İÇİndekiler sunuş 4 II. TÜRKİYE’de enerji sektöRÜ 5


VI. PLANLAMA, KALKINMA PLANLARI VE ENERJİ SEKTÖRÜ İLİŞKİSİ



Yüklə 387,96 Kb.
səhifə7/8
tarix14.02.2018
ölçüsü387,96 Kb.
#42722
1   2   3   4   5   6   7   8

VI. PLANLAMA, KALKINMA PLANLARI VE ENERJİ SEKTÖRÜ İLİŞKİSİ

Ülkemiz, 1961 Anayasası ile (129. madde) “kalkınma”nın plan ile gerçekleştirileceğini düzenlemiştir. Aynı yaklaşım 1982 Anayasası’nda (166. madde) “devletin görevi” olarak belirtilmiştir. Böylelikle “plana dayalı kalkınma”, “kalkınmacı devlet” tercihi ortaya konulmuştur.

Plan: Ekonominin üretim, tüketim, yatırım, gelir dağılımı ve dış ticaret ilişkilerini makro anlamda bir bütünlük içinde gösterebilen bir denge sistemi olan “hesaplanabilir genel denge” modeline dayanmaktadır. Bu sistem, bir anlamıyla ulusal ekonominin temel özelliklerini yansıtan bir “iktisadi laboratuvar” gibi kullanılarak, iktisadi politika alternatiflerinin somut olarak incelenmesine olanak tanımaktadır.

İktisadi gelişme, gelişmekte olan ülke ekonomilerinin kalkınma sorunlarının gelişmiş ülkelerdeki sorunlardan öz olarak farklı yönlerinin olduğu ve farklı çözümler gerektirdiği düşüncesine dayanmaktadır. İktisadi planlama ise kalkınma probleminin piyasa eliyle çözülemeyeceği, reel alan ile mali alan arasında ve farklı sektörler arasında planlama gerekliliği temeline dayanmaktadır.

Kalkınmacı devlet, gelişmenin temel amaç ve hedeflerini ortaya koyarak, kendisini bu hedeflere ulaşmakla yükümlü sayar. Piyasalar çalışacaktır. Ancak, öncelikle piyasalara ne olursa olsun uyum göstermek değil, piyasaları geliştirmek ve genişletmektir. Piyasa ekonomisini esas alan modelde ise, devlet yalnızca düzenleyicidir.

1980’lerden beri kalkınma iktisadı ve iktisat planlamasının piyasa güçlerini sınırladığı gerekçesiyle planlamaya gerek olmadığı ileri sürülerek planlamanın yerini piyasa yöntemleri almıştır. Piyasa güçleri “serbest” bırakıldığında ekonominin kararlı bir dengeye ulaşacağı savunularak, bu sorumsuzluk Türkiye’de plansızlığın egemen olması noktasına kadar sürdürülmüştür. Israrla sürdürülen politikalar, ekonomik anlamda başarısız ve sosyal maliyeti de son derece ağır sonuçlar doğurmuştur.

Kalkınmanın söz edilen anlayışla ele alınması ülkemizin sanayileşme tercihlerine de yansımıştır. Çimento, ark ocaklı demir-çelik üretimi, seramik, makine imalat gibi alanları enerjiyi en yoğun ve kalitesiz kullanan üretim yöntemlerini kullanmaktadırlar. Ayrıca, yolcu taşımacılığının %70’i, yük taşımacılığının %80’i yolcu ve yük başına enerjinin en verimsiz harcandığı bilinen karayolu ile yapılmaktadır.

Sanayi üretiminde enerji verimliliğinin sağlanması ve enerji yoğunluğunun düşürülmesi yeni teknolojilerin yaratacağı potansiyelden yararlanmakla ilgilidir. Bu anlamda sanayide verimliliği düşük, yüksek enerji tüketen ve çevreyi kirleten teknolojiler yerine verimliliği yüksek yeni teknolojilere geçilmesi tercih edilmelidir.

1970’lerdeki petrol krizi enerji sektöründe bütünsel bir planlamanın gereğini ortaya koymuştur. Enerji sektörü uzun süreli ve yüksek maliyetli yatırımların yapıldığı bir alan olduğundan arz-talep uyumunun bozulması önemli oranda ekonomik kayıplara neden olmaktadır.

Enerji kaynakları ve finansal açıdan dışa bağımlı bir ülkede uzun vadeli planlama olmaması ve Türkiye’de olduğu gibi yalnızca arz yönlü bir planın öne çıkarılması rasyonel olmayan işletmecilik ve kaynak kaybına yol açmaktadır.

Üzerinde önemle durulması gereken diğer bir konu ise, stratejik bir sektör olan Enerji konusunda farklı alanlarda farklı faaliyet gösteren kamu kurumları (MTA, DSİ, TKİ, TEAŞ, TEDAŞ, EİE, TPAO, BOTAŞ, vb. gibi) arasında koordinasyon olmamasıdır. (Bu durum son iki DPT raporu ve DB mektubu ile ilişkilendirilmeli). ETKB söz konusu kurumların koordinasyonunu sağlayan ve kalkınma planları ile uyumları açısından DPT ile ilişkilendirme işlevini yerine getirmelidir.


VII. ENERJİ SEKTÖRÜ VE DIŞA BAĞIMLILIK

Enerji kaynaklarını denetim altında tutma çabası, bugün uluslararası rekabetin ve çatışmanın en temel konularından birisidir. Ekonomi tarihini büyük ölçüde enerji kaynaklarına egemen olma mücadelesi olarak görmekteyiz. Daha henüz sanayi devriminin başlangıcında, kömürden ve buhar makinesinden yeterli oranda yararlanan Fransa ve İngiltere hızla yükselişe geçerken; bunlardan yeterli ölçüde yararlanmayan eski tipte sömürgeci ülkelerden İspanya, Portekiz, Hollanda vb. aynı hızla gerileme sürecine girmiştir. Kömürün yerini petrolün alması ve bu alandaki gelişmenin başını ABD’nin çekmesi ise, ABD’yi uluslararası hiyerarşide en üst noktaya taşıyan önemli etkenler arasındadır. İkinci Dünya Savaşı boyunca petrol havzalarını ele geçirme düşüncesinin ne ölçüde etkili olduğu hatırlardadır.

Orta Asya ve Kafkasya’daki karışıklıklar, Azerbaycan-Ermenistan Savaşı, Çeçen-Rus çatışması da, doğrudan ya da dolaylı olarak, bölgedeki petrol ve doğalgaz rezervleri ve boru hatlarının geçiş yollarının “güvenliği” ile ilgilidir.

Petrol krizinden sonra “serbest piyasa rejimi”nin en büyük savunucusu olan Amerika, uluslararası alanda enerji politikalarının etkilenmesi ve denetimini sağlamak için yeni bir örgütün, Uluslararası Enerji Ajanı (IEA) nın kurulmasını başarmıştır. 1974 yılında OECD bünyesi içinde kurulan IEA’nın ilk amacı, petrol ihraç eden ülkelere karşı yeni enerji politikaları oluşturmak olmuştur. Enerji tasarrufu, mevcut kaynakların en etkin kullanımı, alternatif enerji kaynaklarının geliştirilmesi, kömürün daha temiz fakat yaygın olarak kullanımı yöntemleri, uluslararası önlemler altında nükleer enerjinin daha yaygın kullanımı gibi IEA tezleri hep bu nedene dayanmaktadır. Daha sonraları enerji işkolunun dünyada doğa, çevre ve ozon tabakasına etkisi ile atmosferin ısınması konuları da gündemde önemli yer almaya başlamıştır.

Kurulduğundan bu yana IEA enerji politikaları ve siyasi çıkarların aynı anda ele alındığı bir kuruluş olmuştur. OECD bünyesi içinde bulunması sonucu son yıllarda OECD’nin ele aldığı özelleştirme ve serbestleştirme görüşlerinin, yılda iki kez yayınlanan IEA Politika Dökümanlarında yer almasına neden olmaktadır.

Türkiye’de son 20 yılda bağımsız bir enerji politikası izleme yerine çok uluslu şirketlerin çıkarını koruyucu politikalarına ağırlık verilmesi, bu alandaki uluslararası çabaların ne kadar etkili olduğunu açıkça gösteriyor.

Türkiye’ye yönelik bu çabalar yalnızca politik cepheden gelmemiş, IMF ve Dünya Bankası da önemli rol oynamıştır.

IMF yönlendirdiği az gelişmiş ülkelere proje kredisi yerine yeniden yapılandırma kredisi vererek bu hizmetlerin “piyasa malı” olarak sunulmasının alt yapısını oluşturmaya çalışmıştır.

Dünya Bankası, TEK’e 1 milyar ABD doları kredi vererek bu kurumu önce anonim şirkete dönüştürmüş, sonra da TEAŞ ve TEDAŞ diye ikiye ayırtmıştır. IMF 270 milyon ABD dolarlık yeni bir kredi daha vererek TEAŞ’ın da İLETİM A.Ş. ve ÜRETİM A.Ş. diye iki ayrı Genel Müdürlüğe ayrıştırılmasını önermiştir. Hükümetler bu önerileri eksiksiz yerine getirmişlerdir. Bu politikalarla amaçlanan;


  1. Enerji sektörünü ticarileştirmektir.

  2. YİD ile Yİ modelleriyle yeni yatırımları, işletme hakkı devri ile de mevcut işletmeleri çok uluslu şirketlerin denetimine vermektir.

  3. Yapılan yeni hidrolik, termik, doğalgaz, nükleer santrallerden elde edilecek elektrik enerjisini (Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm egemenlik hakları devre dışı bıraktırarak) AB ve çevre ülkelere ihraç edebilmektir.

Böylece, Türkiye hem politik olarak hem de enerji kaynaklarında dışa bağımlı hale gelmiştir.

Türkiye, uluslararası hegemonya mücadelesinde son derece önemli bir yeri olan enerji sektöründe, dışa bağımlılığı önleyecek ya da asgari sınırlarda tutacak bir politika izleyememiştir. Uygulanan politikalar bağımlılığı azaltmak yerine giderek daha da artmıştır. Öyle ki, yerli üretimin toplam tüketimi karşılama oranı 1950 yılında yüzde 93 seviyesinde iken, bu oran 1960 yılında yüzde 84’e, 1970 yılında yüzde 77’ye, 1980 yılında yüzde 54’e, 1990 yılında yüzde 48’e düşmüştür. 1995 yılında ise 64 milyon TEP civarındaki toplam enerji tüketimi içinde yerli kaynaklardan sağlanan enerji oranı yüzde 42’ler seviyesine gerilemiştir.

İthalatın toplam tüketime oranının yüzde 7’den yüzde 58’e yükselmesinin en önemli nedeni, petrol tüketimindeki artıştır. Petrolün 1950 yılında toplam tüketim içinde yüzde 8’i bulmayan payı, 1995 yılına gelindiğinde yüzde 46’yı aşmış bulunuyordu. 1995’te yerli petrol üretimi tüketimin yalnızca yüzde 13’ünü karşılıyordu.

Bir ülkenin sanayileşme geleceği, (üstelik bu doğal enerji kaynakları sınırlı olan bir ülke ise) elbette ki yalnızca kendi yerli enerji kaynaklarına dayandırılamaz. Böyle bir ülkenin sanayileşme amacı doğrultusunda nerede ucuz enerji kaynağı varsa, bu enerji kaynaklarını kullanmaya çalışması son derece normaldir. Ne var ki, bir ülke, kendi doğal enerji kaynakları atıl bırakılırken, bunları kullanmaz da enerji tüketiminde ithal enerji kaynaklarına ağırlık verirse, bu son derece çarpık bir durumdur ve ne yazık ki Türkiye’nin enerji alanındaki görünümü de budur.





Yüklə 387,96 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin