İKİNCİ baski



Yüklə 1,91 Mb.
səhifə10/40
tarix25.11.2017
ölçüsü1,91 Mb.
#32827
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   40


"... Bu çok yönlü kafa çalışmaları, Padişah Abdülhamit'i kuşkulandırdı. Gazetedeki yazıları bu korkuları daha da artırdığından 24 yaşında Trablusgarp'a sürüldü. Trablus Valisi, tanzimat sonrası romancılarından Sezai Bey'in babası Sami Paşa idi. Şemsettin Sami, bu paşadan büyük yardımlar gördü. "Trablus" adlı Türkçe bir gazete çıkardı. Vali Paşa'nın aracılığı ile bağışlanarak İstanbul'a döndü.

Abdülhamit, her aydından kuşkulandığı için onları memur yaparak gözaltına alır, böylece yönetimine bilinç gücü katmayı istemezdi. Şemsettin Sami'yi de bu nedenle sarayda kurulan Askerî Denetleme Komisyonuna aldı. Büyük bilgin ölünceye kadar bu görevde kaldı.

Yabancı bilginlerle olan ilişkileri günden güne artınca 1899'da evinden dışarı çıkması da yasaklandı. Aile ocağında tutsak olan büyük dilciyi, kendine yapılan haksız işlemler çok sıkıyordu. Kızının evlenmesinde bile evine bir hoca, iki tanıktan başka kimse sokulmamıştı.

Şemsettin Sami, gerçekten Abdülhamit'e ve onun yönetimine hiç bir zaman karşı koyucu davranışta bulunmamıştı ama, bilgin kişiliği, özgür düşünülerin savunucusu olması bu kuşkuları yaratmıştır. Özgür ve lâyik düşünüşü idi. Gayet uysal bir bilim adamı olduğu halde nedense katı yönetim şimşeklerini durmadan üzerine çeker olmuştu. Onun saraya "tehlikeli kişi" olarak tanıtılmasında çekemeyenlerin gammazlamaları başta gelir. Gerçekten, geri kalmış uygarlık dışı eğilimlerin ağır bastığı ülkelerde bilginlere, aydınlara düşmanlıklar oldukça yoğunlaşır... Şemsettin Sami, her alanda geniş ve özgür düşünen biriydi. Türk diline en uygun harflerin Latin harfleri olduğu kanısını daha o zaman ortaya atmış, Türk harfleriyle yazı makinesi için şimşirden türlü büyüklüklerde harfler yaptırmıştı..."

(16 Ağustos 1973)

İÇERDE NE VAR, NE YOK


Adana Kapalı Cezaevi'nde, TCK'nun 141. maddesinden sekiz yıla hükümlü, eski Adana TÖS Başkanı Emin Tunçbilek kısa mektubunda "yasaklanan kitaplar" sorunu üstünde duruyor. Şöyle diyor Tunçbilek:

"Size ayrıca özellikle yazılarınız hakkında bir mektup yazmak istiyorum. Bu yazımdaki amaç: Bu güne dek, Türkiye'de yasaklanmış yayınları sıhhatli olarak gösterir bir listenin olmaması hakkında. Bu yüzden oluşan yanlışlıklar, mağduriyetler açık.

Kitap toplatılmış, fakat sonunda beraat etmiş. Ama yetkililere tam duyurulmadığı için kimi zaman hâlâ yasaklar bölümünde gösterilmekte. Bunu mutlaka kesin bir çözüme bağlamak gerek..."

*

Bir başka mektup, Niğde'den. Bana değil, Senatör Fatma Hikmet İşmen'e. Orada da Adana'da olduğu gibi dışarının sorunları günleri kaplıyor anlaşılan. Avukat, 15 yıla hükümlü Turgut Kazan şöyle yazmış.



"İşte nihayet Niğde'deyiz... Hepimiz iyiyiz, neşeliyiz, zindeyiz. Pek şatafatlı bir yolculuktan sonra buraya getirildik. Eller kelepçeli, çileli, meşakkatli ve koskoca Sadun Beyli o meşhur yolculuğu icra ettik. Konvoyun üzerinde bir topçu keşif uçağının uçması da varmış. Hem de taaa Ankara'dan Niğde'ye kadar. Neyse, canımız sağolsun, şimdi buradayız ya, o önemli... 2 ay müşahadede kalacakmışız. Onun için mektup yazarsanız, "2. Müşahade Hücresi" diye şerh koyunuz... Gece hücrelerinize kilitlenecek ve sabahı bekleyeceksiniz. Ya bir hastalık, mide kanaması, apandisit patlaması olursa ne yaparız diye şaşırmayın... Madem ki müşahadedeyiz, dayanacağız ve apandisitimizi patlatmayacağız, midemizi kanatmayacağız. Hem hastalık dediğin de çocuk değil ya, elbet böyle zamanlarda kapımızı çalmayacak. Şimdi gözlerimin önüne Sadun Bey'in mide kanaması geliyor. Eğer Mamak'ta bir gece yarısı gelen o illet, yer olarak burayı seçseydi hiç lâmı cimi yok, alır götürürdü. Neyse, bütün bunlara da katlanacağız elbet. Yeter ki, bu can bu tende kalsın. Mapusaneden verilecek başka bir haber yok. Çimento tozu derseniz, onu zaten göremiyoruz... Müşahededeyiz ya, ne havalandırmamız var, ne bahçemiz... Ama sağolsunlar, tozlar yine de köşeden, kıyıdan sızmışlar. Eeee, yarın müşahede bitince sıra ciğerlerimizin betona kesmesi faslına gelecek. Böylece demokrasi betonarme dayanaklar elde edecek... Nasıl olsa demokrasi rayına oturacak... Hiç başka yolu yok. Buna yürekten inanıyorum.

... Gerçi Ekmekçi'nin diliyle delip de geçme ihtimali yok değil. Ne var ki, bizler dünyayı sevmesini bilenlerdeniz. Sabır göstereceğiz, metanet göstereceğiz. Yani, deldirmeyeceğiz. Onun için hiç üzülmeyin. Gerçekten günler hızla akıp gidiyor. Ve neşemize de hiç diyecek yok. Şimdilerde dışarısı biraz yaz sıcağı. Biraz da seçim fırtınasıyla kavruluyor...

Her kafadan bir ses. Hele o, TİP oyları üzerine ahkâm kesmeler, yol göstermeler... (X) bir türlü, (Y) başka türlü. Ne kadar da çok sahibiyet iddiasında adam varmış? En firaklısı da (X)'a ait... Ne diyebiliriz ki, adam burnunun doğrultusunu tutturmuş gidiyor... Her zamanki gibi. En iyisi boş vermek. Ben şahsen boş veriyorum. Size bol bol selâm."

*

Bazıları zaman zaman eleştiriyorlar. "Ankara Notları"nı, "Mapusane Notları"na döndürdün, diyorlar. Gerçekten öyle mi? Bir genel affı neden istiyoruz? Gelmiş geçmiş olaylara, olup bitenlere kalın bir çizgi çekilsin diye neden çırpınıyoruz? Bilim adamından, öğrencisine, yaşlısından gencine kadar koskoca bir aydın topluluğu içinde ise, o ülkede kolay "rahat" yok demektir. "Onları içeri soktukya oh rahatız" diyebilenler, devekuşları gibi kafalarını kuma gömenlerdir. Gerçekleri görüp, ders almaktan kaçanlardır. Bir gazeteci olarak, olanak buldukca "içerdekiler"den söz edeceğiz, bunu bir görev sayıyoruz...



(21 Ağustos 1973)

SOSYALİSTLER...


İnönü, Başbakanlığı sırasında Yüksek Plânlama Kurulu'nda bir gün uzmanlara şöyle demişti:

- Ben, tehlikelerin üstüne gitmem, tehlikeleri yıpratırım. Atatürk, tehlikenin üstüne giderdi. Çok zaman sonuç da alırdı. Amma, Atatürk'ün de önce tehlikeyi yıpratma metoduna başvurduğu olmuştur.

Burada "ikinci adam"ın, bir kompleksini sezmemek mümkün değil. Atatürk, tehlikelerin üstüne giden adam -zaman zaman- İnönü'nün uyguladığı metodu uyguluyor. Buna benzer bir örneği, "Ankara Notları"nda yazmıştım. Prof. Afet İnan'a "zaten her iyi şey Atatürk'e mal edilir. Bütün kusurlar benim omuzuma yüklenir" diye dertlenişini.

Köy Enstitüleri fide çağındayken, boğulur. Hasan Âli Yücel'den sonra, Köy Enstitülerine en karşı olan Reşat Şemsettin Sirer getirilir. Arkasından da Tahsin Banguoğlu. Hangi tehlikeleri yıpratmak? Aynı konu galiba, Şevket Süreyya Aydemir'in İsmet Paşa'ya yönelttiği sorulardan biridir:

- Hasan Âli Yücel'den sonra bakanlığa neden Reşat Şemsettin'i getirdiniz?

- Kimi getirseydim?

- Kim olursa olurdu, bir enstitü müdürünü getiremez miydiniz?

- Ben o zaman Cumhurbaşkanıydım. Dik kafalı Recep Peker Başbakan. Getirdiği listeyi onayladım.

Belki konuşma tam böyle geçmemiştir. Belki de, İnönü'ye şöyle bir cevap daha verilebilir:

- Başbakan, katı ve söz dinlemez olabilir. Ancak, Cumhurbaşkanı'nın "şu bakanı değiştir" demesine de ses çıkarmayabilir. Öyle değil mi?

Bunun örneği, İnönü'nün de Başbakan olarak başından geçmiştir. Gürsel, kendisine kabine kurma görevi verdiğinde -görevlerden birinde- İnönü, listeyi hazırlamış, Gürsel'e götürmüştür. Gürsel listeyi incelerken, Sağlık Bakanı olarak Dr. Kemali Beyazıt'ı görünce, İsmet Paşa'ya şunları söylemiştir:

- Paşam, ben albayken bu zat Sağlık Bakanıydı. Orgeneral oldum, devir de değişti, yine karşımda Sağlık Bakanı diye o mu olacak? Lütfen değiştirin onu.

İnönü gülmüş, "peki" diyerek, Kemali Beyazıt'ın yerine bir başkasını bulmuştur.

Demek, o zaman -Köy Enstitüleri zamanı- tehlikeleri yıpratıyorum, diye İsmet Paşa Köy Enstitülerini yıpratırmış...

Toprak reformu öyledir. Türkiye'nin geri kalışı, yoksulluk içinde yüzüşü öyledir. Türkiye'de aydın yetişememesi, kitap yasaklamaları, okur - yazarın cezaevlerinde eğitim görmeleri öyledir. Belki de tehlike yıpratılırken yıpratılmışlardır bunlar. Sözde korunmak istenirken boğulmuşlardır. Sokaklarda, parklarda, köylerde, gecekondularda yoksul bırakmamaktı marifet. Onları daha sefil bıraktıktan sonra, hangi zirveye, hangi tepeye çıkarsanız çıkın. Sonunda, "profesyonel yönetici" derler ya, onun da bir işe yaramadığı parmak kadar çocuklarca yüzünüze söyleni verdiğinde yüceleşmesi halk gözünde tutması bundan değil mi? Karaoğlan'ın ne hanı, ne hamamı, varlığı, mirası şusu busu olmayacak belki. Amma, yücelik bir yerde bu değil mi?

Gerçekte en büyük yanlışları İsmet Paşa yapardı. Kimse karşısında bir düşünce söyliyemezdi ki. Yanlış yapınca da eleştirilemezdi ki. O Paşa'ydı çünkü. Kişi elini öptüğünü kolay eleştirebilir mi? Bir gün, dört beş gazeteci, Paşa'yı bekliyorduk. Karanfil Sokakta olan CHP Genel Merkezi'nin merdivenlerinde. Ben elini sıktım Paşa'nın. Daha sonra arkadaşlar elini öptüer. Elini öpenleri kucaklayıp yanaklarından öpmüştü. Bana da şöyle bir bakmıştı. Cezalanmıştım ben, elini öpmediğim için. Şimdi, kendi koyduğu ilkeleri uygulayanları cezalandırışı da, elini öpmediklerinden midir?

TİP 15 milletvekiliyle parlamentoya gelince, İnönü "en çok beğendiği disiplinli parti" diye nitelemişti. İlk kez şike olmayan, gücünü vatandaştan alan bir sosyalist parti kurulmuştu. 12 Mart'tan sonra, Anayasa Mahkemesi partiyi Siyasî Partiler Kanunu'nun bir maddesine aykırı hareketten kapattı. Aynı Anayasa Mahkemesi, başsavcılığın TCK'nun 141-142. maddelerine ilişkin iddia ve hazırlıklarına iltifat etmedi. Çoğuna başsavcılık cesaret edemedi. Yani sosyalistlerin partisi, "komünistlik" iddiasından kapatılmadı. Turhan Feyzioğlu, Avrupa Konseyinde "TİP'i Anayasa Mahkemesi kapattı. TİP yöneticileri komünisttirler" derse de inanmayın, kimse inanmadı zaten.

TİP yöneticilerinden Prof. Sadun Aren'in bir söyleşi sırasında galiba, söylediği şu sözü unutmamışım:

- Biz, herkes sosyalist olsun demiyoruz. Vatandaşı, sosyalist bir parti olan TİP'e oy verecek duruma getirelim yeter...

TİP'e oy veren herkesin, dağdaki çobana kadar sosyalist olduğu söylenemez. Ancak, TİP'e verilen oylar "sosyalist" bir partiye verilen "sosyalist" oylardı. Adayları sosyalistti, yöneticileri sosyalist. Şimdi, bu sosyalist yöneticiler, Anayasa Mahkemesi'nin partiyi kapatırken verdiği kararla çelişen bir mahkeme kararıyla on beş yıla kadar mahkûm edilerek cezaevlerine kondular. Büyük kongre kararına el kaldıran, onlara oy veren sosyalistler ise dışarıda. Onları da içeri alsınlar mı diyorum? Ne münasebet? İçeri alınanlarda bile mahkeme karar çelişkileri, adlî yanlışlıklar olabileceğini söylüyorum. Ben "muhbir" değilim.

İnönü'ye gelince, tartışılan demecinde nedense "sosyalist" sözcüğü yerine, "marksist" sözcüğünü kullanıyor. İhbar ediyor, bir bakıma yüz binlerce seçmeni. "Bu seçimlerde Türk solunun marksist kanadı da kendi arasında bir tartışmanın içinde görülüyor. Kendi partilerinden yoksun girdikleri seçimde nasıl bir vaziyet alacaklardır. Bunların en yaygınlarından bir tanesi de kendilerine yakın ve elverişli buldukları bir sol parti için oy kullanmaktır. Bu partiyi henüz tam kıvama gelmiş saymamaktadırlar. Ama onu kuvvetlendirmenin hem o parti içinde, hem seçimlerden sonra siyasî hayatta kendilerinin faaliyet imkânını kolaylaştıracağı düşüncesindedirler. Partiyi bütün bütün, kayıtsız şartsız teslim alabilirlerse onu kendi partileri yapacaklardır. Bunu başaramadıkları takdirde bir yolu, onun sırtında gitmiş olacaklardır. Bu hesaplar solun marksist kanadında açıktan yapılıyor" diyor İsmet Paşa...

Oğlu Erdal İnönü'ye sorsun bakalım. Babasının demeci için ne düşünüyor.

(24 Ağustos 1973)

SARIMSAĞIM, SOĞANIM


Anam, okuma yazma bilmezdi. "Millet mektepleri" kampanyası sırasında, birkaç gün kursa gitmiş, ancak okumayı, yazmayı tam söktüremeden bırakmak zorunda kalmıştı. Evde, bağda, dağda iş beklerken, kolay mı okuma-yazma kurslarını sürdürebilmek? Çocukluğunda okullara gidebilseymiş, belki yazı ile uğraşan biri olurmuş. Manilerle konuşurdu, keyfi yerinde olduğunda...

"Ben buranın yerlisi,

Yüzü, gözü kirlisi..."

derdi. Dağdan, taştan ibaret, yoksul kasabayı bir türlü bıraktırıp, kentlere geçememiş bu yüzden babam. Oralarda doğmuştu, oralarda ölecekti. Öldü de. Amma, bırakmadı baba-dede yurdunu.

Turgut Kazan'ın İlhami Soysal'a yazdığı mektubu okuyunca andım, anamın bu sözlerini. Şöyle diyor Turgut Kazan:

"...Sanki kaçacağız, bu insanları ve toprakları bırakıp gideceğiz. Vay babam vay. Yağmamı var? Mapusanesinde de olsa yaşayacağız, dayanacağız. Bu memleket bizim memleketimiz, bu insanlar bizim insanlarımız. Daha mutlu, daha aydınlık ve daha özgür günler için yaşayacağız..."

Anamın konuşmalarını uzun zaman, küçücük defterime not almıştım, ortaokul sıralarındayken. O bir yandan konuşur, ben bir yandan not tutardım, çok kez yorulurdum. Yitirdim o defteri, yok.

Bir gün arkadaşları ile evde oturuyor, konuşuyorlardı. Arkadaşları da kimler? Mahallenin -belki- en yoksulları, garipleri. "Egisteli Ebe" dediğimiz, bir yaşlı arkadaşı. Anama, "Cennet komşum" derdi. "Silifkeli karı" derler bir başkası vardı. "Zıpır karısı" bir başkasıydı. Hiç unutmam, bir gün kadınlardan biri, evin içinde soyunmaya kalktı. Anam uyardı:

- Deli karı, bak burda çocuk var, ne yapıyorsun?

- O, benim evlâdım sayılır...

Şıkır şıkır oynadıydı. Ben habire notlar alıyorum. Kimler ne dediyse. Birinin dikkatini çekti bu...

- Ne yapıyor, bu oğlan burda gı?..

- Bizim konuşmalarımızı yazar.

- Eleh.... Öyle şey mi olurmuş. Ne biçim ev burası. Ben durmam burda, bi daha da gelmem...

Anam:

- Sizi değil, anasının konuşmalarını yazar. Ne yapayım?



Tadı kaçtı, yazamadım...

Konuşmaları, düşünceleri kitaplarda okuduklarımıza hiç benzemiyordu. Dedikodular yapılır, kim hangi kızı kaçırmış? Filânın hastalığı aslında neymiş, buna benzer şeyler. Bir yandan da kirman eğirirlerdi. Bazı yemeğe de alıkordu konuklarını. Bir ağabeyimden sakınırlardı, anamın arkadaşları. "Herkesi dolduruyorsun eve" demesinden yılarlardı. Beni, küçük olduğumdan pek kaale almazlardı. Bir ayak sesi duysalar, konuşmayı keserler, sonra da:

- Mustafa'ymış gı, Halit değilmiş, derler, konuşmalarına devam ederlerdi.

Anamızın konuşmalarını, yaşayışını eleştirirdik. Yeni sözcüklere dili dönmediğinden "aaa, anam bak nasıl söyledi?" diye takılırdık. O bize bakar, bakar:

- Sarımsağım, soğanım, kel karıdan doğanım... derdi. Yani, "siz okudunuz, okuyorsunuz ama, beğenmediğiniz ananız doğurdu sizleri. Yaaaa..." demek isterdi. Kuşlar gibi kanatlarını gerdi üstümüze taaa ölene dek.

Liseyi yeni bitirdiğimde, Konya'da çıkan "öğüt" gazetesinde çıkan bir küçük fıkradan dolayı, "Cumhurbaşkanına ima yoluyla hakaret" gerekçesiyle savcılık harekete geçmişti. Jandarmalar evde gelip aramışlar, gitmişler. Komşular, arkadaşları da :

- Oğlunu asacaklar... mı ne, deyince, ağlamaya başlamış. Eve gelince, "hay oğlum, yazma şu yazıları. Sen mi düzelteceksin her bozukluğu" dedi. Ekledi:

- Atlı sığmış, itli sığmış dünyaya, sen mi sığmıyorsun...

Sığamıyorduk. Bilinçsizdik. Amma, bir yerlerde bir bozukluk olduğunun farkındaydık. Sonra, sonra daha açıldı gözlerimiz... Çıkarcıların kimler olduklarını, çıkarları için neler yapabildiklerini gördük, gözlerimizle. Demokrasinin yutturmacasını, doğrusunu öğrendik.

Gazetecilik mesleği, bir çok sakatlığın üstüne üstüne gitmenin yollarını öğretti. Yıllarca, "vatan haini" diye belletlenlerin, gerçekte birer vatansever oldukları da.

Tarihler saptırılmış, öğretiler saptırılmıştı ülkede yıllar yılı. Koca koca adamlar kandırıyorlardı insanı.

Yasaklar içinden, dikenli tellerden, güç dönemlerden geçip gidiyorduk, geleceğe. Anaları en iyi anladığımı sanıyorum. Çocuklarının üstüne titreyen, anaları. Babaları da... Onlar biliyorlar, çocuklarının yurdu en çok sevdiklerini. Yanlışlıkları varsa gereğince, yeterince eğitilmediklerindendir. Eğitmeyenler, kapıları kapayanlara hiç bir zaman dâvacı olamazlar. Öyle değil mi Paşam?

*

İstanbul'dan A. Şahin, cebindeki on lirasının 380 kuruşunu harcayarak yolladığı mektupta, İsmet Paşa'nın son demecine değiniyor. Kısaca şöyle diyor:



"Bizi şu an, en çok üzen taraf, yıllarca kendisine hizmet ettiğimiz, politikasına âlet olduğumuz, oylarımızla sömürüldüğümüz sayın İnönü'nün "CHP'ye oy vermeyin" anlamına gelecek demeci oldu. Bir taraftan da çok iyi etti sayın Paşa. Çünkü ben yıllardır rengini öğrenememiştim ama, açık seçik öğrendim ne olduğunu, kimlere hizmet ettiğini. Zaten bundan başka bir şey beklemek de hataymış.

Gerçekten siyasi iktidarlar yalçın kayalara benzerler, oraya kartallar nadiren konar... Her mahallede bir milyoner türetmeğe uğraşan sağ iktidarlara yakışır Paşa. Çok geç de olsa, safına döndüğü için memnunum..."

(25 Ağustos 1973)

MAHKEME KORİDORLARI....


Sanık, Sıkıyönetim Mahkemesi'nde tutuksuz yargılanıyordu. O gün, hakkında verilecek karar okunacaktı. Ne rastlantıdır, o gün de düğünü vardı. Duruşmaya, damat giysileriyle gitti. Tutuksuz yargılandığına göre, duruşmadan çıkar, akşam da düğünde bulunurum diye düşünmüş olmalıydı. Bu heyecandı belki, damat giysileriyle duruşmaya gelmesi.

Kararı okuyordu yargıç. Damat adayı sanık, kararı duymuyor muydu? Öylesine heyecanlıydı. Kararın okunması bitti. Herkes, damat giysileri içinde koyu elbiseli, saçları usturuplu kesilmiş sanığa bakıyordu. Kararın okunması bittikten sonra, sanık anlaşılan hiç anlayamadığı kararın bittiğini olsun anladı. Yavaş yavaş yürüdü. Orada birkaç adım ötede yeni yaptırdığı siyah paltosu asılıydı. Ona uzandı aldı. Giymeye hazırlanıyordu. Gidecekti... Nereye diye sorulur mu? Tam bu sırada, yerinden onu seyreden savcı:

- Dur...

Dedi. Sanık şaşaladı. Niye duruyordu ki: Savcı ekledi:

- Kararı dinlemedin mi, tutuklandın.

Mahkûmiyet kararı verilirken, sanığın tutuklanmasına da karar verilmişti. Ellerine kelepçeler takıldı, askerlerin arasında damat giysileriyle uzaklaştı, hükümlü.

Avukatlardan biri, savcıya yavaş sesle:

- Bugün akşamüstü düğünü vardı... dedi.

- Biliyorum, belli halinden de.

- Keşke kararın okunması ertelenseydi.

- Biz kendisi için böylesinin daha iyi olacağını düşündük.

Evlendikten sonra mahkûmiyet hükmü okunsa ve tutuklansa "evlenir evlenmez, cezaevine girdi" mi diyeceklerdi? Hiç olmazsa evliliğin tadını almadan girmiş mi oluyordu?

Olay, Diyarbakır Mahkemesi'nde geçmişti.

*

Musa Anter, uzun zamandan beri tutuklu yargılanıyordu. 50 yaşlarında kadardı. Evli, dört çocukluydu. Mahkemeden, kaç duruşmadır serbest bırakılmasını ve "duruşmadan vareste" tutulmasını diliyordu. Serbest bırakılır, duruşmaya da gelmeyebileceği kararını alırsa, doğruca İstanbul'a çoluk çocuğunun yanına gidecekti. Suadiye'de ufacık bir evi vardı. Karar okunurken, Suadiye'de çocuklarının yanında olduğunu düşünüyor muydu? Birden afalladı. Karardan sonra ayağa kalkarak, yargıca:



- Tahliye isteğinden vazgeçiyorum efendim... dedi.

- Neden?


- Sağ olun, beni serbest bırakıyorsunuz. Fakat duruşmadan vareste olmadan, serbest bırakılmayı ne yapayım? Evim, çocuklarım İstanbul'da. Serbest bırakıldığım için çoluk çocuğa benim bakmam gerekecek. Halbuki, üç günde bir duruşmaya gelmem gerekir. Buradan çıksam, otele gideceğim. Bir iş bulup çalışamam. Üç günde bir duruşmaya gelmek zorunda olduğumdan, İstanbul'a gidemem. Kaldırın benim tahliyemi. Ben yine içerde kalayım...

*

Diyarbakır'daki duruşmaları hiç izleyemedim. Ankara'da, İstanbul'da çalışan gazetecilerin çoğu izleyemedi sanırım. Belki, hiç bir gazeteci de izlemedi de Sıkıyönetim Komutanlığı yayınladığı bildirilerle, duruşma olaylarını ve kararları kamuoyuna açıkladı. Kalmamış aklımda bir şey. Zaman, zaman milletvekillerinin, senatörlerin Diyarbakır Tutukevi'nde olanlara ilişkin soru önergeleri, belki bunlara sorumlularca verilen karşılıklar kalmıştır, tek tük. İsmail Beşikçi'nin Askerî Yargıtay'dan da geçerek kesinleşip uygulamaya konan -galiba- 15 yılı bulan mahkûmiyeti, bir de. Gaziantep'ten götürülüp, gözaltına alınan sonra serbest bırakılan CHP'liler olayı. CHP yetkilileri basına haber vermeselerdi, kamuoyu bundan hele hiç bilgisiz kalacaktı. Eski Erzurum'daki Atatürk Üniversitesi, sonra SBF'de asistan olarak çalıştığı sırada gözaltına alınıp, tutuklanmıştı İsmail Beşikçi. Hakkındaki hüküm kesinleştiği için, şimdi Adana Sivil Cezaevi'ne nakledilmiştir. Atatürk Üniversitesi'nde "Homongolos" olayını, o sanırım cezaevinde -belki de "müşahede" için hücrede- duyabilmiştir-



ANT'ın eski Yazıişleri Müdürü Yaşar Uçar ile Ahmet Hamdi Dinler'in, 102 gündür sivil cezaevinde "müşahede" için İzmit'te, hücrede olduklarını biliyor muydunuz düne kadar? Niğde savcılığı, 60 günlük müşahedenin nasıl yasalara uygun olduğunu savunuyordu. Tamam, dedik. Ya İzmit'teki uygulama.

Yaşar Uçar da, Ahmet Hamdi Dinler de yasa bilir, yol yordam bilir kişilerdir. Başvurmuşlardır yetkililere. "Bizi çıkarın artık buradan, koğuşlara verin" demişlerdir. Neden verilmemişlerdir düne kadar koğuşlara. "Bunlar, TCK 142'den hükümlü. Siyasi suçlu bunlar. "Aman, adi suçlularla bir araya koymayın" mı diye düşünülmüştür? "Zehirlerler sonra adi suçluları" mı denilmiştir. Yazışmalar, çizişmeler, efendim karar verilmiştir, bunların Adana Cezaevi'ne nakillerine.

- İyi, nakledilsinler de, neden hücrede tutuluyorlar hep?

- Nerede tutalım yani?

*

Diyarbakır'da sıkıyönetim kalktı. Ancak, Sıkıyönetim Mahkemeleri, ellerindeki dâvalar bitene kadar devam edecek. Sıkıyönetimde yargılananlar yine orada yargılanacaklar. Sıkıyönetim Komutanı olmayacak, yalnız, Sıkıyönetim tutukevi olacak mı acaba yine? Sıkıyönetim tutukevine yine "Yeniortam" sokulmayacak mı? Ne hakla?



*

Gazetelerde ilk haberi kimin vereceğini çok merak ediyorum ben. "Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne ilk dâva açıldı" gibi. Haber rutin gibi ya, gazetecilik bu. "Yılın ilk karı ilimize yağdı" gibi. Bakalım, kime vuracak bu piyango?

Eski gazeteci ağabeylerimiz, çok çok önceleri, gazetelerde "mahkeme koridorları" yazıları yazarlardı. Yarı röportaj, yarı haber, yarı öykü yazılardı bunlar. Kaçırmadan okurdum. Onlara özendim bugün.

(27 Ağustos 1973)

KARPUZ KABUĞU...
Vatandaş, pahalılıktan ayakkabısını değiştiremeyince, nasıl olsa bedava olduğuna inandığı milletvekilini mi değiştirmek istedi ne?

Hani, CHP'de yok "kabuk değişikliği", yok "halkla bütünleşme" derken, değiştirme birlikleri dolduruverdi. Önseçimler biter bitmez soluğu Ankara'da alanlar tatlı öyküler anlatıyorlar doğrusu.

- Faruk Abi'nin oyununa geldik. Ben ilçemde Faruk Abi'ye tam verdirdim. Bahri Bey'e de "eh, o da gariptir verin garibe" dedim, ona da oy sağladım. Gelgelelim, bu arada ben düştüm.

- Hay Allah, geçmiş olsun...

- Sağol canım, dostlar sağolsun. Ama, böyle gitmez bu. Teşkilât kalktı ayağa. "Naci Abi'ye siz bunu nasıl yaparsınız?" diye ateş püskürüyorlar.

AP'deki bu büyük değişikliğin anlamı ne ki? Süleyman Bey'e mi aslında bunlar yoksa; 12 Mart'da şapkayı alıp gidersen işte böyle yaparız mı demek istedi önseçmenler? Bu acabanın karşılığını 14 Ekim'de daha iyi anlayabileceğiz. AP'de kaybedenlerden biri durumu şöyle anlattı:

- Ben de anlayamadım. Son bir, iki güne kadar iyiydi. Tam finişe kalkacağız, delegelerde bir yavaşlama gördüm. Ulan, aman... derken, böyle oldu.

Bazı aday adayları da çok zayıf olmalarına borçlu imişler kazanmalarını. Onu, nasıl olsa çelimsizin biri kazanamaz, diye görenler vermişler oyu. Kalleşlik yapmağa değmez mi demişler, o da çıkıvermiş yukarılara. Al bakalım. Tevatür işler canım...

AP'de tam finişe kalkılacağı sırada delegelerin yavaşlaması yüzünden kaybeden aday adayı, bu yavaşlamanın nereden gelebileceğini düşünüyor. Acaba Süleyman Bey'den mi gelmiştir talimat? Mesut Bey'in uğradığı azizliğe o da mı uğramıştır. "Ama, yağma yok öyle böyle kalmaz bu..." AP'liye göre.

Nurdoğan Bakkalbaşı'nın uğradığı azizliğe ne demeli peki? Senatör Taki Bey, Nurdoğan'a:

- Sen uğraşma bu önseçim dalgalarıyla. Altı ay sonra senato seçimi var. Ben bu sefer adaylık koymayacağım. Sen ol benim yerime. Bir de sen tat senatörlüğü. Hem senatörlük, milletvekilliği gibi mi? On bine emeklilik gibi. Sen bilirsin...

- Peki abi...

Fakat Nurdoğan Bey, önseçimlerden sonra öğrenmiş ki, senato seçimlerine ne altı ayı, daha dört yıl yok mu?

Vay canına, demiş ama iş de işten geçmiş.

- Peki bilmiyor muymuş senato seçimlerinin ne zaman olacağını?


Yüklə 1,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin