fikrinin yüksekliği benden de daha yüksektir.

Kaynayan çeşme onun vasfında dedi ki

Fezailde o adeta bir pınardır.

Onu denizin dalgasına sordum

Dedi ki, onun hışmı dalgaların kükremesidir

Tahir su, pak ruhuna şahid

Bütün fazilet ve kemaliyle derdi ki

Tek iftiharım Mücahidlerin öpücüğüdür.

Tevazu ile o büyük rehber derdi ki

Ey insanlar Fihmide’ler rehberdir.

O sadece bu hayatta kıyam etmedi.

Ölümünden de bir inkılab vücuda geldi

Bir lahza onun ölümünü düşün

Böyle bir ölümün ardında hayat vardır

Gerçi o makberine huzur içinde yattı

Ama aşıkların gözüne uyku girmez oldu

Huzurlu bir gönül ve ümitle gitti

Evliyalar zümresine katıldı

Hiç biliyor musun o niye böyle çabuk gitti

Bu hadisenin ardında yüzlerce nükte var

Yar ve azizlerinin gönlü dağlandı.

Sinesi gam oklarının hedefidir.

Mazlumların ahi gönlünü eritti.

Mahrumların derdi ona derttir.

Sonunda kalb atışı öylece durdu.

Evet bu, o dertlerin bir neticesidir.

Sevgi ve lütfü küçük büyük herkese

Ey insanlar onun sevgisi kalplerin süsüdür

Ayrılıktan sonra onun görüş lahzası

Aşıkların şevk gözyaşı yanaklardadır

Gözler onun vefatında kan ağladı

Tüm dünya mahrumları matemlidir

Vasiyette de aynı Mustafa gibi

ki o vasiyet vahy-i ilahinin bir cilvesidir.

Kur’an ve Ehl-i Beyt’i konuştu hep

Ki bu ikisi kurtuluş ve hidayet yoludur

anlaşma ve sefadan çok bahsetti

Zira bu ikisi zafer ve bekanın amilidir

Aşikar, bu sonu olmayan bir kıssadır.

Pir-i Aşk’ın methi biter mi hiç?


Hüccetul İslam Ali Rabbani Gülpaygani


1
PİRİ AŞKIN BİYOGRAFİSİ

1978-1979 İslam Devriminin temel dinamiğini teşkil eden İmam Humeyni’nin liderliği1, bugüne dek yeterince anlaşılmış değildir. Çünkü bu liderlik öyle sanıldığı gibi ansızın veya tesadüfen gerçekleşen bir olağanüstülük olmaktan uzak, en az 15 yıldır sürdürülen siyasi, ideolojik ve örgütlenme alanındaki gayretli Çalışmaların ürünüdür. Ve yine yeterince değerlendirilemeyen bir başka nokta ise İmam Humeyni’nin 1962 yılında aktif siyasette ön plana çıktığında, kendisini dini kurumların işlerine, araştırmalarına, eğitime, yazarlığı, düşünmeye ve İran toplumunun endişe verici durumunun incelenmesine adadığı yaklaşık 40 yıllık tecrübe dolu bir süreyi geride bırakmış olduğudur.

İmam Humeyni’nin hayatı başlıca üç periyoda ayrılabilir. Şöyle ki ilki manevi ve siyasi teşekkül yılları, ikincisi Pehlevi devletine karşı uzun bir mücedele dö nemi ve üçüncü olarak da devrimin gerçekleştiği yıllar ve genç İslam Cumhuriyeti dönemi. Burada hemen belirtilmesi gerekir ki, her üç periyod arasında hiçbir kesintinin ve yön değişiminin olmadığı bir süreklilik vardır. İmam Humeyni oldukça erken bir yaşta, yarım yüzyıldan fazla sıkı sıkıya bağlı kaldığı manevi, fikri, sosyal ve siyasi boyutları içine alan müstesna bir İslam anlayışı geliştirdi. Gerçekten de yüksek ve az görülür tutarlılıktaki karakterinin enbelirgin özelliği ünlü “uzlaşmacılığı reddedici” tavrıdır. İşte bu tavır, onun kararlılığının ve tutarlılığının siyasi ve en belirgin ifadesidir.

Şüphesiz hiçbir devrim tek bir kişinin eseri olamaz. 1978-1979 İslam Devriminden yıllar öncesinden beri müslümanlar kadar liberal milliyetçiler, solcular gibi gruplar da Pehlevi rejimine karşı idiler, en azından mevcut rejimin bir takım uygulamalarını beğenmiyorlardı. Bununla beraber İmam Humeyni’nin kararlı rehberliğinin etkisi, stratejik anlayışı ve manevi otoritesi olmaksızın devrimin bu zamanda ve bu nitelikle gelmeyeceği görüşü ileri sürülebilir. Açıkça görülmektedir ki devrim sonunda ortaya çıkan yönetimin şekli olan İslam Cumhuriyeti genel itibariyle onun teori ve direktifleri doğrultusunda gerçekleşmiştir. İmam Humeyni’nin ismi günümüz İran basınında tam yerinde bir deyimle şöyle dile getirilmektedir. İslam Devriminin lideri ve islam Cumhuriyetinin kurucusu (Rehberi İnkılabi İslami ve banii Cumhuri İslami).

Görünen o ki, İmam Humeyni’nin kişiliğinin teşekkül yollarına ait bilgiler bizlere gerek devrimin olaylarını ve gerekse bu yeni devrimci düzeni daha iyi anlamamızda yardımcı olacaktır, daha o yıllarda İmam’ın dünya görüşünün temel esaslar şu şekilde tanımlanabilir: Ulemanın İran toplumuna karşı rehberlik, liderlik görevi, toplumu bir takım hurafelerden temizleyerek muhafaza ve müdafaa etmekle sorumlu olduğuna dair sağlam inanç; İslamın anlaşılmasında terbiye ve ilmi bakış açısı kadar irfani bakışın da gerekli olduğu inancı; Pehlevi devletinin reddi ve ona duyulan nefret; İslam topraklarını yabancı kontrolünden kurtarma azmi ve külterel olarak toplumdan uzaklamış laik aydınlara karşı büyük bir güvensizlik, İmam kendisine örnek teşkil eden, takip edilmesi gereğine inandığı güven veren şahsiyetlerin hayatlarını ciddi olarak inceledi. Kendisini adeta bir öğretmen, bir hatip gibi yetiştirdi. Çok sıkı çileli bir ibadet ve dua disiplini kurdu. Daha sonra devrimin önderliğinde hayati görevler alan öğrencilerinin gönülden bağlılığını kazanmıştı. İmam humeyni’nin devrim öncesi ve devrim sonrası teşekkül yılları arasındaki söylemlerinin paralelliği takip edilen çizgide herhangi bir sapmanın olmaması, onun mükemmel kişiliğinin bir göstergesidir.

Ben ne İmam Humeyni’nin daha henüz gençlik yıllarında, ülkesinde bir devrimci dönüşümü başarmak için üzerinde ayrıntısıyla düşünülmüş bir plan belirlediğim, ne de İran toplumunun tüm Pehlevi dönemi boyunca olgunlaşarak İmam’ın liderliğini şevkle benimseyecek noktaya geldiğim öne sürmek istemiyorum. Pek çok tarihsel vakıa, Pehlevi devletinin yıkılışına giden tarihsel süreci hazırlamıştır. Ancak olaylara devrimden sonra geriye dönerek bakmanın verdiği imkanla, çağdaş İran tarihinin ikiz süreçlerinin yani İmam Humeyni’nin kapsayıcı ve otorite sahibi olduğu tek rehber1 ve taklid kaynağı kısacası ‘İmam’ olduğu süreç ile ona biat etmiş İran toplumunun ‘ümmet’ oluşunun ana çizgilerini rahatlıkla açığa çıkarabileceğimizin kanaatindeyim.

Humeyni ailesinin kökü Hindistan’da eskiden Avad Sultanlığının bulunduğu Lucknov’un kuzey doğusuna 40 mil uzaklıktaki Kintur adlı küçük bir kasabaya uzanır1. 12 İmamdan yedincisi olan Musa el-Kazım’ın soyundan geldiği iddia edilen Seyyid Nişapuri ailesi 18.yüzyılda oraya yerleşmiş, kısa sürede kendilerini birer din alimi ve bulundukları yerlerdeki toprakların işleticileri olarak kabul ettirmişlerdir. Ailenin bir kolu da Lucknow’da kök saldı ve bugüne kadar hem Kintur’da hem de Lucknow’da yaşamaya devam ettiler. Kintur’da Seyyidlerin en meşhurlarından Mr. Hamid Hüseyin (ö. 1880) Lucknow’da dahi bir çok yerde devam edegelen ŞiiSünni kelam tartışmalarına binaen, Sünni eleştirilere2 karşı Şii imamet düşüncesini müdafaa etmek için Abaqat el-Anvar fi İmamet el-A’imma al-Athar adlı etkili bir eser yazmıştır. Eserin isminin ilk kelimesi (Abaqat) o soydan gelenlerin hala taşıdıkları bir nisbet sıfatı oldu: Abaqati.

İmam Humeyni’nin dedesi Seyyid Ahmet Mir Ha mid Hüseyin’in akrabası ve çağdaşı idi. 19. yüzyılın or talarında Necefe uzun bir yolculuktan sonra ulaşan Seyyid Ahmet, İsfehan’dan 135 mil uzaklıktaki, İran’ın güney batısına düşen Humeyn’in küçük bir bölgesinin tanınmış liderlerinden olan Yusuf Han Kemal ile karşılaştı. Yusuf Han Seyid Ahmed’den, Humeyn’de halkın dini ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğunu üstlenmesi için kendisine eşlik etmesini istedi. Seyyid Ahmed bu teklifi kabul etti ve hatta Yusuf Hanın kızıyla evlendi.1 Hakkında pek az şey bilinen Seyyid Ahmed2, Yusuf Han’ın ısrarları üzerine Hindistan’a geri dönmekten vazgeçti. Şii alimlerinin koruyucusu ve kollayısıcı olan Avad Sultanlığı ciddi bir siyasi ve ahlaki çöküntü içindeydi ve ingiliz sömürgesi durumundaki Hindistan’a tamamen bağlanması an meselesiydiydi.1 Bunları gözönüne alan Seyyid ahmed, ailesinin bir kısmını İran’a yerleştirmeyi uygun bulmuş olabilir.

Yusuf Han’ın kızı Seyyid Ahmed’ten bir kız bir erkek olmak üzere iki çocuk dünyaya getirdi, İmam Humeyni’nin babası Seyyid Mustafa 1885’de doğdu.2

Seyyid Mustafa İran’da dini öğrenimin başlıca merkezi olan İsfehan’daki mevcut ileri eğitimin geleneksel olarak ön hazırlığını kendi kasabasında tamamladı. Onun belli başlı hocalarından olan Mir Muhammed Taki Müderrisi, Rıza Şah’a karşı bir lider olarak tanınan Seyyid Hasan Müderrisi’nin babasıydı.1 Seyyid Mustafa mevcut geleneksel modele uygun olan dini eğitimde en son aşamaya ulaşmak için büyük otoritelerin bulunduğu Irak Araplarının kutsal şehirlerine gitmek için İsfehan’dan ayrıldı. Bütün bunlardan başka, Şah’a karşı tütün boykotunu başlaşan ünlü fetvasının müellifi ve İmam Humeyni tarafından da hep Örnek alınmış olan mirza Hasan Şirazi’nin de öğrencisi olmuştu.2

Seyyid Mustafa İran’a döndüğünde babasının humeyn’de sahip oduğu liderlik makamını ve bulunduğu konumu devraldı. O sadece Humeyn’deki köylüler için değil, Mahallat, Hunsar, Gulpeygan ve Arak bölgesinin yakınındaki bütün köylüler için hayatını adamış mal sahiplerinin aç gözlülüğüne, onların en başta gelen düşmanlannın Gulam Şah Han ve Bahram Han’a karşı köylülerin hakları için mücadele etmiştir. Seyyid Mustafa’nın bu aktiviteleri toprak sahipleri tarafından öldürülmesine sebep oldu. Bir gün Humeyn’den Arak’a gitmek için yola çıktiğnda iki adam sözde onu korumak için birlikte gitmeyi teklif ettiler. Yolda biraz mesafe kat etmişlerdi ki iki adam sessizce seyyid Mustafa’nın arkasında kaldılar. Onlara katılan bir üçüncükişi de kendilerine tüfek getirmişti. Bir süre ilerledik ten sonra aniden Seyyid Mustafa’ya saldırıp hemen uzaklaştılar. Fakat kısa bir süre sonra Yucan kasabasında yakalandılar ve tetiği çeken adam Tahran’a götürülerek Tophane Meydanında halkın gözü önünde idam edildi.1

Aile meselelerinden bahsetmeyi pek sevmeyen biri olan İmam Humeyni, benim bildiğim kadarıyla asla babasının hayatından ve ölümünden açıkça söz etmemiştir. İran’da sık sık işitilen Seyyid Mustafa’nın zalim toprak ağalarına karşı verdiği mücadelenin hikayesi tamamiyle doğrudur ve babasının şehid olmasının imam Humeyni üzerinde birinci derecede derin bir etki bıraktığı düşünülebilir. Kendisi de şehidlik mertebesine ulaşmış olan en büyük oğluna Mustafa adını vermesi babasının hatırasını ebedileştirme arzusunun bir yansıması olabilir. Ayrıca Humeyni ilk gençlik günlerinden itibaren İran’ın kırsal kesimindeki toprak ağalarının baskıcı bir tutum izlediğinin farkındaydı. imam toprak ağalarının seçim yönetimim istisnasız bir şekilde nasıl saptırdıklarını şöyle anlatıyordu:

Toprak ağaları ve onların kiralık katilleri insanları seçim sandıklarının yanına zorla getiriyor ve onları kendi istedikleri şekide oy kullanmaya zorluyorlardı.”1

Seyyid Mustafa öldüğünde arkasında 3 erkek çocuk bırakmıştı. Bunlar; Seyyid Murtaza (daha çok Ayetullah Pasandide olarak tanınır. Şu anda Kum’da ikamet etmektedir ve 98 yaşının üzerindedir), Seyyid Nureddin (1976’da Tahran’da vefat etti) ve Ruhullah İmam Humeyni2 Humeyni 1902 yılının 24 Eylül’ünde dünyaya geldi, İmam’ın doğum tarihi Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma’nın doğum yıldönümüne rastlıyordu. Bazıları doğum tarihlerinin çakışmasını anlamlı bulurlar.1 Humeyni daha beş aylıkken babası şehid etilmişti. İmam bu yüzden annesi Hacer ve halası Sabiha tarafından yetiştirildi.2 İmam’ın annesi Necef ve Kerbela’daki medreselerde öğretmen olan Mirza Ahmed Müctehid Honsari’nin kızıydı. 1918 yılında önce halası ve ardından da annesi vefat etti, İmam böylece 16 yaşında kendisini tamamen yetim olarak buldu. îmam’ın yetişmesinin sorumluluğu büyük abisi Murtaza’nın üzerine kalmıştı.3

Seyyid Murtaza benimle yaptığı bir konuşmada İmam’ın kariyerinin çok açık bir özelliği olan kararlılığın daha çocukluk devresinde ortaya çıktığını belirtmişti. Mesela arkadaşlarıyla oynadığı oyunlarda bile kendine alışılmadık bir ciddiyet takınıyordu, İmam’ın tabiatında olan bu özelliğin babasız büyümenin zorluğu ve halasıyla annesinin ölümünü takip eden belirsizlik döneminin katkılarıyla kuvvetlendiği olasıdır. Sözgelimi iki kardeş elde tüfek evlerini nöbetleşe korumak zorundaydılar. Disiplinli mücadele duygusu aile hayatı şartlarında bile beslenerek sürdü.1

İmam Humeyni daha çocukluğundayken İran devletinin keyfî ve zalim Özelliğiyle karşı karşıya gelmişti. Mesela bir keresinde (5 Ocak 1981) İranlı diplomat gruplarına hitaben yaptığı bir konuşmasında aşağıdaki hatırasını anlatmıştı.

Yeni bir eyalet valisi atandığında, bu vali insanlara sanki kral kendisiymiş gibi muamele ederdi ve insanları hiçbir şekilde kaale almazdı. Bir defasında, Gulpeyagan’a yeni bir valinin gelişine tanık olmuştum; tüccarlar onu karşılamaya gelmişlerdi. Vali onların önünde pazarın baş tüccarının bağlanmasını ve falakaya yatırılmasını emretti. O zamanlar çocuk olmama rağmen, saygıdeğer ve dindar bir insanın zalim bir adamın emirleriyle nasıl tutuklandığını ve falakaya yatırıldığım şimdi dahi hatırlıyorum. Bunu hiç sebeple yapmışlardı sanki biz istediğimizi yaparız, siz de bize itaat etmek zorundasınız demek istiyorlardı.1

Bu, İmam’ın hafızasında birikmiş benzeri bir çok tecrübelerin ilkiydi. O, sık sık yetmiş yıldan uzun sürede edinmiş olduğu engin tecrübe birikimine atıfta bulunurdu. Onun devrimci eylemlerinin sebepleri arasında, şahid olunan keyfi hareketlere karşı duyduğu uzun süreli nefretin hiç de az yer tutmadığı da açıktır.

Eğitimin Humeyn’deki ilk dönemi; önce ona ders vermeye eve gelen özel bir hoca olan Mirza Mahmut’tan aldığı okuma yazma dersleriyle başladı. Daha sonra Molla Ebu’l Kasım ve Şeyh Cafer’in öğretmenlik yaptığı bir okula devam etti. Arkasından Humeyn’de kısa süre önce açılan daha yeni bir okula giderek Ağa Mirza Mahallati adlı birisinden hat dersleri aldı. Onbeş yaşında da Farsça eğitimim tamamlayarak Arapça ve îsîam ilimlerini öğrenmeye hazır hale geldi. Bu yöndeki çabalanna ilk olarak Seyyid Murtaza’nın dersleriyle başladı, ama 1919’da, onyedi yaşlarındayken bir medresenin daha geniş imkan ve kaynaklarından yararlanması gerektiğine karar verildi. Önce, onun da, babasının izinden İsfahan’a gitmesi düşünüldü, fakat daha sonra, tıpkı imam’ın babası gibi Mirsa Hasan Şirazi’nin bir öğrencisi olan Şeyh Abdulkerim Hairi’nin kısa bir süre önce Irak’tan gelerek ders vermeye başladığı, yakınlarındaki Arak şehrine gönderildi.1

Böylece İmam Humeyni’nin dini müesseselerle, yaşam boyu sürecek ve kısa bir sürede onun için bir gelenek ya da miras sorununundan çok daha fazla şey ifade eden birlikteliği başladı. Yaşamı baştan sona çok açık bir şekilde; Peygamberin ve İmamlar’ın varisleri olan, İslami öğretimin yayıcıları ve muhafizları olan, İslam ümmetin; eski zenginliğine yeniden kavuştur mak için muhtaç olunan ve aynı zamanda da ilahi takdirin bu görev için tayin ettiği ulemaya bağlılık ve kurumsal olarak tam bir teslimiyet anlamı taşıdı. Bu yönüyle o, dini kurumlar dışında faaliyet göstererek, ulema olmayan bazı gruplarla ittifaklar kurarak yakın İran tarihinde önemli siyasal roller oynayan Ayetullah Kaşani (ö. 1962) ve Ayetullah talegani (ö. 1979) gibi kişilerden farklıdır, imam Humeyni için ulemanın rehberiyeti kavramı her zaman her şeyin üstünde olmuştur; İslam İnkılabının banilerini sayarken, kendini sadece ulemayı zikretmetle sınırlandırmıştır.1 Humeyn’den Arak’a yaptığı yolculuk yaşamının birincil öneme sahip olaylanndan sayılır.

İmam Humeyni’nin Arak’a varmasından yaklaşık bir yıl kadar sonra, Hairi, Kum alimlerinin ve halkının Kum’a yerleşmesi için yaptıkları çağrıyı kabul etti. Kum; İran’daki Şiiİslami dini şehirlerin en eskilerinden birisi olması ve sekizinci imamın kızkardeşi masume’nin türbesinin bulunması sebebiyle her zaman hem bir eğitim, hem de ziyaret merkezi olmuştur. Ama Irak’taki mukaddes şehirlerin ve hatta İsfahan medreselerinin bile büyük ölçüde gölgelerinde kalmıştır. Hairi’nin oraya gelmesini ve ardından dini eğitim kurumlarını ihya etmesi; Kum’a iran’ın manevi başkenti ve İslam İnkılabı’nın ilk müstahkem mevzii haline yükseltecek gelişmeler dizisinin ilk adımıydı. Hairi siyasi meselelerde genelde pasifist ve sessizdi, ancak onun Kum’u bir kurum haline getirmedeki başarısı ki 19451962 yılları arasında Ayetullah Burcuerdi tarafından iyice kökleştirilip geliştirilmiştir, Kum’un İmam Humey ni’nin liderliği altında oynadığı devrimci rolün, temellerini atmıştı.2

Hairi Kum’a gitmek üzere Arak’ı terkettikten dört ay sonra, genç Humeyni’de ikametgahını Daru’lŞifa medresesine alarak onu takip etti Kendini büyük bir gayretle çalışmalarına vererek 1926’da, Sath olarak bilinen müfredat aşamasını tamamladı. Sonra müfredatın Özündeki konular olan fıkh ve usulü (hukuk), Hairi’nin yanında aracısız olarak tahsil ettiği on yıllık bir döneme başladı.1 Bu ilimlere vakıf olmak, alim olmak için şarttı.

Fakat, diğer bir çokları arasında bir alimden çok daha fazlası olmak İmam Humeyni’nin kaderinde vardı. Fıkıh ve Usul’de kazandığı hızlı başarıya rağmen, hukuk tahsilinin İslam’ın zenginliklerini açığa çıkarmadığına ve dinin nihai ilgisinin fıkıh tahsilinden tamamen farklı bir düzlemde bulunduğuna daima inanmış görünüyordu. Kum’daki ilk yılları boyunca imam Humeyni, Şii islam’da uzun bir süreden beri gelişip serpilen, nihai gerçekliğin rasyonel ve ilmi idraki ile ilgili disiplinler olan hikmet (felsefe) ve irfan (tasavvuf)ın derin bir şekilde tetkikine ve faal olarak canlandırılmasma ön ayak oldu. Bu uğraşıda ilk rehberi, Molla Hadi Sabzavari’nin (ö. 1872) talebelerinden biri ve irfan hakkındaki temel metinlerden biri olan Şerhi Manzume’nin tanınmış yazan Mirza Ali Ekber Yezdi idi. Öyle görünüyor ki Humeyni’nin Kum’a varışından biraz sonra Yezdi vefat etmişti.1 Diğer bir ilk rehber de, Kum’da 1911’den beri ders veren Mirza Ağa Cevad Maliki Tebrizi (Ö. 1924) idi. Onun felsefe, ahlak üzerinde biri Medresei Feyziye’de umuma ait bir diğeri de aralarında genç Humeyni’ninde bulunduğu gözde ve kabiliyetli öğrencilerin devam ettiği, kendi evindeki özel sınıf olmak üzere iki sınıfı vardı, imam aynı zamanda Seyyid Ebul Hasan Rafit Kazvini (öl. 1975 veya 1976) ile da çalıştı.2 İrfan ve marifette onun asıl hocası, Humeyni’nin irfan üzerindeki yazılarında hürmetkarca “ilahiyattaki üstadımız” (üstadi ilahiyi ma) diye bahsettiği Ayetullah Muhammed Ali Şehabadi1 idi. (ö. 1950)2 Şehabadi ile, kum’a varışından bir süre sonra (Muhtemelen 1920’lerin sonu) karşılaştı ve irfan hakkındaki bir soruya aldığı cevap üzerine anladı ki, o konunun gerçek üstadıydı. Şehabadi başlangıçta Humeyni’nin onunla çalışma talebini reddettiyse de daha sonra ona felsefe öğretmeyi kabul etti. Bununla beraber, Humeyni’nin peşinde olduğu şey irfan’dı ve Şehabadi ona bu ilmi öğretmeye razı oluncaya kadar ısrar etti. Her perşembe ve cuma, ilaveten tatillerde Humeyni genellikle yalnız, fakat bazen başka bir veya iki öğrenciyle birlikte ibni Arabi’nin Fusus aIHikem’ine Davutkaysari’nin (ö. 1350) yaptığı şerh, Sadreddin Konyevi’nin (ö. 1274) Miftah alGayb’ı ve Hoca Abdullah Ensari’nin ö. 1088) Minazil us-Sairin’i üzerine Şahabadi’nin derslerini dinliyordu.3

İrfan ve hikmetin Şii geleneğindeki derin köklerine rağmen, bu konular üzerinde dini kurumlarda çok nadiren çalışma yapılmıştı ve çok sık olarak açık bir düşmanlık konusuydu; kısa vadeli itibar edişler de yerini uzun dönemli reddiyelere bırakıyordu, imam Humeyni Kum’daki ilk günlerinde İrfan’ın maruz kaldığı kuşkuları şöyle hatırlıyordu;

Kum’a ilk geldiğimde... Merhum Mirza Ali Ekber Hakim (Yezdi) henüz yaşıyordu, tanınmış bir takvalı şahıs şöyle dedi “İslam’ın içine düştüğü durumu gürün; Mirza Ali Ekber’in kapıları öğrencileri kabul için açık.” Onunla irfan üzerinde mütelaa etmek için, aralarında merhum Hansari ve merhum İşrak’nin de bulunduğu, ulemadan bazıları Ali Ekber’in evine giderlerdi. Şu anda Ali Ekber çok değerli biri, fakat öldüğünde etrafında o kadar çok kuşku vardı ki minberdeki bir vaiz onu Kur’an okurken görmüş olduğunu söylemeyi zorunlu buldu. Ulemadan bazlarının bu kuşkuları gözönünde bulundurmak zorunda kalması ve irfan’ın öğreniminden sağlanacak faydalardan kendilerini mahrum etmesi esef vericidir. Benzer tavırlar gerçekte çok açık olan felsefe ilmi karşısında da baskındır.1

Bu kuşkulara rağmen yılmadan ve bağlılığım sürekli kontrol altında tuttuğu dini kurumlara karşı bağımsız ve eleştirel bir tutum sergileyerek, İmam Humeyni hocalık kariyerine yirmi yedi yaşında, bu tartışmalı sahada başlamayı seçti. Konuların ve öğrencilerin seçiminde büyük itina göstererek ve sadece itikatlarını tehlikeye atmadan metafiziki mütalaa edebilecek zihni kapasite ve manevi olgunluğa sahip talebeleri kabul ederek, ilk başta hikmet üzerine dersler verdi.1

İmam Humeyni hikmet üzerine ders vermeye başladıktan kısa bir süre sonra, Kum öğrencileri arasından yalnızca seçilmiş bir kaç kişiye açık, irfan üzerine Özel dersler organize etti. Öğretilen konular, Molla Şad” ra’nın Asfar elErbaa’sındaki ve Şerhi Mahzume’deki nefisle ilgili kısımlardı.2 Bu özel, hemen hemen gizli toplantılar 1940’lara kadar sürdü ve bu toplantılarda İmam Humeyni en yakın yoldaşlarını eğitti ve onlara ilham verdi; bilhassa merhum Ayetullah Mutahhari (ki Mayıs 1979’da yapılar suikastle öldürülmesinden sonra İmam onu, “benliğimin en kıymetli Özü” şeklinde vasıflandırmıştı) ve Ayetullah Hasan Ali Muntazari’ye (ki imam Humeyni’nin anayasal konumu olan islam Cumhuriyeti liderliğine halef seçilmişti.)

İmam Humeyni’nin ilk yazıları aynı zamanda tefekküre ait ve irfani meselelerle de ilgiliydi.1 Ramazan boyunca okunan İmam Cafer elSadık’a ait duaya, 1928’de aynntılı bir Arapça şerh yazdı. (Şerh Dua’ elSeher), İmam Humeyni bu ilk kitabında sadece irfan dilinde bir üstad olduğunu değil, aynı zamanda kendini ömür boyu onİki İmamın Öğretilerine adamanın ne olduğu, hem murakebe hem de Kur’an’ın ezberlenmesi ile ilgili bahislerde gösterdi.2 Bunun, tam olarak belirlenemeyen bir tarihte yine Arapça olarak uzunca ve karmaşık bir analizle kaleme alınmış, dinin ibadetle ilgili esaslarım içerer Sırrı salat adlı kitab takip etti.3 Bu çalışmada, baştaki abdestten en sopdaki selam bahsine kadar ibadetin her cüzünün sembolik boyutları ve manevi yönü, İbni Arabi’nin terminoloji ve kavramlarından borç alınmış zengin, ağır ve beliğ bir dille İzah edildi. Sırı Salat’ın editörü ve mütercimi Seyyid Fehri’nin dediği gibi çalışma sadece seçkin kişilere(eşhası havas) yönelikti ve yazarını da onlardan biri olarak tanıtıyordu.1 İmam Humeyni Sırrı Salat’ı tamamladıktan kısa bir süre sonra, ibadetin manevi yönü üzerinde, yanına biraz daha yaklaşılabilir bir eser olan Adab ussalad’ı yazdı.2

İmam Humeyni’nin ilmi boyutu, 1930’da tamamlanmış ve Arapça yazılmış olan başka bir kitapta, Misbah elHidaya ila elhilafa ve’ilVilaya’da tam yazılı ifadesini bulur.3 Kitap, içinde basit değinilere yer vermeyen, basitçe Özetlemesi1 mümkün olmayan irfan’ın büyük meseleleri üzerine yoğun, sistematik ve mükemmel bir çalışmadır ve irfanın kavram ve termilonojisini Önceden tanımadan faydalı bir şekilde okunamaz. Kitapta Humeyni, sadece Kur’an’dan peygamber ve imamların sünnetinden değil, aynı zamanda Hoca Abdullah Ensari, Celaleddin Rumi (ö. 1273) Sadrettin Konyevi, Abdurrezzak kaşani (ö. 1330) ve Davud Keysari gibi sufi kaynak ve otoritelerden; Şii Mutasavvıfı Kazi Said Kummi(Ö. 1691) ve Muhammed Rıza Kumşai (ö. 1918) ve kendi hocası Muhammed Ali Şehabadi gibi çağdaş irfan üstadlarından da yararlanıyor. Bununla beraber, Misbah el-Hidaye’nin sergilediği engin bilgi, temellerini oluşturan irfan sanatındaki gerçek üstünlüğünden daha az önemlidir, o, kabul edilmiş fikir ve formülasyonların bir tezi değil, güçlü ve orjinal bir görüş açısınm apaçık bir ürünüdür. Seyyid Ahmed Fihri’den tekrar alıntı yaparsak “Açıktır ki o ( imam Humeyni) yazdıklarının hepsinin tecrübi ilmine sahipti”2

İmam Humeyni hep irfani ve ilmi içerikli1 eserler yazmış olsa da, daha farklı meselelerde hayatında ön planda yer almaya başlamıştı, Bununla beraber, hikmet ve irfan’ın bu ilk ve ciddi ihyası geçici bir dönem olarak algılanamaz, çünkü bu dönem, dini ve siyasi bir lider olarak bütün kişiliğinin oluşmasına güçlü bir şekilde katkıda bulunmuştu. Bir alim olarak eğitim ve ilgilerinin genişlik ve mükemmelliği, onun, geleneksel fakihlerin çoğu kez sınırlı kalıplarını aşmasını mümkün kılmıştır. Fıkıh ve irfan üzerinde eşit bir hakimiyet sergileyen, “iki cenahın da profesörleri” (ZulCenaheyn) olan alimlerin geleneksel tavırları kullanmaları, özellikle son zamanlarda oldukça nadirdir. Bu, zahiri ve batıni bilgisine, Humeyni’nin siyaset sahasına olan şiddetli devrimci ilgisi eklenince, bir çok iranlının niçin onu; mütefekkir» hoca, alim ve mücahid rollerini şahsında mükemmel bir şekilde birleştirmiş emsalsiz bir şahsiyet olarak gördüklerini anlaşılır kılar.2

Fıkıh öğretimi ve 1962 sonrasında bütün açıklığıyla gözler önüne serilen Pehlevi monarşisine karşı aktif mücadele gibi sonraki faaliyetler ile irfanın ortak bir platforma oturtulması basit bir yanyana gelme meselesi değildir, bu faaliyetler İmam Humeyni’nin manevi yönlendirmesiyle, farkedilecek şekilde içice kaynaştırıldılar. İmam’ın fıkıh derslerinin, öğrenciler için diğer hocalarınkinden daha önemli ve cazip olmasını sağlayan hususlardan biri, onun hukukun teknik ayrıntılarıyla , metafiziksel ve manevi meselelerin birbiriyle bağlantısını sağlamadaki kabiliyetidir veya ifade edildiği gibi, “Şeriatin irfanının mantığına uygunluğunu olduğu kadar, irfanın da Şeriatın mantığına uygunluğunu göstermek”1 Aynı zamanda İmam Humeyni’nin yeni kategoriler oluşturarak ve Öncekileri yeniden düzenleyerek fıkıhta bir devrime2 neden olduğu da söylenir ve bu devrim onu belli açılardan fıkhın izafiliği diye adlandırılabilecek bakış açısıyla mümkün olabilmişti.3

Siyasi aktivizm bakımında, irfan’ın içerdiği irade ve bakış açısının artırılması doğal olarak zamanla dış düzlemde ve kendi karşılığını üretmiş olan bir çeşit içsel devrim şeklinde îmam Humeyni’ye hizmet etmiş görünüyor. Bu bağlamda îmam’ın değer ölçülerini, tevhidin manevi anlamı üzerine konuşma yapan ve aşağıdakileri söyleyen Ali b. Ebu talib’in davranışlarına atfetmiş olması kayda değerdir.

Kişi manevi disiplin açısından doğru birisi olduğunda, insanlar arasında faaliyet açısından da etkili olacaktır. Toprağı işleyecektir, fakat Allah rızası için işleyecektir. Savaşa girecektir, çünkü inanmayanlara ve zalimlere karşı yapılan bütün savaşlar, ilahi vahdetin anılmasını kendilerine şiar edinmiş, Allah’ın değişmez adının yüceltilmesi ve Allah’a kulluk ile meşgul insanlar tarafından yapılmıştır.1

1978’de islam devrimi başarıya ulaşınca îmam Humeyni bu başarısının nedenlerini, insanların kendilerini ilahi varlığa yöneltmiş ve böylece ilahi varoluşun sorumluluğunu üstlerine almış olduklarını söyleyerek dikkat çekecek şekilde irfani terimlerle açıklıyordu.2 daha yakına gelecek olursak, Iraklı işgalcilere karşı savaşta, şehid düşenleri sık sık, irfan üzerindeki ilk eserlerinden birine adını vermiş bir tabir olan “Allah’ın mülakatı” (liqaullah) yolunda şehid düşenler olarak tarif etmişti.1

İmam Humeyni’nin irfan hakkındaki sürekli ilgisinin yakın geçmişteki en önemli delili, 1979 aralık ve 1980 Ocak’ında Fatiha Suresinin yorumu üzerine verilen bir seri derstir.2 Kum’da ders verdiği küçük, yarı gizli çevrelerin tam aksine, İmam Humeyni şimdi, kırk yıldan daha önce yazılmış eserlerde ilgisi ilk defa çekmiş bir çok benzer mesele üzerinde tartışarak, vahdetii vücud’un (varlığın birliği) daimi konuları ve ilahi sıfatların anlamı üzerinde ülke çapında televizyon izleyicilerine hitap ediyordu. Daha önce hayal bile edilemeyen koşullar altında verilen bu dersler devrimin sebep olduğu dönüşümlerin bir ölçüsüydü.

İmam Humeyni’nin medresenin sınırlarını aşma ve geniş bir dinleyici halk kitlesi çekmedeki kabiliyetinin ilk belirtisi, 1930’ların ilk yıllarında Kum’da başladığı ahlak derslerinde ortaya çıktı. Şehabadi ile birikte çalıştıkları ahlaki tekamülün ünlü süfi el kitabı, Abdullah Ensari’nin Menazil elsairin’i referans noktası olarak ilk önce her hafta bir avuç öğrenciye ders verdi. Çok az bir süre sonra aralarında, bir hoca olarak Humeyni’nin büyüyen şöhretiyle Kum’a gelmiş bazılarının da bulunduğu yüzlerce öğrenci ve alim gelip hazır bulunmaya başladı. Aralarında geçenlerde “Bu dersleri takip ederek harcadığım süreyi hayatınım en kıymetli saatleri olarak sayıyorum. Bu derslerde İmam, devrimden ayrılmayacak doğru İslam ahlakını, devam eden herkesin üzerinde derin bir etki bırakarak öğretiyordu.” diye yazan Seyyid Ahmed Fihri de vardı.1 Derslerde toplanan Öğrenciler ve alimlere daha sonra, kum’un kendi halkı ve hata diğer şehirlerden Kum’a özellikle Humeyni’yi dinlemeye gelen yolcular da katıldılar. Derslerin sürdürüldüğü Medreseyi Feyziye’nin büyük avlusu doldu ve Îmam Humeyni haftada bir yerine iki ders vermeye ikna edildi.2 O zamanlar böyle bir olayın bir eşi daha yoktu. Pehlevi rejimi ilk başlarda hatırı sayılır bir başarıyla, dini kurumları tecrit etmeye, okumuşların gözünde kötü göstermeye ve hatta dahili fonksiyonlarına mani olmaya çabaliyordu. Bununla beraber, İmam Humeyni, iyi takip edilen ahlak dersleri sayesinde bu eğilime karşı çıkmadan başarılı olmuştu. Sonuçta devlet otoritesi ile ilk açık çatışması vuku buldu. Kum’un polis şefi derslerini durdurmasını söylediğinde, “bu toplantıları her ne şekilde olursa olsun sürdürmek benim görevimdir. Eğer polis bunların durmasını istiyorsa beni ders vermekten zor kullanarak alıkoyması gekerecektir.” diye cevap verdi. Polis dersleri zor kullanmak yerine, dini kurumlardaki ajanları vasıtasıyla baltaladı, Îmam Humeyni derslerini, Feyziye’den daha küçük ve ulaşılması daha güç bir medrese olan Medresei Molla Sadık’a transfer etmek zorunda bırakıldı. 1941’de Rıza Şah’ın ittifak kuvvetleri tarafından azledilmesinden sonra dersler tekrar Medreseyi Feyziye’ye taşındı ve yine büyük kalabalıklar kendine çekti. Bununla beraber rejim entrikalar yoluyla derslerin birkere daha askıya alınmasını ve sonra da durdurulmasını sağlamaya muvaffak oldu.1

Ahlak derslerine böylece son verilmesi söz konusu dersten bir vazgeçme manasına gelmiyordu.2 İmam Humeyni’nin fıkıh dersleri irfan’la renklendirildiği gibi ahlaki meselelerle de içiçe geçti. Buna ilaveten, farklı ahlak öğretilerini en azından bir kere gündeme getirdi, Necefteki sürgünü boyunca Şeyh Ensari Mescidinde öğrencilere ahlaki tekamül üzerine, daha sonra 1972 yılında Cihadı Ekber ya Mubaraza ba Nefs adı altında aynı şehirde basılacak olan bir seri ders verdi.1 Bu dersler bir çok açıdan, Hükümeti İslami adı altında basılmış, iyi bilinen bir seri dersi tamamlıyordu.

Dikkatler bilhassa Humeyni’nin bir bakıma bir çeşit kişisel düstur, manevi özlemlerin bir özeti olarak kabul edilebilecek yazı ve beyanatlarına da akseden, Kum’da verilmiş ahlak derslerinin bir özelliğine çekilebilir. Dersleri daima, münacatı Şaban dan alınan ve Oniki İmam’ın tamamı tarafından okunmuş olması bakımından emsalsiz bir münacat olan aşağıdaki cümleyle kapatırdı:

Allah’ım! Senden başka herkesten tamamen uzaklaşmayı ve sana bağlanmayı ihsan eyle. Kalp gozümüzü senin saygınla aydınlat ki nurunun perdesini delip geçebilsin ve azametin konağına ulaşabilsin ve ruhlarımız senin kudsiyetinin ihtişamında yok olsun.”2

Bu cümle otuz küsur yıl sonra Necefte3 verilen derslerde ve daha sonra yukarıda adı geçen ve televizyonda yayınlanan derslerde yinelenir.4 Bir taraftan bütün dikkatleri “Allah’ın azametinin kaynağı ve kudsiyetinin ihtişamına” çevriliyken başarılı bir devrime de önderlik etmek îmam Humeyni’nin hiç de önemsiz görülmeyecek bir özelliğidir.

İmam Humeyni’nin Kum’daki ilk yirmi yılı Şah Rıza Pehlevi’nin iktidarda olduğu zamana rastladı. Ve babaoğul hanedanının karşı tavırlarının bu devirde şekillenmesi şaşırtıcı gelmemelidir. Bildiri ve konuşmaları 1962’den itibaren ilk Pehlevi diktatörüne atıflarla doludur ve İmam Humeyni’ye göre Muhammed Rıza Şah hiç bir zaman “Rıza Han’ın oğlu” olmaktan geri durmadı.

İmam Humeyni, Şah Rıza’nın esas amacının islam’ı, iran’da sosyal, kültürel ve politik bir güç olmaktan çıkarmak olduğu şeklinde tanımladı. Bu amacında ona başta ingiltere olmak üzere emperyalist güçler tarafından telkin edildiğine emindi. Zira emperyalistler, ulemayı ve özellikle de İslamı kendi isteklerinin yerine getirilmesinde tek engel olarak görüyorlardı. Dini kurumlara karşı Rıza Şah tarafından alınan bazı tedbirlere bizzat kendisi tanık oldu. Bana bahşettiği bir mülakatta şunları anımsamıştı:

Rıza Han İran boyunca rovzaları (İmam Hüseyin’in Kerbala’da şehadeti için hüzünlü beyitler okuma) yasaklamıştı. Hiç kimse bir rovza, organize edemezdi; hatta bir kaç kişi bile burada bulunamazdı. O zaman da şimdiki gibi dini kurumların merkezi olan Kum’da dahi rovza toplantıları yoktu veya olsa da güneşin batmasından doğuşuna kadar olan zamanda gerçekleşiyordu. sabah namazından önce, beş on kişilik kısa bir Kerbala’yı anma toplantısı oluyordu. Ezan sesiyle birlikte veya kısa bir zaman sonra toplananlar dağılıyordu. Bazen toplantılarda muhbirler de bulunuyorlardı. Bunlar raporlarıyla beraber döndüklerinde, toplantıya katılan herkes tutuklanıyordu. Rıza Han dini kurumları tamamen yıkma planları yapmaktaydı.1

Bir takım nedenlerden dolayı bu tedbirlere çok az açık tepki gösterildi. En önemlisi, saltanatın başlangıcında Rıza Şah, ulemanın on dokuzuncu yüzyıla kadar uzanan monarşi karşıtı ünlü geleneğine rağmen önde gelen dini otoritelerin bir çoğunu tesirsiz bırakmanın yolunu bulmuştu. Hatta, Şeyh Abdulkerim Hairi ve Mercei taklid Ebul Hasan İsfahani’nin de aralannda bulunduğu bazıları 1924 Mart’ında kum’da Rıza Şah’la buluşmuşlar ve İslami değerlere saygı gösterdiği müddetçe kendisini detekleyeceklerine dair güvence vermişlerdi.2 Hairi ancak 1928’de Rıza Şah tarafından Kıyafet kanunu çıkarıldığında ılımlı ve itiyatlı ifadelerle de olsa rejimin politikalarına karşı protestolarda bulunmuştu.1 Genç Humeyninin Hairi’yi daha fazla eylemlilik yolunda harekete geçirmek için uğraşması pek olası gözükmüyor. Fakat genç Humeyni’nin Pehlevi rejimine karşı kısa süreli başkaldırılara önderlik eden bir çok ulemayla ilişkileri olduğu biliniyordu.2

Örneğin, 1924’te İsfehan ulemasından Hacı Ağa Nurullah ve molla Hüseyin Fişaraki, hükümet tarafından afyon üretimini devlet tekeline alma teşebbüslerini sebep göstererek bir başkaldırıya önderlik ettiler. Hacı Nurullah Ağa, esnaflardan, zanaatkarlardan ve çiftçilerden oluşan kalabalık bir grup topladı. Bu grubu başında olduğu halde Kum’a kadar götürdü. Amacı ek bir destek sağlamak ve Tahran’a kadar ilerlemekti. Fakat Kum’dayken hareket durdu; çünkü Hacı Nurullah şüpheli bir şekilde ölmüştü.3 imam Humeyni 1977 yılındı Necefte verdiği bir hutbede Hacı Nurullah’ın bu hareketine katıldığından söz etmişti.1

Dört yıl sonra yani 1928 Ekim’inde ulemanın öncülük ettiği bir protesto hareketi askerlik hizmetinin zorunlu hale getirilmesine bir tepki olarak, Tebriz’de meydana geldi. Asker toplama heyetinin başkanı Tahran’dan geldiği zaman, pazar esnafı dükkanlarını kapadı. Pazarın girişine yeni ithal edilen 3 tane makinalı tüfek yerleştirerek pazar esnafını dükkanlarını yeniden açmaya ikna ettiler. Hareketi Tebriz kentinin belli başlı müctehidlerinden olan Ayetullah Ebu Hasan Angaci ve Mirza Sadık Ağa düzenlenaişti. ikisi de tutuklandı ve önce kürdistan’a ardından da kum’a sürgüne gönderildiler.2 Angaci nihayette Tebriz’e döndü. Fakat Mirza Sadık Ağa öldüğü yıl olan 1932’ye kadar kum’da kaldı. İmam Humeyni, Mirza Sadık Ağa’yı sık sık ziyaret ederdi.3

1935 temmuz’unda Meşhed’deki bir hareket Gohar Şad Camii katliamıyla çok feci bir şekilde bastırımıştı. Kentin başta gelen alimlerinden biri olan Hacı Hüseyin kumni Ağa başı şikayetlerini hükümete bildirmek amacıyla Tahran’a gitmişti. Orada birdenbire kendini fiili bir göz hapsinde bulmuştu. Onun zor durumda olduğu haberleri meşhed’e gelmeye başladığı zaman, halk İmam Rıza’nın türbesinde toplandı ve ancak top ateşiyle dağıtılabildi, ikinci protesto mitingi bir kaç gün sonra Gohar Şad Camiinde yapıldı ve insanların katledilmesiyle son buldu. Kentin önde gelen alimlerinden ikisi; Seyyid Yunus Erdebili ve Ağazade tutuklandı ve Tahran’a gönderildiler, İmam Humeyni, o sıralarda Tahran’a kısa bir ziyaret yapmıştı ve o günü daha sonra şöyle anlatıyordu: “Merhum Ağazadeyi gördüm; yolun karşı tarafında polis gözetimi altında oturuyordu, sarığı çıkmıştı. Kimseyi onunla konuşturmadılar ve sonra onu duruşma için Adalet bakanlığına kadar sürükleyerek götürdüler.1 Açıkça görüldüğü üzere Meşhed’deki katliam haberleri İmam Humeyni üzerinde derin etkiler bırakmıştı. Öyle ki Feyziye Medresesi 1963 Martında komandolar tarafindan baskına uğradığı zaman, İmam bu yeni zulmü Meşhed’deki olaylarla defalarca karşılaştırmıştı.2

Rıza Şah’a karşı eylemci muhalefette örnek bir alim olan Seyyid Hasan Müderris (ö1934), kuşkusuz, imam Humeyni’nin üzerinde en büyük etkiyi bırakan kişiydi.1 O, Müderris’i şöyle tanımlamıştı:

Baskı ve eşkiya Rıza Han’a karşı kıyam edenlerin lideri2 Müderris sade bir hayat yaşamasının yanmda, isdibdada ve yabancı idaresi altında olmaya karşı mücadelesiyle İmam’ı derin bir şekilde etkilemişti. İmam Humeyni’nin Müderrisi büyük bir hayranıkla hatırladığı olaylardan birisi de onun, İsfehan valisinin onurunu kırmasıydı. Müderris bu olayda valiye tıkanan su borusunu ağzını temizlettirmişti. Müderris meclise seçildiği zaman bir at arabası satın aldı, bütün eşyalarını arabanın üzerine yükledi ve İsfehan’dan Tahran’a kadar arabayı kendisi sürdü. Tahran’da İmam Humeyni’nin kendisini ziyaret ettiği mütevazi evi kiraladı.3

Müderris hakkında İmam tarafından çeşitli defalar belirtilen en önemli anekdot, onun Rus ultimatomuna karşı yapmış olduğu mücadeleyle ilgili olanıdır. Rus askeri kuvvetleri isteklerini kabul ettirmek amacıyla Kazvin’e kadar ilerlemişlerdi. Fakat Müderris hiçbir tavize meydan vermemek için, Meclis’te ayağa kalkarak şunları söyledi: “Şayet biz yıkıma uğradıysak, yok olmamız anlamına gelen belgeyi neden imzalayalım?” Bu olay hakkında İmam şöyle diyordu: “bu, gerçek bir dini liderin davranışıdır. Çok zayıflamış adeta bir deri bir kemik hale gelmiş bir adam, Rusya gibi güçlü bir devletin ultimatom ve isteklerini çekinmeden reddediyor.”1

İmam Humeyni bu olayla ilgili anısını, Amerika birleşik devletlerine kapitülasyon haklarının verilmesini şiddetle eleştirdiği 27 Ekim 1964’deki tarihi konuşmasında dile getirmişti. Müderris 40 yıl önce nasıl Rus isteklerine başarılı bir şekilde karşı çıktıysa, İmam Humeyni de bu vesileyle Amerika’nın küstah isteklerine karşı çıkmayı kendine bir görev bildi. Müderris’le ilgili hatıraları İmam’ın şu sözleriyle bitirelim: “meclis, Müderris’in muhalefet hareketinden cesaret aldı ve ültimatomu reddetti. Rusya hiçbir şey yapamadı.” Kasım 1979’da Amerikan elçiliğinin işgalinden hemen sonra verilen bildiride İmam Humeyni aşağı yukarı aynı ifadeyi kullandı: “Amerika hiç bir şey yapamayacak, “2 İlham kaynağı Müderris gibi. İmam Humeyni de süper bir gücün gururunu ayaklar altına aldı ve bu gücü aciz bir duruma düşürdü.

Rıza Şah’a muhalefet eden ulemayla ilgili ilişkilere ek olarak İmam Humeyni’nin daha 1930’ların başlarında bağımsız siyasi yorumlara başladığına dair işaretler vardır. Daha önce belirtildiği üzere ahlakla ilgili dersler siyasi bir içerik kazanmıştı. dersler, din müessesesini insanlardan soyutlamak isteyen rejimin arzularının aksine hareket etmişti. Ayrıca İmam Humeyni özel olarak kum’da dağıtılan siyasi içerikli şiirler yazdı. Mesela, Rıza Şah kapitülasyonları kaldırarak kendisini ateşli bir vatansever olarak göstermek istediği zaman, İmam Humeyni bir şiirle ona tepki gösterdi. Şiir bu dizelerle sona eriyordu: “Evet, doğru o bütün kapitülasyonları yıktı. Fakat bunu milletin yıkılışını (sizden) saklamak için yaptı.1

O günlerden günümüze kadar tam olarak gelen bir bahariye (Bahar) şiiri vardır. Bu şiir On ikinci İmam’ın doğum gününe rastlayan bir nevruz’u karşılamak için yazılmıştı Baharın gelişi zalimleri deviren ilahi bir orduya benzetilir ve şiiri Mehdi’ye yardımının esirgememesi için yapılan bir yakarışla sona erer:
Ey Sultan, islam’ın ve müslümanların durumu çok fenadır.

Neşeli bir günde, bütün herkes neşeyle şarkı söylemesi gerekirken

Etrafa bak, bütün başlar büyük bir üzüntüyle eğilmiş.

Ortaya çık ve sana inanmış insanlara yardımı bahşet

Özellikle de Ayat’a (Hairi) ki o müslümanların yardımcısıdır.

Öyle ki, bu çağda senin yönetimin kurulmalıdır.

Muhammed (s.a.a)’in peygamberliği ve Ali (a.s)’nin velayeti aşkına.1

İmam Humeyni’nin siyasi meselelerle ilgili en kapsamlı ve en önemli yorumları bir nesir çalışması olan “keşfül Esrar” adlı kitapta mevcuttur. Kitap, ilk olarak 1944 yılında imzasız olarak basıldı. Kitap öz olarak (Şii) İslam’ın ibadet uygulamalarına ve inançlarına saldıran ya da eleştiren yazarlara karşı yapılmış uzunca bir kalem kavgasıdır, İmam Humeyni öncelikle Kum’Iu alim Hacı Şeyh Mehdi’nin2 oğlu Hakemzede’nin3 “Bin Yıllık Sırlar” adlı eserini reddeder. Şüphesiz, İmam Humeyni’nin eleştirisinin alanı sadece bir kişinin çalışmasına karşı yapılmakla sınırlı kalmamıştır. Meşhur laik yazar Ahmet Kesrevi, bir çok defalar çok ağır bir sekide suçlanırken, dini reformist sayılabilecek Şeriat Sanglaci de bu suçlamalardan nasibini almıştır.1 İmam Humeyni’nin amacı (Şii) islam’ın inançlarını tahrif ederek din kurumunu kötülemeye çalışan ve bu suretle emperyalizmin kurbanlarına ve maşalarına yardımcı olan herkese sert bir tepki göstermekti. İmam onları kalemlerin ahlaksızlığı, düzensizliği ve bozulmuşluğu teşvik etmek için kullanmakla suçladı. Onlar bu şekilde davranmakla toplumun temellerini bozuyorlardı.2 Laik aydınlar islam Cumhuriyeti davasını seçkinci bir şekilde reddetikleri zaman, İmam’ın bu suçlamalarının yankıları devrim dönemi konuşmalarında sıkça işitildi.3

İrfan üzerine yazılarındaki sakin ve anlaşılır tarza karşın Keşfül Esrar sert ve kavgacı bir tarzda yazılmıştır ve daha sonraki bir çok’ konuşma ve bildiriye kaynaklık etmiştir. Geniş çapta dini ve akli argümanlar kitapta yer alır ve İbni sina, Suhreverdi ve Molla Sadra gibi otoritelerden alıntılar yapan İmam Humeyni, muhaliflerine büyük bir etkinlikle hücum eder. İmam, saldırılarına ancak daha zararlı kişilerle mücadele edilmesi gerektiği için ara verir. Ulema karşıtlığının gelişmesi kısmen Pehlevi rejimi tarafından uygulanan politikaların sonucu olduğundan ulema karşıtı eserlerin reddedilmesi siyasi bir hareketti. Fakat ayrıca Pehlevi rejiminin açıkça ve kesin bir şekilde eleştirildiği kısımlar da vardı. Keşfül Esrar’da. Rıza Şah kaba askeri güce dayanan bir hükümet kurmak ve devam ettirmekle suçlanıyordu.1 Bu anahtar deyim 1962’den sonraki bildirilerde hükümetin her sahadaki durumunun acınacak bir halde olduğunu anlatmak için kullanıldı. “Nereye giderseniz gidin, kiminle karşılaşırsanız karşılaşın düzensiz düşünceler, karışmış fikirler, aykırı kanaatler ve bencillikler, şehvet düşkünlükleri, kibirlilikler, suçlar, vefasızlıklardan başka bir şeyle yüz yüze gelemeyeceksiniz.”2

Şahlığın bu şekilde eleştirilmesi henüz onun tamamen yıkılmağı talebini içermiyordu. Humeyni bir keresinde ulemadan bir çok kişinin şahlık ilkesine muhalefet ettiğini söylemişti.3 Herşeye rağmen İmam Humeyni’nin kabul edilebilir olduğunu düşündüğü Şahlıkla, mevcut iran Şahlığı arasında çok az bir benzerlik olduğu açıktır. İmam’ın tasarısına göre liyakatli müçtehidlerin oluşturduğu bir meclis” Allah’ın kanunlarına aykırı hareket etmeyen, baskı ve zulümden kaçınan, insanın tabiatına, onuruna ve yaşamına karşı hareket etmeyen” adil bir şah seçmelidir.4 Diğer bir ifadeyle şah müçtehidler tarafından atanmalı ve onun tahtının süresi İslam yasalarına saygılı olması şartına bağlı olmalıdır. Açıkça görüldüğü üzere bu düzenleme bile kesin bir ideali oluşturmuyor. İmam Humeyni şahlığın ulema tarafından kabul edilmesinin “daha iyi bir düzen kurulana kadar” geçerli olduğuna açıklık getiriyor.1 Büyük bir ihtimalle İmam o sıralarda şahlığın kesinlikle ortadan kaldırılması fikrini benimsiyordu. Fakat İmam kendi görüş ve kararlarını saklamasını bilen ve kamuoyunun taleplerine ve hedeflerine olumlu cevap vermesini sağlayacak şaşmaz bir stratejiye sahip bir kisiydi.

Keşfül Esrar’daki her olayda islam Cumhuriyeti anayasasının temel taşı olan Velayeti Fakih doktirinin ilk olarak ima edildiğini anlıyoruz. Valiyati Fakih kavramı imamlığın şii öğretisinin açık ve kaçınılmaz bir sonucu olarak sunulmuyor. Ta ki 1969 Necef derslerine kadar. Gerçekte İmam Humeyni Velayeti Fakihi dikkate alarak konuyu gözönüne çıkardığı ilk günden itibaren, bu durum ulema arasında ihtilaf mevzuu haline geldi.2 öğretinin temel ilkeleri açıkça ortaya konmasına rağmen, Necef derslerinde aynı argoman ve delillerle tekrar ve daha detaylı bir şekilde sıraya konuldu.3

Keşfül Esrar bir çok bakımdan İmam Humeyni’nin daha sonraki kariyeri hakkında ipuçları verir, bu kitabın içeriğiyle daha sonraki ifade ve bildireleri arasında önemli bir farklılık vardır. Keşfül Esrar’da Sünni ve Şiileri bölen akidevi ve tarihi meseleler tartışıldığı zaman, İmam her iki kampın eserlerinde geleneksel olarak mevcut bulunan bazı fert polemiklere yer verir.1 Necef derslerinde ise aynı konulara daha kısa, daha farklı ve hemen hemen gönülsüz bir şekilde temas eder.2 Onun islam birliği için açık ilgisi gelişirken. Özellikle devrimin zafere ulaşmasından sonra, İmam SünniŞii uzlaşmasının temel savunucusu olmuştur.

Şeyh Abrdulkerim Hairi, 19836’da öldüğünde, din kurumunun idaresi başlangıçta onun üç yakın arkadaşının üzerine kaldı. Bunlar; Ayetullah Hunsari, Ayetullah Sadr ve Ayetullah Huccet’ti. Fakat devamlı bir eksiklik duygusu mevcuttu. Bu duygu Necef de ikamet eden Baş Mercii Taklid Ayetullah Ebu Hasan İsfehani’nin Kasım 1946’da ölmesiyle daha da belirgin bir hale geldi. Hairi ve İsfehani’yi takip edecek. İran’da yaşayan ve savaş sonrası İran’ında oluşan şartlar altında etkili ve kapsamlı bir liderlik yapacak bir kişi aranıyordu, savaş sonrası İran’ında göreceli olarak açık bir siyasi sistem vardı. Bu sistem farklı siyasi ve ideolojik güçler arasında yoğun bir rekabetin olduğu ve dış güçlerin bu rekabete yoğun olarak katıldığı bir tarzda ortaya çıkıyordu.

Ayetullah Burucerdi, sonunda birleştirici bir halef olarak ortaya çıktı. İmam Humeyni kırk yaşları ortalarında Burucerdi’nin adaylığını geliştirmek için aktif bir duruma geçti ve Hamedan’a seyahat etti. Amacı şehrin kıdemli alimlerini Burucerdi’yi desteklemek için ikna etmekti.1 Burucerdi kendi memleketinde Rıza Şah’a arasıra muhalefet ederken rejimin yanlış ve kanunsuz hareketlerine asla sessiz kalmayacağı yolunda açıklamalar yaptığı duyuluyordu.2 Baş Merci olduğu zaman, Burucerdi mevkisinin verdiği yetkiyi rejime karşı gelmek için daha tutarlı ve etkili bir şekildekullanacakta. Bu İmam’ın umuduydu, fakat bu umut hayal kırıklığına uğradı. Burucerdi Hairi kadar bile siyasi olamadı. Başarıları Kum’da dini kurumların yaygınlaşması ve bu kurumların maddi olarak gelişmesiyle sınırlı kaldı.3 II. Dünya Savaşını takip eden ilk yirmi yıl boyunca, bütün önemli olaylarda asıl mercinin sesi rehberlik ve yönlendirme için hemen hemen hiç yükselmedi. Bu durum Burucerdi’yi siyasi eylemciliğe yöneltmek için İmam tarafından çaba harcanmamasını gerektirmiyordu. Mesela, İmam Humeyni 21 Nisan 1949’da kendi imzasını taşıyan mektubunda, Burucerdi’den hakkındaki şayiaları açıklamasını istemişti. Burucerdi hakkındaki şayialar şu temelde toplanıyordu: Burucerdi, anayasayı değiştirmek için bir kurucu meclis toplanmasını öngören hükümet planına rıza göstermişti Burucerdi’nin cevabı biraz kırılmış bir tazdaydı. Şah tarafından Burcerdi’ye verilen güvenceler dinle ilgili anayasa maddelerinden hiçbirine dokunulmayacağı yolunda olmasına rağmen, o, hükümet planları lehinde açık bir beyanatta bulunmamıştı.1 Güvenilir kaynaklara göre Burucerdi daha sonraki yıllarda çeşitli meselelerde sık sık İmam Humeyni’ye danıştı. Rejimin ajanları Burucerdi’nin zihninde Onun bu genç meslekdaşı hakkında şüpheler uyandırmaya çalıştılarsa da İmam ve Burucerdi daima samimi kaldı. Fakat bu anlatılanlar Kum kentinin önde gelen ulema ailelerinden birinin torunu tarafından (benle yapılan görüşmede) anatılanlarla çelişiyor. Bu kişiİmamın Kum’a vardıktan sonra ki bir kaç ay zarfında Burucerdi’nin evine sık sık gitiğini, fakat Burucerdi Çevresinde daha az azimli inanları tercih ettiğinden İmam’ı da gelmekten vazgeçirdiğini hatırlamaktadır.

Meselenin gerçekliği ne olursa olsun, kesin olan birşey varsa o da, Bahai karşıtı bir kampanya meşhur vaiz Felsefi tarafından başlatıldığı zaman İmam’ın Burucerdi üzerinde baskı uygulamaya çalıştığıdır. İmam 1955 yılı yazında Tahran’ı ziyareti esnasında radyodan Burucerdi’nin kampanyaya destek verdiğini öğrendi. Kampanya ikinci dereceden bir meseleyle ilgili görünüyordu ve hükümet tarafandan kullanılmaya çok açıktı. İmam bu sebepten dolayı haberden rahatsızlık duydu. Daha da önemlisi, şayet Burucerdi meseleyi sonuna kadar götüremezse, mercinin prestiji ve otoritesi zarar görecekti. Buna meydan vermemek için Humeyni hemen Kum’a döndü. Burucerdi’ye düşüncesizce girişmiş olduğu işte sabır göstermesi gerektiğini belirtti. Fakat çabaları boşa çıktı: Tahran’a döndüğünde Burucerdi’nin kampanyadan çekildiğini öğrendi. İmam büyük bir şaşkınlık ve sinirlilikle arkadaşı Merhum Dr. Mufatteh’e şunları söyledi: “Ayetullah Burucerdi’nin evinde kimin elleri iş başında bilmiyorum, onu ziyarete gidiyorum. Onunla konuşuyorum, mücadeleyi sürdüreceğini söylüyor. Fakat ertesi gün bakıyorum fikrini tamamen değiştirmiş.1

İmam Humeyni, Bahai karşıtı kampanyanın bir sonuç alınamadan sona ereceğini önceden sezmişti. 1955 Ağustos’unda bütün taşra valilerine Bahailer’in toplantı yerlerinin Bahailer’e geri verilmesi emri gönderildi ve 1957’de resmi bir Bahai kanağına göre Savaş kazanılmıştı.1 Hem de gelecek on yıl için Bahai etkisi mümkün olan en büyük genişlemesini yapmıştı.

Şüphe yok ki, Rıza Şah’ın tahttan indirilmesiyle 1953 Ağustos darbesi arasındaki yıllarca tutarlı ve ciddi siyasi hereketlere katılan mümtaz dini şahsiyetler de vardı, imamın bu şahsiyetlerden bazılarıyla ilişki kurduğunu görüyoruz, savaş sonrası yakın dönemin başta gelen eylemci alimi Ayetullah Kaşani’nin İmam Humeyni’ye evliliğini gerçekleştirmede yardımcı olduğu söylenir, İmam Humeyni Tahran’da ikamet eden Ayetullah Sakafi’nin kızıyla evlenmiştir. (1930) Keza, İmam’ın Tahran’a yapmış olduğu düzenli seyahatlar esnasında sıksık Kaşani’nin evinde kaldığı anlatılır. Hatta Musaddık yanlışı göstericiler 1953 yılının 31 Temmuz gecesinde, Ayetullah Kaşani’nin evine saldırdıklarında İmam da onunla birlikteydi.2

İmam Humeyni’nin eylemci Fedaiyenı İslam’ın kurucusu Nevvab Safavi’ye de tanışıklığı vardı. Nevvab Safavi’nin dul eşinin tanıklığına göre, Nevvab İmam’ın Kum’daki evini sık sık ziyaret ederdi. Tabi ki bu ziyaretler polisleri atlatmak için gece yarıları yapılırdı.1 Ek olarak Fedaiyanı İslam’ın programıyla Keşfül Esrarın içeriğinde bir çok benzerlikler vardır. Bu durum ikisinin arasında bir takım danışmalar olduğunu gösterebilir.2

İmam’ın Ayetullah Kaşani ve Nevvab Safavi’yle olan ilişkilerinin ehemmiyeti fazla abartılmamalıdır. Humeyni 1941-1953 yılları arasında büyük çapta açık bir siyasi hareketten uzak durmayı uygun gördü. İmam 1944 Mayıs’ında Kur’anı kerim’den bir ayetle başlayan bir bildiri yayınladı. “De ki: Size bir tek öğüt veriyorum. Allah için ikişer ikişer ve teker teker kıyam edin” (Sebe; 46) ve bildiri peygamberlerin nasıl Allah için kıyam etiklerini belirtiyordu. Fakat İmam Humeyni bunun aksine, çağdaş müslümanların sadece dünyevi istekleri için mücadele ettiklerini söylüyordu. Sonuçta da yabancılar onlar üzerinde egemenlik kuruyorlardı. Rıza Şah (cahil bir Mazandaranı) ölmüş olmasına rağmen onun kurumuş beyninden çıkan fikirler hala yerine getiriliyordu. Bu durum İranlı müslümanlar bilinçlenene kadar devam edecekti.3

İmam’ın 1962’den önce genel bir sessizliği tercih edişine ilişkin bir kaç yorum ileri sürülebilir. En önemlisi İmam Humeyni’nin dini müesseseye bağlı olmasına dayanır. Yukarıda belirtildiği gibi, imam’ın kanaatine göre, devletin ve toplumun İslami kurallara uygun olarak değişmesi ancak merci taklidin Önderlik ettiği bir bütün olarak hareket eden ulemanın desteğiyle’ sağlanabilirdi. Fakat gödüğümüz gibi Burucerdi esas itibariyle siyasetle ilgilenmiyordu. Onun yetkisine meydan okumak sadece şahsına karşı değil, aynı zamanda mercinin bütün fonksiyonlarına yapılmış saygısız bir hareket olacaktı. Kum’daki genel kanaatta meydana gelen böyle ayrılıklar kesin bir sonuç üretmediği gibi üstelik ulemanın çoğunluğu açıkça siyasetle ilgilenmedi ve uzun yıllar böyle kaldı. İmam Humeyni’nin1969 yılında dini müesseselerde “sahte alimler’in varlığına dair beirttiği üzüntüsü (yani güya dünya işlerine karşı duydukları hoşnutsuzluk yüzünden siyasi faaliyetten uzak duran ulemadan yakınması) kendisinin çok uzun zamandır şahid olduğu sıkıntıların bir ifadesiydi.1

Ayrıca, 1941 ile 1953 yılları arasında faaliyet gösteren siyasi ve ideolojik gruplar oldukça heterojen bir yapiya sahiptiler; o dönemde İmam Humeyni’nin görüş ve mizanı ters düşen bir çok şeyde uzlaşmayı gerektiyordu Görünüşte, petrolün millileştirilmesi ve Şah’ın yetkileri üzerine odaklanan bu politik mücadelenin, sonuçta bir İslami düzenin kurulmasına sebep olacağına dair bir garanti veya en azından bir ihtimal dahi yoktu. 1906-1907 Anayasasının çok çeşitli partiler tarafından öne sürülen istekler doğrultusunda oluşturulduğu önemle hatırlanmalıdır ve İmam Humeyni’nin o yıllarda dahi bu anayasaya pek fazla önem vermediği muhtemeldir. İmam Humeyni Keşfül esrar’da, 1906-1907 Anayasasının 2.maddesi kapsamına giren meclisi denetleyen bir müctehidler ilkesinin uygulanmasını ileri sürdü.1 Ancak bu teklif gerçekte maslahat gözetilerek yapılmıştı. Humeyni’nin 1962’ yılındaki bazı demeçlerinde anayasayı kullandığı doğrudur, ancak o bu konudaki görüşlerini Necef mektuplarında açıkça ortaya koymuştur; anayasanın içeriği Belçika, Fransız ve ingiliz yasalarından alıntılarla oluşturulmuştur. Onun bu konudaki fikri, 1941, 1953 dönemindeki fikirleriyle de örtüşmektedir.2

Üstelik 20. yüzyılın ilk on yılında cereyan eden bu anayasa hareketi, bir çok ulema tarafindan. başlangıçta İslami olan bir hareketin laik unsurlar tarafından bozulması, tahrip edilmesi olarak görülüyordu. İmam Humeyni diğer bir çokları gibi benzer bir olayın 1950’lerde de cereyan ettiğini düşünüyordu. Kaşani, halkın Musaddık’ı ve İran petrol endüstrisinin millileştirilmesi kampanyasını desteklemesinde oldukça etkili olmuştu.1 Musaddık daha sonra bir çok ulema tarafindan, nankörlükle karşılık verdiği için tipik bir laik olarak değerlendirildi. Hiç şüphesiz böyle bir sonuç, eğer Humeyni 31 temmuz gecesi Kaşani’nin evinde idiyse, kaçınılmaz olurdu. Çünkü o, Musaddık’a hiçbir zaman itibar etmemiş veya onu işbirliğine layık biri olarak görmemişti. Musaddık’ın İslam Cumhuriyetinde aşamalı olarak itibardan düşürülmesi bunun göstergesidir. 1941-1953 yılları arasında, dini liderliğin durumu oldukça kötüydü. Siyasi sahne karışık ve ümitsizdi. İmam Humeyni’nin o yıllardaki en önemli etkinliği fıkıh ve usul öğretmekti. Onun bu çalışması yalnız merci olarak ortaya çıkabilmesi için gerekli olan birşey değil, aynı zamanda Kum’da süregelen politik ve entellektüel tavırları değiştirmek ve ileride bir islam Cumhuriyetinin kurulmasında önderlik edecek olan militan ulema neslinin yetiştirilmesi için bir vesileydi.

İmam Humeyni 1946 yılında, meslektaşları ve öğrencileri arasında Kum’da kendisine en yakın olan Ayetullah Muntazari ve Ayetullah Mutahhari’nin ısrarları sonucunda haric seviyesinde fıkıh ve usul dersleri vermeye başladı. Seçilen ilk metin, Ahund Hurasani’nin Kifayet ül Usul adlı eserinin ikinci cildinden alınan, akli isbatlardan oluşuyordu.1 Ayetullah Beheştiye göre, sayları otuzdan fazla olmayan az bir öğrenci nüfusu derslere iştirak ediyordu.2 Kademeli olarak bu öğrenim halkası genişledi, imam Humeyni’nin 1951 yılında usul üzerine olan ikinci dersi başladığında bu sayı 300’dü.3 Aynı ders üçüncü kez verildiğinde bu sayı, ileride merciiyet makamına gelecek olan Ayetullah Burucerdi’nin sınıfindan sonra kum’daki en kalabalık sınıfı, beş yüze ulaşmıştı.4 Burucerdi’nin ölümünden sonra, bu sınıf, Humeyni’nin Kasım 1964’de sürgününe kadar en geniş sınıf olmaya devam etti. 1964 döneminde, onun sınıfına devam edenlerin sayısının 1200’e ulaştığı tahmin edilir ki bu sayı yakın tarihteki Şii dini kurumlarında benzeri görülmemiş bir sayıydı.1

Benzeri görülmemiş olan yalnızca sımfin hacmi, genişliği değildi, İmam Humeyni henüz Şeyh Abdulkerim Hairi’nin öğrencisiyken, sınıf arkadaşı Ayetullah Amuli’ye dini kurumlarda öğrencilere serbest düşünmeyi ve öğrendiklerini sosyal hayata tatbik etmeyi basitleştirecek radikal reform düşüncelerinden bahsetmiştir.2 Kendi öğretim faaliyetleri, bu reformlara giden yolda önemli bir basamaktı. Geleneğe uygun olarak, onun fıkıh ve usul sınıf Şeyh Murtaza Ensari’nin Mekasib ve Kifayetü Usulü, yakın arkadaşlarından Aka Ziyaüddin Iraki’nin ve Mirza Hüsüyen Naini’nin ve kendi Öğretmeni Hairi’nin yazıları üzerinde ayrıntılı olarak duruyordu. Fakat onun tutumu, bu otoriteleri kayıtsız şartsız bir kabul değildi; O, Kum’da genel kabul gören Naini’nun usul teorisini oluşturan kabullenmeleri eleştiriyordu.3 O, öğrencilerini de aynı eleştirel tavırları göstemeleri için teşvik ediyordu: Muntazari’nin İmam Humeyni’nin öğretim halkasında sık sık meydana gelen bu tür tartışmalara etkin olarak katılan biri olduğu söylenir.1

Onun öğretiminin üstün olan yönleri, konunun takdiminin açık, düzgün, ve basit oluşu, teknik terimlerin kullanımından gerektiği yer hariç sakınılması ve en önemlisi fıkıh ve usulün ilgi alanına giren teknik konuların İslam’ın diğer boyutlarına ahlaki, ilmi, felsefi, siyasi, ve sosyal ustaca bağlanmasıydı.2 Fıkıh ve usul çıkış noktasıydı, ancak öğrencileri onun sınıfında İslam’ın bir bütün olarak sergilenmesini tecrübe ediyorlardı.

Bilindiği gibi medrese sisteminin temelini teşkil eden pedagojik normlar, her zaman için öğrenciye kuru bilgi verilmesinin dışında bir çok şeyi daha gerektirmiştir. dünyanın bütüncül bir değerlendirilmesi, düşünce va davranışlarımız için sahih kriterlerin geliştirilmesi ve aktarılması medreselerin daimi bir fonksiyonu olagelmiştir. Fakat nadir olarak bir medrese öğretmeni, İmam Humeyni’nin fikıh ve usul sınıfındaki öğrencileri ve onlar aracılığıyla çevre üzerinde bu derece belirleyici bir etkiye sahip olmayı başarabilmiştir. Mutahhari ve Muntazari’nin yanında, islam devriminin ve İslami Cumhuriyetin yönetiminde önde gelen kalabalık bir grup, İmam Humeyni’nin bu öğretim halkasında, İslam’ın devrimci gücünü fark etmişti. Bunlardan biri olan Ayetullah Bahoner bana söyle demişti:

İmam bize öyle bir manevi asalet, sorumluluk, teslimiyet duygusu, entellektüel ve manevi zenginlik aşılamıştı ki, Ramazan boyunca vaaz etmek için Rum’dan ayrıldığımızda onun sesi kulaklarımızda günler boyunca yankılanırdı.”1

İmam Humeyni, bir çok kişiye Ayetullah Burucerdi’nin 1961’de ölümünden sonra onun merci makanını doldurabilecek kişi olarak görünüyordu. Fakat o, daha en başında, onun adaylığını güçlendirmek için çaba gösterenlerin şevkini kırdı. Bir gazete muhabiri İmam Humeyni’den, Brucerdi’nin muhtemel halefleri hakkında yazılacak olan bir makalede kullanılmak üzere, fotoğrafını ve biyografisini istediğinde o bunu reddetmişti.2

Merci konumunda bulunabilmenin usuldeki yolu genelde fikıh ve dini pratikler için bir el kitabı mahiyetindeki risale i ameliye üzerine çalışmaların yayınlanmasıydı. Humeyni. ilk başa yakın dostlarının kendisine ait olan fikıh üzerine yazdıklarını yayınlamasına izin vermedi, ancak daha sonra, onlar bunun kendisi için yerine getirilmesi gereken dini bir görev olduğu hususunda ikna edince biraz yumuşadı. Böylece, masrafları kendileri karşılayarak, ilk olarak Ayetullah İsfahani’nin Vesiletün Necefine ilave mahiyetindeki seçme fetvalarını, daha sonra Humeyni’nin, Seyyid Muhammed Kazım Yezdi’nin Urvetül Vüska tefsirini ve son olarak da onun kendi risale i ameliyesi olan Tenzih ül Mesail’ini yayınladılar. 1

Merciiyet olabilmenin geleneksel yolu böylece tamamlanmıştı ve birçok insan İmam Humeyni’yi merci olarak takip etmeye başlamıştı. Ancak İmam Humeyni’nin liderliği geleneği aşıyordu ve Şah rejimine karşı yapılan uyarı protestosu, onun gerçek nitelikte milli ve dini bir lider rolünün başladığına işaret ediyordu. Bu yerel ve eyalet meclislerine seçimi kapsayan yeni yasaların kaldırılmasına ilişkin 1962 son baharında düzenlenen bir kampanyaydı.2 Bu olay kendi başına Önemsiz bir olaydı, ancak bu Pehlevi hanedanına karşı yapılan hareketlerin çıkış noktasıydı, ki bu hareketler çok iyi düşünülmüş bir seri aşamadan sonra. Şubat 1979’da zafere ulaşacaktı. Hüccetül islam Haşimi Rafsancani’nin de bana söylediği gibi. 1962 son baharında yalnız Burucerdi’nin ölümüyle açılan boşluğun kapandığı görülmekle kalmamış, aynı zamanda daha anlaşılır, sağlam ve etkili bir liderliğin meydana geldiği de farkedilmişti.3


1962’den beri vuku bulan her şey 1960 Haziran ayaklanması, sürgün ve sebat dolu yıllar, monarşinin yıkılmasına öncülük edecek olan mücadele ve fedakarlık dolu 13 ay, islam Cumhuriyetinin çalkantılı ilk altı yılı -için İmam Humeyni’nin yaşamının ilk altmış yılı, bilinçli veya bilinçsiz bir hazırlanma süreci olarak görülebilir. Onun dünya görücünün farklı unsurları verlerine oturmuştu, olgunlaşarak liderlikimam (genel ve özel anlamıyla) sorumluluğunu üzerine almaya hazır hale gelmişti. Dini kurumlardaki çağdaslarından farklı olarak, o İmamete, çağın baskın laikleştirme eğilimlerine açıkça karşı olan Sosyopolitik bir rol veriyor, gençliğinde kendisine hayat veren coşkun ve anlatılır bir İslam görüşünü önce meslektaşlarına ve öğrencilerine daha sonra da halkına aktarıyordu, İran örneğinin, yakın çağ İslam tarihinde bir benzeri yoktur ve başka yerlerde tekrarlanması imkansız, yalnızca kendisine has bir takım özellikleri vardır (en önemlisi, ulemanın, halkın kendilerine itaat etmelerinden doğan bir güce sahip olması, ve laik güçlere karşı var olan geleneksel düşmanlık) Diğer yandan, bu devrim, İslam tarihinin en yaygın temelarına mutlak ve ahlaki ve sosyalpolitik liderin ortaya çıkmasından ve halkın büyük bir istekle ona itaat etmesinden doğan tecdid hareketlerine bir örnek olarak görülebilir. Bu hareketlerin sayışı, müstümanların 18. ve 19. yüzyılda emperyalist saldırılara uğramasıyla artmıştı ve Senegal’den Endonezya’ya kadar da bu saldırgan Avrupalı güçlere verilen cevap sufi şeyhler tarafından idare edilen cihad hareketleri olmuştu. Bu ilk cihad bereketlerini İran İslam Devriminden ayıran siyasi durum ve ideolojik bilinçteki büyük farklılıklara rağmen, her ikisinde de temel olan ortak bir unsur vardır: Siyasi mücadele boyunca biatin, geleneğin İslami yapılanmasını en özgün ve saf yönüyle temsil eden bir lidere verilmesi. Geniş islam tarihi perspektifinden bakıldığında, İmam Humeyni yalnızca kendisinin Örnek olarak gösterdiği militan Şii ulemanın değil, fakat aynı zamanda Hindistanlı Seyyid İsmail Şehid, Cezayirli Emir Abdulkadir ve Dağıstanlı Şeyh şamil gibi şahsiyetlerin de varisi olarak görülebilir. Şahlık rejiminin yıkımına yol açan İslam Devriminin ilk evresi bir kitlesel siyasi parti, gerilla ordusu veya modern dünyanın aşinası olduğu başka bir siyasi kurum yapısı olmaksızın başarıldı. Bu evrenin kesin başarısı İran halkının, bütün bir İslam geleneğinin ahlaki otoritesi olarak gördükleri bir şahsiyete bağlılık ve itaatleriydi.
İmam Humeyni’nin sürekli çağrısı hiç bir şekilde İran’la ya da Orta Doğudaki Şiirlerle sınırlı değildi. Afrika’nın ve Asyanın her yerinden bir çok müslüman onun İslami dayanışma çağrışma büyük bir şevk ve sıcaklıkla cevap verdi; posterleri Mombasa’dan Manila’ya kadar müslüman şehirlerin duvarlannda görülüyordu. İmamın bütün genişliğiyle İslam ümmeti üzerinde gördüğü rağbetin yaygınlığı ve müslümanların yaşadığı topraklardaki mevcut siyasal ve toplumsal yapıların bir çoğunun yapaylığı ve zayıflığının ışığında, İran islam inkılabı’nın yalıtılmış ve istisnai bir vaka olarak kalacağı tahmini çok cüretkar olurdu. Bu noktada İmam Humeyni’nin rehber olarak kişiliğinin oluşumu, İran tarihinden çok daha fazla değinilmesi gereken bir konu olarak görülebiliriz.1
- 2 -

PİR -İ AŞK’IN KONUŞMALARI
Şüphesiz ki Pir-i Aşk’ın bereketli ömrü boyunca birçok önemli ve ilginç konuşmaları olmuştur. Bu konuşmalardan bazısı siyasi bazısı toplumsal bazısı ilmi bazısı da çeşitli diğer konularda olmuştur. Ama Pir-i Aşk’ı yakından tanıyan herkes bilir ki onun hayatı boyunca üzerinde önemle durduğu konulardan biri de nefis tezkiyesi idi. Pir-i Aşk peygamberlerin bisetinin en büyük hedeflerinden birinin nefis tezkiyesi olduğunu söylüyordu. Tüm Peygamberlerin insan denilen bu meçhul varlığı “adam” kılmak için geldiğine inanıyordu. Ama bu insan “adam” olabildi mi? Günümüz dünyasının neresine sorarsanız sorun mutlaka bizlere “hayır” cevabını vereceklerdir. Eğer bir toplumdaki insanlardan bir tanesi “adam” olsa gerçekten o toplum kurtulurdu. Günümüz dünyasının içler acısı durumu da iş bu “adam”ın olmayışının ifadesidir. O halde nasıl “adam” olunur? Gelin bakalım Pir-i Aşk bu hususta neler diyor:

Bismillahirrahmanirrahim




Yüklə 1,17 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin