Beşinci Bölüm
Der Einzige und sein Eigenthum
Der Einzige und sein Eigenthum
1845
Yayın - Saksonya'da el koyma ve serbest bırakma - Prusya'da yasaklanma - Stirner ve polis - Evrensel kabul ve başarı - Kitap – Değerlendirme girişimi - Eleştiri - Stirner'in cevapları - Rasyonellik ve birey - Görünüş
"Özgürler" çevresinde, Max Stirner'in kapsamlı bir çalışma üzerinde çalıştığı, "sayfa üstüne sayfa yığdığı" ve “düşüncesinin bütün karakteristik dokusunu da katarak", hâlâ büyümekte olduğu söylentisi yayıldı.
Ama kimse bu çalışma hakkında ayrıntılı olarak ne söyleyeceğini bilemezdi. Stirner hiçbir zaman onunla ilgili sorulara girmemiş, kimsenin çalışmasının tek bir sayfasını bile görmesine ya da okumasına izin vermemiştir. Kendisi, “hayatının sırrı” na sadece bazen “ben” in gizlendiği masasını işaret ederek ihanet etti.
Çalışmanın varlığı "bir fabl da olabilirdi" ve 1844 Ekim'in son günlerinde aniden, Der Einzige und Eigenthum başlığı altında ortaya çıktığında bazıları tarafından zaten öyle görülmüştü.
Aslen bu başlık -ve Stirner'ın yukarıdaki görüşleri onu belirtir- "Ben" olacaktı. Çalışmanın ikinci temel bölümünün başlığı olması için, vazgeçildi.
Yazar Stirner, ilk eserlerini yazdığı ve tanıdığı çevrenin içinde taşıdığı adı kullandığı için; başlık sayfasında yayıncı olarak Almanya'nın en saygın kitap yayıncı firmalarından biri olan Leipzig’deki Otto Wigand , zamanın en önemli radikal yayınlarının cesur ve yaygın olarak bilinen yayıncısı, Ruge’un ve Feuerbach‘ın girişimlerinin yayıncısı olan, ve kendisi zamanın savaşlarında kalbiyle ve ruhuyla bağlanmıştı. Kitapta geçen yıl 1845'ti. Bir dost ilişkisi Stirner ve Wigand'ı birleştirdi; Wigand yeni
Yazarı hakkında oldukça fazla düşündü ve ona her zaman büyük saygı duydu. Bu arada, Stirner 1844'te Leipzig'teydi ve büyük olasılıkla Wigand'la hayatının çalışmasının ayrıntılarını tartışıyordu.
Onun işte sağladığı güven, yapmış olduğu yüksek kaliteli sunumla en iyi şekilde gösterilmiştir. Der Einzige'nin ilk baskısı, bu yayınevinin en iyi basılmış eserlerinden biridir: en iyi kağıda, yaklaşık beş yüz sayfalık muhteşem bir cömertlikle, çok geniş kenar boşlukları ve büyük, net bir baskıyla, neredeyse kusursuz bir şekilde Leipzig'de J.B. Hirschfeld tarafından basılmıştır. Bugün nadir görülen bu baskı, parlak tozlu kabında dikilmiş bir kopya için iki buçuk taler olarak fiyatlandırıldı. Her açıdan daha sonraki iki baskının seviyesini aştı.
Kitap, "Sevgilim Marie Dähnhardt'a" ithaf edilmişti. Bir yıldır Stirner'in karısıydı.
İşin planının 1842 yılında, Stirner'in daha kısa çalışmalarda, 1844’de daha büyük bir çalışmaya- teslim edilip basıldığında- yol açan, bu kadar çok fikir geliştirdiği zamanda ortaya çıktığını, varsayarsak, yanılmış olmayız. Çalışmanın bir buçuk yıllık bir zaman diliminde yazıldığı varsayılabilir -1843'ten 1844'ün ortalarına kadar.
İktidardakiler her zaman, muhalif düşünceyi bastırmaya ve onun yayılmasını engellemeye çalışırlar. Prusya'da, Friedrich Wilhelm IV'ün tahta çıkmasından bu yana, bir çılgın ve aptal sansürün dizginleri daha az kısıtlayıcıydı, ancak bu, durum daha öncekinden daha kötü hale geldiği zaman, Herwegh'in krala mektubunun yayınlanmasıyla sona erdi. Saksonya'da da benzer bir tepki başlamıştı. Yirmi sayfayı aşkın yazıların 1844'te özgür olduğu, yani sansüre teslim edilmeleri gerekmediği doğrudur. Fakat bu nedenle, yargı koruması olmadığı için daha büyük bir el koyma ve toplama tehlikesi vardı.
Bunu en azından kısmen önlemek için, Leipziger yayıncısı büyük bir önlem aldı. Basımın gerekli kopyası bölge müdürüne teslim edilirken, gönderilmeye hazır olan kopyalarla yüklenen vagonlar bir sonraki caddenin köşesinde durdu ve izin kağıdı yayıncının elinde olduğu anda, onlar kitapçıdan kitapçıya hızlıca teslim edildi, böylece yetkililer kitabı gördüklerinde ve ona el koymak istediklerinde, çoğunlukla eller boş kaldı.
Aynı şey Stirner'in çalışmalarında da oldu. Leipzig'deki bölge müdürü hemen el koyma emrini verdi, ancak sadece 250 kopya ellerine geçti.
El koyma, birkaç gün sonra İçişleri Bakanlığı tarafından kaldırıldı, çünkü kitap tehlikeli olmak için "çok saçma"ydı. 8 Kasım 1844'teki Brockhaus’sche Allgemeine Presszeitung'un bildireceğine söz verdiği, kararın “çok ilginç” gerekçeleri maalesef hiç yayınlanmadı ve takdire şayan otoritelerin bilgeliği asla tam boyutunda kavranamazdı. Basın özgürlüğü meselesiyle bu kadar meşgul olan ve devleti “kandırmak” için çalışmalarını tam bir ihtimamla yazmış olan Stirner için niyetinin parlak bir şekilde başarılı olduğunu söylemek yeterlidir. "İnsanlarımın, eğer isterlerse, serbest basın özgürlüğünden olmaksızın gitmelerine izin verin, ben zorla ya da katakulliyle basmayı başaracağım; ben basma özgürlüğünü sadece -kendimden ve gücümdenalırım." Bu izni kendisi için aldı ve en zararsız karalamalar bile yasa dışıyken onun kitabı, o zamanın ve tüm zamanların engelenemeyen, elden ele dolaşan en radikal ve “en tehlikeli” kitabıydı -bugün de hala öyle.
Bu gerçekte,n kıymetli mallarını, cesurca ve akıllıca, despotizmin özgür düşüncenin üzerine çizdiği sınırın ötesine kaçıran ondan, daha fazla hoşlanan biri var mıydı?
Prusya'da tesadüfi olarak Der Einzige, Kurhessen ve Mecklenburg-Schwerin'de olduğu gibi, Noel'den önce yasaklandı ve yasak, tespitedildiği kadarıyla, hiçbir zaman kaldırılmadı. Bu, elbette
yeni yayının, özellikle genç öğrenciler arasında elden ele dolaşarak hevesli bir şekilde okunmasını engellemedi. Burada da Adalet Bakan, Savigny'nin krala karşı şikâyeti doğrulandı: yasak yazılar geniş çapta en çok yayılann ve en çok okunanlardı, ve yasak ve el koyma amaçlanan etkilerin tam tersini getirdi.
Polisle, hemen söylenebilir, Stirner hiçbir şekilde çatışmaya girmedi. Çevrenin çoğu için yaptıkları gibi ona bir dosya bile tutmamışlardı, ve aralarında ara sıra ondan bahsettikleri zaman, Buhl üzerine, yeterli bilgiye sahip değildiler; İsmini sadece kulaktan dolma Berlin lehçesiyle "Styrna" şeklinde yazdılar. Gegenwort vesilesiyle araştırma yaptıklarında, onu bulamamışlardı, aksine isimlerin karışıklıklarının bir sonucu olarak tamamen zararsız bir Real Gymnasium öğretmeni olan, yetkililerin suçlamalarına kızgınlıkla tüm masumiyetiniyle itiraz eden, Schmidt'i buldular. Stirner'in kendisi , bu "olgun yılların beyefendisi" hakkında, polis "sadece iyi şeyleri ortaya çıkarmayı" biliyordu. Doğal olarak bunun için de ayıplandı. Kişi en içteki gücüe karşı ölümcül bir darbeye hazırlanıyor, sanki yapacak daha iyi bir şeyi yokmuş gibi, ve sanki iktidarın alt organlarıyla savaşacak cesareti varmış gibi!
Çalışmanın bulduğu genel tepki geniş kapsamlıydı; bugün "sansasyonel" olarak adlandırılacak türdendi.
İnsanlar aniden bütünüyle karanlıktan günümüzün göz kamaştırıcı kamusal ışığına çıkan yeni yayınla hemen heyecanlı bir şekilde ilgilendiler. 1844 Noel‘inde kitap o günlerin radikal ilerleyişi için hiç bir ilgi uyandırmayanların elindeydi. Özellikle gençlerin söylediği gibi, cüretkar bir şekilde harekete el koydu.
Ancak etkisi sadece böyle bir iş için olabilecek kadar farklıydı. Eğer bazılarının hayranlık ifadeleri çok büyük olmasaydı -onun yeni bir düşünme ve yaşama çağını başlatmasını umdular ve haklı olarak yazarı bir deha olarak adlandırdılar- diğerleri de kitabı küçümseyerek, sadece saçmalık olabileceğini düşünüp bu “saçmalığa“ kızarak, atarlardı. Çünkü o “ahlaki ve toplumsal yaşamın köşe taşlarını” sarsmaya cesaret etti. Ancak, çoğu, ne söylemeleri gerektiğini tam olarak bilmiyordu ve sessiz kalıyordu. Fakat hepsi, burada olağanüstü bir olay olduğunu sanmışlardı.
Eğer bazıları -hak, görev, ahlak, vb. gibi “ezelden beri” öylesine sağlam duran insan eleştirisi kavramlarına nasıl boyun eğebileceğini anlayaman derinden önyargılı- sadece onları eleştirmeye değil, aynı zamanda onları yok etmeye cesaret eden Stirner’i "şeytanın avukatı"olarak karakterize eden; bu kavramları sonsuza dek sabit olarak değil de her zaman eylemlerimizin arka planını oluşturan şeyler olarak gören diğerleri, bu zeminin aniden ayaklarının altından çekildiğini görmekten daha az öfke duymuyorlar; ve şimdi, nerede duracaklarını henüz bilmeyenler bu olayı yazarın onlara sadece şaka yapmak istediğini, onlarla ve kendisiyle alay ettiğini varsayıyolar.
Bir insanın ne kadar şeytani olabileceğini görün! – bir tanesi ağladı; diğeri hayır, hiçbir insan çok kötü olamaz, diye teselli etti. Bazıları, Stirner'ın sert alaylarında varsayımlarının teyidini buldu, diğerleri de onun eğlenceli ironilerinde.
Liberaller bile korkup kaçtı. Politikacılar güldü: Hangi rasyonal insan “devlet” in “düzen”inden şüphe duyabilir ve onun gerekliliğini reddedebilir? Sosyalistler homurdandı: “Lumpen” olarak adlandırılmak onları çabukbitirmişti. Hümanistler ciddi bir huzursuzluk içindeydi: Onlar kendileri için çok güzel, yeni ve görkemli, tanrısal "insanlığı" yaratmışlardı ve şimdi onların sanat eseri böylesine perişan bir şekilde parçalanmıştı! Her şeyden önce onlar, son ideallerini savunmaya ve kurtarmaya çalıştılar. Tüm bu yıllarda, "eleştiri"nin, "eleştirel", "mutlak" eleştirinin gururu, huzursuz ilerleyişte, birbiri ardına gelen bir muhalefetin üstesinden gelmişti; hala çok geride kalmış olduklarının
söylenemesine izin veremezlerdi. Böylece isyan ettiler. Fakat "eleştiri" o zamanlar zaten kendi kendini parçalama evresine girmişti. Onun güçlü yanları kullanılmış ve çalışmaları, hazırlık çalışmaları, yapılmıştır. Stirner'in vurduğu darbelerden öldü.
“Özgürler” in arasında bile görüşlerin çok farklı ifade edilmesi doğaldı. En sessizlerin bu kdara yüksek sesle ve açıkca konuştuğunu duymanın süprizi evrenseldir ve Stirner'in ilk eserlerini takip etmiş olan en yakın tanıdıklar bile, bunun önemli bir mesele olabileceğini biliyorlardı; diğerleri o zamana kadar kimi zaman görmezden geldikleri basit adama, kitabından çıkan muhteşem ve keskin akıllara, karşı şaşkınlıkla bakıyorlardı. Böylelikle Stirner ve onun fikirleri bu zaman zarfında çevrenin ve konuşmalarının odağını oluşturuyorlardı. Stirner doğal olarak tamamen kayıtsız kaldı: dıştan gelen ün onu içteki kadar gururlandıramazdı. Her halükarda, şimdi çevrenin "meraklarına" aitti ve bundan sonra adı Bauers ve diğerleri ile birlikte duyuldu. İnsanlar şimdi de "biricik olanı" görmek için Hippel'e geldiler ve kendilerini onun "gerçekte, kitabında kendini gösterdiği kadar kötü olmadığına" ikna ettiler.
1843'te Stirner'le muhtemelen çalışmanın planlanmış bir baskısı yüzünden "anlaşmazlık" yaşayan Bruno Bauer, Stirner'in onun takip edemediği yollarda, "ondan öteye gittiğini" derinden hissetti. Emin olmak için, içsel küskünlüğünü göstermedi ve bunu hiçbir zaman Stirner'e karşı eleştiri yapacak kadar bile ifade etmedi. Birçokları tarafından belirli bir yabancılaşma, şu an bu tür entelektüel açıdan keskin bir ifade ön plana çıkmıştır, gözlemlenmiş olsa bile, ilişkileri dış görünüşte aynı şekilde, dostça kalmıştır. Ancak, her nasılsa ikisi arasında asla bir ayrılık yaşanmadı.
Stirner felsefesi, bir “okul” yaratabilen ve onun aracılığıyla detaylandırılması ve daha güçlü bir şekilde temellendirilebilmesi sağlanan bir “sistem” değildir. Stirner bir öğretmen olmasına rağmen, kitabının bir kelimesi bile felsefe öğretmenliğine ihanet etmez. Her biri ondan ne öğreneceğini ve neyi öğrenebileceğini öğrenmelidir; dar anlamda asla onun "öğrencisi" olmayacaktır ve eğer isterse, isteksiz öğretmen kendi düşünce yöntemiyle kendisini reddeder. Gençler kesinlikle –ve umarım sonsuza dek- Stirner‘in bağımsız düşüncesiyle teşvik edilmyee ve özendirilmeye izin vereceklerdir. Ancak Der Einzige'nin tüm başarısı, gençlerin yanılsamalarını yaşamın gerçekleri ile değiştiren adama aittir.
Ancak garip bir şekilde, Stirner hayranları arasında gerçek bir takipçi [Anhänger]bulamadı. Temelde, çalışmasının gerçek önemini tam olarak kavrayabilen kimse yoktu. Bu nedenle sadece ya bu ya da o yönden değerlendirilmişti, ama asla bir bütün olarak ele alınmamıştı, ve unutulmaya başladığında, güçlü çağrısını önümüzdeki onyıllar boyunca taşıyacak kimse yoktu.
Hızla unutuldu. Devrim yılı yaklaştıkça, tüm çıkarlar tüm şüphelerin güçlü çözümüne yöneldi ve silahların gürültülü sesleri kesilince, daha önce ortaya çıkan sesler çok korkmuşlardı. Sessizdi ve uzun bir süre sessiz kaldı.
İşin görünürdeki başarısı büyük olamazdı. İlkinin ötesine geçmedi, muhtemelen binden fazla kopya basılmadı ve belki de buna da onlarca yıl içinde, hatta burada ve orada izoleedilmiş ellerde unutulmuş kitaplarşla ulaşıldı.
Bu, Stirner'in Der Einzige'sinin genel etkisiydi; çağdaş eleştiriyle ve izole edilmiş seçkin çağdaşlarla nasıl bir ilişkisi olduğu daha aşağıda.
Artık her şeyden önce bizi daha fazla meşgul etmesi gereken olan çalışmanın kendisidir.
Bu nedir? Ne sağlar? Onun büyüklüğü, önemi, onun ölümsüzlüğü neyden kaynaklanıyor? Tek kelimeyle: “Üstümüzdeki” gücü neyden meydana geliyor?
Bu sorulara sadece o ve,elbette, yalnız başına o doğru cevabı verebilir. Sadece temel ve tekrarlamalı bir çalışma bizi daha da yakınlaştırabilir. Bu çabanın –ve faydasının- yerini hiçbir şey tutamaz.
Kitabın tükenmeyen zenginlikleri her tanımla alay eder. İçeriğinin sistematik bir formda listelenmesi imkânsızdır, çünkü Stirner bütünün tamamen planlanmış düzenine rağmen, tekrar ve tekrar kendisini açıklamanın yolunu kendisi, düşüncesinin nesnelerini hareket ettirmek için her zaman yeni bir ışığa uzanarak, bozar.
Kendisi bunu hissetti ve biliyordu. Daha başlangıçta bir yerde, “tek çizgide ve seviyede çalışmayı” düşünmediğini söylüyor.
Şaşkın okuyucuların gözüne cesurca bir cümleyle yaptığı kısa girişle -"Ben buradayım!"- girdikten birkaç sayfa sonra, antik çağların adamlarının derinine indiği zaman, egoist onun bütün ihtişamında, ve daha “insan” henüz geçmişin hayaleti olarak tümüyle boşluğunda çözülememişken, görünüyor. Eoist zaten onun gücünü, sahipliğini talep eder ve hâlâ belirsiz bir biçimde bile olsa orada tek başına durur.
Yine, "insan" ın daha önce fethedildiğine ve "ben" in gücünü ve ihtişamını bizden önce geliştirdiğine inanırsak, Aşil gibi Stirner de zafer alanında fethedilenlerin cesedini sürüklüyor ve sadece hedefinin sonunda, somutlaşmış zafer, cansız ve bedensiz düşmanı serbest bırakır.
Stirner kendini tekrar ettiğinden değil. Ancak, doğanın kendisi gibi bitmez tükenmez, kendini tekrarlarla memnun eden ve tekrarları hiç bir zaman aynı olmayan alanı onunki kadar büyük ve genişti ve kendi sınırlarını sadece kendinde bulur.
Yine de, en azından büyük ve üstünkörü bir taslakta, çalışmaya yön veren fikirleri kavramaya çalışmaktan vazgeçmemeliyiz. Öyle ki, Der Einzige'nin, diline ve tarzıne ve önemine değinmek ve onun başarısını değerlendirmek için , kitabı birlikte yavaş yavaş okumayı dileriz ve tekrar onun vadiler ve derinliklerle kaplı geniş alnına girmeden önce gözlerimizin yüksek noktalarda kısa bir süre dinlendirmeliyiz.
Stirner'in mümkün olduğu kadar kendi sözleriyle konuşmasına izin vereceğimizden bahsetmemizi hiç gerekyok.
* * *
Her şey benim meselem olacaktır. Sadece benim amacım asla benim meselem olmayacakmış. "Egoistlere ayıp"
Fakat Tanrıdan, insanlıktan ve sultandan, kendi amaçlarını kendilerinden başka hiçbir şeye adamanaylardan, bu büyük egoistlerden öğreneceğim: Hiçbir şey benim için kendimden daha değerli değildir.
Onlar gibi, ben meselemi her hangi bir şey üzerine kurmadım!
*
Çalışma iki büyük bölüme ayrılmıştır: ilki "İnsan"; ikincisi "Ben"
*
O dönemin hareketli eleştirisi, "insanı" geçmişin molozundan en yüksek ve nihai ideale ulaştırdı; biri için, Feuerbach, en yüksek varlık oldu; diğeri için, Bruno Bauer, şimdi yeni bir şey buldu. Stirner'e şimdi bu ikisie, en yüksek varlığa ve yeni keşfe daha yakından bakalım. İnsan –neydi ve nedir? Peki o benim için ne ifade ediyor?
Stirner ilk olarak bir insanın hayatını kısaca inceler: Bir insanın hayatını başlangıcından olgunluğuna kadar. Çocuğun, realistin, önce bu dünyanın meselelerine kendini kaptırmışken onların ötesine geçmeyi başarana dek süren kazanma ve kendini ispat etme mücadelesini; gençliğin,
idealistinmantıkla,saf düşünceyi bulmak için güreşi -ilk kendini keşfetmesi: akıl ve onun yavaş yavaş aşılması; nihayetinde kendini ikinci bir keşifle bedensel olarak keşfeden ve her şeyin üzerine yerleştirerek, düşüncelerinin ve dünyanın sahibi olan insanın, egoistin, ideale karşı olan ilgisinin zaferi.
Bu tek insanın yaşam öyküsü, geniş resimde bizden önce eski ve yeni zamanın insanları olarak bulunmuş"atalar" ın tarihine aktarılır: eskiler -çocuklar, realistler, dinsizler; yeniler -meraklılar, idealistler, Hıristiyanlar; ve özgürler, insanlar değil, egoistler, ama sadece yeniler arasında ve daha yeni ve en yeni olanlar, ve bunlar nasıl hala Hıristiyanlığın önyargılarına kapıldıkları.
Aklın özü, eskilerin özlü tanımında bizden önce yeniden hayat bulur: Sofistlerin, Periclean yüzyılının zirvesindeki hakim güç karşısındaki zaferi, aklın silahıyla kazanıldı; ahlaki filozofu Sokrates'in kalbin oluşumu için sofistlere karşı mücadelesi, antik dünyanın ölüm gününde sona erdi; Stoacıların ve Romalıların bilgeliği; epikürcülerin hedonizmi; şüpheciler aracılığıyla dünya ile tam bir kopma. Ve eskilerin büyün devasa çalışmalarının sonucu? Bu adam kendini ruh olarak gördü. Bununla ruhaniyet dünyasıyla Hıristiyanlık başladı ve yeni insan sahneye çıktı.
Aslında en derin uçurum tarafından ayrılarak, eskiler en içteki farklılığın büyük ayrılığı üzerine yeni bir köprü kurdular ve aradıkları ve buldukları gerçeklerden kendilerine bir yalan yaratmışlardır. Ama aynı şekilde onlar, dinsizler, şeylerin dünyasının karşısında durdu ve bu dünyadan kendilerine daha fazla insan çekmeye çalıştılar. Onlar yeni insanlar tarafından en büyük dünya zaferinde aldatıldılar. Onlara, yeni insanlara göre dünya artık ruhtan başka bir şey değildir-Tanrı, dünya fatihi-her şeydi. Eskilerin dünyasına ötesine geçtiği gibi, onun ötesine geçmek önümüzdeki iki yüzyılın mücadelesidir: teoloji savaşı.
Onların kavgaları eskilerinkine benzer bir yol izledi: Uzun bir hapsedilmeden sonra akıl kendini Reformasyon öncesi yüzyılda yükselttikten sonra, sonunda Reformasyonda, o zamandan beri -günbegün “daha az Hıristiyanlaşan"- insanları değil de sadece ruhu sevme yetisine sahip kalbiyle başlayana kadar oyunun devam etmesine izin verdiler.
“Şimdi, ruh nedir? Bu, manevi dünyanın yaratıcısıdır!” Hiçbir şeyden gelmeyen onun ilk yaratılışıdır, nasıl düşünen insan kendisini ilk düşüncesiyle yaratırsa, ve sen onu tıpkı diğer tarafta egoistin kendisine yaptığı gibi, merkeze koyarsın. "Kendiniz için değil, ruhunuz için ve ruhun ne olduğunu anlamak için, yani fikirler için yaşarsınız." Ruh senin tanrındır.
Ama Ben ve ruh sonsuz bir çatışma içerisindedir. Ruh başka bir dünyada yaşar; Ben bu dünyada. Göklere ait olanı bu dünyaya çekmeye çalışmak, boşuna! Şöyle ki: "Ben ne Tanrı‘yım ne de İnsanım, ne yüce öz, ne de kendi özüm."
Ruh hakkındaki bu arasözün ardından anlatım,yeni insandan onun sahip olduklarının ayrıntılı değerlendirmesine geçer.
Ruh, hiç kimsenin görmediği, ama sayısız pek çok kez güvenilir tanıkların ("büyükanneler") onaylanan hayalet gibidir. Sizi çevreleyen tüm dünya gerçek olmayan hayaletlerle dolu. Sizi kutsayan hakikatin kutsallığı, temelde sizin olmayan, yabancı bir şeydir. "Yabancılık kutsallığın bir ölçütüdür." Onun, hiçbir yüce varlığa -ne Tanrı‘ya, ne de İnsanoğluna- inanmayan için, ateist hayranları insanlar ve Tanrı'ya tapan Hıristiyanlar eşit derecede dindardır.
Hayaletin (her türden "Tanrı'nın varlığı") gerçekliğini kanıtlamak asırlar boyunca insanın edinmesi gereken görevdi: Danaidae'nin korkunç işkencesi her fenomende anlaşılmazlığı adlandırmak için. Böylelikle, insanın kendisi uğursuz bir hayaleti haline geldi ve her köşeden rahatsız edici bir şekilde kendisi ve kendi –ruhuyla yani ruhunun yaratılışıyla- birdenbire ortaya çıktı.
Ama gerçekte, o sadece sizin kafanızda yaşar-gevşek vidalarınız size işkence ediyor. O kadar çok kafaya girdi ki, neredeyse tüm insan dünyası, delinin sabit düşünceler etrafında aptal kalabalık alkış tutarken çılgın bir dans sergilediği büyük bir akıl hastanesi gibi görünüyor. Onlar için“Sabit fikir, gerçekten kutsal olan odur“ ve onların fanatizmi ahlaki yasalarına inanmayan kafirlere zulmeder. Tanrı'nın yerine ahlak ve yasallık getirdiler. Modem çağın tüm muhalefetleri, bu “burjuva ahlakının” zeminini terk etmeye cesaret edemediği için, başarısız oldu. Yeterli olmayan tedbirlerin lanetiyle sakatlanan Liberaller, özgür iradeleri ve ahlakları arasında bocalıyorlar.
Ahlakın zaferi, ustaların değişmesinden başka bir şey ifade etmez: “kutsal” moddan “insan” moduna geçildi. Ahlaki sevgi, bu insanı ya da o insanı, kendi iyiliği için değil, o insanın iyiliği için, Tanrı aşkına sever.
Kendini kurban etme, kendini inkar etme, özverilik - kafadaki gevşek vidaların tüm bu şekli tarafları bize, kendi hislerimize karşı bize verilenlerin sürekli savaşını gösterir; kendimizi "uyarılmış" hale getirmektense, onlarla tamamiyle doldurmaya izin veriyoruz ve kutsal utangaçlıkla, sorumluluğumuzun önündeki engellerden önce ortaya çıkıyoruz.
Ruhun hiyerarşisi bu güne kadar sürer. "Hiyerarşi düşüncelerin hakimiyeti, aklın hakimiyetidir."
Antropoloji alanının kısa bir araştırması, zihnin çözülmesindeki bu son bölümü açar: Antik çağların daha önce anlatılan zamanları, şeylere bağımlılık zamanı, ve Hıristiyanlık, düşünce bağımlılığı zamanı, Çinlilikle şekil bulmuş Negrotik ve Mongolotik dönemleri. Aklın cennetini kasıp kavuran ve yok eden Kafkasyalılar tarafından her ikisi de ne zaman aşılacak – kimin kendi kendini keşfi, aklın mortalitesiyle gerçek olacak ?
Bana göre, egoistin, aklının yok olması kendi hiçliğinde gerçekleşecek!
Ahlakın kutsallığı ve onun önünde güçsüz ve alçakgönüllü utangaçlık hakkındaki ara sözden sonra, hiyerarşiyi, en yüksek despotizminde aynı zamanda felsefenin zaferi anlamına gelen ("Felsefe,
bundan daha yüksek bir şeye ulaşamaz"), düşünce ve zihnin hakimi olarak tarif eder. Rahiplerininki gibi, onun çok sayıda yanlış anlaşılmış ifadedeki insanseverliğin “sabit fikirleri” üzerindeki ve “insanların düşüncesinden korkmak“ eğitimindeki ahlak üzerindeki gücünü gösterir. Felsefe ve din tarihindeki doğruluk ve şüphe -bu yüzden, bir sonraki sözler eğer hemen yeniden, modern zamanın özgürlüğü getirdiği için var olan objenin tanımını değiştirdiği kavramların yenilenmiş ayrıştırmalarına rastlamamışlarsa düzenlenebilirer. Protestanlık ve Katoliklik onların özünde karakterize edilir: ikincisinin sorumsuzluğu, ilkinin zihninin öğrenciliği gösterilir.
İnsan, yenilmezin önünde güçsüz, kaderin önünde çaresiz duruyor.
Eskilerin dünyasının bilgeliği, modernlerinteolojisi gibi, ilki dünyayı yenmek için çabalayarak, ikincisini zihni zapt etmeye çabalayarak, kaderden kurtulmayı amaçlıyor.
İlki “kendimi dünyanın sahibi olmak için yücelttiğimde” başarılı oldu: dünya manevileşti, ilk mülkiyet kazanıldı; İkincisi-bugün bakıldığındane kadar uzun ve sonuçsuz bir mücadeledir! Nitekim iki asırda biz “bir takım kutsallığı ayaklar altında çiğnedik ve koparttık, ama rakip yine bir başka ve daha yeni bir formda karşımıza çıkıyor. Kutsal ruhun içinden "mutlak fikir" ortaya çıktı ve kavramların karışıklığı daha da kötüye gitti. "Bir başka adım daha ve kutsal dünya fethedildi!"
Bunu kendinize nasıl yapabilirsiniz? Onu tüketin! "Kutsal gofreti sindir ve ondan kurtuldun!"
Eskilerin gelişimi kısa ve net bölümlerle ortaya konabiliyorsa, çağdaşların zihinle şaşkın ve çelişkili mücadelesinin değerlendirilmesi daha büyük bir alan gerektirir.
Bu, Hıristiyanlığın Tanrı dünyası değildir, eskilerin dünyasının dolaylı bilgeliği değildir, aksine Stirner'i “Özgürler”le birlikte sempatiyle anan zamanının savaşıdır ve bu nedenle de ona özel bir bölüm ayrılmıştır.
Onlara “Özgürler” adını veriyor, çünkü onlar kendilerine öyle diyorlardı; ama o ona“sadece liberallerin tercümesi” ni veriyor. O zamanlar liberalizm terimi, radikal düşüncenin son sınıra ulaştığına inanan herkesi kapsardı. Her şeyden önce, onlara, çağdaşlarına kaçtıklarını düşündüklerı aklın hala nasıl zincirlerine bağlı olduklarını göstermek için Hıristiyanlığın düzlüğünde yatan alanı yüksekliğinden gören Stirner’e başvurulmalıdır. Eleştirisini, zamanının en ilerici eleştirisine bağladı. Büyük şov yaptıkları zaferleri, onun için eski düşmanın önünde sadece yeni bir yenilgiydi ve onlar savaştan çekildiğinde savaşı devraldı. Onların bittikleri yerde o başladı.
1840'ların başlangıcının ilerici hareketi, politik, sosyal ve hümanist liberalizmin üç biçimine doğru yayıldı. Bugün kişi temsilcileri olarak iberalleri, sosyalistleri ve ahlakçıları sayabilir ve ilkinin hiçbir amaçlılığı olmasa ve hatta eskilerin cesaretinin çok azına sahip olsa bile; ikincisi, sosyalist hareketin muazzam yükselişi ve büyümesiyle, burada bir siyasi partiye fosilleşti, orada sonsuza kadar yükselen bir dalgada yeni kıyılar aradı; ve üçüncüsü, sadece isimlendirilenler arasında değil, aynı zamanda pek çok başka isimler arasında da, insanlığı mutlu etmenin en imkansız teorilerinin kaynayan sularında umutsuzca kendi kendini tatmin duygusuyla yüzüne su çarptı. Böylece temelde tamamen aynı kaldılar ve Stirner'in eleştirisi, onları o gün olduğu gibi bugün de aynı keskinlikte vurdu.
Siyasi liberalizm, Fransız devriminden bu yana ayrıcalıklı sınıflara karşı savaşta geliştirildiği gibi burjuvazinin savaş alanıdır. “İnsan onurunun” uyanmasıyla insanların yaşamındaki siyasal dönem başlıyor. "İyi vatandaş" en yüksek ideal haline gelir. "Gerçek adam ulustur." İnsan haklarımızı devletten alıyoruz. Devletin çıkarları -en yüksek faiz; devletin hizmeti-en yüksek onur! "Herkesin genel eşitliğiyle herkesin genel çıkarları" - bu, devletin her şey ona göre devam ettiğine göre ilk
talebidir. Burjuvazi kişisel olmayan bir yönetici arar ve onu çoğunlukta bulur.
Sadece öznelerin kanaması gerektikleri gerçeğini fark ettikleri zaman sahip olurlar; ayrıcalıklı sınıfların imtiyazlarından "haklar"ı doğar. "Burjuvazi çölün aristokrasisidir"; "iyi niyetli düşünüş" onların onur tacıdır. Devletin "hizmetkârları" özgürdür: iyi vatandaş uzun süredir eksik olan "politik özgürlük"ün tadını çıkarır.
“Bireysel özgürlük” ü - kişisel birustadan bağımsızlığı, yasallık devletin devredilemez gücü olduğu için- korur.
Bir zamanın hatası her zaman bazılarının avantajıdır, bazılarının da zararıdır. Burjuva devletinde kapitalist hakim olandır; onun parası: sermayesinin ve ona boyun eğen işçilerin işi ona değer verir.
Devletin lütfuyla her şeye sahibim; onun rızası olmadan hiçbir şey olmaz. Ama devletin hiçbir şeye sahip olmayan benimi için nasıl bir koruması vardır? Beni sömüren ayrıcalıklıların korunması. İşçi, çalışmasının tam karşılığını alamaz. Niye? Çünkü devlet emeğin köleliğine dayanır. "Emek özgürleşirse, Devlet kaybolur."
Böylece, hala kendi kendisini farkında olmayan işçinin elinde olan canavar gücüne atıfta bulunarak, siyasalın düşüncesi sosyal liberalizminkini geçer.
Siyasi liberalizmdeki insanlar eşit hale geldiğinde bu hala onların mülkü değildir. Nasıl ki artık kimse emir vermek zorunda değilse, aynı şekilde artık kimse "sahip" olmak zorunda değil. Devletin yerini toplum alır. Toplum kimdir? Herşey. Siyasilerin “milleti” sosyalistlerin “ruhu” dur.
Toplum şahsiyet değildir. Ve yine de kişisel mülkiyet ona aittir. Onun, en yüksek sahibin önünde, biz hepimiz -sefiliz. Hepimiz birbirimiz için varız; bu nedenle -hepimiz birimiz için- emek veririz. "Bu bizim haysiyetimizi ve -eşitliğimizi oluşturan emektir." Artık Hıristiyan değiliz ve bu
nedenle sefaletimizi hissediyoruz; dünyadan zevk alma doktrini, burjuvazinin mutluluğu, bizi öfke ile doldurur. Haftanın altı iş günü boyunca onunla birlikte kahroluruz; pazar günü birbirimize kardeşim diyebiliriz.
Rekabet, mal mülk için kumar, ortadan kaybolur. Komünizm bunu durdurur: Her biri bir işçidir ve her şey herkese aittir. Burjuvazide mal mülk herkes için kullanıma açık hale getirildi; komünizmde bize dayatılırlar.
Mal mülk elde edilmesinin hala bizi adamlaştırmadığını göstermek hümanist liberalizm için hala geçerli olan görevdir.
Kendisine “eleştirel” diyen “hümanist” de diyebilir, çünkü o, liberalizmin ilkesinin ötesine geçmez, çünkü eleştirel insan her zaman liberal olarak kalır. "Humanus, aziz adıdır."
İşçi, refahı için her şeyi yapar; vatandaş, insanı sadece “özgür doğmuş” olarak ilan etmiştir –ikisi de kullanır: birileri toplumu, diğerleri devleti, egoist amaçları için kullanır ve insanlık için hiçbir şey yapmazlar.
Ama sadece insan menfaati, hümanist durumda bana değer verir; sadece benim "tam ilgisizliğim" beni onun için bir adam yapar. Devleti ve toplumu inkar ederek, hâlâ her ikisini de korur ve onlar için "insan toplumunda" mücadele eder.
“Ben insanım” demek yerine – onun, insanın peşinden koşar-somutlaştrılmış olan güçsüz düşünceler arar.
Yük katırı zihniyetini, işçilerin kitlesel çalışmasını ve vatandaşın bilincindeki “insanın ustalıksızlığı” hor görür; O sadece insan bilincini tanır. Son prensibi ister: insanın her yere yayılmasını görmek.
Liberallerin kendi aralarındaki çatışma, şimdiye kadar özgürlüğün ölçüsü için bir çatışmaydı - daha fazla, ya da daha az, “bütün” özgürlük için, her yönden ölçüsüzlüğe ılımlı- ve bu yüzden, anlaşmazlık hiçbir zaman savaşa neden olmadı.
Ama hepsinin ölümcül düşmanı benim, egoist, insanlık dışı varlık. Kendimi burjuvazinin devletinden, işçinin sefil topluluğundan, insanlığın ideal durumundan geri çekiyorum. Bunların "özgürlüğü" benim özgürlüğüm değil; diğerlerinin refahı benim refahım değil; insan hakkı benim hakkım değil. Onların ustasızlığı, sahiğsizliği ve Tanrısızlığı, ustayı devlet, sahipliği iş ve Tanrıyı insane olarak yeniden yükseltir -yeni itaat, yeni endişe, yeni inanç! Liberalizmin hedefleri “rasyonel bir düzen”, “ahlaki bir davranış”, “sınırlı bir özgürlük”, anarşi olmadan, kanunsuzluk, kişisellik.
Bununla birlikte, onun kazancı yine de benimdir: Eleştiriden, kendimi çözülüşte iyi hissetmeyi öğrendim ve “İnsan ne kazanmış görünüyorsa”, ben tekbaşıma kazandım.
Liberalizmin yargısı sonuca bağlandı, ancak Stirner'in çalışmaları “eleştiriler” daha ileri bir adım attığından henüz yayınlanmadı. Bu, en son bulgularla ilgilenmesi için değerlendirmesine not eklemesine yol açtı.
Devletten, özgür devlet olsa bile, insan toplumunun görevlerini yerine getiremeyeceği için tamamen vazgeçilecektir. "Kitleler, manevi varlıklar" - eleştirel eleştirinin en yeni nesnesi haline geldi. Aydınlanma çağıyla gizlenen engine bir hoşnutsuzluğu olan kalabalık, artık eleştirmenlerin varsayımları aracılığıyla, insan aracılığıyla, tatmin edilemez. Dogma korkusuna rağmen, eleştirmenler, dogmatistler ile aynı temelde kalır: düşünceler temeli. Görevine bağlı olarak, “düşünmeyen bir coşkunun hayati önemi” ni tanıyamaz ve düşünce dünyasında -din dünyasında- takılı kalır.
Bu yüzden ben de düşünce krallığında ve keyfililik ve küstahlıkla bir suçlu olacağım. Onun formlarına fethedeceğim -devletin arsız keyfiliğini devirip kendimi onun üstüne koyacağım.
Geçmişin eski varsayımlarının sadece yıkılabildiği,kritiğin son yokoluşunda bile, aynı zamanda yenilerini yaratamadan yok olduklarında, avantajımı kullanacağım.
*
İnsanın yeni keşfinin yeni bir Tanrı olduğu ortaya çıktı. "Modern zamanın girişinde Tanrı-insan duruyor." İnsan tek ve tek Tanrı olmak için Tanrı'yı öldürdü. "Dışımızdaki diğer dünya gerçekten yok edildi ... ama içimizdeki diğer dünya yeni bir cennet haline geldi."
Tanrı ve insan Tanrı-insandan ölmeli ki biz yaşayabilelim.
Modern zamanın çıkışında kim duracak? şimdi soru budur; ve cevap zaten bildiğimizdir: Ben.
Kendi karakterime sahip olduğumda, gücümün, ilişkimin, kendi zevklerimin sahibiyim ve kendimi biricik olarak tanıdığım zaman karakterimde yaşarım!
Benim sahip olduğum şey nedir? Özgürlük müdür, Hristiyanlık doktrini mi, "güzel rüya" mı, herkesin özlemi mi? Hayır: "Ben kurtulduğum her şeyden özgürleştim, gücümde olan her şeyin de sahibiyim.” "Sahiplik benim bütün varlığım ve varoluşum, ben kendim oyum." Ancak özgürlüğüm gücüm olduğunda, o tamamlanır. Diğer her özgürlük, yalnızca belirli bir özgürlüğün özlemi olabilir ve her zaman yeni bir egemenlik amacı içerecektir. "Özgürlük yalnızca özgürlüğün tamamı olabilir, bir parça özgürlük, özgürlük değildir." Özgürlüğün taleplerini dilediğiniz kadar tüketin. Eğer sahip olmadığım her şeyden özgürsem, o zaman yalnızca ben kalırım. Ama sadece bana sıkıntı verenlerden özgür olmayacağım; gücümün sahibi olacağım. "Kendi-olan, doğuştan özgür olan, başlangıçta özgür olan adamdır." "Özgür adam sadece özgürlüğü arayan değildir." Sadece kendiniz için aldığınız özgürlük, kendi özgürlüğünüze yol açabilir. Benim kendi yararlılığım onun faydası için bir şeyler arzulayan bana sahiptir ve beni kendi sahip olduğum, kendisinin bir fikir olduğunu bildiği kadar yabancı standartları da bilen, krallık içine sürükler. Çünkü bu "sadece – malikin bir açıklaması."
Hıristiyanlığın son sonuçları da ortaya çıktı: Liberalizm doğru adamı ilan etti ve Hıristiyan dini insana dönüştü. Böylelikle, kendisini, insan olmayana, egoistlere karşı koruyan “özgür devlet” in dini haline geldi.
Tanrı'nın yerine, insan usta, arabulucu ve ruh haline gelmiştir; ondan, insandan, “haklarımı” alırım, o benim için ilişkilerimin sınırlarını çizer, bana değerimi verir. "Güç, İnsanındır, dünya İnsanındır, Ben İnsanınım."
Bununla birlikte, şu soruya cevap veriyorum: "Şimdi, İnsan kimdir? Benim!" Devlet ve ben düşmanız. Ona göre insan olma isteğine güldüm. Ben, kutsal saymayan, İnsan'a karşı isyancıyım!
Benim mülkiyetim olan gücüm –onun sayesinde ben de benim mülkiyetimim- bana mülkiyet veriyor. Ben için güç kendimdir.
“Hak toplumun egemen iradesidir.” Her mevcut hak verilmiş bir haktır. Onu bulduğum her formda onurlandırmam ve kendimi ona itaat etmem gerekir. Ama toplumun hakkı, “herkesin” hakkı bana ne ifade eder? Hakların eşitliği, haklar çatışması neden umurumda olsun? Doğuştan gelen haklarım nelerdir?
Hak, kanunda tabir olur. Hakim olan irade devletlerin koruyucusudur; kendi iradem (benim "kendi isteğim") onu yıkar. Her devlet bir despotizmdir: tüm hakların ve tüm gücün halkın bütünlüğüne ait olması gerekir.
Ama kendimin sınırlanmasına izin vermiyorum, çünkü ben hiçbir görevi tanımıyorum, her ne kadar devlet,konu ben olduğumda suç olan şeyleri konu kendisi olunca “hak” olarak görse de.
Devletle ilişkim, bir Ben’in bir diğer Ben’le ilişkisi gibi değildir. Bu, günahkarın azizle olan ilişkisidir. Ancak aziz, sabit bir fikirdir ve suçlar ondan kaynaklanır.
Dostları ilə paylaş: |