- Devam etse de olurdu, alışmıştık.
Artık etkisi kalmadı, süngü düştü mü demek istiyordu acaba? Yer yer eleştiriler, kulaklardaydı:
- Olmaz ki canım böyle. Askeri yargı yaralanıyor. Bunu yaralamaya kimsenin hakkı yok.
- .................................
- İddianamelerde rolü olan doçentle tanıştım, dün.
İki buçuk yılın hesabını yapacaklar, bu iki buçuk yılda neler olup bittiğini de anlatacaklar ilerde belki. Yüksek trajlı gazeteler, yüksek paralar ödeyip anılar satın alacaklar. Ya da almaya çalışacaklar. Kimse onlara, "peki, iki buçuk yıldır neredeydiniz?" diye sormayacak belki. "Haksızlıklara, kanunsuzluklara, adli yanlışlara neden vaktinde karşı çıkmadınız?" demeyecek ne bileyim. İnsanlar unutkan da oluyorlar, der politikacılar. Göreceğiz...
Bir barış bayrağı açmak geliyor içimden. Gelip geçmiş olayları, herşeyiyle unutarak kanunsuzlukları, adli yanlışları, insanlıkdışı eziyetleri de unutup her şeyin altına bir çizgi çizerek. Mahkemedeki tüm dosyaları kaldırıp, yıllardır sürdürülen aydın ve genç kıyımını durdurarak. Süleyman Bey'i de bağışlayarak bir genel bağışın yani affın, Türkiye'yi demokratik bir mücadele ortamına götürebileceğini düşünerek. Köylü kadının dramındaki gibi:
- Nasıl geldik bugüne?
- Birki döğdü, birki geldik...
(22 Eylül 1973)
"ACININ DUVAR YAZILARI"
Sabah dişlerimi fırçalamadan çıktım evden. Ayıp olmasa traş da olmayacağım, yüzümü de yıkamayacağım.
Pazar günü, Kızılcahamam'a Fakir'i ziyarete gittik. Adalet Ağaoğlu ile karısı Muzaffer Baykurt da gitmişler daha önceden. Bizim arabada, Rıfat Ilgaz, Kemal Çukurkavaklı, Tonguç Baykurt, Mehmet Özgüçlü vardı. Görüşme için içeri girdiğimizde Fakir, demirlerin arkasına geçti, sağ ayağını altta kalan bir demir parmaklığa dayadı. İncelmiş, kaşe pantolon yaptırmış, kazak giymiş. Romatizmalara karşı korumuş kendini böylece. Bahçe içinde Kızılcahamam Cezaevi. Bahçesinde kış elmaları, karanfiller...
- Fakir, bir şey olursa buraya mı gelsek ne? Fena değil gibi.
- Eh fena değil.
Odasını gördüm sonra. Ziyaretçilerin getirdikleri elmalar, yiyecekler. İki yatak. Yatağın üstünde bir Yeniortam. Başka hükümlüler de var. Bir kadın, bir bebe büzülmüş de değil, kıvrılmış öylecene demir parmaklığın ardındaki bir delikanlıyla konuşuyorlar. Yaşlı kadın yüzüne bakınca, neden ayaklarını dizlerine dizlerine saklıyor öyle. Yoksulluğunu gizlemek için mi?
Eve dönünce, gece Metin Eloğlu'nu okudum. Azra Bezirci'nin Eloğlu incelemesinden...
"Bu oda niçin mi yoksul?
O beş kişi yoksul da onun için...
Bu bayların, bayanların derdi ne mi?
Ne olacak: Memleketin derdi.
Peki ama çaresi yok mu bu işin?
Ha şöyle...
Düşünmeye alışın."
Metin Eloğlu nerelerdedir şimdi? Ne kadar sevdiğim insan. Ne zaman Ankara'ya gelse, istediğim gibi oturup konuşamam. Ya benim işim vardır, ya onun sergi dertleri.
Behice Boran'ın -bir siyasî hükümlü olarak, hiç değilse bir tek odada kalmak için- yaptığı müracaat Adalet Bakanlığı'nda mı sallanıp kalmış? İki buçuk yıldır çektirilen eziyetler yetmiyor mu? Can Yücel de Adana'da rahat değil miymiş?
Geçen gün, Tahsin Saraç, Rıfat Ilgaz oturduk Rüzgârlı Sokak'taki Güney'e. İki ozan tanımıyorlarmış daha birbirlerini. Yüz yüze gelmemişler yani. Rıfat Ilgaz, Ankara'ya "Hababam Sınıfı Baskında" oyununu görmeye gelmiş olmalı. Beğenmiş oynayanları. Daha görmedim ben.
İlhan Berk, Bodrum'daymış. Orada yazdığı bir şiiri elime geçti. Adı, "Acının Duvar Yazıları" herhalde, tümü Yeni Dergi'de çıkar. "Acının Duvar Yazıları"nın bazı parçalarını alıyorum ben izniyle.
"Birer birer gelip duruyorlar cam duruluğunda
Gelip vuruyorlar acının duvar yazılarına
Bir ala ırmağın parıltısında görünüyorlar
Ağırbaşlı uğultusunda bir ormanın
Kitaplara yazılara kalemlerin uçlarına düşüyorlar.
Beyazlığında kâğıtların
Okula giden çocukların renginde Sadun Aren
Okuldan dönen çocukların sevincinde Can Yücel
Denize çıkan sokakların ağızlarında duruyorlar
Sessizce hazırlanışında bir günün
Bir suyun elinden tutup geliyor Behice Boran
Bir suyun sesini alıp dönüyor Muzaffer Erdost
Alanlara ateşe suya havaya çıkıyorlar
Dışmahallelerde bir çiçeğin suyunu değiştirip geliyorlar
Bir kumsaatini eğik bir dalı kaldırıyor Çetin Altan
Bir sokağı bir çeşmeyi açıyor Süleyman Ege
.................................
Yerdeki bir kitabı tutup kaldırıyor Aptullah Nefes
Bir göğü kalemleri hüznün kâğıtlarını diziyor
.................................
Birer birer gelip dönüyorlar sonra yeniden yerlerine
Birer birer gelip vuruyorlar yeniden acının duvar yazılarına."
(25 Eylül 1973)
BİR BARIŞ BAYRAĞINI AÇALIM DEMİŞTİK
Süleyman Bey gerçekte ürkek yapılıdır. Gelen tehlikenin üstüne yürüyemez. Geçmişte çok örnekleri görüldü bunun. Örneğin, AP Genel Merkezi bir zaman taşlandığında, Genel Başkan Yardımcılığından istifasını verip, çekti gitti. 12 Mart'ta öyle, aldı şapkasını gitti. Bu barış yanlısı olduğundan değil de ürkek yapılı olduğundan mıydı?
- Efendim, sermaye de ürkektir bilirsiniz, güvence arar...
Öyledir ama, 12 Mart'ta gelirken neler olmadı? İki yüz bin kişiyi silâhlarsın, sonrası belli olmaz ya da, iş kavgaya dönüştü mü, kimin kazanacağı belli olmaz sözleri de Süleyman Bey'in değil mi? Gerçekten bildiğim kadarıyla istemez kavga Süleyman Bey. Fakat, Süleyman Bey'in koruduklarının çıkarları da öyle kavgasız korunacak cinsinden değil mi ne?
Elimde notlar var. Şöyle: "Yüksek İnşaat Mühendisi Orhan Göncüoğlu, müteahhidin hakemi olup, 55-60 yaşlarında bir kimsedir. 1960 yılında, DSİ Genel Müdür Yardımcılığından ayrılmıştır. O tarihte, DSİ Genel Müdürü olan Sayın Demirel'in yardımcısı olduğundan 27 Mayıs'ı izleyen günlerde Orhan Göncüoğlu da DSİ'den ayrılarak bir süre dışarda çalışmış, Demirel'in Başbakanlığı ile birlikte en büyük yatırımların yapıldığı bakanlık olan Bayındırlık Bakanlığı Müsteşarlığına atanmıştır. Çok kez zamanın hükümetleri içinde bakanlardan çok daha sözü geçen kimse olarak tanınmış ve bir çok bakanlıklardaki tayinlerde kendisi müdahil olmuştur. 12 Mart 1971 tarihinden sonra Bayındırlık Bakanlığı Müsteşarlığından alınan Orhan Göncüoğlu Ereğli Demir-Çelik İşletmeleri TAŞ'ınkindeki görevine devam etmiş, bazı inşaat müteahhitlerinin dairelerdeki işlerini takip etmiştir..."
Orhan Göncüoğlu halen, AP'nin Zonguldak'ta kontenjandan adayıdır. DSİ olayındaki müteahhit hakemidir.
Notlara biraz daha devam edelim:
"Keban Barajı inşaatını deruhte etmiş olan Fransız-İtalyan Ortaklığı Company Construction Internationales (CCİ)'in Türkiye mümessili ve komisyoncusu Transtürk isminde bir firma olup, sahibi isim değiştirmiş bir Ermeni vatandaşımızdır. (Fuat Sürenyan), Mıgırdıç Şellefyan hadise ve yolsuzluğundan dolayı Transtürk'ün işlemlerine el konduğu gazetelerde yazılmış bir husustur. Mıgırdıç Şellefyan'ın bazı işlerini ve şirketlerini yurt dışına kaçmadan önce eski bir DP milletvekili olan N.T.'ye devrettiği Hüriyet Gazetesi'nin 14.10.1970 günlü nüshasında yazılmıştır. Bu devir işlemi Beyoğlu 2. Noterliği'nin 11.8.1969 gün ve 19309 nolu devir senediyle yapılmıştır.
Adı geçen N.T., halen Genel Müdür olan H. T.'nin küçük kardeşidir. H.T. de Süleyman Bey'in sınıf arkadaşıdır..."
Şimdi seçimlere gidiyoruz. Seçimlerde "Karaoğlan"ın iktidar olacağı ihtimali gün gün artmakta. Karaoğlan iktidara gelince de, kardeşlerin egemenliğinden çok, kardeşlik havasının yaratılacağını herkes bilmekte. Ancak, 12 Mart'ta hesabı sorulmamış pek çok yolsuzluk ve olayın hesabının sorulacağını da çok kişi kestirmekte. İşte bu, bugüne değin -farkında olsa da olmasa da- Süleyman Bey'in sırtından ve olanaklarından yararlanmış olanların işine gelmiyor bir türlü. Adam, nerede bulacak bir daha müsteşarlığı, nerede bulacak bir daha genel müdürlüğü? Öyleyse, ne yapıp yapıp Ecevit'i iktidara giden yollarda durdurmalı. Etek dolusu para mı saçılır, adamlar, gazeteciler mi tutulur, ne yapılıp yapılmalı Ecevit'e iktidar yolları tıkanmalı. Örneğin konuşturulmamalı. "Taşlandı" diye başlıklar attırmalı. Amma, bunlar olurken öyle mertliğe filân dayanıp da ortalıkta da görünmemeli. Taşkın kalabalık numarasına yatıp, perdenin arkasında kıs kıs gülmeli.
Isparta'da AP'nin Başkanı Süleyman Bey'in kardeşidir. Onun adamlarının yaptığı herşey, Süleyman Bey'i bağlar. Ticaret de yapsa, yolsuzluk da yapsa, kavga da çıkarttırsa. Her şey, ama her şey... Kardeşini düşünseydi zaten, aklı başında biri olsaydı Isparta olayları olur muydu sanırsınız? Amma, para bu, çıkar bu, korku bu, neler neler yaptırmaz adama.
Bir barış bayrağı açalım, gelmiş geçmiş olayların altına bir kalın çizgi çekelim demiştik. Bizim barış bayrağını da karaborsadan kaput bezi olarak satacaklar anlaşılan. Yine de bayrak duruyor ya, yarıda bayrak. Isparta'da kan bulaştırdılar ona çünkü...
Amma çaba boşuna. Karaoğlan geliyor iktidara ne yapsalar...
(29 Eylül 1973)
KARAOĞLAN İLE YILMAZ GÜNEY
Kürtçe "Karaoğlan", nasıl denir? Lavuk e reş midir? Lavuk e reş eco...
Yarın Eco, doğu illerine çıkıyor geziye. Daha o varmadan türküler yakmaya mı başlamışlar? Ezilmiş, sömürülmüş doğu insanının ezenlere direnmiş, karşı çıkmış Karaoğlan'a türküler yakmasından doğal bir şey yok gibi...
Ecevit'in Ege ve Marmara gezilerinin bir dökümü yapıldı gazetecilerle, Bolu'nun yakınındaki "Koru Motel"de, gece yarısına yakın. Gezi boyunca otobüste yan yana oturduğum gazeteci arkadaşım Nurdoğan Taçalan, kulağıma eğildi, şöyle dedi:
- Yılmaz Güney'i düşünür müsün? Halk, seyirciler nasıl sever Yılmaz Güney'i. Filmlerinde, başlarda ne kadar haksızlıklara uğrar, ezilir. Sonra, bir bir hakkından gelir haksızlığı yaratanların, ezenlerin.
- Buradan nereye geleceksin?
- Bülent Ecevit'e bak. Halkın gösterdiği ilgide bir benzerlik yok mu? Isparta'da ben de vardım. Taş yağmuru altında konuşması, ancak filmlere konu olabilecek nitelikteydi.
Ecevit karşımdaydı, çayını içiyordu. Ara sıra tikleri, konuşmamızı merak ettiğini haber veriyordu.
Gazeteci arkadaşlardan biri sordu:
- Bülent Bey, Ege'yi ve İzmit'i nasıl buldunuz? Daha önceki toplantılarınızla karşılaştırınca?
- Büyük, çok büyük fark var...
Böyle seçim gezilerinde, propaganda gezilerinde insanı şaşırtabilecek, yanıltabilecek şeyler vardır. Örneğin kalabalıklar her zaman yanıltmıştır. 1969 seçimleri arefesinde, İsmet Paşa'yla Diyarbakır'a gitmiştim. Oradaki kalabalık, dinleyenler CHP'ye oy verseydiler, CHP 1969'da bir milletvekili çıkarırdı, çıkaramadı. Şimdi, daha iyi hatırlıyorum. Diyarbakır'daki o dinleyici, tam deyimiyle "kuru kalabalık"mıydı? Yani, heyecansız ve duruk kalabalık. Ecevit'i karşılayanların, dinleyenlerin eskilerden farkı, belli başlı farkı galiba bunda.
Yıllardır liderlerle gezerim. Harcanacak paraya göre, küçük bir kasabaya bile binlik bir araba konvoyu ile girebilirsiniz. Hiç bir şey ifade etmez. Liderin ya yanında, ya çok arkasında karşılayıcıları, karşılayıcıların yüzündeki ifadeyi çok iyi okumaya çalışırım. Bazıları vardır, yanlarındakilere de gösterirler geçeni, "bak bak o işte..." diye. Bir merakın giderilmesidir bu. Bazıları göstermekle yetinmez, adımlarını sıklaştırır, giderekten koşmaya başlar. Koşmak zorunda da değildir insan merak ettiğinin. Bir zamanlar. Süleyman Bey'in arkasından koşuyorlardı kalabalıklar. Menderes'in arkasından koşmuşlardır. Şimdi Karaoğlan'ın arkasından koşacak dereceye varıyor ilgileri. Bu, işte benim demek istediğim...
Koru Motel'de bir gazeteci arkadaş, izlenimlerini anlatıyor:
- Bülent Bey, İzmit'te komandolar CHP'nin duvarlara yapıştırılan afişlerini yırtıyorlarmış. Birkaç CHP'li yırtanı yakalayıp denize atmışlar. Fakat adam yüzme bilmiyormuş, yine CHP'liler çıkarmış denizden...
Biz Bülent Bey'le İzmit'e girerken, Hippiler de mi karşıladı ne? Kim bilir, adamlar araba konvoyundan çıkamayınca katılmışlardır karşılamaya. Bunu İzmit'e girerken sordum:
- Aman onlar Hippi değil, bizim gençlik kolları... dedi biri.
Nurdoğan Taçalan, yutmamıştı düzeltmeyi:
- Öyle de, neden biri, ikide bir "yahu o Hippileri uzaklaştırın oradan" diye bağırıyordu?
İzmit'e girerken konvoy sel halini almıştı. Kimse de söz dinlemiyordu. Prof. Turan Güneş:
- Kimseye bir kuruş para ödemedik, arabaları olanlar katıldı. Para ödemediğimiz için, söz de dinletemiyoruz...
Emniyet, gittiğimiz her yerde sıkı tedbirler almıştı. Ecevit'in konuştuğu alanın çevresinde en iyi görülecek yeri seçmiş, yerleşmişti kim bilir?
Süleyman Bey, bir Isparta olayından geçmedi. Şimdiye değin geçtiklerinde şapkasını alıp gittiği izlenimi bıraktı. Karaoğlan öyle yapmadı. İlk, 12 Mart'ta gösterdi bunu. Bu resti inkâr eden var mı? Böyle böyle, adım adım çıkıyor, geldiği yere Karaoğlan kim ne derse desin...
Karadeniz dolaylarında -belki Rize'de- Ecevit'i dinleyenlerden biri yaklaşmış Ecevit'e:
- Karaoğlan sen misun?
- Benim...
Adam kalabalığı göstermiş, eklemiş:
- Karaoğlan sensen söyle bu kalabalığa. Senin olduğuna inanmıyorlar. söyle, "Pülen Ecevit penim de."
Böyle çok anılar dinledik, gazeteci arkadaşlardan...
(2 Ekim 1973)
ÇİVİLERLE TAHTALAR...
Hazreti İsa, dünyaya dönmüş yeniden. "Gideyim de şöyle, uygar ülkelerden birine yerleşeyim. Bundan sonra rahat edeyim" demiş. Nereye gider, İsviçre'ye gitmiş sokmamışlar adamı sınırdan içeriye, "Aaaaa, hipi..." diye. Avrupa ülkelerine giremeyince, gelişmekte olan bir ülkeye, Türkiye'ye gelip yerleşmek istemiş. Türkiye'de de fazla yüz veren olmamış, "Pis turist" filân diye horlamışlar.
İsacık bakmış olacak gibi değil, "Bari kendi memleketime gidip yerleşeyim" demiş ve gitmiş. Bir kapıyı çalmış, kapıyı açan Yahudi, içeri karısına seslenmiş:
- Raşel, seninki yine geldi. Çivilerle tahtaları hazırla...
Süleyman Bey, seçimlere şurada ne kaldı ki, tek başına iktidar olma düşünün verdiği heyecanla konuşuyor babam konuşuyor. Hadi geldi tek başına iktidara. Çeşitli çevrelerde konuşmalar:
- Albayım, seninki geldi yine. Muhtırayı neyi hazırla..
Ondan sonra şapkayı alır gidersin, gitmezsin tartışmaları. Gücümüz yoktu da, karşı duramadık da. O zamana kadar çevrende kim varsa toz. Elinden tutup, adam ettiklerin Karun gibi zengin ettiklerin, "Ne yapsak da görünmesek" diye, kaçacak yer ararlar. Ortalık artık eskisi gibi de değil hani, ona "Komünist", buna "Anarşist" diyerek geçinip gidemezsin de.
Gazeteleri seyrediyorsunuz sabahları, bol bol resimler, birinde bir resimaltında yazısı: "Oruç açmadan önce dua etti...", öbüründe, bir başka resim ve resimaltı: "Demirel oruç tutmuyor ama, iftarı da kaçırmıyor..."
Bir kişi ya oruçludur, ya değildir. Gerçekte ikisi de kimseyi ilgilendirmez, kendisini ilgilendirir. Yok, ama, kazın ayağı öyle mi ya... Oruçlu görünerek oy toplama şansı daha gitmedi Türkiye'de. Bir daha neden denememeli? Yüksek Mühendis Mektebi mezunu değil de sanki Kur'an kursu mezunu.
*
Voltaire, anaokulunda okurken, sınıfa bir eşek girer. Bütün çocuklar, kahkahayı, yaygarayı basarlar tabii. Öğretmen sınıfı susturmada hayli güçlük çeker, sonunda onlara bir ödev vererek susturmak ister:
- Çocuklar, hepiniz kâğıt kalem çıkarın ve şu anda ne düşündüğünüzü yazın...
Kalemlere sarılan çocuklar, sınıfa eşeğin girdiğini kaleme almak için kahkahaları keserler. Voltaire, defterine şunu yazar:
- O, tekrar aralarına gelmek istedi. Fakat arkadaşları onu tanımadılar.
Bu fıkra, Konya'da "Öğüt" gazetesinde, 1951 yıllarında çıkmıştı. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'dı. Liseyi yeni bitirmiştim. Savcı ne yapıp etmiş, fıkranın üstündeki bir küçük bölümü de buna katarak, "Cumhurbaşkanına ima yolu ile hakaret"ten soruşturma açmıştı. 13 ay hapsini istiyordu. İfade verdim, aşağı yukarı şöyleydi:
- Efendim, burada sınıfa giren eşek sembolik bir eşektir. Voltaire'in kastettiği İsa'dır. Yani İsa'yı havarileri yani arkadaşları tanımamışlar, ona karşı çıkmışlardır. Burada, Cumhurbaşkanının dâva açmaya hakkı yoktur. Olsa olsa İsa dâvacı olabilir...
Savcı dinlerken uyukluyor muydu ne? Birden gözlerini açtı.
- Çocuk mu kandırıyorsun? Yok İsa'yı kastetmiş de, yok İsa dâva açabilirmiş de.
Doğrusu savcıdan hayli korkmuştum. Sonra bana öğüt de verdi:
- Şiir yazsana sen, hikâye yaz, şiir yazamazsan. Fakat karıştırma böyle, İsa'yı Musa'yı. Politik şeyler yazma, yazık olur sonra sana...
Nasıl bir gerekçeyle "kovuşturmaya yer olmadığı" kararı verdi hâlâ bilmiyorum. Amma mesele savcılıkta kaldı, mahkemeye çıkmadım.
Süleyman Bey de, Celâl Bey de ikisi de bitti mi ne?
(4 Ekim 1973)
- BABAN NEREDE OTURUR?
- SANDALYEDE...
Hasan iki yaşındadır. Babası, Nuri Bey, iki yıla yakın zamandır cezaevinde tutuklu. Babasını hep tel örgülerin, camların arkasından seyretti Hasan. Baba kucağı nedir, nasıldır bilmez daha. Taburenin üstüne çıkar. -Tabiî, iki yaşında çocuk tabureye de çıkabilir, ayakta da durabilir- babasını seyreder.
- Nuri...
- Hasan'ım.
Babasına Nuri diye seslenir Hasan. Annesi, Nuri der de ondan. Eve dönünce, annesiyle konuşma temrinleri başlar:
- Biz bugün kime gittik Hasan?
- Nuri'ye.
- Nuri kim?
- Baba...
Temrin ilerlemektedir. Babanın cezaevinde olduğu anlatılabilir yavaştan yavaştan...
- Peki, baban nerede oturuyor?
- Sandalyede...
Hoppala. Babasını ayakta görmedi ki hiç. Havalara atıp tutmadı ki babası, nereden bilsin Hasan'cık...
Bu tutukevi yöneticilerine çok tutuluyorum, içerliyorum bazen. Sanırsınız ki, onlar ana-baba olmadılar. Ne olur, küçük çocuklar içeriye kadar alınsalar da, babalarıyla, analarıyla kucaklaşsalar?
- Olur mu öyle şey, burası cezaevi...
Öyle diyecekler, diyebilir. Onlara da verilecek karşılık vardır.
Bir kuşak düşünün, çoğu babalarını, analarını camlar arkasından, demir parmaklıklar arkasından göre göre büyüyor.
- Efendim, o kadar dokunuyorsa götürmesinler çocukları...
- Yaaaaa....
*
Burası Türkiye'dir. Türkiye'nin sivil cezaevi ile askerî cezaevi arasında uygulama yönünden bir ayrım olmaması gerek. Fakat, nedense sivil cezaevlerine -cezaları kesinleşerek- nakledilenler, sanki özgürlüklerine kavuşmuş gibi olurlar. Selimiye ile Sağmalcılar arasında bir ayırım olmamak gerek aslında öyle ya.
Tutuklu iken, havalandırma sırasında spor yaptırılmaz mıydı? Adalet Bakanlığı'na bağlı cezaevine taşınınca ister spor yap, ister koş oyna, kim ne karışır.
Bıyıkları, hafif tertip saçları da bırakabilirsin bile.
Çocukları da, oralarda da kucaklayamaz mısın? Ziyaretçilerinle şöyle yan yana, yüz yüze konuşamaz, arada camları kaldıramaz mısın?
Ne diyorum biliyor musun? Bu dönem her şeyiyle bitmeli, tarihlere karışmalı anlayacağınız. Ben böyle yazılar yazmak istemiyorum anlıyor musunuz? Birkaç yaşlarındaki çocuklar, ilk temrin olarak babalarına mektup yazmayı öğrenmeye çalışıyorlar. Cezaevlerine mektup... Hani, bir şiir vardı:
"Bu çocuk büyük,
Babası kadar olur
Ondan sonra da efendim
Ölür..."
Şiir tam böyle mi, şimdi bilmiyorum. Ama gelecek kuşaklarımızı bundan iyi anlatan şiir yok gibi gelir bana.
*
Özlem, Eylem'den daha erken mi kalkıyor. İlk sözleri:
- Baba...
Eylem seslendi:
- Baba...
- Bir saniye kızım, şimdi geliyorum.
- Saniye gitti, baba.
Saniye, ara sıra Eylem'i gezdiren komşu kızı.
Geçen gün, kalk sen çık evden, Basın Sitesi bloklarını geç, genç kızların delikanlılarla yan yana oturdukları duvarın üstüne çık, ayaklarını sallayarak otur. Haber vermişler:
- Eylem, taaaa nerelere gitmiş, orada oturuyor teyze...
Sorgu, sual:
- Neden gittin kızım oralara?
- Polis amcayı aradım. "Polis amca, Başar yaramazlık yapıyor" diyecektim.
Muhbirlik iki yaşındaki çocuklara kadar indi, demek...
Pablo Neruda'nın ölümü üzerine ne büyük tören yapmışlar Şilili devrimciler. Pablo Neruda'nın önceki günkü şiirini okudunuz mu? Enver Gökçe'nin çevirdiği?
Çocukları düşünmeliyiz biz, düşünmeli ve kendimize çeki düzen vermeliyiz. Yanlış mı dediklerim yoksa?
*
Bu Ankara Notları'nı çocuklara ve cezaevindekilere ayırmak istiyorum. Postacının getirdikleri içinde, şu mektup da çıktı. Aceledir, tedbiri alınır belki diye yayınlıyorum:
"İlçemiz kaymakamı, kaymakamlık arabasına ilköğretim müdürünü de alarak köylerde Adalet Partisi lehinde propaganda yapmaktadır.
Kimseye duyuramıyoruz, çaresiz kaldık, ilgilerinizi arzederim. 1.10.1973 - Aşut köyü/Kelkit".
Mektup bu kadarcık. Yazanın adı da bende saklı.
(6 Ekim 1973)
SEÇİMLERE GİDİYORUZ...
NELER GÖRECEĞİZ BAKALIM
Cumhuriyet'te İlhan Selçuk birkaç gün önce açık açık işkenceleri yazdı. Yenigün'de Nimet Arzık, Cumhurbaşkanı Korutürk'e başvurdu. Şöyle dedi bayan Arzık, Korutürk'e açık mektubunda:
"Her devirde gayretkeşler vardır. Her devirde, gücünü güçsüzün üzerinde denemek isteyenler vardır. Her devirde her cins insan vardır. Her cins patolojik tutum vardır.
Bu leke kadar ufak grubu, eğer var olduğu ıspatlanırsa, tutacak olan var mı? Tutmak demek, lekenin yayılıp kocaman bir yüzeyi kaplaması demektir. Bu yüzeye kıymaya kimsenin hakkı var mı? Ben "İşkence vardı" diyorum. Bir daha olmasın diyorum. Olmamasının tedbiri alınsın diyorum...
"El ele kol kola unutalım" da diyorum. Ama bazı şüpheler veya lekeler temizlendikten sonra...
Tezvir kampanyasını görür gibiyim. "Nasıl olsa, bu kampanyaya kulak vermezsiniz ama sayın Cumhurbaşkanım, inandırmaya girişecekler çok ustadır, çok... Onun için, kimseyi dinlemeden, beni en yakınınıza sorun, en yakınınıza. Ve bu meseleye eğilin.
en derin umut ve saygılarımla."
Bazı aydınlara, öğrencilere ve öğretmenlere çeşitli yerlerde yapılan çağ dışı uygulamalara, hattâ, olaylar olup bitmeden, Yeniortam -bir gazetecilik ve gerçekten yurtseverlikle- parmak basmıştı biliyorsunuz. Yayınlanan çeşitli bildiriler, "böyle iddialar kasıtlıdır, Türkiye'yi kara göstermek için uydurulmaktadır" gibilerden yasak sayan cümlelerle, meseleyi ört-bas ediyordu. Tekzipler geliyordu açık açık. Yayınlanıyordu tekzipler, adamın gözüne baka baka. Ancak yakınmalar sürüp gidiyordu, yine sürüp gidiyor. Mahkemelerde, basında her yerde.
*
Sıkıyönetimin en sıkı dönemleri miydi ne? Kimsenin yattığı yerden kafasını zor kaldırdığı güç dönemler... Bir gün yolda bir yaşlı adam çıktı önüme:
- Siz Mustafa Ekmekçi misiniz?
- Evet...
- Sizi arıyorum günlerdir. Ben Ömer Ayna'nın babasıyım. Bize oğlum öldürüldükten sonra da rahat vermediler. Onu anlatacaktım.
- Nasıl, ne yaptılar?
- Oğlumun cenazesini alıp ilçede gömdük toprağa. Mezar taşını yaptırdım. Bizde âdettir, kim neyle ölürse mezar taşına o işlenir şekil olarak. Oğlum silâhla öldü. Ben de mezar taşına tüfek resmi yaptırdım. Kaymakam, bir gece jandarmalara, mezar taşını söktürmüş. Kaymakamlığa taşıtmış, şimdi mezar taşı hükümette duruyor. Ben kime şikâyet edeyim şimdi?
Cumhurbaşkanı'na başvurmasını salık verdiğimi hatırlıyorum...
*
Olayları yaşamış bir avukat, Demir Özlü, "mektubumu isterseniz yayınlayabilirsiniz" kaydı ile şunları yazdı:
"Nihat Erim'in Başbakanlığı zamanında 22 mayıs 1972'de ben de sabaha karşı evimden alındım. Beş gün Balmumcu'da, bir barakada, baskı ve tehdit altında kaldım. Sadece Turhan Selçuk'un değil, daha bir çok vatandaşın dövülmesine gözlerimle tanık oldum. Modern polis yöntemlerine göre, yeniden fişlendim.
Bu konuda, Nihat Erim'den tazminat almak için değil, fakat haklarını belgelemek bakımından dâva açmak isterdim. Fakat dâva açacak duruma geldiğim zaman haklarım süre aşımına uğramıştı.
Barakada dolaşırken, Nihat Erim'in sorumluluğu altında olduğuma inanıyordum. Demek ki değilmişim.
Benim maruz kaldığım hiç önemli değildir. Daha önemlisi mesleğimle ilgili olarak gördüklerim, bildiklerimdir. Bu konuda da yalnız değilim. Yüzlerce avukat, hukukçu da tanık.
Nihat Erim zamanında kovuşturmaya uğrayan Cihan Alptekin'in, Ömer Ayna, Sarp Kuray, Hasan Çetin, Salman Kaya... da aralarında olmak üzere, yüze yakın sanığın hukuki vekiliyim. Bu sanıklar, Nihat Erim'in Başbakanlık yaptığı dönemde, herhangi bir insana yapılması düşünülemez ölçüde, her türlü hukuk kuralını, ister milli ister milletlerarası olsun, isterse savaş hukuku kuralı olsun, aşan ölçüde işkenceye maruz kaldıklarını bana ve mahkemeye ifade ettiler. Belgelerini verdiler, delillendirdiler, birçoğu da dâva dosyalarında yer aldı.
Dostları ilə paylaş: |