İKİNCİ baski



Yüklə 1,91 Mb.
səhifə11/40
tarix25.11.2017
ölçüsü1,91 Mb.
#32827
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   40

- Kim biliyor ki yahu. Ben anlattım da, o zaman öğrendiler.

CHP'de kazanamayanlar için "kontenjan"dan gelme umudu yok. CHP'nin liste başında gelen filozofu, yorumunu yaptı kadro hakkında:

- Kardeşim, Türkiye'de hangi rejim olursa olsun milletvekilliği profesyonel meslektir. Yani milletvekillerinin sofraları aynıdır. Çulsuzdurlar yani...

O da olsa, öteki de olsa aynı demek istiyor galiba. Gerçekten önemli olan partilerdir öyle ya. Bu partilerin içerisinde, yer değiştirme birlikleri yer değiştirirler o kadar.

Milletvekilliği pahalandıkça pahalandı mı? Eskiden 3500'ken, AP'liler, kürsüde konuşan Çetin Altan'a bağrışırlardı:

- Senin yazılardan aldığın kadarını versene bize. Viski de içersin değil mi?

Çetin Altan aslında viski filân içmezdi öyle. Bir sabah evine gitmiştim. Bir yazı alacaktım. "Ne içersin?" diye sordu. Ben, "Dur bakalım ne verecek?" diye bekliyorum. Öyle ya, her gün viski içtiğini söylemiyorlar mıydı?

- Bira var, istersen sana kahve de yaparım.

- Bira olsun...

Biraları içtik.

Bir başka gün, öğleden sonra Meşrutiyet'de bir lokantada -bahçesine- oturmuş bir kadeh rakı içeyim demiştim. Tam bahçenin önünden Çetin Altan geçti, çağırdım. Geldi. "Yahu, dedi, sen böyle lokantalarda içki mi içiyorsun? Evde iç evde, daha ucuza geliyor."

Çetin Altan viski de içer, başka içkileri de, ne bileyim. Ancak yediyse, içtiyse emeği ile kazandığından içti, yedi. Haram yiyip, içmedi. Kimseyi de sömürmedi.

- Senin yazılarından aldığın kadarını versene bize. Viski de içersin değil mi?

O günlerde ne savaşlar vermişti? Emin Paksüt'lere karşı, Coşkun Kırca'lara karşı. Türk politikasından silinip gidecek ve hattâ gitmiş olanlara karşı. Yazıları, Türk politika edebiyatına ayak izi gibiydi.

Şimdi milletvekilliği aylığı onbini bulur. Pahalandıkça pahalandı bu sene bu. Eeee, kimse kolay bırakıp gider mi? Gitse Cenevre'ye, ya da Paris'e bir dış göreve gider bunu bırakıp. Sonra da fındık kadar akılla, Ankara'lara gelip, AP'nin seçim beyannamelerini hazırlar döner ve de devletin parasıyla. İyi mi?

CHP'de kontenjandan adaylık umudu yok, kaybedenler için ya, AP'de var bu. AP nerelere koyacak kontenjanları? Kimleri gösterecek? Ucundan ucundan öğrenmeye başlıyoruz bunları. Adaylar konuşuyorlar:

- Yahu, üste mi koyacaklar acaba alta mı?

- Üste koyarlarsa ben yandım...

- Dur yav, eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürme...

(5 Eylül 1973)

ADANA CEZAEVİNDEKİ OLAY...


Adana Sivil Cezaevi'nde çıkan olay üstüne cezaevi müdürü, gardiyanlar gelmişler, cezaevinde sıkı bir arama da yapmışlardı. Can Yücel'in termosa doldurduğu bir kilo kadar üzüm bu sırada ortaya çıktı. Can Yücel, ifadesinde demiş midir bilmem ya, şöyle bir Bektaşî fıkrası vardır:

Sultan Mahmut zamanındaki içki yasağı süresinde bağı kolcular tarafından basılan bir bektaşi sıkıştırılınca ve "sekiz-on dönüm bağın üzümünü ne yaptın?" diye sorulunca şu karşılığı vermek istemiş:

- Ailece yedik...

- Bu kadar üzüm yenir mi?

- Komşulara da verdik.

- Bu kadar üzüm komşulara vermeyle biter mi?

- Efendim, sirke yaptık. Bir kısmını da sattık...

- Olmadı...

- Bir kısmını da sıkıp bıraktım...

Kolcular bir ağızdan, "şarap olur o..." dedikte, Bektaşî şöyle kurtarmak istemiş kendini:

- Ben sıkar bırakırım. Ötesine karışmam. O Allah'ın işi...

Can Yücel, sorgusu yapılırken, "dışarıdan aldığımız üzümler ziyan olmasın diye, termosa doldurmuştum. Orada duruyordu..." karşılığını vermiş mi bilmiyorum. Fakat, gazetelerde çıkan habere bakılırsa Can'ın bu termostaki üzüm yüzünden canı hayli yanmış.

Olayın bu kısmı gazetelere yansıdı ya, bunun öncesi koğuşun neden arandığı belli değil. Herhalde bir gardiyan koca şairi, üzümleri nereye koyuyor diye gözetlemiyordu.

Sızan haberlere göre, Adana Cezaevi'ne bir süreden beri doldurulan çeşitli suçlardan hükümlü ya da tutuklular, huzur içinde değildirler.

Burada Samandağı olayları sanıkları var. Adana Fikir Kulübü, Kadirli Fikir Kulübü dâvaları hükümlüleri ile Ankara'dan nakledilen Süleyman Ege'yle, Abdullah Nefes, İzmit'ten nakledilen Yaşar Uçar, Ahmet Hamdi Dinler, İstanbul'dan nakledilen Can Yücel var. Diyarbakır'dan nakledilen İsmail Beşikçi -galiba- hâlâ hücrededir.

Değişik yapı ve düşünüşte olan kişiler arasında yer yer tartışmalar olmuş mudur? Grup grup, bölük bölük bölünmüşler midir buradaki hükümlü ve tutuklular? İş, tartışmalara, derken yumruklaşmalara kadar varmış mıdır? Gruplardan biri avluda voleybol mu oynamak ister, ötekisi onu avluya sokmaz mı? Olayların çıkacağı belliyken, yöneticiler seyirci mi kalırlar olup bitenlere. Gençler arasında yatan bir casusluk hükümlüsünün yatağına çöp bidonu boşaltılır da, müdür çöp bidonunu boşaltanı da, şikâyet edeni de "sinekli" denen hücreye atar mı sizce? Bütün cezaevi sorumluları olaylardan haberliyken, neden seyirci kalırlar acaba?

Asıl kavga 30 Ağustos sabahı mı çıkmıştı? Kadirli grubundan Ali Durmuş'a bazı hükümlüler, "avluya bir daha çıkmamasını" önerip, yoksa fena olacağını hatırlatınca bir şeyler olacağı da belli olmuştur galiba.

Öğleden sonra koğuşun girişinde Can Yücel arkadaşlarıyla yerde otururken, biri nasıl bağırmış?

- Ne bakıyorsun ulan...

Orada bulunanlardan biri, nasıl çıkışmış:

- Baban yerindeki adama böyle konuşmaya utanmıyor musun?

Bir başkası, ona karşılık mı vermiş, ne diye?

- Senin de hesabını göreceğiz...

Gerilim içinde, gece olup kapılar kapanınca bir hükümlü kendi koğuşundan çıkmış, bir başka koğuştakini dışarı çağırarak, arkadaşlarıyla birlikte saldırmış. Çağrılan, belki de linç edilmekten zor mu kurtulmuş? Koğuşlar birbirlerine mi girmişler? Sonuç İkisi ağır, on bir yaralı mı?

Cezaevi müdürü neden sonra olaya el koyup, orada kimler varsa, ayırım gözetmeden "sinekli" denen hücreye doldurmuş mu? Hücrenin, yani sineklinin tabanı iki parmak sudur. Yine ayırım gözetilmeden tüm hükümlü ve tutukluların -ceza olsun diye- saçları kökünden kazınmıştır. Sineklide bırakılanlara "falaka" çekiliş mi, çekilmemiş mi? Sonra da hücrede on beş günlük istirahate geçmişler mi, geçmemişler mi?

İşte bu sırada aranmış ve Can Yücel'in, içinde bir kilo çürümüş üzüm bulunan termosu ele geçmiştir.

Adana Cezaevi'ndeki olayla ilgili yorum yapmak zor belki. Dışardaki görüş ayrılıkları, sanıklar arasında dışardayken sürüp giden ikilik, cezaevinde bile ıstırap çekerken bile sürüp gidebiliyor, sonunda zorbalığa kadar gelip dayanıyor.

Dışardaki çocuklukların, içerde de sürdürülmesi, olayların bazılarına hiçbir eğitici etki yapmamış olması gerçekten üzücü:

- Hâlâ mı oyuna gelmek?..

(6 Eylül 1973)


ÇİZGİLER...


Ormanlık mı ormanlık, yeşillik mi yeşillikti ilçenin bulunduğu yer. Ayrıca sarp kayalar arasında gibiydi. Okur yazarı çoktu, yoksulluğuna karşın. Yoksul, dağlık bölgelerin çocukları okur-yazar olma zorundadır. Ne yapsın? Ticaret yapamaz, çiftçilik yapamaz anlayacağınız. Dağlarda bol bol kılkeçi olur, geyikler olur, ayılar olur...

Önseçim öncesinde politikacılardan biri geldi ilçeye. İri yarıydı politikacı, kellesi kulağı yerinde mi yerinde. O ilçenin bulunduğu il dolaylarında önseçimlerde her zaman liste başı olurdu. Amma, ilçeliler küsmüşlerdi. Çünkü, ilçeyle gereğince ilgilenmemiş, yoluna, suyuna yardımcı olmamıştı.

İri yarı politikacı ilçeye geldiği gün, rastlantı bu ya, bir de ayıcı geldi. Dükkânların önüne, politikacının konuştuğu yere yakın oynatmaya başladı ayısını. Ayının burnunda zincir...

- Sen buraya su getirdin mi?

Ayıcı zinciri hafifçe çekip yine kendisi karşılık veriyordu:

- Getirmedi...

- Okul yaptırdın mı?

- Yaptırmadı...

- Yol yaptırdın mı?

- Yaptırmadı...

- Öyleyse, ne yüzle geldin kocaoğlan?

İri yarı politikacı, o ilçede önseçimlerde birinciliği alamadı.

*

Türkiye'de de bilen çok mudur, Niğde'nin Koyunlu'su ile Fertek'ini acaba? Amma Niğdeliler iyi bilirler bu iki kasabayı. İki kasabanın da ayrı özellikleri var. Fertekliler okumaya yazmaya heves etmişler. Oradan okumuş, yazmış insanlar yetişir. Koyunlular da ticarete. Koyunluların ticareti, halıcılığı ünlüdür. Örneğin, Kayseri'de Kayserililer söz sahibi sanırsınız değil mi? Öyle değildir halıcılıkta. Koyunlular vardır orada da söz sahibi:



Bir gün, Fertekliler, başları ellerinin arasında kara kara düşünüyorlardı.

- Ne yapsak?

- Ne etsek? Aman komşular gelin bir araya. Bir yol da biz bulalım...

Ferteklileri kara kara düşündüren sorun şuydu:

Koyunlular, Başbakan Naim Bey'in kızını hemşerileri bir halıcının oğluna almışlardı. Koyunlu'da yoksul, zengin gece gündüz eğlnmiş miydi, bu mutlu olay üzerine? Ferteklileri de kara kara düşünceler almış mıydı?

Kasabanın ileri gelenleri kolları sıvadılar, aklı erenler düşündüler, Fertek, Koyunlu'nun altında kalamazdı.

Neyse, sonunda onlar da mutluluğa erdiler. Fertek'ten bir kız, Süleyman Bey'lere gelin gitti. Süleyman Bey'in kayınbiraderi, Ferteklilerin damadı oldu iyi mi? Süleyman Bey Başbakan değil ama, olsun ne ziyanı var. Fertek'de işi sağlama bağladı böylece.

Eeeee, diyecekler ki bak bak nerelere getiriyor lâfı? Düşünsün isteyen, nerelere varıyor lâf...

(10 Eylül 1973)

ALLENDE'YE İNDİRİLEN BALYOZ...


Çekik gözlü, bıyıklı, alnında saçları azalmış adam, düşünüyordu. Dünyada da, Türkiye'de de günün konusunu düşünüyordu. Allende'ye indirilen balyozu. Oradaki demokrasiyi tuzla, buz eden balyozu...

Dünyada, Marksizmin seçim yoluyla iktidara gelebileceği savının tek örneğiydi. Şili'deki Allende denemesi. Allende'nin yanılgısı neredeydi?

Çekik çözlü, bıyıklı alnı açık adam, kafasını salladı kendi kendine...

- Bu konuda usta olanların dedikleri mi çıkıyordu acaba?

- Yani?

- Yani, kapitalizmin ve emperyalizmin kalıntıları üzerine nasıl olursa olsun bina edilemez demokrasi. Alınan mirasın gözden geçirilmesi gerekli, demek...



Kamunun malı silâhları, kamuya çevirebildi Şili Silâhlı Kuvvetleri. Dünya kamuoyu önünde, "yazık oldu" diyenlerin ve taraftarlarının gözünde düştükçe düşecektir, Şili Silâhlı Kuvvetleri.

Kim ne derse desin, emperyalizmin, iç ve dış düşmanların ellerinde ölmemek için, yiğitçe öldü Allende.

Demek, neden olmasın seçimle gelsinler efendim iktidara diye, "bunlar gelince ihtilâl yaparlar" diye, "gelirlerse bir daha gitmezler" diye söylenenler, bıyık altından gülerlermiş. Emperyalizm ağını bir kez sardı mı, ihtilâlleri de yapmaktan, darbeleri de yapmaktan ya da yaptırmaktan çekinmez. Bunun örnekleri bakın, pek çoktur.

Allende'nin aklına gelmeyen neydi? Yeraltı kaynakları bu denli zengin bir ülkenin kapitalistlerce serbest bırakılmayacağı mıydı? Dünyanın en zengin bakır yatakları oradadır. Kapitalizmin gözü de ondan başkasını görür mü? Adamın çıkarları ile oynanırsa, o da işte böyle yaptı. Darbe yaptırdı Şili'de.

*

Bundan yıllar öncesinde Türkiye'de de aynı konu nasıl tartışılıyordu diye düşündü çekik gözlü, bıyıklı adam. Türkiye'de yabancı gazetecilerin, bazı politikacıların "Marksist" diye adlandırdıkları, gerçekte ise "sosyalist" bir parti vardı. TİP... Seçimle gelmeyi programına koymuştu, başka bir yol düşünmüyordu. Zaman zaman, yetkililerine sorular yöneltilirdi. Üniversite hocası bir yetkilisi bir gün şöyle karşılık vermişti:



- Açık söyleyelim. Biz, samimi olarak seçimle iktidara gelmeden yanayız. Seçimle geleceğiz, seçimle gideceğiz. Gerçi dünyada bunun örneği yok deniyor. Olmayabilir. Amma, bizim programımız da tasarımız da budur. Seçimsiz bir iktidarı kafamızdan geçirmiyoruz.

Böyle diyordu. Fakat rakipleri, durur mu? Durmuyorlardı:

- Doğru söylemiyorlar, seçimle de gelseler gitmeyecekler ki...

- Nereden biliyorsunuz gitmeyeceğimizi?

Tartışmalar, yıllarca böyle sürüp gidiyordu. Değil iktidara gelme, şöyle güçlü bir muhalefet olması korkusu bile nasıl sarıyordu egemen çevreleri?

İhtilâllerle de iktidara gelinebilirdi. Ancak, TİP böyle bir parti değildi, olmayacaktı...

Meclis kürsülerinden, bütçe komisyonlarında, sıralardan yöneltilen sorulara, hep bu karşılık veriliyordu. Açık açık. Neden dinletemiyorlardı acaba?

Sağ gazeteler, Endonezya'dan söz ediyorlardı. Solcu bırakmamacasına kıyımdan kıyamdan dem vuruyorlardı.

TİP, Anayasa Mahkemesi'nce Partiler Kanununu'nun bir maddesine aykırı kongre kararı aldığı gerekçesiyle kapatıldı. Kapatma işlemini o zamanın Anayasa Mahkemesi Başkanı, zamanın Başbakanına telefonla haber veriyordu.

Sıkıyönetim Mahkemeleri, TİP yöneticilerini Anayasa Mahkemesi'nin kapatma gerekçesinden değil, Anayasa Mahkemesi'nin ele almadığı TCK'nun 141. maddesinden 15 yıla kadar hapis cezasına çarptırıyordu.

*

Türkiye'de bir sol parti daha vardır. Bu ne Marksist, ne sosyalist bir partidir. Ortanın solunda olduğunu belirtmiş, ancak yelpazenin solunda yer almış bir parti. Bu parti, CHP'dir. O parti ve yöneticilerine de, "sosyalist" ya da "Marksist"dir diye hücumlar etmemektedirler hasımları, siyasi rakipleri. Ne bileyim, yakında onun için de neler diyeceklerdir:



- Allende'nin hesabı görüldü. Şimdi sıra Karaoğlan'da... Öyle mi?

Olaylardan ders almak gerekir elbet. Ancak, gerçek demokrasinin var olabilmesi, sol iktidarların seçimlerle işbaşına gelip, iktidardan seçimle gidebilmelerine bağlı. Bu denemelerin başarısızlığı, bunları balyozla öldürmek, demokrasiye ve insanlığa ihanet etmekten başka şey değil.

(14 Eylül 1973)

AFFI ANCAK KARAOĞLAN GETİREBİLİR...


CHP'nin Ankara'da Tandoğan alanında dün düzenlediği açıkhava toplantısı, açık açık gösteriyor ki, Karaoğlan iktidara adımını atmıştır. 14 Ekim'de yapılacak seçimler sonucu Meclis'e AP'yi büyük ölçüde ezerek gelecektir.

Miting kalabalıkları görünüşe bakılırsa kişiye fazla bir şey söylemez, iktidar olabilme konusunda. Dünkü Tandoğan toplantısı, bu görüntüden başka bir anlam da taşıyor gibiydi. İğne atsanız yere düşmüyor muydu? Değil. Ancak, seçimler öncesinde Ankara'da düzenlenen böyle bir toplantıya akın, vatandaşın demokratik, gerçek demokratik düzene özlemini belirtiyordu bir bakıma. Heyecanlı kalabalık da, CHP'nin iktidar kapısına adımını atmakta olduğunu.

"Ak günlerin ak umudu Karaoğlan" dövizi, dövizlerin en düşündürücü olanıydı galiba. Karaoğlan, üzerinde bir uzun kollu gömlek mikrofon başında kalabalıklara, bir umut olduğu izlenimini veriyordu. "Yok, sen değilsin, Demirel'dir umut" diyen çıkmazdı dün konuşmaları dinleyenlerden. Süleyman Bey de konuşacaktır, hem de daha yaldızlı sözlerle. Ancak, sonunda kimse, içi rahat "Türkiye'nin umudu sensin" diyemiyecek Süleyman Bey'e. Burası böyle...

Tandoğan'daki kalabalıkta Anadolu'nun çeşitli illerinden gelmiş il başkanları, adaylar, işçiler, köylüler vardılar. Ankara memur şehridir. Yüksek dereceli memurlar korkarlar gelemezler belki derdim, onlar da gelmişler...

- Sizin otobüs, bizim otobüsü geçti yolda...

Malatya İl Başkanı, Kayseri İl Başkanı'na böyle diyordu Ecevit'i dinlerken. Adana'dan Mehmet Can gelmişti. Mehmet Can listenin beşincisi. Beşi çıkarırız diyor. İlginç anıları var, seçim bölgelerinden. Bir köyde, bir vatandaş:

- Ben sizi daha büyük sanıyordum... demiş. Mehmet Can ki, 1.79 boyunda ve gerçekten iri yarıdır.

Adana kontenjan adaylarından Erol Çevikçe'ye bir köylü, "Allende'ye ne oldu? Şu meselenin içyüzünü bir anlat Allahaşkına" demiş ve eklemiş:

- Allende olayının bize benzeyen yönü var mı?

Anlatmış, Erol Çevikçe. Şöyle diyor:

- Vallahi, köylüdeki bilince baktım da şaşırdım kaldım.

CHP'nin tam bir örgütlenmeyi başardığını söylemek zordur. Hele, ortanın solunun bütün yurda dörtbaşı mamur anlatıldığını ileri sürmek daha zor. Fakat, tek tek bilinçlenenler bulabiliyorlar örgütlerini, bu kesin. Prof. Turan Güneş, şöyle mi demiş:

- Nerede örgüt yoksa, orada daha iyi seçim kazanırız. Bolu'da Kemal Demir'i yeneceğiz. Çünkü, oradaki örgütümüz o kadar güçlü değil. Ve listenin başında, herkesin pek tanımadığı çok kıymetli bir adayımız var...

Turan Güneş'in esprili sözlerinde hikmet payı yok mudur?

Karaoğlan, bozuk düzeni tersine çevireceğiz diyor. Bozuk düzen tersine çevrilince, tefeci, işbirlikçi sermaye de büyük bir yükten kurtulacak ne bileyim. Onlar da vicdan azabından kurtulacaklar, "bugüne dek sömürdüğümüz yanımıza kâr kaldı" diyerekten, kendilerince bir uyku çekecekler, öyle mi? Düzenin tersine dönmesinden Ecevit, köylünün, işçinin, memurun, küçük esnafın yararlanacağını açıkladı dün. Cezaevlerini dolduran fikir suçluları siyasi suçlular ya ne diyorlardı? Aynı şeyleri bir başka biçimde dedikleri için hapislerde süründürülmüyorlar mı?

Ecevit'i dün dinlerken bunları düşündüm. Büyük bir affı, gelmiş-geçmiş olayların altına bir kalın çizgiyi çekerek ancak, Karaoğlan gerçekleştirebilir.

Tandoğan alanında, Anıtkabir'e uzanan yolları dolduran, söğüt ağaçlarına tırmanarak, oradan Karaoğlan'ı dinleyenlerin, balkonlarda oturup, salkım salkım Ecevit'e alkış tutanların içinden geçen de bunlardı sanıyorum.

CHP otobüsünün içinde Rahşan Ecevit'i gördüm, "çok heyecanlıyım" dedi. Anladım ki Karaoğlan, toplantıdan sonra peynir-ekmek yerine, iştahla bir yemek yiyecek...

Bir ara Eylem'i de gördüm. Elinde iğnesini düşürdüğü CHP rozetini tutuyordu.

(17 Eylül 1973)


BIYIKLI...


Çin Halk Cumhuriyeti'nin diplomatları İzmir'e mi gidiyorlardı? Üç kişiydiler. Öyle kısacık filân da değiller, diplomatları uzunlardan mı seçiyorlar ne?

Çinlilerden biri, arkadaşlarının yanından ayrıldı, şöyle yürür gibi, uzaklaşır gibi yaptı. Bir bayan gölge kalkan Çinlinin yerine oturuverdi. Kalkan Çinli, sanki bunu bekliyormuş gibi hızla geri dönüp, arkadaşlarının resimlerini çekermiş gibi yaparak gölge bayanın resmini de çıt diye çekiverdi. Bayan neden o kadar telâşlandığını belli etmişti, kimse anlayamadı. Fotoğraf çekildikten sonra, yüzünü sola çevirdi, elleriyle de bir yandan yüzünü kapadı. Bayanın yanında oturan iki Çinli, Çin seddi gibi yüzleriyle -gülüyorlar mı, gülmüyorlar mı belli olmuyor- öyle durdular.

Oturanların tam karşısında iki erkek gölge mi vardı? Bayanın Çinlilerin yanına oturmasını onlar mı istemişlerdi? Ne diye? Herhalde konuşmaları dinlesin bakalım diyedir. Bayan, uzaktaki arkadaşlarına bir el işareti yaptı. Yolcu salonunda bulunanların hepsi anladı bunu.

- Konuşmalarını anlayamıyorum hiç...

Tercümesi buydu yana sallanan baş işaretinin zahir.

O iki kişi de duvar gibi ciddi, fakat biraz telâşlı mıydılar?

Yolcular uçağa alınıyordu. Çinliler herkesin bakışları içinde ne dedilerse, onlar da aranmadan geçtiler. Çinliler ufak, fakat hızlı adım atıyorlardı. Gölgeler kaz adımdılar, kısa zamanda kapadılar arayı. Uçakta da onların arkasına yerleştiler. Herkes onlara bakıyordu. Polisiye filimlerden hoşlanıyordu bizim halkımız. Onlar gitti. Sonradan duydum, Çinliler İzmir'deki fuarda açtıkları pavyonu denetlemeye giderlermiş. Çinlilerin pavyonu da güzelmiş hani...

Yolcu salonunun üstünde uçak şirketlerinin bürolarının bulunduğu bölümün tam karşısında, büfenin yanında bir genç oturuyordu. Yanındaki bankta da bir genç kız. Genç, bir ara sabırsızlanıp yeniden THY bilet masasına gitti.

- Adana uçağı ne zaman kalkacak?

- Tarifeli uçağın geç gelmesi yüzünden biraz tehiri var. Kesin bir şey söyleyemem.

Bilebildiğim şu kadar: Bu genç, Adana'ya gitmek istiyor. Uçağın geç kalması da canını sıkıyor belli.

Gitti, yerine oturdu. Genç kız yandaki banktaydı hâlâ. Bir ara dolaşmak, tur atmak geçti içinden. Kızın yanından mı ayrılmak istemedi. Konuşsa mıydı, ya yüz vermezse?

Gitti. THY memuruna bir daha sordu Adana uçağını. Çok gecikecekti, anlaşıldı.

Kızın yanındaki banka oturmak istemişti ki, ensesinde bir gölgeyi farketti. Dönüp baktı, bir sivil gölgeydi...

- Biraz benimle emniyete kadar gelir misiniz?

Demesiyle kolundan yakalaması bir olmuştu...

Gölge, genci bir odaya soktu. Orada, bir subay -belki albay- birkaç sivil, bir bayan vardı. Bayan ayakta duruyordu. Sivillerden biri emretti:

- Üzerinde ne varsa çıkar şuraya...

- Peki.

Şebekesini, biletini, para cüzdanını çıkardı. Mendil, vs. ne varsa...



Sonra, sıkı bir biçimde arandı üstü. Beli ve bacakları taranırken, gıdıklanır gibi oldu. Gülemedi.

- Nereye gidiyorsun?

- Adana'ya...

- Biliyoruz, seni uzun zamandan beri takip ediyoruz. İkide bir "uçak ne zaman kalkacak?" diye soruyorsun, neden?

- .....................................

- Yanındaki yabancı kızla ne konuştun? Ona mesaj mı verdin? Saklama, biz her şeyi biliyoruz.

- Ben kızla konuşmadım.

- Konuştun, saklama.

- Kız burada, çağırıp sorun. Neden sormuyorsunuz?

Biri emretti.

- Getirin kızı...

Biraz sonra, bankta oturan genç kız getirildi. Ne kadar da büyümüştü gözleri.

- Do you speak English?

- Ben Türk'üm, dedi kız. Türkçe sorun soracaklarınızı...

- Bu genci tanıyor musun?

- Hayır, tanımıyorum. Yanımdaki bankta gördüm o kadar.

- Götürün.

Kız dışarı çıkarıldı. Hayli korkmuştu dedim ya.

- Peki, sen söyle bakalım Adana'ya niye gidiyorsun? Kim var orada?

- Dayım var, dayıma gidiyorum.

- Hımmmmm....

Bu sırada, THY memuresi mikrofondan "Adana'ya gidecek yolcuları..." uçağa binmeğe çağırıyordu.

- Bana soracağınız başka şey yoksa, bırakın gideyim.

- Dur, önce eşkalini bir tespit edelim de öyle git...

Bir memur, daktilonun başında yazmak için hazır bekliyor, bir başkası da gencin karşısına geçmiş, onun fotoğrafını çekecekmiş gibi süzüyordu. Daktilo başındaki, kâğıda bakarak sordu:

- Boy?


Genç, fotoğrafını çekecekmiş gibi süzenden önce cevap verdi:

- 1.80.


- Kilo?

- 65.


- Renk?

- Sarışın.

Daktilo da, karşıdaki gölge de, gencin bıyıklarına bakıyorlardı. Genç ekledi:

- Bıyıklarımın uzunluğuna bakıyorsunuz değil mi? Tatil de, ondan bıraktım bu kadar uzun, yoksa bırakmazdım. Adana'ya varır varmaz düzelteceğim.

Gencin bıyıkları Çinli bıyıkları gibiydi. Acaba bıyıkların uzun ve çeneye doğru kıvrık olduğunu da yazacaklar mıydı?

Gölge, daktilo başındakine seslendi:

- Yaz, bıyıklı...

Uçak, kalktı kalkacaktı. Genç, koşa koşa polis kontrol odasına girdi. Soluk soluğaydı uçağa bindiğinde. Kimse gencin başından geçenleri bilmedi...

(18 Eylül 1973)

BİRKİ DÖĞDÜ, BİRKİ GELDİK...


Konya'nın Hadim ilçesinin köylerinden birinde, ya Gezlevi ya Dedemli köyü olmalı, bir kadın kocasının her gün kendisini döğmesinden bıkmış, usanmıştı. Komşusu kadınlar:

- Mahkemeye get gız, gurtul bu herifin dayağından... dediler. O da bir dâva vekili bulup, mahkemeye başvurdu. Kadının açtığı boşanma davası devam ediyordu. Köy, ilçeye yani mahkemeye yaya iki saat çeker. Her duruşma günü gitti kadın. Tabii, dayağından yakındığı kocası da. Yargıç bir ara sordu kadına:

- Köyden, buraya kocanla birlikte mi geldiniz?

- Evet...

- Peki yolda gelirken, yine döğdü mü seni?

- Birki döğdü, birki geldik hâkim bey...

Dedemli, Gezlevi köylerini Sabahattin Ali, öykülerinde işlemiş, cezaevine düşmüş köylüleri anlatmıştır uzun uzun. Konya cezaevinde hapis de yatmıştır bir süre Sabahattin Ali. Konya Lisesi'nde ya da ortaokulunda öğretmen olduğu sıra, ihbar üzerine savcılığa oradan da mahkemeye verilmişti. Sabahattin Ali'nin öğrencileri duruşmayı izlemişlerdi. Savcı iddianamesini okurken, öyle yan gözle Sabahattin Ali'ye bakmış, kükremişti:

- Sabahattin Ali, Türkiye'deki özgürlükleri yeterli bulmuyor, onun aradığı özgürlük ancak Patagonya'da vardır. Patagonya'ya gitsin efendim...

Öğrencileri, Sabahattin Ali'nin, konuşmayı gözleri açılarak dinlemişlerdi belki ne bileyim. "Buradaki özgürlükle yetinmiyorsa Patagonya'ya gitsin..." Öyle ya...

Aradan yıllar geçti. belki kırk yıla yakın zaman.

İki buçuk yıldır sürüp giden sıkıyönetim kalkıyor birkaç gün sonra. Meclisler almıştı sıkıyönetim kararını. Bu kez, parlamenterler uzatmak için Ankara'lara zahmet etme gereğini bile duymadılar, demek ki bitti bu iş.

Sıkıyönetimin bitip bitmeyeceğini soran biri, ekledi:


Yüklə 1,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin